Bugün, Orta ve Yakın Doğu’nun
bitmez tükenmez ırk ve çıkar savaşlarından, emperyalizmin
entrikalarından söz etmeden önce, size güzel bir insandan
bahsedeceğim.
İnsan, kaybettiklerini özler. Hele
bir de alçak katiller tarafından yok edilmişse… Ben de doğal
olarak en yakın dostlarımı, her gün haberleştiğim, konuştuğum,
uzun uzun dertleştiğim dostlarımı özlüyorum, yaşadıklarımıza
bakıp onlarla bu noktalara kadar gerilememek için nasıl kafa
patlattığımızı hatırlıyorum ve kahroluyorum. Sevgili Muammer
Aksoy’u, sevgili Uğur Mumcu’yu, sevgili Onat Kutlar’ı,
sevgili Ahmet Taner Kışlalı’yı çok özlüyorum. Bu isimlerle
olduğu kadar sık görüşmemiş olsak da değerli Çetin Emeç,
Bahriye Üçok, Turan Dursun, Necip Hablemitoğlu da hep kalbimdeler.
Durmadan “Onlar yaşasaydı, şu durumda nasıl tepki
verirlerdi” sorusunun yanıtını arıyorum. Muammer Aksoy,
anayasanın demokratik yapısının darmaduman edilmesine karşı
neler yapardı; Uğur Mumcu, hepimizin ağzını açık bırakacak
hangi yolsuzluk kanıtlarını masasından Türkiye’ye yayardı;
Onat Kutlar, sanatçıların, kitle örgütlerinin tepkilerini nasıl
birleştirirdi… Onlarla bazen konuşuyorum, sıkıntılarımızı
onların açık beyinlerine itiraf edip yanıt bekliyorum. Aynen
bazen doğal (?) yollarla kaybettiğimiz, Türkan Saylan, İlhan
Selçuk, Aziz Nesin veya babam Suphi Baykam’la dertleştiğim
gibi... Çıkmaz sokaklara çare aradığım o sessiz ve hazin anlar
bunlar...
Büyük dost, eşsiz insan Ahmet Taner
Kışlalı’nın aramızdan ayrılışının ardından 20 koca yıl
geçmiş. Birkaç gün önce mezarı başında olamadığım için
çok üzgünüm. O lanet olası günü unutmama imkan yok. Eski
“Manastır” atölyemde, bir öğleden sonra işlerime bakarken
gelen telefon, acı cümleler... Son sürat açılan televizyon,
beklenen mucizevi kurtulma ümidi… Ve hemen ardından o
kabullenemediğimiz, içimizi kanatan melun kaybetmiş olduğumuz
haberi... Nefesimin kesilmesi, gözyaşlarımın istilası, isyan,
haykırışlarım...
Oğlum henüz 10 aylıktı. Sevgili
Kışlalı’nın onun doğumunu kutlayan telefonu, “Dedesinin
adını en güzel şekilde yaşatsın” temennileri henüz
tazeydi. “Ödünsüz Laik Türkiye” başlıklı kitabıma 1995’de
yazdığı önsözde sarf ettiği güzel sözler, beni mahcup edecek
düzeydeydi. Neredeyse her hafta telefonlaşır, siyasi durumun genel
bir değerlendirmesini yapardık. Birçok panele, Anadolu’nun
değişik kentlerinde beraber katılır, yobazların halkımızın
düşüncelerini kirletmelerine karşı en açık sözlerle ve mantık
yapımızla dur demek için elimizden geleni yapardık.
Kendisini yakından tanımış herkes,
ne dediğimi çok iyi bilir ve sözlerimde hiçbir mübalağa
olmadığını bilir: Ömrümde Ahmet Taner Kışlalı kadar klas,
şık, zarif, Atatürk’ün değerini zaman içinde her fikrini
sınayarak en derin şekilde içselleştirmiş ve ödünsüz
savunuculuğunu yapan, dinlemesini bilen, özenli, dikkatli ve
güvenilir bir dost, bir vatandaş, bir insan olmayı bu kadar samimi
ve güvenilir şekilde sürdüren, her haliyle saygı uyandırıp
aydınlanma devriminin çağdaş hukuk, eğitim ve sanat yoluyla
yayılacağının bilincini hiçbir gün terk etmeyen mükemmel bir
insan az tanıdım! Ailesiyle daha sık bir araya gelememek, ayrı
şehirlerde olup az görüşmek de ayrı bir üzüntümdür. Bu Cuma,
onları en değerli misafirlerim, onur konuklarım olarak Ankara’daki
Galeri Siyah Beyaz açılışına davet ettim. Onlara sarılarak yeri
doldurulmaz eşsiz dostuma olan hasretimi bir nebze olsun gidermek
istiyorum.
