17 Kasım 2017 Cuma

ECEVİT’İN DEMOKRASİMİZE TAŞIDIĞI ÖLÜMCÜL FATURALAR|BEDRİ BAYKAM | 14.11.2017


Son günlerde, Erdoğan’ın Ecevit’e saldırmak üzere seçtiği, Bill Clinton’la çekilmiş fotoğraflarından yola çıkarak Karaoğlan’ı korumak için birçok siyasetçimiz ve yazarımız seferber oldu. Birçoğu kendine göre haklı savlarla genel bir tarihçi gibi, CHP’nin eski liderini, Kıbrıs fatihi günlerini ve haşhaş konusunda Amerika’ya çektiği resti hatırlattı. Ayrıca Ecevit’i Beştepe’ye ve her saldırgana karşı korudular. Kemal Kılıçdaroğlu haklı bir şekilde Ecevit’in bir dürüstlük abidesi oluşunu da dile getirmeyi ihmal etmedi. Halk ise, bugünkü liderlerle Karaoğlan’ı karşılaştırmaya gerek bile görmeden saygısını her mecradan dile getirdi. Keşke Ecevit bugün sadece bu güzel şeylerle hatırlanabilseydi...

ŞU ÜÇ GÜNLÜK DÜNYADA BIRAKILAN İZLERİN KAÇINILMAZ MUHASEBESİ...
Şu dünyada kaç günlük ömrümüz var, belli değil. Başkanı olduğum UPSD’nin Yönetim Kurulu Üyelerinden Murat Havan, yaklaşık bir ay önce bir salı günü Doğuş Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi Dekanı Prof. Dr. Nazan Erkmen ile görüşecekti. Ne yazık ki biz o tarihte, 17 Ekim 2017’de, aynı Salı günü sevgili Erkmen’i toprağa verdik. Çok değerli bir sanatçı ve akademisyeni kaybettik. Ben Erkmen’i her zaman güler yüzü, yapıcılığı ve çalışkanlığı ile hatırlayacağım. Mekanı cennet olsun. Hayat acımasız ve kendi başına buyruk Rus ruleti gibi... Kimin kaç saniyesi, kaç gün, kaç ay daha vakti kaldı, bilen de yok. Ölümsüzmüş gibi projeler kurgulayıp yaşıyoruz, kendimize hedefler koyuyoruz, programlar çiziyoruz, ama ipler elimizde değil.

Yaşamdan ayrıldığımızda arkamızdan muhasebemizi yapacak olanlar acaba ne diyecekler, bunu her canlı biraz düşünür. Gerek örf ve adetler, gerek toplumsal kimlikler, gerek din, vefat edenlerin arkasından iyi konuşmamızı talep eder. Bizler de çoğunlukla buna uymaya çalışıyoruz. Tabii tarihe ve ülkelere yön vermiş siyasiler söz konusu olduğunda, onlar hakkında daha objektif ve kalıcı yorumlar yapmaya mecbur kalıyoruz. Yoksa, bugün Atatürk’ün veya İnönü’nün, Demirel’in veya Özal’ın veya yarın günümüz liderlerinin eleştirilmediği bir siyasi tarih değerlendirmesi yapmak mümkün olabilir mi?

