Son günlerde, Erdoğan’ın Ecevit’e
saldırmak üzere seçtiği, Bill Clinton’la çekilmiş
fotoğraflarından yola çıkarak Karaoğlan’ı korumak için
birçok siyasetçimiz ve yazarımız seferber oldu. Birçoğu kendine
göre haklı savlarla genel bir tarihçi gibi, CHP’nin eski
liderini, Kıbrıs fatihi günlerini ve haşhaş konusunda Amerika’ya
çektiği resti hatırlattı. Ayrıca Ecevit’i Beştepe’ye ve her
saldırgana karşı korudular. Kemal Kılıçdaroğlu haklı bir
şekilde Ecevit’in bir dürüstlük abidesi oluşunu da dile
getirmeyi ihmal etmedi. Halk ise, bugünkü liderlerle Karaoğlan’ı
karşılaştırmaya gerek bile görmeden saygısını her mecradan
dile getirdi. Keşke Ecevit bugün sadece bu güzel şeylerle
hatırlanabilseydi...
ŞU ÜÇ GÜNLÜK DÜNYADA BIRAKILAN
İZLERİN KAÇINILMAZ MUHASEBESİ...
Şu dünyada kaç günlük ömrümüz
var, belli değil. Başkanı olduğum UPSD’nin Yönetim Kurulu
Üyelerinden Murat Havan, yaklaşık bir ay önce bir salı günü
Doğuş Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi Dekanı Prof. Dr.
Nazan Erkmen ile görüşecekti. Ne yazık ki biz o tarihte, 17 Ekim
2017’de, aynı Salı günü sevgili Erkmen’i toprağa verdik. Çok
değerli bir sanatçı ve akademisyeni kaybettik. Ben Erkmen’i her
zaman güler yüzü, yapıcılığı ve çalışkanlığı ile
hatırlayacağım. Mekanı cennet olsun. Hayat acımasız ve kendi
başına buyruk Rus ruleti gibi... Kimin kaç saniyesi, kaç gün,
kaç ay daha vakti kaldı, bilen de yok. Ölümsüzmüş gibi
projeler kurgulayıp yaşıyoruz, kendimize hedefler koyuyoruz,
programlar çiziyoruz, ama ipler elimizde değil.
Yaşamdan ayrıldığımızda
arkamızdan muhasebemizi yapacak olanlar acaba ne diyecekler, bunu
her canlı biraz düşünür. Gerek örf ve adetler, gerek toplumsal
kimlikler, gerek din, vefat edenlerin arkasından iyi konuşmamızı
talep eder. Bizler de çoğunlukla buna uymaya çalışıyoruz. Tabii
tarihe ve ülkelere yön vermiş siyasiler söz konusu olduğunda,
onlar hakkında daha objektif ve kalıcı yorumlar yapmaya mecbur
kalıyoruz. Yoksa, bugün Atatürk’ün veya İnönü’nün,
Demirel’in veya Özal’ın veya yarın günümüz liderlerinin
eleştirilmediği bir siyasi tarih değerlendirmesi yapmak mümkün
olabilir mi?
ECEVİT’İN SİYASETE GİRİŞİ
NASIL OLDU?
Ecevit hakkındaki bu yazıda yapacağım
hatırlatmaları da, aynı objektiflik ve tarihe karşı dürüstlük
açısından değerlendirmenizi rica edeceğim. Bu eleştirilerin her
birini, rahmetli Ecevit yaşarken de, muhalefetteyken de, son
başbakanlığı döneminde de, kendisine basından yöneltmiş
olmanın rahatlığı ile bu yazıyı kaleme alacağım.
