22 Temmuz 2018 Pazar

WİMBLEDON’DA YENİ ŞAMPİYON, ALMAN “MELEK” KERBER! | Bedri Baykam



PARDON! ÖNCE YANKI EREL!
Kusura bakmayın, normalde bu metinde Wimbledon’un tek kadınlar ve tek erkekler şampiyonluklarının hikayesini yazmak için oturdum masamın başına. Ama izninizle, önce işe Yankı Erel’in, Fin partneri Otto Virtanen ile kazandığı genç erkekler çift şampiyonluğunu can-ı gönülden kutlayayım... Ne kadar tebrik etsek azdır. Televizyonda bize tüm tenis turnualarını on kat daha sevdirerek anlatan sevgili kardeşim ve beraber sayısız (çok daha mütevazi) zafere imza attığımız çift partnerim Ali Göreç’le beraber, bizler 14-15 yaşından itibaren az mı rüyasını gördük böyle bir Wimbledon şampiyonluğunun? İşte Yankı o hayali gerçek kıldı... Bana o gün sorsanız, size söylerdim.. Ali’nin de aklı o gün eminim aslında Yankı’daydı. Hatta onun maçını naklen anlatıyor olmayı tercih ederdi büyük ihtimalle. Türk tenis dünyası olarak dünyanın en büyük turnuasının şampiyonlar listesine adımızı yazdıran Yankı’ya teşekkür ediyor ve onun adına sponsorlara buradan bir çağrı bırakıyoruz.
Oh be! Artık rahatladım. Şimdi kadınlar turnuasından konuya girebiliriz. Zafer bu sefer Kerber’in oldu! Melekliği adından geliyor: “Angelique”. Wimbledon’un yeni Alman şampiyonu. Kerber’in servisini Serena backhandiyle fileye taktığında, Angelique, kendini Nadalvari bir hareketle yere attı ve ağlamaya başladı. O ağlamanın arkasında, herkesin tenise başladığı günden beri bir rüya olarak gördüğü ve gözünde haklı olarak büyüttüğü “tartışmasız en büyük hedef” Wimbledon’ın zirvesine çıkmanın şaşkınlığı ve muhteşem dramı vardı. O gözyaşları boşalması “inanamamak” ile ilgiliydi. Kim bilir kendisi gibi ağlayan anneciğinin gözünün önünden hangi film kareleri geçit yapıyordu o anda! Üstelik rakip, herhangi biri değildi. Tenis dünyasında “kadınların terminatörü” Serena Williams’tı. Anne Kerber, kim bilir 9-10 yaşında olmadık mağlubiyetlerden sonra “ben bu sporu bırakacağım” diye ağlayan veya ağır depresyona giren kızını nasıl teselli etmişti her defasında... Zor spordur tenis. Takım oyunu gibi değildir. Yalnızsındır sahada dünyaya karşı...
Böylece Kerber, 2016 Avustralya Açık ve Amerika Açık şampiyonluklarından sonra, 3. büyük turnuayı da kazanmış oldu. Fransa Açık’ı da bu listeye ekleyebilirse, kariyer Grand Slam’ini başarmış olacak -ki bu da büyük bir başarıya yaklaşmak demek.