ECEVİT’İN SİYASETE GİRİŞİ NASIL OLDU?
Ecevit hakkındaki bu yazıda yapacağım hatırlatmaları da, aynı objektiflik ve tarihe karşı dürüstlük açısından değerlendirmenizi rica edeceğim. Bu eleştirilerin her birini, rahmetli Ecevit yaşarken de, muhalefetteyken de, son başbakanlığı döneminde de, kendisine basından yöneltmiş olmanın rahatlığı ile bu yazıyı kaleme alacağım.
Ecevit’i çocukluğumdan beri yakından ve sahnenin içinden izlediğim için, konuyu herhalde en yakından bilenlerden biriyim. CHP siyasetinin en üst seviyede çizildiği birkaç evden biri, bizimkiydi. Babam, Ecevit’i, kendisi ısrarla yalnız Ulus Gazetesi’nde yazar kalmak istediğini söylerken siyasete kazandıran insandı. Dr. Suphi Baykam, CHP Gençlik Kolları’nın Kurucu Genel Başkanı olurken, Ecevit de o yönetim kurulunda Genel Sekreter olmuştu. Ecevit nedense bu somut izler bırakan onurlu ilk adımı hatırlamazdı ve siyasete girişini hep 1957 Ankara Milletvekili olarak kayda geçirirdi. Gerisini merak edenler, babamın hatıratını içeren ve Alptekin Gündüz’ün kaleme aldığı “En Sevdiği Güneşti” kitabından okuyabilirler. CHP’de Ortanın Solu, sanıldığı gibi 70’leri değil, 1965 yılını merkez alan bir çıkıştır.

TOPLUM BUGÜN KARAOĞLAN NOSTALJİSİ İÇİNDE, PEKİ BEN NİYE FARKLI DÜŞÜNÜYORUM?
Toplumun sol, demokrat, Atatürkçü, ulusalcı kesimleri bugün onun adını duyunca genelde son derece güzel duygular hisseder. Ben ise, bugün toplumumuzun, Ecevit’in hatalarının bedelini ödeye ödeye bitiremediğini düşünüyorum. Peki sorabilirsiniz, “Niye bu oyunbozanlığı yapıyorsun?” Önce bunun nedenini izah etsem iyi olur sanırım. Aklımdaki ve arşivimdeki gerçekleri sizinle paylaşmamın iki nedeni var. İlki, genç insanların bunu okuyup şunu anlamaları: “Demek ki öyle abartılı tutarsızlıklar yaparak ülkeyi yönetirsek, bu faturalar bize kabus gibi geri gelir ve işin içinden sıyrılamayız. Kariyerin içinden geçerken baştan sona dikkatli ve tutarlı olmalıyız.” İkincisi ise, deneyimli lider veya lider adayı politikacıların, bu yazıyı okuduktan sonra, bunu yaşamları üzerinden bir ders kabul ederek yola devam etmeleri. İleride nasıl anılacakları, aldıkları kararlar ve arkalarında bıraktıkları izlerden oluşuyor. İyi anılmak istiyorlarsa, yaşarken de bunu bilerek adımlarını atacaklar.

1970’Lİ YILLARIN AĞIR ECEVİT SENDROMLARI
Ecevit’in ağır bir egoya sahip olduğunu anladığımda, 14 yaşındaydım. Gezmiş ve arkadaşlarının başını çektiği olaylar dizisi sonucunda, Demirel hükümeti 12 Mart Muhtırası’yla istifa etmişti. Ecevit ise, 12 Mart’ın ardından, “Bu muhtıra bana karşı verildi” diyerek, CHP Genel Sekreterliği’nden ayrılmıştı! Haberlerde bunu duyduğumda “ne alaka?” diyerek küçük dilimi yuttuğumu hatırlıyorum... O günleri yaşayan objektif insanlar bilir. Böyle bir yorumla kendini merkeze alıp, hayali dev aynasına yerleştirmek kolay bir kurgu değildi. Bu karar, onu İnönü’nün ardından “3. Adam” rotasına girmesini bekleyen kitleler için de ayrı bir şoktu.
Ecevit, bu gerekçeli istifasının ardından militarizmle veya generallerle mi uğraştı? Hayır, hedefi İsmet Paşa oldu!
Ecevit yıllar sonra İnönü’ye karşı açtığı bu savaşı şöyle izah eder: “İnönü, 12 Mart’ta istifa etmememi istemiş ve istifa edersem demokratik sol hareketin yara alacağını ifade etmişti. Bunun üzerine ben İnönü’nün demokratik sol hareketi desteklemekten vazgeçmeye kararlı olduğu sonuncuna vararak kesin mücadele açmaya karar verdim.” Herhalde İnönü, bu mantığa göre, güya vazgeçmek istediği parti politikasını tam tersine sürdürebilmesi için Genel Sekreteri’ni istifasını geri almaya zorlayan tek adam olarak çelişkiler tarihine geçiyor!