Ecevit’i çocukluğumdan beri
yakından ve sahnenin içinden izlediğim için, konuyu herhalde en
yakından bilenlerden biriyim. CHP siyasetinin en üst seviyede
çizildiği birkaç evden biri, bizimkiydi. Babam, Ecevit’i,
kendisi ısrarla yalnız Ulus Gazetesi’nde yazar kalmak istediğini
söylerken siyasete kazandıran insandı. Dr. Suphi Baykam, CHP
Gençlik Kolları’nın Kurucu Genel Başkanı olurken, Ecevit de o
yönetim kurulunda Genel Sekreter olmuştu. Ecevit nedense bu somut
izler bırakan onurlu ilk adımı hatırlamazdı ve siyasete girişini
hep 1957 Ankara Milletvekili olarak kayda geçirirdi. Gerisini
merak edenler, babamın hatıratını içeren ve Alptekin Gündüz’ün
kaleme aldığı “En Sevdiği Güneşti” kitabından
okuyabilirler. CHP’de Ortanın Solu, sanıldığı gibi 70’leri
değil, 1965 yılını merkez alan bir çıkıştır.
TOPLUM BUGÜN KARAOĞLAN NOSTALJİSİ
İÇİNDE, PEKİ BEN NİYE FARKLI DÜŞÜNÜYORUM?
Toplumun sol, demokrat, Atatürkçü,
ulusalcı kesimleri bugün onun adını duyunca genelde son derece
güzel duygular hisseder. Ben ise, bugün toplumumuzun, Ecevit’in
hatalarının bedelini ödeye ödeye bitiremediğini düşünüyorum.
Peki sorabilirsiniz, “Niye bu oyunbozanlığı yapıyorsun?”
Önce bunun nedenini izah etsem iyi olur sanırım. Aklımdaki ve
arşivimdeki gerçekleri sizinle paylaşmamın iki nedeni var. İlki,
genç insanların bunu okuyup şunu anlamaları: “Demek ki öyle
abartılı tutarsızlıklar yaparak ülkeyi yönetirsek, bu faturalar
bize kabus gibi geri gelir ve işin içinden sıyrılamayız.
Kariyerin içinden geçerken baştan sona dikkatli ve tutarlı
olmalıyız.” İkincisi ise, deneyimli lider veya lider adayı
politikacıların, bu yazıyı okuduktan sonra, bunu yaşamları
üzerinden bir ders kabul ederek yola devam etmeleri. İleride nasıl
anılacakları, aldıkları kararlar ve arkalarında bıraktıkları
izlerden oluşuyor. İyi anılmak istiyorlarsa, yaşarken de bunu
bilerek adımlarını atacaklar.
1970’Lİ YILLARIN AĞIR ECEVİT
SENDROMLARI
Ecevit’in ağır bir egoya sahip
olduğunu anladığımda, 14 yaşındaydım. Gezmiş ve
arkadaşlarının başını çektiği olaylar dizisi sonucunda,
Demirel hükümeti 12 Mart Muhtırası’yla istifa etmişti. Ecevit
ise, 12 Mart’ın ardından, “Bu muhtıra bana karşı verildi”
diyerek, CHP Genel Sekreterliği’nden ayrılmıştı! Haberlerde
bunu duyduğumda “ne alaka?” diyerek küçük dilimi yuttuğumu
hatırlıyorum... O günleri yaşayan objektif insanlar bilir. Böyle
bir yorumla kendini merkeze alıp, hayali dev aynasına yerleştirmek
kolay bir kurgu değildi. Bu karar, onu İnönü’nün ardından “3.
Adam” rotasına girmesini bekleyen kitleler için de ayrı bir
şoktu.
Ecevit, bu gerekçeli istifasının
ardından militarizmle veya generallerle mi uğraştı? Hayır,
hedefi İsmet Paşa oldu!
Ecevit yıllar sonra İnönü’ye
karşı açtığı bu savaşı şöyle izah eder: “İnönü, 12
Mart’ta istifa etmememi istemiş ve istifa edersem demokratik sol
hareketin yara alacağını ifade etmişti. Bunun üzerine ben
İnönü’nün demokratik sol hareketi desteklemekten vazgeçmeye
kararlı olduğu sonuncuna vararak kesin mücadele açmaya karar
verdim.” Herhalde İnönü, bu mantığa göre, güya vazgeçmek
istediği parti politikasını tam tersine sürdürebilmesi için
Genel Sekreteri’ni istifasını geri almaya zorlayan tek adam
olarak çelişkiler tarihine geçiyor!
