Bugünkü konumuz her yıl Mayıs ayının sonlarında oldukları
için sürekli olarak gündemde yer alacak olan üç ayrı kutlama hakkındaki
yorumlarım. Her üçü de sürekli olarak sıcak günlük siyasetle beraber servis
edilen üç ayrı yıldönümü: Bunlar ay içindeki geliş sıralarıyla, 27 Mayıs
Devrimi, 27 Mayıs Gezi Direnişi ve nihayet 29 Mayıs, İstanbul’un Fatih ve
Ordusu tarafından fethi. Öyle görülüyor ki, önümüzdeki yıllarda da, her üçü,
ülkemizin siyasi gündemini en sert şekilde ortasından bıçak gibi yarmaya ve
toplumu kamplaştırmaya devam edecek. Burada suç, tabii ki bu tarihi
dönemeçlerin yaşanmışlıklarının değil, toplumun içine itildiği kaçınılmaz bölünmüşlüklerin
getirdiği kapanmaz yaralar... Ha, kapanmaz diyorsam, inanmayın, kapanır ama kaç
yıl sonra? Kaç yüz yıl, ya da kaç bin yıl, onu bilemem.
NORMALDE YALNIZCA
GEZİ GÜNLERİ GÜNDEMDE OLABİLİRDİ!
Aslında bu üçü arasında, normalde bugün, güncel siyaset
açısından tek gündemde olması gereken Gezi Direnişi... Çünkü sonuçta 2013’te
yaşananlar da, bugünkü hükümetin bir benzerinin yaptığı yasadışı anti
demokratik ve baskıcı eylemlere karşı gençlerin ve halkın direnişiydi. Bugün de
sürekli olarak benzer tepkiler, protestolar, itirazlar gündeme tutunduğu için, Gezi’nin
yıldönümlerinin en azından hararetli geçmesi, son derece beklenen bir sonuç
olurdu. Ama görüyoruz ki, Gezicilere karşı hükümetin veya Erdoğan’ın tepkisi,
bundan 56 sene önce yaşanmış 27 Mayıs Devrimi’ne karşı olan tepkilerinden çok
daha az. Özetle, Gezicilere ancak
yıldönümünde veya ender olarak değinen Erdoğan, neredeyse her konuşmasında
konuyu 27 Mayıs’a getiriyor! Yani bir ülkenin Başbakanı veya Cumhurbaşkanı,
kendi durumuna koltuk değneği aramak için, sürekli olarak aynı ihtilalin
deforme edilmiş uyduruk özetlerine sığınıyor... Bu kadarına artık herhalde
Menderes’in kendisi bile tepki gösterirdi, “yahu
kardeşim, düş yakamdan artık, benden başka malzemen yoksa niye hala liderlik
koltuğunda oturuyorsun, insaf ya!” diye tepkisini ortaya koyardı. Fatih mi?
O herhalde gülmekten kırılır, ardından yoksa ağlasam mı diye tereddüde düşer ve
sonunda da “pes kardeşim!” deyip
başını ellerinin arasına alır yere çökerdi... Aradan 563 yıl geçtikten sonra,
bir ülkede tarihi bir anma yerine, güncel siyasi kayıkçı kavgasının göbeğine
oturtulup en bayağ polemik dolgusu olarak meydana çıkarılışına dayanamaz, yeri
göğü inletebilmek isterdi Fatih Sultan Mehmet!! Uzun lafın kısası, bugün Fransa Cumhurbaşkanı’nın neden durmadan Charlemagne’dan
veya Napolyon’dan veya 2. Dünya Savaşı yıllarının Vichy Hükümeti’nden veya de
Gaulle’den söz etmediğini, neden onlara sürekli yaslanmaya kalkışmadığını
AKP’nin vekilleri veya yandaş-paydaş kalemşörleri arasında düşünebilen var mı
merak ediyorum... Her ne kadar bu üç sözde anma töreni, özde deprem kuşağı
tetikleyicisi hakkında layıkıyla yorum yapabilmek için en azından orta boy bir
kitap yazmak gerekse de, burada sizlerle bazı ana fikirler doğrultusunda bir
toparlama yapalım.
OSMANLI MİRASI VE
GERİSİ, CUMHURİYETÇİLER TARAFINDAN YOK SAYILAMAZ!
