22 Mart 2018 Perşembe

İSTİKLAL MARŞI KONUSUNDA GERÇEK KONUMUZ PROZODİ FİLAN DEĞİL, SEVGİLİ HALİT BEY! | Bedri Baykam


OdaTv’de Halit Kakınç’ın bir yazısını okudum. Cumhurbaşkanı’nın son derece haklı olduğunu ve İstiklal Marşı’nın prozodisinin çok bozuk olduğunu savunuyordu. Yazıyı önce dikkatle sonuna kadar okudum, acaba Kakınç bir espri mi yapıyor diye. Ama hayır, gördüm ki yazısının her zerresi ciddiydi. Kakınç, İstiklal Marşı’nın güftesinin çok iyi olduğunu ancak bestesinin müzikal açıdan bir rezalet olduğunu ve prozodinin yerlerde gezindiğini savunuyordu. “Sözler cümle grupları ile, müzik de cümle grupları ile uyuşmamaktadır” diye kestirip atıyordu Kakınç.

BAZI KİŞİLERİN DERDİ PROZODİ Mİ YOKSA CUMHURİYET’LE HESAPLAŞMA MI?
İstiklal Marşı’nın kimyası ile oynamak 12 Eylül sonrası Özal döneminden beri arada hortlayan gerici bir sendrom. Tabii ki o dönemden beri ayaklarımıza yapışan her gerici çelik halatı destekleyen ciddi bir sol liberal saf ya da satılmış demokratlar ordusu, nam-ı diğer 2. Cumhuriyetçiler güruhu var. Onların da desteği ile, ilk olarak 80’lerin ikinci yarısından başlayarak bu “müzik aşkı ile kavrulan fikir” kah sergilendi, kah perdelendi.
Lafı uzatmaya gerek yok... 30 yıldır bu coğrafyada İstiklal Marşımızın güftesini veya bestesini değiştirmeyi aklına koyan kim olursa olsun, biliyoruz ki bunu müzikal kaygılarla yapmıyor.
Akıllarında fikirlerinde bambaşka farklı iki senaryo var:
Birincisi, bu hassas konuyu kullanarak gündem değiştirmek, seçim ittifak ve yasalarının normal bir insanı deli edecek kabul edilemez haksızlıkları ve eşitsizliklerine karşı toplumu oyalamak, yani uzun lafın kısası gündem değiştirmek. Bu konu zaten AKP iktidarının uzmanlık alanına giriyor. Mesela CHP bu sefer konuya direkt atlamayarak dersini iyi çalıştığını gösterdi ve fırlatılan oku havada bıraktı. Kim unutur bu taktikle hangi yasaların gece yarısı Meclis’te oldu bittiye getirildiğini? Bu nedenle Halit Kakınç’ın, en fazla bir tweet hak edecek bu konuda bu şekilde tuzağa düşmesine şaşırdım.

İkincisi, yukarıda dediğimiz gibi Özal döneminden beri bu Cumhuriyeti hazmedemeyenler Atatürk devrimlerinin ve Cumhuriyetin tüm temellerine saldırırken, İstiklal Marşı onlar için daima “kutsal” bir hedef haline geldi. Yıllardır bu taktikleri takip edenler için biraz kabak tadı veren bu saldırıların ana hedefi, bizi biz yapan Cumhuriyeti de gözlerimizi yaşartacak o büyük geçmişin tüm duygulu paketi ile donatan bağlarımızı koparmaya çalışmak! Kakınç’ın bunu görememesi de yine beni şaşırttı. Farz edelim ki o İstiklal Marşı gitti, yerine prozodisi daha iyi oturmuş başka bir alternatif marş geldi. Milyonlarca vatandaşımız, bu değişim nedeniyle, gerek tüm öğrenim yıllarında, gerek törenlerde, gerek maçlarda duymaya alıştıkları ve kendilerine Atatürk’ü, devrimlerini, Kurtuluş Savaşı’nı hatırlatan bu beste-güfte ikilisini artık duymaz oldular. Herhalde bu duygusal ve manevi bağı koparmanın, “Yeni Türkiye” diye tutturanlar için ne kadar pratik olacağını düşünebiliyorsunuz!
Fazıl Say tweeter’da konuyu irdelerken, İstiklal Marşı konusunda bir ciddi sorun olmadığını, bir kaç teknik rötuşla görünen sorunun halledilebileceğini net olarak vurguladı...