ECEVİT, “HİZİPÇİ” KELİMESİNİ SİYASİ LİTERATÜRÜMÜZE NASIL SOKTU?
Kendisini açıkça veliahtı olarak seçmiş olan ulusal bir kahramana karşı savaşarak büyümeye karar veren Bülent Bey, böylece “hizip” kelimesini çağdaş siyasi literatürümüze sokan politikacı olma şerefine de erişiyor! İnönü, bu konuda 24 Ocak 1972 tarihli Cumhuriyet’te şu sözleri söylüyor: “İhtilaf bir Ecevit-İnönü ihtilafıdır. Ecevit hizipçilik yürütüyor. İstifa etmiştir. Ama partiyi idare etmektedir. Partideki buhranın sebebi budur.” Ecevit, böylece Paşa tarafından “hizipçi” olarak damgalanarak yıllarca sürecek uzun bölücülük serüvenine atılmış oluyor. Ardından 12 Temmuz 1971 tarihinde Ecevit, Paşa’nın kendisine yönelttiği “bölücülük” iddialarına karşı cevaben, 61 Anayasası’na bağlılığını ifade ettikten sonra “Böyle söylentilerin gerçekle ilgisi yoktur. Bu durumda partiyi bölmeye kalkışmak Ortanın Solu hareketine de, Türk demokrasisini kurtarma ve yaşatma çabalarına da büyük kötülük olur” diyerek kendini savundu. İnönü ise, ardından gelen süreçte, “’Tarih akımını kimse durduramayacaktır’ teranesi altında, CHP’yi kendine özgü ve bugüne kadar ona şerefle, kudretle, tesirle görev yapması imkanını vermiş temellerinden kaydırmaktır. Davranışlarındaki ‘Parti içi meçhul, memleket için meçhul’ dediğim husus budur” dedi. Genel Sekreter Kemal Satır ise Ecevit’i, “Atatürk’e karşı reddi miras yapmakla, devrimleri ‘biçimsel devrim’ adı altında küçümsemekle ve aydın-halk ikiliği yaratmakla” suçlayacaktı. Bunun ardından tarihi 1972 Kurultayı’na giderken, İnönü ekibini anti-demokratiklikle suçlayan Ecevit, şunları dile getiriyordu: “Vereceğimiz karar şudur: Demokratik bir partinin kanunlara saygılı üyeleri mi olacağız, yoksa kapı kulları mı olacağız?”

1990’LARIN ANTİ-DEMOKRATİK ECEVİT’İ
Üstteki cümleyi okursanız, ne zannedersiniz? Siyasi literatürümüzde parti içi demokrasinin ödünsüz kahramanı artık Ecevit olacaktır, değil mi? Ne gezer! 1972 Kurultayı’nı tartışmalı şekilde kazanan Ecevit, Parti’yi 70’lerde bir süre iktidara taşımayı başarmış, 1980 darbesinin ardından gelen dönemde ise, CHP kapatıldıktan sonra yerine kurulan partilere hiç girmeyerek, eşiyle bir çeşit “Karı-Koca Partisi” kurmuştur. Yapılan tüm yalvarmalara rağmen, ne SHP’ye, ne de daha sonra CHP’ye yaklaşmayı kabul etmiş, akıl almaz şekilde “sosyal demokrat-demokratik sol” ayrımı yaratarak, solu kendi içinde bölünmüş tutmaya adeta yemin etmiştir. Parti içi demokrasiye gelince, Ecevit, “DSP’ye gelen herkesin bu partinin üslubunu içine sindirmesi gerekir” diyerek, bu kavram yerine, tüm muhaliflerin en seri şekilde tasfiye edildikleri bir sistem yaratmıştır. Mümtaz Soysal’lar, Kesebir’ler, Tanla’lar, daha sonra Sema Pişkinsüt’ler, liste uzar gider...