ECEVİT, “HİZİPÇİ”
KELİMESİNİ SİYASİ LİTERATÜRÜMÜZE NASIL SOKTU?
Kendisini açıkça veliahtı olarak
seçmiş olan ulusal bir kahramana karşı savaşarak büyümeye
karar veren Bülent Bey, böylece “hizip” kelimesini çağdaş
siyasi literatürümüze sokan politikacı olma şerefine de
erişiyor! İnönü, bu konuda 24 Ocak 1972 tarihli Cumhuriyet’te
şu sözleri söylüyor: “İhtilaf bir Ecevit-İnönü
ihtilafıdır. Ecevit hizipçilik yürütüyor. İstifa etmiştir.
Ama partiyi idare etmektedir. Partideki buhranın sebebi budur.”
Ecevit, böylece Paşa tarafından “hizipçi” olarak damgalanarak
yıllarca sürecek uzun bölücülük serüvenine atılmış oluyor.
Ardından 12 Temmuz 1971 tarihinde Ecevit, Paşa’nın kendisine
yönelttiği “bölücülük” iddialarına karşı cevaben, 61
Anayasası’na bağlılığını ifade ettikten sonra “Böyle
söylentilerin gerçekle ilgisi yoktur. Bu durumda partiyi bölmeye
kalkışmak Ortanın Solu hareketine de, Türk demokrasisini kurtarma
ve yaşatma çabalarına da büyük kötülük olur” diyerek
kendini savundu. İnönü ise, ardından gelen süreçte, “’Tarih
akımını kimse durduramayacaktır’ teranesi altında, CHP’yi
kendine özgü ve bugüne kadar ona şerefle, kudretle, tesirle görev
yapması imkanını vermiş temellerinden kaydırmaktır.
Davranışlarındaki ‘Parti içi meçhul, memleket için meçhul’
dediğim husus budur” dedi. Genel Sekreter Kemal Satır ise
Ecevit’i, “Atatürk’e karşı reddi miras yapmakla,
devrimleri ‘biçimsel devrim’ adı altında küçümsemekle ve
aydın-halk ikiliği yaratmakla” suçlayacaktı.
Bunun ardından tarihi 1972 Kurultayı’na giderken, İnönü
ekibini anti-demokratiklikle suçlayan Ecevit, şunları dile
getiriyordu: “Vereceğimiz karar şudur: Demokratik bir partinin
kanunlara saygılı üyeleri mi olacağız, yoksa kapı kulları mı
olacağız?”
1990’LARIN ANTİ-DEMOKRATİK
ECEVİT’İ
Üstteki cümleyi okursanız, ne
zannedersiniz? Siyasi literatürümüzde parti içi demokrasinin
ödünsüz kahramanı artık Ecevit olacaktır, değil mi? Ne
gezer! 1972 Kurultayı’nı tartışmalı şekilde kazanan Ecevit,
Parti’yi 70’lerde bir süre iktidara taşımayı başarmış,
1980 darbesinin ardından gelen dönemde ise, CHP kapatıldıktan
sonra yerine kurulan partilere hiç girmeyerek, eşiyle bir çeşit
“Karı-Koca Partisi” kurmuştur. Yapılan tüm yalvarmalara
rağmen, ne SHP’ye, ne de daha sonra CHP’ye yaklaşmayı kabul
etmiş, akıl almaz şekilde “sosyal demokrat-demokratik sol”
ayrımı yaratarak, solu kendi içinde bölünmüş tutmaya adeta
yemin etmiştir. Parti içi demokrasiye gelince, Ecevit, “DSP’ye
gelen herkesin bu partinin üslubunu içine sindirmesi gerekir”
diyerek, bu kavram yerine, tüm muhaliflerin en seri şekilde tasfiye
edildikleri bir sistem yaratmıştır. Mümtaz Soysal’lar,
Kesebir’ler, Tanla’lar, daha sonra Sema Pişkinsüt’ler, liste
uzar gider...