Bu arada bu değişimi gündeme getiren Sayın Cumhurbaşkanı’na sormak lazım: İstiklal Marşı, aynen Cumhuriyet’in adı ve bayrağımız gibi, Anayasa’nın değişmesi teklif dahi edilemeyecek maddeleri arasında. O zaman nasıl böyle bir konu gündeme gelebiliyor? Ortada hukuki bir çıkmaz yok mu? Bunu izah edebilen var mı?

Peki bir an için farz edin ki, böyle bir anayasa maddesi ortada yok. O zaman şu soru gelmiyor mu insanın aklına? Her gelen yeni cumhurbaşkanının farklı zevkleri, farklı bir müzik anlayışı olacak. O zaman devletimizin başına geçen herkes, bir önceki İstiklal Marşı’nı beğenmez ve değiştirmeye kalkarsa, bunun sonu ne olur? O zaman her yılın Eurovision birincileri olduğu gibi, her başkanlık dönemi yeni bir marşla mı anılacak?
Peki ya başka bir devlet başkanı, diğer değişmezlerden biri olan bayrağımıza kafayı takarsa, rengiyle veya şekliyle oynamak isterse kim ne diyebilecek kendisine o zaman?

İşte böyle! Bilmiyorum Halit Bey bu yazıyı okuduktan sonra hala “Bence Sayın Cumhurbaşkanı, İstiklal Marşı konusunda kesin haklı” diyebilecek mi? Gerçekten merak ettim...

4 Mart 2018 Pazar

CHP TÜZÜĞÜYLE UĞRAŞANLAR, GERÇEKTEN DEMOKRASİYİ SEVİYORLAR MI? | Bedri Baykam | 03.03.2018



Başka bir “azzz sonra!” diyen bomba haber çıkmazsa, Türkiye önümüzdeki hafta CHP Tüzük Kurultayı’na kilitlenmiş olacak. Yeniden açıldığından beri, Baykal’ın genel başkan seçildiği ilk kurultay hariç, her birine katılmış, partinin içini dışını doğduğundan beri solumuş ve 21. yüzyılda CHP’nin ilk büyük tüzük çıkışını yurt çapında örgütlemiş ve kaleme almış biri olarak, bu konuda en çok topa girme hakkı olan birkaç insandan biriyim. Önümüzdeki hafta sonu yapılacak olan Kurultay öncesinde bir milyon civarındaki CHP üyeleri ve 12 milyon CHP seçmeni arasından siyasetle yakın ilgilenenler, ciddi anlamda tepkililer. Büyük bir gaz sıkışması var, sıkıntı var. Ama ağızlar pek açılmıyor. Çünkü seçimler öncesinde sayısız partilinin çeşitli adaylık beklentileri var ve “fişlenmek” istemiyorlar. Parti’nin malum yumuşak karnı...