27 MAYIS YORUMLARI VE KENDİ TARİHİNİ İNKAR
Dünya bir araya gelse birleşmem” inadındaki Ecevit, ne ilginçtir ki, siyasete döneceği 1986 referandumunun ardından, “endirekt” bir Turgut Özal destekçisi haline gelir. Bunun da yolu, tabii ki 27 Mayıs Devrimi’nin inkarından geçecektir!
Bakın Ecevit, 30 Mayıs 1960 tarihli Ulus Gazetesi’nde 27 Mayıs’ı nasıl savunmuştur:
Milli Birlik Komitesi’nin meclisin feshini de, meclise karşı bir darbe saymak mümkün değildir. Çünkü gene Anayasa Komisyonu’nun belirttiği gibi milleti temsil etmesi gereken TBMM, siyasi iktidar tarafından hakiki bir teşrii organ olmaktan çıkarılarak şahıs ve zümre menfaatine hizmet eden bir parti grubu haline getirilmiş olmak suretiyle, fiilen münfesih hale gelmişti.”

Aradan dokuz yıl geçmiş, 1969’a gelinmiş... Ecevit yine aynı tutumunu sürdürmekte, 27 Mayıs’ı övmektedir:
Ordumuz ihtilali yapmıştır. Ama ne zaman ve ne için yapmıştır? Demokrasi yıkıldığı zaman demokrasiyi yeniden kurmak için yapmıştır. Demokrasiyi eskisinden daha sağlam temeller üzerinde yeniden kurduktan sonra da bütün rizikolarını göze alarak iktidarı bırakmıştır. Eğer ordumuzda iktidar için iktidar hevesi bulunsaydı, 27 Mayıs’la eline geçmiş olan iktidar fırsatını kaçırmazdı.”
Sonra filmi Özal dönemine, 1990’a sardığımızda... Bakın Ecevit bu sefer 1990 yılında 3 Haziran tarihli Nokta Dergisi ve 27-28 Mayıs tarihli Milliyet’te 27 Mayıs hakkında bakın tam tersine neler söylüyor:
...Eğer biraz sabredilseydi, toplumla gitgide bütünleşen bu gençlik hareketi kendi başına demokrasiyi kurtararak kalıcı ve sağlam bir temele kavuşacaktı ve daha sonraki askeri müdahalelerin yolu açılmamış olacaktı.
Fakat silahlı kuvvetlerdeki bir grup buna izin vermedi. Sanırım bunda askeri toplumsal değişimde öncülüğü sivillere kaptırmaktan duydukları kaygı da etken olmuştu.
Askerler ‘demokrasiyi kurtarma’ iddiasıyla harekete geçtikleri halde, demokrasiyi büsbütün önleyici girişimlerde bulundular.”
Ne yapabiliriz ki, gördüğünüz gibi, anlaşılan oportünizmde sınır yoktur! Aradan 30 yıl geçmişse, demek ki insan her dediğini inkar edebilir. Yalnız şöyle bir sorun da vardır: Ecevit, o dönemde, 1960’ı takip eden aylarda, salt bu satırları yazan bir gazeteci değildir. Aynı zamanda sorumluluk alarak Parlamento’ya, Kurucu Meclis’e girmiş, 27 Mayıs Devrimini fiilen destekleyen bir siyasetçidir. Devrimi övmekle kalmamış, o rejimin maaş alan, dokunulmazlık hakkına sahip bir politikacısı olmuştur.
87’den 90’ların başlarına kadar SHP’ye karşı üst üste solda yenilgiler alan DSP, onun bu bölücü rolünü çok iyi değerlendiren Özal’ın kendisi için koruyucu yasalar çıkarmasıyla ayakta kalır. Daha sonra da Özal’ın çokça eleştirilen cumhurbaşkanlığı adaylığı sırasında, diğer partiler aralarında anlaşıp “sine-i millet”e dönme kararı alırken, Ecevit bu şekilde oluşacak boşlukla yapılacak bir uydurma seçime katılmamak için söz vermez. “Hele siz bir istifa edin, biz o konuyu o zaman görüşürüz” gibi inanılmaz bir cümle kullanır. Böylece, Özal’ın Cumhurbaşkanlığına mani olmak için “sine-i millet”’e dönme alternatifi suya düşer. Özal rahat nefes alarak koltuğa çıkar, Ecevit yine tüm diğer seçimlerde olduğu gibi solun aleyhine çalışmıştır.