27 MAYIS YORUMLARI VE KENDİ
TARİHİNİ İNKAR
“Dünya bir araya gelse birleşmem”
inadındaki Ecevit, ne ilginçtir ki, siyasete döneceği 1986
referandumunun ardından, “endirekt” bir Turgut Özal destekçisi
haline gelir. Bunun da yolu, tabii ki 27 Mayıs Devrimi’nin
inkarından geçecektir!
Bakın Ecevit, 30 Mayıs 1960 tarihli
Ulus Gazetesi’nde 27 Mayıs’ı nasıl savunmuştur:
“Milli Birlik Komitesi’nin
meclisin feshini de, meclise karşı bir darbe saymak mümkün
değildir. Çünkü gene Anayasa Komisyonu’nun belirttiği gibi
milleti temsil etmesi gereken TBMM, siyasi iktidar tarafından hakiki
bir teşrii organ olmaktan çıkarılarak şahıs ve zümre
menfaatine hizmet eden bir parti grubu haline getirilmiş olmak
suretiyle, fiilen münfesih hale gelmişti.”
Aradan dokuz yıl geçmiş, 1969’a
gelinmiş... Ecevit yine aynı tutumunu sürdürmekte, 27 Mayıs’ı
övmektedir:
“Ordumuz ihtilali yapmıştır.
Ama ne zaman ve ne için yapmıştır? Demokrasi yıkıldığı zaman
demokrasiyi yeniden kurmak için yapmıştır. Demokrasiyi
eskisinden daha sağlam temeller üzerinde yeniden kurduktan sonra da
bütün rizikolarını göze alarak iktidarı bırakmıştır. Eğer
ordumuzda iktidar için iktidar hevesi bulunsaydı, 27 Mayıs’la
eline geçmiş olan iktidar fırsatını kaçırmazdı.”
Sonra filmi Özal dönemine, 1990’a
sardığımızda... Bakın Ecevit bu sefer 1990 yılında 3 Haziran
tarihli Nokta Dergisi ve 27-28 Mayıs tarihli Milliyet’te 27 Mayıs
hakkında bakın tam tersine neler söylüyor:
“...Eğer biraz sabredilseydi,
toplumla gitgide bütünleşen bu gençlik hareketi kendi başına
demokrasiyi kurtararak kalıcı ve sağlam bir temele kavuşacaktı
ve daha sonraki askeri müdahalelerin yolu açılmamış olacaktı.
Fakat silahlı kuvvetlerdeki bir
grup buna izin vermedi. Sanırım bunda askeri toplumsal değişimde
öncülüğü sivillere kaptırmaktan duydukları kaygı da etken
olmuştu.
Askerler ‘demokrasiyi kurtarma’
iddiasıyla harekete geçtikleri halde, demokrasiyi büsbütün
önleyici girişimlerde bulundular.”
Ne yapabiliriz
ki, gördüğünüz gibi, anlaşılan oportünizmde sınır yoktur!
Aradan 30 yıl geçmişse, demek ki insan her dediğini inkar
edebilir. Yalnız şöyle bir sorun da vardır: Ecevit, o dönemde,
1960’ı takip eden aylarda, salt bu satırları yazan bir gazeteci
değildir. Aynı zamanda sorumluluk alarak Parlamento’ya, Kurucu
Meclis’e girmiş, 27 Mayıs Devrimini fiilen destekleyen bir
siyasetçidir. Devrimi övmekle kalmamış, o rejimin maaş alan,
dokunulmazlık hakkına sahip bir politikacısı olmuştur.
87’den 90’ların başlarına kadar
SHP’ye karşı üst üste solda yenilgiler alan DSP, onun bu bölücü
rolünü çok iyi değerlendiren Özal’ın kendisi için koruyucu
yasalar çıkarmasıyla ayakta kalır. Daha sonra da Özal’ın
çokça eleştirilen cumhurbaşkanlığı adaylığı sırasında,
diğer partiler aralarında anlaşıp “sine-i millet”e dönme
kararı alırken, Ecevit bu şekilde oluşacak boşlukla yapılacak
bir uydurma seçime katılmamak için söz vermez. “Hele siz bir
istifa edin, biz o konuyu o zaman görüşürüz” gibi
inanılmaz bir cümle kullanır. Böylece, Özal’ın
Cumhurbaşkanlığına mani olmak için “sine-i millet”’e dönme
alternatifi suya düşer. Özal rahat nefes alarak koltuğa çıkar,
Ecevit yine tüm diğer seçimlerde olduğu gibi solun aleyhine
çalışmıştır.