WİMBLEDON “ANNE” SERENA’YA
HANGİ JESTİ YAPTI?
Maçtan önce tenis severler galip konusunda bir tahminde bulunacak olsalar büyük ihtimalle ciddi oranlarda Amerikalı sporcuya şans tanırlardı. Onun acımasızca rakiplerini sağa sola savurmasına alışık olan herkes, bugün de benzer bir karşılaşma bekliyordu. Gerçi Serena on ay önce yaptığı doğumdan sonra henüz 4. turnuasını yaşıyordu ama Serena, Serena’ydı. Müdafaa oyunu ile tanınan solak raket Kerber’de büyük ihtimalle 65 dakikada ve yalnız iki küçük sette gelecek böyle bir zaferi beklemiyordu. Çünkü Serena, önce çeyrek finalde güzel İtalyan, Macerata fatihi İtalyan Giorgi’yi, 3/6, 6/3, 6/4 elemiş, yarı finalde de  güzelliğiyle dikkat çeken bir başka Alman’ı, Goerges’i yenerken çok formda olduğu izlenimini vermişti. Goerges’in Venus Williams’ı saf dışı bırakan Hollandalı Bertens’i de yendiğini hatırlarsak bu galibiyetin önemi artıyordu. Verdiği büyük aradan sonra dünyada 184. numaraya kadar düşen Serena’yı buna rağmen Wimbledon 25. Seri başı olarak plase etmişti. Çünkü kadınların çocuk yaparak bu şekilde “cezalandırılmaları”na karşı, bir jest yapmak istiyordu “All England Lawn Tennis Club”. Amerikalı sporcu kazansa, Avustralyalı güler yüzlü sempatik şampiyon Evonne Goolagong’un 1980 zaferinden sonra kazanan ilk “anne” olacaktı... Serena için, her şeye rağmen bu da büyük başarı demek isterim, ama bunu söylesem başta kendisi kızar. Bazılarına ikincilik hiçbir zaman oturmaz bildiğiniz gibi... (Fenerbahçeliler ne demek istediğimi iyi anlarlar). 7 kere Wimbledon’u, 23 kere Grand Slamleri kazanmış bir insan, hiçbir ikincilikle avunamaz. Özellikle Avustralyalı Margaret Court’un 24 Grand Slam’li rekorunu egale etmeye çalışırken...
Kerber’e gelince, 1988 Bremen doğumlu savaşçı sporcu için bugün ve hatta bu yıl, hep bir rüya olarak hatırlanacak. Yarın küçük bir turnuada kimsenin tanımadığı genç bir kıza yenilse bile! Letonyalı Jelena Ostapenko gibi artık ünlü bir ismi 6/3, 6/3 yenerek finale çıktığında da bu hızlı ve nispeten kolay şampiyonluğu Serena Williams’tan söküp alacağına o da inanamazdı! O Ostapenko ki, Avustralyalı Konta ve Belçikalı Mertens gibi önemli isimleri saf dışı bırakan Slovak Cibulkova’yı iki sette yenerek çıkmıştı yarı finale..

MAÇIN ÖZET ANALİZİ
Aslında Kerber’in çok kendine has bir stili var. Uzun geri vuruşlarda, topun kendisine yaklaşmasına müsaade edip, çömelerek ayaklarından güç alıp neredeyse tamamen dizleri üstünde vurduğu backhandlerin her birinde, ben “eyvah bu sefer yere düşecek” diyorum! Ama Kerber düşmüyor! Koşuyor, olmayacak toplara yetişiyor, her birini ölümüne oynuyor. Hedefi belli: hem kendi rüyasını gerçekleştirmek, hem de 1996 Steffi Graf şampiyonluğundan sonra bu dev kupayı tekrar ülkesine kazandırmak.
Maçın ilk setinde ilk oyunu Serena’nın servisinde kazanan Kerber, 2-1 öndeyken kendi servisini kaybedince oyuna denge geldi. 3/3’te Serena’nın servisini Alman sporcu tekrar kırıyor ve ardından seti 6/3 kapıyor. İkinci setin akışı da çok farklı değil. Puanlar da benziyor, oyunun akışı da, skor da aynı: 6/3. Savunmada harikalar yaratan Kerber, maçta yalnız 5 basit hata yaparken, bu rakam rakibi için 24! Bu arada geriden uzun, sert ve tutarlı sağ sol vuruşlarla oyunu kontrol eden Alman karşısında fileye çıkarak agresif kimliğiyle oyunu dengelemek isteyen Williams, burada da ya çok hata yapıyor, ya da Kerber’in passing shotlarına maruz kalıp delik deşik oluyor. Açık konuşalım kendisi de beklemiyor bunu...
Bu arada maçı televizyondan seyrederken, ekranda sık sık prenslerin eşlerini görüyoruz: Cambridge düşesi Catherine ve Sussex düşesi Meghan bunlar. Muzırlık ruhuma işlemiş: Onların gülümseyerek yürüttükleri sohbete kafamda konuşma baloncuğu koyuyorum: “Eee, sen nasıl tavladın senin prensi, anlat bakalım, önce sen anlat...”
Tebrikler Melek, her şeye rağmen Serena’nın Wimbledon finalinde yenilebilir bir insan olduğunu kanıtladın yine. Anneliğine daha şefkatle bakacağız artık...  

TEK ERKEKLER:
NOVAK WİMBLEDON’DAN BİLDİRİYOR: BEN, GERİ DÖNDÜM!”
Gelelim erkeklere: Novak Djokovic 4. kere Wimbledon finalini kazandığında beni en çok etkileyen sahne, sevgili oğlu dört yaşındaki Stefan’ın babası kupayı kaldırdıktan sonra alkış tutmasıydı. O sahnenin 13. slam turnuasını müzesine götüren Sırp şampiyon için dünyadaki her şeyin üzerinde olduğu o kadar belliydi ki...
Fakat turnuadan ve maçtan bahsetmeden önce yüksek izninizle Dünya Tenis Federasyonu ve Futbol Federasyonu (FİFA)’ya esefle kınadığımı bildirmek istiyorum. Dünyanın göz bebeği bu iki spor dalından hiçbirisinin diğerini küçümseme hakkı yok. Maç saatleri çakışınca futbolda Dünya Kupası finalinin yarısı Wimbledon finalinin 3. setiyle kesişti. Ve resmen sporseverler mağdur edildi. İki maçtan birini veya diğerini 2 saat ileri veya geri atmak bu kadar mı zordu?