TAYYİP ERDOĞAN EFSANESİNİN ANA KÖKENİ OLARAK ECEVİT
Gelelim o korkunç 1993-1994 sürecine... Yaklaşan ‘94 yerel seçimlerinde, solu birleştirip Refah Partisi tehlikesini zamanında durdurmak için Taban Operasyonu hareketini başlatmıştık. Kurucu ve sözcüsü bendim. Geniş bir yelpazede büyük dernekler, sendikalar, aydınlar o çatı altında buluşup sol partilere çağrı yapmışlardı. İlk yanıt kesin şekilde Ecevit’ten geldi: Özetle “Bizi yok sayın, hiçbir birleşme girişiminin içinde bulunmayacağız” diyordu. Baykal ve Karayalçın da, sanki Ecevit’in bu kapıları kapatmasından güç alarak rejimin ciddi tehlikede olduğunu açıkça belirtmemize rağmen birleşmediler. Sonuç mu? RP, Ankara ve İstanbul’u 1994 Mart’ında sırasıyla % 27.33 ve % 25.19 gibi komik rakamlarla kazandı ve hala elinde tutuyor! Ecevit, adeta kendisine yalvaran makaleler döşenen yazarları, evine ayağına giden akademisyen profesörleri terslemeyip solda birliğe yanaşsaydı, sol, açık farkla her iki kenti de, ülkedeki belediyelerin çok büyük kısmını da kazanmış olacaktı! (Ankara’da ise SHP-CHP işbirliği de yetiyordu, ama tüm ölümcül ikazlarımıza rağmen intiharı tercih ettiler)

SON DÖNEMLERİNDE “FETHULLAH GÜLEN HAYRANI” OLARAK ECEVİT!
Saymakla bitmez... Aslında her şeyi genişçe ele alarak bir kitapta buluşturmayı hak eder bu konu.
Ecevit, sebep olduğu belediyelerle gelen seçim hezimetine rağmen pişmanlık duyacağına, yeni kavramlar icat ederek solu bölmeye devam etmiştir. Kadınların Ankara’daki “şeriata karşı yürüyüş”ünü gülünç demagojilerle deforme ederek “bunu dine karşı bir tavır” olarak afişe eden Ecevit, “dine saygılı laiklik” kavramının da mucitliğini üstlenmiştir! Cumhuriyet’in henüz 73. yılında iken bu kavramı yumurtlayarak, tüm laik-demokrat Atatürkçüleri böylece Erbakan’ın arzuları doğrultusunda “dinsiz veya dine saygısız” ilan etmiştir. Solun parlamentoda gündeme getirmesi gereken kararlar, onun yüzünden 1990’larda ancak MGK’larda alınabilmiş, onlar da uygulanmadığı için ülke darbe sendromları ve şeriat başkaldırıları arasına sıkışıp kalkmıştır.
Örneğin hangimizin aklına gelirdi ki, 1999 yılında ülkeyi inleten Fethullah kaset krizi henüz üzerinden belki yarım sene geçmeden unutulmuş gitmiş olacak da, ülkemizin saygıdeğer başbakanı bir “sivil toplum örgütü lideri”(!) olarak gördüğü bu büyük insanı her Allah’ın günü öve öve bitiremeyecek, onunla el ele, kol kola pozlar vererek kendisini solun gözünde zararsız bir hayırsever milliyetçi olarak gösterecekti! Hadi itiraf edin bakalım, hanginiz bu kadarını beklerdiniz? Veya solda birliği sürekli reddeden bu insanın, sağ partilerle bir dörtlü koalisyona nasıl evet dediğini de tarih unutmaz...