TAYYİP ERDOĞAN EFSANESİNİN ANA
KÖKENİ OLARAK ECEVİT
Gelelim o korkunç 1993-1994
sürecine... Yaklaşan ‘94 yerel seçimlerinde, solu birleştirip
Refah Partisi tehlikesini zamanında durdurmak için Taban Operasyonu
hareketini başlatmıştık. Kurucu ve sözcüsü bendim. Geniş bir
yelpazede büyük dernekler, sendikalar, aydınlar o çatı altında
buluşup sol partilere çağrı yapmışlardı. İlk yanıt kesin
şekilde Ecevit’ten geldi: Özetle “Bizi yok sayın, hiçbir
birleşme girişiminin içinde bulunmayacağız” diyordu.
Baykal ve Karayalçın da, sanki Ecevit’in bu kapıları
kapatmasından güç alarak rejimin ciddi tehlikede olduğunu açıkça
belirtmemize rağmen birleşmediler. Sonuç mu? RP, Ankara ve
İstanbul’u 1994 Mart’ında sırasıyla % 27.33 ve % 25.19 gibi
komik rakamlarla kazandı ve hala elinde tutuyor! Ecevit, adeta
kendisine yalvaran makaleler döşenen yazarları, evine ayağına
giden akademisyen profesörleri terslemeyip solda birliğe
yanaşsaydı, sol, açık farkla her iki kenti de, ülkedeki
belediyelerin çok büyük kısmını da kazanmış olacaktı!
(Ankara’da ise SHP-CHP işbirliği de yetiyordu, ama tüm ölümcül
ikazlarımıza rağmen intiharı tercih ettiler)
SON DÖNEMLERİNDE “FETHULLAH
GÜLEN HAYRANI” OLARAK ECEVİT!
Saymakla bitmez... Aslında her şeyi
genişçe ele alarak bir kitapta buluşturmayı hak eder bu konu.
Ecevit, sebep olduğu belediyelerle
gelen seçim hezimetine rağmen pişmanlık duyacağına, yeni
kavramlar icat ederek solu bölmeye devam etmiştir. Kadınların
Ankara’daki “şeriata karşı yürüyüş”ünü gülünç
demagojilerle deforme ederek “bunu dine karşı bir tavır”
olarak afişe eden Ecevit, “dine saygılı laiklik”
kavramının da mucitliğini üstlenmiştir! Cumhuriyet’in henüz
73. yılında iken bu kavramı yumurtlayarak, tüm laik-demokrat
Atatürkçüleri böylece Erbakan’ın arzuları doğrultusunda
“dinsiz veya dine saygısız” ilan etmiştir. Solun
parlamentoda gündeme getirmesi gereken kararlar, onun yüzünden
1990’larda ancak MGK’larda alınabilmiş, onlar da uygulanmadığı
için ülke darbe sendromları ve şeriat başkaldırıları arasına
sıkışıp kalkmıştır.
Örneğin hangimizin aklına gelirdi
ki, 1999 yılında ülkeyi inleten Fethullah kaset krizi henüz
üzerinden belki yarım sene geçmeden unutulmuş gitmiş olacak da,
ülkemizin saygıdeğer başbakanı bir “sivil toplum
örgütü lideri”(!) olarak gördüğü bu büyük
insanı her Allah’ın günü öve öve bitiremeyecek, onunla el
ele, kol kola pozlar vererek kendisini solun gözünde zararsız bir
hayırsever milliyetçi olarak gösterecekti! Hadi itiraf edin
bakalım, hanginiz bu kadarını beklerdiniz? Veya solda birliği
sürekli reddeden bu insanın, sağ partilerle bir dörtlü
koalisyona nasıl evet dediğini de tarih unutmaz...