Şimdi geçmişini görmezden gelen bazı insanlar vardır. Mesela
ünlü bir siyasi tanırım... “Ne zaman
siyasete girdiniz?” sorusuna daima “1957’de
Ankara milletvekili olarak başladım” diye yanıt vermiştir. Nedense hep CHP
Gençlik Kolları’nın Genel Sekreteri olarak ilk sıfatını kazandığını ve ilk o
eylemlerde 1950’lerin ilk bölümünde piştiğini hep saklamıştır. Nedeni bilinmez,
belki birilerine borçlu çıkar görünmekten korunmanın bir yoludur bu. Mesela
geçmişlerini saklayan iş adamları, kendisine sahte bir geçmiş resmeden eşler,
bankacılar, sanatçılar da vardır... Hepimiz biliyoruz ki, kim ne kadar
uğraşırsa uğraşsın, büyük çoğunlukla, gerçeklerin suyun yüzeyine yükselmek gibi
bir alışkanlıkları vardır. Bu ülkenin Atatürkçüleri, bir makaleye pek sığdırılamayacak
kadar derin nedenlerle, Türkiye Cumhuriyeti toprakları üzerinde veya etrafında 1881’den
önce yaşamış olan atalarımızı çoğunlukla bahsettikleri konulara pek
almamışlardır. Her ne kadar -mesela- Hunlar veya Selçuklular’a daha tarihsel
bir muamele yapılsa da, doğruyu söylemek gerekirse Atatürkçüler Osmanlı
mirasını neredeyse toptan gözardı etmeyi, bir çeşit kaçınılmaz ödev veya toplu
doğal tepki olarak kayıtlarına geçirmişlerdir. Atatürk’ün, “Osmanlı’nın son döneminin ihanetlerine ve teslimiyetlerine rağmen
Samsun’a çıkıp vatanı kurtarması ve ardından Cumhuriyeti kurması” şeklinde
özetlenen gelişmelere -ki bu sözlerin her
birine katılıyorum- öyle bir kulp takılmıştır ki, sanki tüm Osmanlı, gerek
o son pasif ötesi dönem veya bugünkü yobazların gidişatından toptan sorumlu
hale gelmiştir. Halbuki mesela ne Fatih Sultan Mehmet, ne de Kanuni
dönemlerinin bu şekilde ele alınması kabul edilemez. Buna rağmen İstanbul’un fethi gibi dünya tarihinin akışını toptan etkilemiş
bir büyük Fetih olayı bile, sanki Atatürk’e ihanet etmemek için pas geçilmiş,
görmezden gelinen tarihi bir olay olarak rafa kaldırılmıştır. Tüm mirasıyla,
günahı ve sevabıyla dünyayı etkilemiş olan tarihi figürler, bu şekilde pek hak
etmedikleri bir muamele görmüşlerdir son yüzyıl içinde. Atatürkçü, Cumhuriyetçi
olmak, devrimleri kabul etmek, geçmiş yüzyılları yok saymak veya saygı duymamak
anlamına gelemez. Nasıl 2. Cumhuriyetçiler, anakronik şekilde Atatürk’ü
Willy Brandt veya Olaf Palme ile kıyaslamaya kalkıp, anakronizm batağına
saplanıyorlarsa, Atatürkçüler de buna benzer dönem dışı kavram infazları
yapamazlar!
Sonuçta İstanbul’un fethi, Konstantinapol’ün Bizanslılardan
alınması, tarihin akış yatağını değiştirmiş olağandışı ve muhteşem başarılardır.
Mesela burada tarihi birden ileri sararak, Atatürk’ün işgalci İngiliz gemilerine
gözleri dalıp inançla söylediği “geldikleri
gibi giderler” sözlerini hatırlatmakta yarar var! Atatürk, kalkıp “ne iyi oldu da müttefik güçler geldi,
böylece İstanbul’u tekrar onlara iade edebiliriz” dememiştir (!). Uzun
lafın kısası, Atatürk tabii ki, Fatih’in de Kanuni’nin de mirasları için savaşmış,
İstanbul’a, Fatih’in büyük hediyesine de ulus adına özellikle sahip çıkmıştır.
YANİ: Bugün halkın gözünde, İstanbul’un Fethi yalnızca
RTE’ye teslim olmuş ve afyon yutmuş kitlelere teslim edilemeyecek kadar önemli
bir tarihi olaydır. Bunu da şu gelişmeye bağlamak istiyorum: İsteyen CHP
Beşiktaş Belediye Başkanı’nı istediği gerekçeyle eleştirebilir. Ama
Hazinedar’ın 2-3 yıl önce vurguladığım “Osmanlı geçmişine ve İstanbul’un
fethine sahip çıkma” fikirlerinin de üzerine bastığı gibi bu flamaları yaptırmış
olması, “AKP’ye teslimiyet” değildir. Olsa olsa bu değerlerin alakasız şekilde salt
AKP’nin elinde kalmasına karşı açılmış bir bayraktır. Bizlerin Atatürkçü olması,
tüm geçmişimize sahip çıkmamızı engelleyen bir fren haline tabii ki gelemez. Ya da şöyle söyleyelim: belki bir süre,
Cumhuriyet değerleri ve devrimlerin yerleşmesi için, bu frenler gerçekten
gerekliydi. Ama bugün bu fren tersine, aleyhimize çalışıyor. Siyasette de,
futbolda da, sanatta da zamanlama herşeydir.
MENDERES FAŞİZMİNDEN BİR
DEMOKRASİ ŞELALESİ YARATANLAR!
Gelelim daha da kısa bir şekilde 1960 Devrimi hakkında duyduklarımıza.