DEMOKRATİK TÜZÜK DEVRİMİ 2003 VE 2010’DA NASIL ENGELLENDİ
Gelin sansürsüz konuşalım: Baykal’ın hegemonyası ve Parti’deki tartışılmaz görünen tahakkümünü sorgulayan önemli muhalif CHP’liler oldu. O dönemlerden insanın aklına başta Hasan Fehmi Güneş, Erol Tuncer, Ertuğrul Günay (!) gibi isimler geliyor. Öte yandan genel bir “Parti içi demokrasi” talebinin ötesinde, somut ve Parti’yi yoğun olarak tepeden tırnağa çalkalayan bir “Demokratik Tüzük Devrimi” ile ilk ortaya çıkan, 2003 Genel Başkan adaylığım döneminde ben oldum. Biliyorum, bu sütunda buna daha önce birçok kez değindim. Ama 9-10 Mart Tüzük Kurultayı’nın yapacağı tüm ağır ve kuru gürültünün kökeninde, maalesef hala o meşhur 2003 Kurultayı’nın ağır izleri var.
Bir ay boyunca 41 ili gezerek ve çeşitli broşürler ve röportajlar yayınlayarak yeni bir Parti, yeni bir Türkiye, yeni bir dünya öneriyordum. Bu yeni dönemi insanlara anlatırken, özetle artık Genel Başkan’ın tek seçiciliği, Parti’ye olan mutlak hükümranlığı yerine, her üyenin doğrudan tercihleriyle Parti’ye yön verdiği, her yöreden üyelerimizin Parti temsilcilerini, kendileri tüm üyelerle beraber seçtiği, kadınlara ve gençlere milletvekilliği ve yerel seçimlerde pozitif ayrımcılık kotalarıyla büyük bir alanın açıldığı, Genel Başkan’ın artık “Ali kıran baş kesen” tarzındaki görünümden kurtularak, hakla iç içe yaşayan, Parti’nin imajını taşıyan, işin her zerresinde hamallık yapan bir insana dönüştüğü, “akıllı üye kartı” uygulamasıyla, her bilgiyi içeren çipli kartla üyelerin parti içi seçim ve tercihler için oy kullanabildiği, eski dönemin tüm tıkanmışlıkları ve hantallıklarının üzerimizden birden atıldığı bir yeni dönemi anlatıyordum. Kendimden emin olarak, halkta ve örgütte doğrudan heyecan yaratan bu fikirlerin kaynağı ise, yıllardır halkın ve ADD veya ÇYDD gibi demokratik kitle örgütlerinin arasında geçirdiğim uzun süreçti. Halkın yurdun her yerinde neden şikayet ettiğini, ne istediğini çok iyi biliyordum. Özellikle gençler, kendilerine rüya gibi gelen bu büyük atılıma inanamıyor ve bana büyük destek veriyordu. Konu Başkan değiştirmek değil, Parti adına toptan varoluş tarzını ve “Parti içi yaşam tarzını” değiştirmekti. Parti’de gücü elinde tutanlar arasında büyük bir panik yaşandı.
O günleri benimle beraber içinden yaşayan eski Genel Başkan Altan Öymen, çok detaylı şekilde yaşananları bilir. Ne yazık ki, sürekli olarak Genel Başkanlığı bu yeni önerilerle almaya doğru yürüdüğümü gördükçe, bu hareket başarıya ulaşırsa, “Politbüro”daki etkin rolünü kaybedecek olan “ağır toplar”, panik içinde bir arayışa girdiler. Kurultay’a bir hafta kala, önümü kesebilmek için, var olan tüzüğü değiştirip, aday olabilmek için gerekli delege imzası kaidelerini toptan değiştirme fikrini ortaya attılar. Bunun ardından tüm ikazlarıma rağmen, Kurultay günü, hem de illegal ve dayatmacı baskılarla gerekli imza sayısını %5’ten %20’ye çıkardılar. Hem de aynı Kurultay’da bu değişikliğin uygulanmasını da devreye sokarak tam bir skandala dönüştürdüler olayı. Masayı deviren pokerci gibi, başka türlü durduramayacaklardı o gün gelmekte olan iktidar kayıplarını...
Bu rezalet henüz gerçekleşmeden, her milletvekili ve delegeyi ikaz etmiştim Ankara’da yaptığım basın toplantılarında. “Bu faşist yöntemlere tenezzül edenler, bir daha ömür boyu demokrasiden söz edemezler” dedim. Ne var ki, o gün Baykal’ın ekibinden olup bu günaha EVET oyuyla parmak kaldıranlar arasında, daha sonra kendileri Genel Başkan adayı olup, bu ucube değişimlerden şikayet edecek iki arkadaşımız vardı. Biri Muharrem İnce’ydi bu arkadaşların. Kendisi ne yazık ki son Kurultay’da var olan tüzükten “sonuna kadar” şikayet ederken, bu konuda kendisine en ufak bir özeleştiri getirmiyordu. Halbuki son Kurultay’da kendi adaylığına ve imza toplama çabalarına karşı çıkanlara kendisinin nasıl baktığını düşünebilirdi. Dolayısıyla, bana sorarsanız, Tüzük Kurultayı’na giderken, Parti’nin ve o dönem bu karara imza atanların, önce 2003 Genel Başkan adaylarından ve tüm CHP üyelerinden özür dilemeleri lazım.
Bu kadar kamuoyu önünde demokrasiyi hiçe sayarak, bu yüz kızartıcı operasyonlara girişen her insan bilmeli ki, tüzüğe getirilecek ilk değişim, hiçbir Parti içi iktidarın bir daha kafalarına göre maçın ortasında kuralları değiştiremeyeceğinin sağlanması, ve buna yeltenen her İktidarın, “Partiden uzaklaştırılma” dahil, en ağır yöntemlerle cezalandırılması olmalıdır. Çünkü 2003’te bir ekibin insanlık onurunu ve emeğini hiç sayarak, buna yeltenmiş ve bunu “başarmış” olması, CHP’ye ve demokrasi kavramına hiç mi hiç yakışmaz, bunu bilen veya öğrenen herkeste de koca bir hayal kırıklığı yaratır.
2010 yılında ise, Sayın Yekta Güngör Özden ile başlatıp, CHP örgütünün birçok kademesinden yakın dostumla sürdürüp nihai sonucuna ulaştırdığım somut ve büyük bir tüzük çalışması gerçekleştirdik. Neredeyse bir yıl süren bir çalışmaydı. Bu Tüzük devrimini hazırlamadan önce Sayın Kılıçdaroğlu ile bir akşam yemeğinde uzun uzun görüşüp, buna neden gereksinim olduğunu anlatmıştım. Kendisi henüz Grup Başkanvekiliydi. Kılıçdaroğlu Genel Başkan olduktan sonra da CHP Gençlik Kollarından birçok arkadaşımla bu demokratik tüzük kitapçığını yurdun her noktasına dağıttık, herkesle konuştuk, 2012 Tüzük değişikliğinden önce de her yerde bu düşünceleri yeni maddeleriyle savunduk. Ama ne yazık ki, Partiyi halkıyla kucaklaştıracak fitili o Kurultay ateşleyemedi...