TURNUA NASIL GELİŞTİ?
Her Slam turnuasında, hele Wimbledon’da sık sık olduğu gibi, ilk turlar çoğu zaman dış kortlarda olmadık sürprizlere sahne oldu oldu. İsviçreli Wavrinka ve Bulgar Dimitrov gibi, bu turnuada en azından çeyrek final oynayabilecek isimler ilk turda karşılaştı. Kırılan testi Dimitrov’du. Fakat o da hemen ardından İtalyan Fabbiano’ya 3 sette mağlup oldu. Yine bir başka sürpriz, aktifinde slam şampiyonlukları olan Marin Cilic’in Arjantinli Pella’ya 5 sette yenilmeseydi. Pella’da zaferin sarhoşluğu ile Amerikalı Mc Donald’a 3 sette elenip kayboldu. Wimbledon 2018’in benim gizli hem açık yıldızı her biri beş sette üst üste dev galibiyetler alan Litvanyalı Ernest Gulbis’di. 4. turda da bir türlü slamlerde oynayamayan ve kendisine bağladığım umutları törpüleyen Rus asıllı Alman Alexander Zverev’i yine 5 sette çıkardı, hem de son set halka takarak... Alman Kohlschreiber ise nefis stiliyle yine iyi oynadı ama 3. turda Anderson’a 6/3, 7/5, 7/5 yenildi. Kanadalı Yıldız Raoniç ve Isner’in çeyrek final maçını 4 sette ABD’li kazandı. Turnuanın bir inanılmaz maçı da yine çeyrek finalde Nadal’ın Arjantinli dev isim Del Potro’yu 5 sette, 2-1 geriden gelip yendiği maçtı. Anderson ise, 4. turda da Monfils’i çok çekişmeli maçtan sonra yenerek Federer’le çeyrek finalde oynama hakkını kazandı.


PEKİ FİNALİSTLER O NOKTAYA NASIL GELMİŞLERDİ?
Efsaneye dönüşecek hikayeler var bu noktada... Bu dev turnuaya hiç alışık olmadığı şekilde girmişti Djokovic. Verdiği ciddi ara, geçirdiği ameliyat, oynayamadı dönemler onu çok geriye attıktan sonra, şimdi ancak 21 numarada ve 12. seri başı olmuştu. Ancak maçlar oynadıkça büyük şampiyonun hızla eski formuna ve istatistiklerine dönme işaretleri verdiğini gördük. 3. tur ve çeyrek finalde, Edmund ve Nishikori’ye birer set vermiş olsa bile, maçların genelinde adım adım özgüvenini kazanan bir “Djoko” vardı. Ama onu bugün aldığı şampiyonluktan bile daha çok tekrar zirveye taşıyan maç, iki güne yayılan, Nadal ile yarı finalde yaptığı maçtı. 6/4, 3/6, 7/6, 3/6, 10/8’lik maraton bir tenis ziyafetiydi bu. O maçın nefes kesici 5. setinde, iki kez, 4/4 ve 7/7’de Novak servisinde 15/40 geri düştü. Oralarda tek puan kaybetse, ardından Nadal maç için servis atacaktı. Her iki kritik durumda da muhteşem servislerle işi çözmüştü Djoko. 9/8’de Nadal servisini sıfıra karşı kaybedince Djokovic kendisini finalde buldu.
Rakibi Anderson’u ise finale taşıyan, bir değil iki unutulmaz maçtı. Çeyrek finalde, dünya tenisinin tartışılmaz ekselansları Roger Federer’e karşı, 3 sette yenilmek üzereydi Güney Afrikalı Anderson. İlk iki seti 2/6 ve 6/7 kaybettikten sonra, Federer 5/4 ve Anderson’un servisinde 30/40 ilerideyken, maç topu kazanmış oldu. Güney Afrikalı oyuncu servis attı ve ardından ne olacaksa olsun der gibi Federer’in ünlü backhandine abanarak fileye çıktı. İsviçreli şampiyon topu dağlara taşlara yollarken, o anda bile, kimsenin bu maçın birkaç dakika sonra biteceğinden şüphesi yoktu. Ama Anderson’un farklı planları vardı. Maçı o andan itibaren toptan değiştiren Anderson, geri kalan setleri 7/5, 6/4, 13/11 alarak daha önce yalnız iki tenisçinin (Fransız Tsonga ve... Djokovic) başardığı inanılmazı gerçekleştirdi. Anderson’u yarı finalde bekleyen rakibi ise 2.08’lik boyuyla her açıdan gerçek bir dev olan dünyanın en iyi servisi John İsner’di! İşte bu maç da her açıdan Wimbledon tarihine geçti. Bir servis ve tenis resitali olarak süren karşılaşmayı 7/6, 6/7, 6/7, 3/6, 10/8 kazanarak Anderson adeta herkesi sportmenliği, kararlılığı ve dayanıklılığıyla büyüledi. İşin en ilginç tarafı, günün mağlubu İsner’in, tenis tarihinin en uzun maçını 2010 yılında Fransız Mahut’ye karşı 5. sette 70-68 kazanmış olmasıydı. İsner bu sefer maratonu kaybetti. Anderson’u finalde gördüğümde, kaçınılmaz şekilde aklıma aynı Wimbledon’da 2015’de Marsel İlhan’ın ondan ilk seti alıp, 2. sette 3 set topu kaçırdığı maç geldi... Ne demek istediğimi anladınız. İçim cızz etti.