Her yandaş kanal bu yıl yine bu konuda tek yanlı yayın yapma yarışı içinde
kıvranıyordu. Mesela Habertürk’te Mehmet Alkan, o kadar baştan savma ve bir
tarihçiye hiç bir şekilde yakışmayacak sözlerle konuyu ele aldı ki, tarih adına
ve mesleği olduğunu söylediği alan adına utandım. Bir tanesine yanıt vereyim:
1961 Anayasası iyiymiş de, yine askeri vesayet varmış, çünkü Milli Güvenlik
Kurulu oluşturulmuş! Keşke beyefendi bilseydi ki tam tersine Milli Güvenlik
Kurulu, bir daha hiç bir zaman darbeler yaşanmasın, hükümet ve askerler, sorun
her neyse, aralarında medenice konuşsunlar, halletsinler diye kurulmuş,
garantör ve güvence rolü üstlenmiş vazgeçilmez bir üst kurumdur. Nitekim 28
Şubat’ta da Erbakan ekibinin her an giderek küstahlaşan Atatürk ve Cumhuriyet
saldırılarına karşı MGK devreye girdi ve sorunu kendi içinde sorunsuz by-pass
etmeyi başardı. O gün yaşananlara itiraz edenler, bugün demokrasinin can
çekişerek son nefesini vermekte oluşunu izlerken ağızlarını hiç ama hiç açamazlar...
Şimdi gelelim her yıl
27 Mayıs’ta yaşananlara: Eskiden 27 Mayıs “Anayasa ve Demokrasi Bayramı” olarak kutlanırdı. 12 Eylül faşizmi ve ardından Özalizm,
27 Mayıs’a ilk doğrudan savaşı 1980’lerin başından itibaren açtılar. Ecevit,
soldan gelip 27 Mayıs’a ihanet eden ilk önemli isim oldu. Halbuki 27 Mayıs’ı
yıllarca savunduğu gibi, 1960 Kurucu Meclisi’ne de girmişti. Ardından yobaz
partiler ve 2. Cumhuriyetçiler Menderes’i kabul edilemez bir şekilde “askeri darbe mağduru bir demokrasi şehidi”
olarak göstermeye kalkıştılar ve dönemin kaprisleri sonucunda da bunda
başarılı oldular. Evet, tabii ki Menderes ve 2 bakanının idam edilmesi ağır ve büyük
bir hataydı. Ama 27 Mayıs’ın Anayasası Türkiye açısından bir çeşit Fransız
Devrimi sonuçlarıyla kıyaslanabilirdi ve İnsan Hakları Sözleşmesi’nin bölgesel
ve dönemsel bir çağdaş izdüşümü gibiydi.
Bir devrim hakkında “adam
öldürdü bu nedenle devrim değil darbedir” sözünü söylemenin elle tutulur
tarafı olmadığını herkes bilir. İdam veya adam öldürmek bizler için yapılmaması
gereken büyük bir yanlıştır bugün. Ama dünya “devrim”leri için bu “devrim” sıfatı
alınırken, bu olgu bir kriter teşkil etmez. Fransız İhtilali de Kralı, eşini ve
hatta kendi adamlarını yemiştir yolunda yürürken. Bu olgular, en çok hatırlanan
devrim olmasını değiştirmez. 1917 Devrimi de tarihteki yerini artısı ve
eksisiyle almıştır.
Bize dönersek de, keşke
idamlar olmasaydı da 27 Mayıs yalnız tartışılmaz haklı gerekçeleri ve mükemmel
Anayasası ile konuşulsaydı. Şimdiki gençler o zaman gazetecileri hapse attıran,
rakibi olan tek siyasi partiyi tüm yapıcı ikazlara rağmen kapatmaya kalkışan,
tüm gazeteleri sansür eden, üniversiteleri ve profesörleri aşağılayan,
kendisine oy vermeyen Kırşehir’i ilçe yapan ve daha nice utanılası faşist
eyleme imza atan Menderes’i “demokrasi kahramanı” olarak kafalarına kaydetmek
durumunda kalmazlardı! Ne yazık ki, kimi sol politikacılar da, “aman eleştiri
almayalım” mantığıyla, aynı hatalara göz göre göre düşüp, DP ve 1960 hakkında
olmadık gülünç yayınlar yapıyorlar.
Daha dün gece, İzmir’de yaptığı konuşmada onları andıktan
sonra RTE “bizim geçmişimizde kan yok,
ama sizin var” der demez aklıma gelen yanıtı buradan size de hatırlatmama
gerek var mı? Ellerinizde kan yoksa,
Deniz Gezmişler nerede? Muammer Aksoy’lar, Kışlalı’lar, Mumcu’lar nerede?
Sivas’ta yitirdiğimiz 35 aydın nerede? Metin Altıok, Asım Bezirci nerede?
Hablemitoğlu nerede? Berkin Elvan, Ali İsmail Korkmaz nerede? Gezide
kaybettiğimiz tüm gençler nerede? Saymakla bitmez bizim gerçek demokrasi
şehitlerimiz de, tabii dinleyenler tarih özürlü olunca, canı istediğini gönlünden
koparak nutuk meydanına sallamak, geçer akçe haline geliyor...
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
Not: Yalnızca bu blogun üyesi yorum gönderebilir.