BU KURULTAYDAN DA MAALESEF DEMOKRATİK BİR MÜJDE ÇIKMAZ. BAKIN NEDEN:
Kurultayların, tüzüklerin birer “ruhu” vardır. Mesela Fransız Devriminin ruhunu belirleyen “İnsan ve Yurttaşın Hakları” metni, 1789 Devrimi ile beraber Fransız Aydınlanmasını dünyaya taşımış bir metindi. 1960 Devrimini sonucuna taşıyan 1961 Anayasası, ayrıca döneme ve onu takip edecek en az 20 yıla damgasını vuran büyük bir atılımdı.
Şimdi bu Kurultay’dan önce, çoğu insanın da fark ettiği gibi, herkes yine “demokrasiyi severmiş gibi” yapmakla meşgul. Size YİNE 2003 Kurultayı’nı anlatarak başlamamın nedeni gayet basit. Genel Başkan seçimi ve tüm diğer birimlerin seçim yönteminde, hep o uğursuz Ekim 2003 yılında, zoraki bir darbeyle anti demokratik bir ruhun kalıbına sokulan tüzüğün defolu, yorgun ve çelişkilerle dolu kimliği var.
Nasıl mı? Mesela 2012 Tüzük Kurultayı’nda, Genel Başkan adayı olabilmek için, %20 imza şartı daha sonra %10’a çekildi. Ayrıca %10 imza alabilmek için, bu insanları Divanın önüne getirme mecburiyeti de kaldırıldı. Ama maalesef işin özündeki aksaklıklar aynen durduğu yerde bırakıldı.
İyi de neden %5’e çekilmedi tekrar? Neden her delege, farklı adaylara aynı anda imza verip, “havanın kokusuna göre” onlardan bu son derece önemli Kurultay’da farklı konuşmalar isteyemiyor! Bu söylediğim sistem, 2003’de yapılan Tüzük darbesine kadar zaten böyleydi ve her şey sorunsuz tıkır tıkır işliyordu. Bir gün 2003 yılında, bir Meclis grup toplantısında, ben adaylığımı açıklayıp kampanyama başladıktan sonra, Baykal şunları deyiverdi: “AKP’ye bakın! Onlar hiç Erdoğan’a karşı böyle kolayca adaylar çıkabiliyor mu? Bizde niye aynı huzur yok?” Ne kadar acıdır ki, demokrasinin ülkemizdeki beşiği CHP, kendi demokratik çarkını çevirebilmek için AKP’nin tek ses düzenini örnek (!) gösteriyordu. Daha önce de bu sütunda, yarattığımız ucube tüzüğün mantıksız ve illegal yönünü, iflah olmaz çelişkilerini anlatmıştım. 7 yaşında çocuğun bile anlayabileceği ana terslik şu: CHP tüzüğüne göre Başkan “gizli oy/açık tasnif” ilkesiyle seçiliyor. Halbuki uydurulan yeni sistemle, bir adayı önermek için ona destek imzası verenler, başka kimseye aynı destek imzasını veremedikleri için, bu imzalar, kendini açıkça deklare etmiş “oy”a dönüşüyor! Sormazlar mı insana “hani senin genel başkanın gizli oy açık tasnifle seçilecekti?” diye? Tabi bu işin en acıklı tarafı genel merkez ve genel başkan baskısıyla “hadi bakalım destek vermiyor musunuz genel başkana adaylığını tekrar önermek için?” diye genel merkezden arandığınızda, soğuk terler de dökseniz ister nezaket kuralları ister vefa kuralları doğrultusunda o andaki inancınızın tersine de bir kararı bildirebiliyorsunuz! O andan itibaren, eşit şartlarla yapılan parti içi yarıştan söz etmek katiyetle mümkün değil; çünkü karşı taraf, genel merkez olmanın sayılamayacak kadar çok avantajını yanına alarak yarışa başlıyor. İşte tüm Kılıçdaroğlu döneminde de düzeltilmeyen bu ağır çelişki ve adaletsizlik nedeniyledir ki, her kurultayda bu imza toplandı toplanamadı, muhalefete imza verildi verilmedi, kavga gürültüsü aynen sürüyor. İşte önümüzdeki hafta getirilecek yeni taslakta da bu ucube hukuksuz durum aynen korunuyor! Gerisi, güzel nutuklar ve demokrasiyi çok severiz lafları! Sormazlar mı adama “ülke için istediğini iddia ettiğin tam demokrasi ve adaleti, kendi parti içinde neden istemiyorsun?” diye?