KEŞKE ECEVİT....
Keşke Ecevit, 1970’lerde liderliği süresince dağa taşa adı yazılan o efsanevi “Karaoğlan” kimliğiyle kalabilseydi... Keşke Ortanın Solu’nun 70’lerdeki o ikinci rüzgarından sonra, kitlelere kapsama alanını genişleterek güven verebilseydi... Keşke 80 Darbesi’nden önce Parlamento’da sağ liderlerle de diyaloga girip, ısrarla anti-terör yasalarını çıkartıp, belki o darbeye mani olabilseydi... Keşke 80 Darbesi’nden sonra gemisine sahip çıkan kaptan olarak, solu DSP ile böleceğine, CHP’nin tekrar açılması için mücadele veren ana kişi kalsaydı... Keşke 80 sonrası tam tersine solda birlik için çabalayıp, Türk siyasetinin ekseninin %35 sağa ve aşırı sağa daha da kaymasına engel olabilseydi ve fakir kitleleri soldan umut besleyemez bir köşeye sıkıştırmasaydı... Keşke ödünsüz laiklik kavramına sadık kalıp, “dine saygılı laiklik” gibi bir kavram uydurmasına (sanki diğerleri saygısızmış gibi) ve tarikat liderleriyle flörte tenezzül etmeseydi... Keşke toplumun ve diğer sol partilerin tamamı ile inatlaşarak, kendini eşiyle beraber iki kişilik bir politbürodan oluşan bir DSP’ye kilitlemeseydi. Keşke son Başbakanlık döneminde, hakkını arayan işçilere meydan dayağı atan polislere hükmedip mavi gömleğine ihanet etmeseydi. Keşke, keşke, keşke... Tarih yalnız bunlarla bile, eski hatalarına rağmen çok farklı akar, Türk demokrasisi bugün içine düştüğü bu ağır bunalım noktalarında olmazdı.

SONUÇ: KALICI VE DEĞİŞMEZ BİR HAYAL KIRIKLILIĞI
Varsın sayın Kılıçdaroğlu, siyasetin dışında ve uzağında olduğu o yıllardan, Ecevit’i “demokrasinin Karaoğlan’ı, mavi gömlekli umudu” olarak tanımaya devam etsin. Ama ben gencecik beyinlerin, bu bilgilerin uzağında kalarak Ecevit’i solun romantik ve buğulu gözlerle anılan muhteşem ve yeri doldurulmaz lideri olarak görmelerini kabul edemem. Tarih denilen alan ve verilere dayalı bir kayıt merkezi varsa, gerçekler suyun yüzeyine çıkmaya mahkumdur. Size bugün burada bilinmeyen iddiaları veya büyük sırları anlatmadım. Herkesin ulaşabileceği bilgileri hatırlatarak, bir portre çizdim. İnönü’nün Partisi’nden istifasına neden olması, Ecevit’e çıkaracağım faturaların en hafifi. İnsanlar “dönem değişti, lider de değişmeliydi” diyerek kesip atabilirler. Ama, darbeden sonra gemisini terk edip gitmek, solun birliğine yıllarca tüm ikazlara göz kapayarak engel olmak, siyasal kavramları ters yüz etmek, kendi kökenlerini inkar etmek, tarikatçıları “başımızın üzerine” yerleştirmek affedilebilir gaflar veya zaaflar değildir. Bugün yaşadığımız her türlü anti-demokratik siyasal iflasın doğrudan kökenidir.
GENÇLERE VE GÜNÜMÜZ SİYASETÇİLERİNE BİR ÖĞÜT: Değişen gündemlerin sizi hasbelkader kurtardığı ortamlara güvenerek siyaset yapmayın. “Dün dündür, bugün bugündür” diyerek siyaset yapmayın. Çizginizi koruyarak siyaset yapın. Yoksa beter durumlara düşersiniz.



Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Not: Yalnızca bu blogun üyesi yorum gönderebilir.