SOÇİ HERKESİ MUTLU EDEBİLİR Mİ?
Soçi Mutabakatı ile Barış Pınarı
Harekatı diplomatik bir rotaya şimdilik oturmuş gözüküyor. Ama
ABD homurdanıyor, “Türkiye bir şey kazanmadı ki!”
şeklinde yorumlar duyuyoruz. Zaten rahatsız oldukları ana konu şu:
“Bir dakika yahu! Daha düne kadar en havalı şekilde size
masada şartlar dayatan bizdik, Trump’tı, Pence’di. Şimdi 5 gün
sonunda ne oldu da siz birden ‘öbür ayı’ ile yatağa girdiniz,
pardon masaya oturuverdiniz?”. (İnönü’nün tarihi sözünü
tekrar hatırlatırsak) Kim ev sahibi, kim patron, kim kiracı, kim
ortak? Olay tam Arap saçı! Nasıl soyut bir eseri, herkes kendi
algılarına göre öznel olarak yorumlayabiliyorsa, burada da gerek
Türkiye gerek Amerika gerek Rusya gerek Suriye, yaşanan durumu
kendi haklılık teorilerine göre aktarıp birbirlerini diplomasi
platformunda etkilemeye çalışıyorlar. Bir satranç oynanıyor.
Ama kuralları herkes kendi çıkarları açısından ilerleyen
durumlara göre baştan yazabiliyor! Terör örgütü ise, değişik
isimlerle, sözde farklı oluşumlarla, birbiriyle anlaşamayan
ülkelerin yarattıkları gri alanlar, belirsizlikler ve toz duman
içerisinde, kaosta hala varlığını sürdürme peşinde. Soçi
Mutabakatı bunu artık yeni ve dar sınırlara zorlasa da,
Erdoğan’ın Esad’la süregelen kopukluğu, herhalde hala en çok
onlara yarıyor!
Trump’ın bir devlet başkanı
tarafından yazıldığına inanılması zor kaba mektubunun
ardından, Erdoğan’ın Putin ile Suriye bataklığını
şekillendirmeye oturmuş olması, Amerikan cephesindeki “yeni
hamle seçimi” öncesinde, sanki ilgi, endişe ve çıkar hesapları
karışımı tadında! Bu sefer önümüzde 150 saatlik bir süreç
için kum saati çalışıyor. ABD Dışişleri Bakanı Mike
Pompeo’nun CNBC’de “Trump, ‘gerekirse Türkiye’ye karşı
askeri hareket yapabiliriz’ dedi” demeci ve hemen ardından
gelen tekzibi, Türkiye’nin alışık olduğu “biz onu demek
istememiştik” ekolünün bir uzantısı gibiydi…
Batı, yıllardır Türkiye’ye karşı
hep iki yüzlü, hatta çok yüzlü siyasetler izledi. Açık veya
üstü kapalı tehdit, blöf ve şantajlar, her zaman Pompeo’nun
askeri hareket imasına kadar varmasa da, ekonomik açıdan
Türkiye’yi çökertme kartı hep masada tutuldu. Konular değişti,
bu tavır değişmedi. Bazen Kıbrıs, bazen Ermeni lobisi, bazen
Güneydoğu’da PKK ile çatışmalar veya operasyonlar konu
edildiğinde Amerika ve bazen de Avrupa, hep sivri dillerini ve
tırnaklarını öne çıkardılar.
Batı medyası da
bu acınası tavırlara destek vermek için hep işine gelen
dezenformasyon kampanyaları yapmayı görev bildi.
Barış Pınarı Harekatı’nın
finalinde, Türkiye’nin “iki ayı ile yatağa girip”,
bundan en azından şimdilik gözle görülür bir yara almadan,
üstelik sahada aktif bir “kanun koyucu” taraf olarak ortaya
çıkmış görünmesi özellikle Avrupa için çok
şaşırtıcıdır. Onların bugünlerdeki şaşkın psikolojik
durumu, vallahi saydığımız herkesten daha vahim durumda!
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
Not: Yalnızca bu blogun üyesi yorum gönderebilir.