NEDEN, NEDEN, NEDEN... BİR BİLEN VAR MI?
Geçtiğimiz günlerde, Genel Merkez’in hazırladığı tüzük taslağını toptan okudum. Hani tüzüklerin de ruhu vardır diyordum ya, işte bizi ilgilendiren o özgürlükçü ruh, bu taslakta ne yazık ki hiç yok. Tüzüğü iyi okumayı bilen deneyimli gözler için, maalesef Parti’de mutlak merkeziyetçi yönetim anlayışı, satır aralarına gayet usta bir ince işçilikle yerleştirilmiş.
--İşe üyelikten başlayalım. Üyeler artık ikiye ayrılacakmış. “Üye” ve “destekçi üye” olarak. Yani 1. sınıf üyelik ve 2. sınıf üyelik. Aidat ödeyen ve çalışmalara aktif olarak katılan ancak “üye” olabilecekmiş. Ancak: Tüzük bu kriterlerin ne olduğunu bize öğretmiyor: “Parti çalışmalarına aktif olarak katılma ve düzenli aidat ödemenin ölçütleri, takibi ve gerektiğinde uygulanacak istisnalar, yönetmelikle düzenlenir”. Neden bu kriterler ne olacağı belirsiz bir yönetmeliğe devrediliyor da, 2-3 cümlede tüzükte aktarılmıyor?
--Genel Başkan’ın yetkileri arasında, MYK üyeleri tartışmasız en önemli görevleri üstlenecek Genel Başkan yardımcılarını seçmek var. (Örgütlerden sorumlu, idari ve mali işlerden sorumlu, hukuk işlerinden sorumlu, yerel yönetimlerden sorumlu ve genel sekreter) Ayrıca diğer Genel Başkan yardımcılarının görev alanı da Genel Başkan tarafından saptanıyor! (Madde 22/2)
Neden Parti Meclisi’nin adayları kesinkes “Çarşaf liste” de ilan edilmiyor da, “Blok Liste” Demokles’in kılıcı gibi kellelerin başı üzerinde geziniyor? (Madde 39/2): “Gündemin seçimler maddesine geçilmeden önce, kongre üye tam sayısının onda birinin yazılı önerisi üzerine blok liste usulü ile seçimlerin yapılmasına karar verilebilir”.