MAÇIN ÖZET ANALİZİ
Neyse geçelim, diyelim ki, belki 10 sene sonra da biz o finalde Yankı Erel veya onun bir arkadaşını alkışlarız! Sonuçta öyle gelmişlerdi finale. Biri hayatının ilk slam turnuasını kazanmak istiyordu, diğeri ise henüz ölmediğini, Federer ve Nadal ile beraber dünyanın en önemli üç tenisçisinden biri olmaya devam ettiğini kanıtlamak istiyordu. Djokovic, maça başından itibaren ağırlığını koydu. İlk oyunda rakibinin servisini kırdı, sonra bunu bir defa daha gerçekleştirdi ve ilk seti kolaylıkla 6-2 kapadı. 2. set, ilkinin kopyası gibiydi. Djokovic yine en başında rakibinin servisini aldı ve ardından aynı skorla durumu 2-0’a taşıdı. Bu iki setin nasıl geçtiğine bakarsak, göze çarpan noktalar şunlardı: Anderson’un en önemli silahları, finale çıkana kadar hep servis ve düz vuruşu yani forehandi olmuştu. Halbuki ilk 2 set boyunca, Anderson, servisten çok az sayı çıkarabildiği gibi, forehandiyle de üst üste inanılmaz adette basit hata yaptı. Bunun ana nedeni, o finale psikolojik olarak hazır olmamasıydı. Anderson büyük ihtimalle o santrkortta kafasının içinde, gecikmiş performanslarının muhasebesini yapmakla meşguldü. Bilinçaltında bunları düşünmekten, 2 set boyunca maça giremedi. Djokovic ise, hem çok daha iyi servis attı, hem de oturmuş, az hata yapan konsantre bir oyun oynadı. 3. sete girerken, herkes Anderson’dan gecikmiş de olsa bir tepki bekliyordu artık. Nitekim bu yaşandı. Güney Afrikalı oyuncu servisini kaybetmeden 5-4 ileri geçti ve o oyunda, set topu kaçırdı. Artık maça asılıyor ve yere sağlam basıyordu. Arkadan geleni hep tutan seyirci de “saflara” geçmişti! 6/5’te Anderson bu sefer rakibinin servisinde 15/40 ve ardından avantaj yakaladı. Djokovic her birini güçlü servisler ve ofansif korkusuz oyunuyla savuşturmayı bildi. Tie breakde ise, sahada artık yalnız Novak vardı. Her puanı dikkatli şekilde oynayarak dördüncü defa dünyanın en büyük şampiyonluğuna ulaşırken, belki kendisi için gerçekleştirdiği esas inanılmaz şey, “Ben bu sporun zirvesine tekrar çıkabilecek miyim?” sorusuna verebildiği yanıttı. Kazandığı 3 milyon dolardan çok daha önemlisi, özgüveni ve artık samimi olarak etrafa dağıttığı gülücüklerdi. Maçın bittiği anda adeta “Ben geri döndüm. İşte bakın, kanlı canlı buradayım. Ben Novak” diye haykırıyordu bakışı...Sırp şampiyon tekrar dünyada ilk 10’a girerken, Anderson’da 5 numaraya yükselerek kariyerinde zirve yaptı.


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Not: Yalnızca bu blogun üyesi yorum gönderebilir.