KEŞKE ECEVİT....
Keşke Ecevit, 1970’lerde liderliği
süresince dağa taşa adı yazılan o efsanevi “Karaoğlan”
kimliğiyle kalabilseydi... Keşke Ortanın Solu’nun 70’lerdeki o
ikinci rüzgarından sonra, kitlelere kapsama alanını genişleterek
güven verebilseydi... Keşke 80 Darbesi’nden önce Parlamento’da
sağ liderlerle de diyaloga girip, ısrarla anti-terör yasalarını
çıkartıp, belki o darbeye mani olabilseydi... Keşke 80
Darbesi’nden sonra gemisine sahip çıkan kaptan olarak, solu DSP
ile böleceğine, CHP’nin tekrar açılması için mücadele veren
ana kişi kalsaydı... Keşke 80 sonrası tam tersine solda birlik
için çabalayıp, Türk siyasetinin ekseninin %35 sağa ve aşırı
sağa daha da kaymasına engel olabilseydi ve fakir kitleleri soldan
umut besleyemez bir köşeye sıkıştırmasaydı... Keşke ödünsüz
laiklik kavramına sadık kalıp, “dine saygılı laiklik”
gibi bir kavram uydurmasına (sanki diğerleri saygısızmış gibi)
ve tarikat liderleriyle flörte tenezzül etmeseydi... Keşke
toplumun ve diğer sol partilerin tamamı ile inatlaşarak, kendini
eşiyle beraber iki kişilik bir politbürodan oluşan bir DSP’ye
kilitlemeseydi. Keşke son Başbakanlık döneminde, hakkını
arayan işçilere meydan dayağı atan polislere hükmedip mavi
gömleğine ihanet etmeseydi. Keşke, keşke, keşke... Tarih
yalnız bunlarla bile, eski hatalarına rağmen çok farklı akar,
Türk demokrasisi bugün içine düştüğü bu ağır bunalım
noktalarında olmazdı.
SONUÇ: KALICI VE DEĞİŞMEZ BİR
HAYAL KIRIKLILIĞI
Varsın sayın Kılıçdaroğlu,
siyasetin dışında ve uzağında olduğu o yıllardan, Ecevit’i
“demokrasinin Karaoğlan’ı, mavi gömlekli umudu” olarak
tanımaya devam etsin. Ama ben gencecik beyinlerin, bu bilgilerin
uzağında kalarak Ecevit’i solun romantik ve buğulu gözlerle
anılan muhteşem ve yeri doldurulmaz lideri olarak görmelerini
kabul edemem. Tarih denilen alan ve verilere dayalı bir kayıt
merkezi varsa, gerçekler suyun yüzeyine çıkmaya mahkumdur. Size
bugün burada bilinmeyen iddiaları veya büyük sırları
anlatmadım. Herkesin ulaşabileceği bilgileri hatırlatarak, bir
portre çizdim. İnönü’nün Partisi’nden istifasına neden
olması, Ecevit’e çıkaracağım faturaların en hafifi. İnsanlar
“dönem değişti, lider de değişmeliydi” diyerek kesip
atabilirler. Ama, darbeden sonra gemisini terk edip gitmek, solun
birliğine yıllarca tüm ikazlara göz kapayarak engel olmak,
siyasal kavramları ters yüz etmek, kendi kökenlerini inkar etmek,
tarikatçıları “başımızın üzerine” yerleştirmek
affedilebilir gaflar veya zaaflar değildir. Bugün yaşadığımız
her türlü anti-demokratik siyasal iflasın doğrudan kökenidir.
GENÇLERE VE GÜNÜMÜZ
SİYASETÇİLERİNE BİR ÖĞÜT: Değişen gündemlerin sizi
hasbelkader kurtardığı ortamlara güvenerek siyaset yapmayın.
“Dün dündür, bugün bugündür” diyerek
siyaset yapmayın. Çizginizi koruyarak siyaset yapın. Yoksa beter
durumlara düşersiniz.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
Not: Yalnızca bu blogun üyesi yorum gönderebilir.