ADAY SAPTAMA YÖNTEMLERİ SAKAT KALMAYA DEVAM EDİYOR...
--TBMM aday üyelerinin saptanması konusu, büyük ölçüde yine Genel Başkan’ın inisiyatifine bırakılmış. Genel Başkan’ın Merkez yoklaması ile saptayacağı adaylar, %15. Fakat bunun dışında Partinin %10’dan az oy aldığı seçim çevreleri ve tek milletvekili çıkardığı iller de yine adayın “Merkez yoklaması” üzerinden yine Genel Başkan’ın insafına bırakıldığı durumlar (Madde 51/4) Bu durumda 57 ilde, Merkez yoklaması ile Genel Başkan Milletvekili adayları üzerinde doğrudan söz sahibi olacak. Böylece Anadolu’daki illerin büyük kısmında önseçim yapılamayacak olması, Parti dokularında ciddi bir moral bozukluğu ve ivme düşmesi yaratacak, kimse bunun aksini iddia edemez. Bu adrenalin düşmesi, Parti’ye bir hareketlenme getirmeyeceği gibi, tam tersine kireçlenme hızlanacak.
Ayrıca adaylar arasında “Parti üyesi olmayanların aday yapılabilmesi” gibi, örgütün kimyasını bozucu bir olasılık neden ekleniyor? Yeni Ekmeleddin tarzı doku uyuşmazlığı taşıyan projeleri son anda devreye sokabilmek için mi? (Madde 52/2)

--Cumhurbaşkanlığı seçimi konusunda Ekmeleddin İhsanoğlu skandalından sonra parti yönetimi halktan hiç özür dilemediği gibi, nasıl oluyor da bu yeni taslakta da cumhurbaşkanı adayının yalnız “tüm örgüt tüm üyeler” tarafından seçileceği müjdesi verilmiyor? Neden hala her türlü son anda grup kararı, merkez yoklaması kararı gibi işi tek adamın seçimine getirecek alaturka yöntemler sürekli canlı tutuluyor? Yine peşine düştüğümüz yeni dayatmalar mı var? (Madde 53/1-2-3) Maalesef CHP Milletvekilleri, bu akıl almaz ve Parti’nin köklerine ve ruhuna aykırı dayatmaya karşı, aralarında 20 oy toplayamadılar Emine Ülker Tarhan için... Bu basiret bağlanmasını unutmadık. “Ne yapalım, Grup kararı” denerek üzeri örtülebilir bir hata değildi. Acıdır ki, geçmişte Eşref Erdem, Erol Çevikçe, Önder Sav, Adnan Keskin gibi isimlerin uyguladığı “haksızlıklara sessiz kalma, tek adama şartsız kayıtsız teslim olma” hatasını, bugün başka isimler devralmış durumda...
--Kotalardan söz edilirken, hatırlatırım ki mühim olan, o kotalarda ne yazdığı değil, seçilen milletvekilleri lacileri giyip parlamentoya geldiklerinde, bakalım seçilenler ve mazbatasını alanlar arasında gerçekten o kota tutuyor mu? Tutmuyorsa, herkes şunu bilmelidir ki, tutmayacak şekilde yapılmış bir milletvekili aday sıralamasının, tüzüğün kota ile ilgili maddeleri yanında hiçbir değeri olamaz!
Disiplin kurullarında verilen cezalar arasında “geçerli özrü olmaksızın seçimlerde oy kullanmamak” da var (Madde 67/3/d). Anlaşılan yeni bir “tıpış tıpış oy verecekler” sendromuna karşı bir ön hazırlık bu! Umarım yanılıyorum çünkü bu halk yeni bir Ekmeleddin faciası daha kaldıramaz!
Parti Meclisi’nde bir “Bilim Kültür Sanat Platformu” var. Bu platforma kim nasıl girmeye hak kazanıyor? İnsanların bana gelip sanki benim kararımmış gibi “Neden bu platforma girip destek vermiyorsunuz?” demelerinden vazgeçtim, hiç kimse gelip bana “Kimleri koysak iyi olur? Yıllardır bu ortamın içindesiniz” diye bir tek gün sormadı. Alınan isimlerin son derece değerli isimler olduğundan şüphem yok. İyi de neden illa hiç kimsenin bizim sanat ortamımızdan tanımadığı veya geniş halk kitlelerinin bilmediği insanlar seçiliyor, bir bilen var mı?
--Neden bu Kurultay apar topar, birden toplanma aşamasına giriyor da, bu son derece önemli konularla ilgilenmek ve konuşma yapmak isteyenlerin büyük bir kesimi, programlarına alamadıkları için bu Kurultay’a katılamaz hale getiriliyorlar? Neden halk bu kurultayı izleyemiyor? 1600 kişilik bir salona, 1200 delege, Parti yetkilileri ve basın girdikten sonra, Parti üyeleri ve seçmeni, nereden izleyecekler bu kadar önemli bir buluşmayı? Eninde sonunda partiye oy verecek olanlar, yani partinin gerçek sahipleri onlar değil mi? Neyi kimden saklıyorsunuz? Neyi apar topar bir oldu bittiyle geçirmek istiyorsunuz?

Parti içi demokrasinin, Parti içi dayatma metodlarından daha iyi olduğuna son yıllarda gecikmeli de olsa nihayet kanaat getiren Muharrem İnce, bu konuda son Kurultay’da çarpıcı bir konuşma yapmıştı. Onun ve Umut Oran’ın benzer şekilde önerdikleri, önemli noktalar var. Bunların ana konuları, “iki seçim kaybeden Başkan, tüzük gereği gider” ve “Üç dönemden fazla milletvekilliği yapılmaması” gibi öneriler. Buna bir de “anahtar liste yasağı” getirme teklifi ekleniyor. Bence radikal görülen bu teklifler aslında son derece doğru. İki genel seçimde başarısız olan bir başkanın, neden hala ısrarla orada durmak isteyeceği pek anlaşılır bir şey değil. Üç dönemden fazla milletvekilliği yapılmaması da bence çok yerinde. Çünkü ortaya “profesyonel milletvekili” gibi bir kavram çıkıyor. Partiye parlamento için de taze kan pompalanmasının büyük yararları var. Anahtar listelere gelince, o listelerin, çarşaf listenin özgür ruhunu hemen yine nasıl “Genel Merkez kontrol ve baskısına kurban ettiği”, siyasetin içinde olan herkesin çok iyi bildiği bir yadsınamaz gerçek.

O KADAR YAZIK OLDU Kİ...
Bu tüzük tartışmalarıyla CHP, önce 2003, sonra da 2010’dan itibaren bugüne kadar 15 veya 8 yıl kaybetti. CHP, o tarihlerden beri, halkıyla bütünleşmiş, kapısını gençlere, kadınlara, derneklere sonuna kadar açmış, her yerde tüm üyeleriyle önseçim yapan, adayları hakkında hiç kimsenin polemik üretemediği, çağdaş bir Parti aidiyet kartıyla her üyenin her hakkını göğsünü gere gere kullandığı bir Parti olacak, üye sayısı belki beşle çarpılmış olacaktı. Ülkede artık Bursa’nın veya Samsun’un belediye başkan adaylarını veya milletvekili adaylarını Bursalıların veya Samsunluların seçtiği, Ankara’da Genel Başkan katından hiçbir şeyin artık dağıtılmadığı farklı bir dünyada yaşıyor olacaktık. Şayet bu devrimler, üç ayda toptan gerçekleştirilse, bütün Türkiye’yi sarsacak ve halkı büyük bir umutla CHP’ye yönlendirecek olan bu önerilerden bazıları, yıllar içinde değiştirilerek, yavaş yavaş ve ruhu kaydırılarak uygulanmaya çalışıldı. Aklıma Sezen Aksu’nun “Kaybolan Yıllar” şarkısı geliyor. Hem de ne pahasına!
Ne acıdır ki, aradan 15 sene geçtikten sonra, hala aynı yerdeyiz hatta belki daha da kötü noktalardayız. Kılıçdaroğlu, bence Deniz Baykal’ın kötü taraflarını içselleştirerek aynen almış. CHP ve Parti içi demokrasisinden söz ediyorum... Keşke bir mucize olsa da, Önümüzdeki hafta sonu CHP yönetimi kendini aşarak Partinin dikenli tellerini kesip atsa, bulutları ve maviyi kucaklasa...