PARDON!
ÖNCE YANKI EREL!
Kusura
bakmayın, normalde bu metinde Wimbledon’un tek kadınlar ve tek
erkekler şampiyonluklarının hikayesini yazmak için oturdum
masamın başına. Ama izninizle, önce işe Yankı Erel’in, Fin
partneri Otto Virtanen ile kazandığı genç erkekler çift
şampiyonluğunu can-ı gönülden kutlayayım... Ne kadar tebrik
etsek azdır. Televizyonda bize tüm tenis turnualarını on kat daha
sevdirerek anlatan sevgili kardeşim ve beraber sayısız (çok daha
mütevazi) zafere imza attığımız çift partnerim Ali Göreç’le
beraber, bizler 14-15 yaşından itibaren az mı rüyasını gördük
böyle bir Wimbledon şampiyonluğunun? İşte Yankı o hayali gerçek
kıldı... Bana o gün sorsanız, size söylerdim.. Ali’nin de aklı
o gün eminim aslında Yankı’daydı. Hatta onun maçını naklen
anlatıyor olmayı tercih ederdi büyük ihtimalle. Türk tenis
dünyası olarak dünyanın en büyük turnuasının şampiyonlar
listesine adımızı yazdıran Yankı’ya teşekkür ediyor ve onun
adına sponsorlara buradan bir çağrı bırakıyoruz.
Oh
be! Artık rahatladım. Şimdi kadınlar turnuasından konuya
girebiliriz. Zafer bu sefer Kerber’in oldu! Melekliği adından
geliyor: “Angelique”. Wimbledon’un yeni Alman şampiyonu.
Kerber’in servisini Serena backhandiyle fileye taktığında,
Angelique, kendini Nadalvari bir hareketle yere attı ve ağlamaya
başladı. O ağlamanın arkasında, herkesin tenise başladığı
günden beri bir rüya olarak gördüğü ve gözünde haklı olarak
büyüttüğü “tartışmasız en büyük hedef” Wimbledon’ın
zirvesine çıkmanın şaşkınlığı ve muhteşem dramı vardı. O
gözyaşları boşalması “inanamamak” ile ilgiliydi. Kim bilir
kendisi gibi ağlayan anneciğinin gözünün önünden hangi film
kareleri geçit yapıyordu o anda! Üstelik rakip, herhangi biri
değildi. Tenis dünyasında “kadınların terminatörü” Serena
Williams’tı. Anne Kerber, kim bilir 9-10 yaşında olmadık
mağlubiyetlerden sonra “ben
bu sporu bırakacağım”
diye ağlayan veya ağır depresyona giren kızını nasıl teselli
etmişti her defasında... Zor spordur tenis. Takım oyunu gibi
değildir. Yalnızsındır sahada dünyaya karşı...
Böylece
Kerber, 2016 Avustralya Açık ve Amerika Açık şampiyonluklarından
sonra, 3. büyük turnuayı da kazanmış oldu. Fransa Açık’ı da
bu listeye ekleyebilirse, kariyer Grand Slam’ini başarmış olacak
-ki bu da büyük bir başarıya yaklaşmak demek.
WİMBLEDON
“ANNE” SERENA’YA
HANGİ
JESTİ YAPTI?
Maçtan
önce tenis severler galip konusunda bir tahminde bulunacak olsalar
büyük ihtimalle ciddi oranlarda Amerikalı sporcuya şans
tanırlardı. Onun acımasızca rakiplerini sağa sola savurmasına
alışık olan herkes, bugün de benzer bir karşılaşma bekliyordu.
Gerçi Serena on ay önce yaptığı doğumdan sonra henüz 4.
turnuasını yaşıyordu ama Serena, Serena’ydı. Müdafaa oyunu
ile tanınan solak raket Kerber’de büyük ihtimalle 65 dakikada ve
yalnız iki küçük sette gelecek böyle bir zaferi beklemiyordu.
Çünkü Serena, önce çeyrek finalde güzel İtalyan, Macerata
fatihi İtalyan Giorgi’yi, 3/6, 6/3, 6/4 elemiş, yarı finalde de
güzelliğiyle dikkat çeken bir başka Alman’ı, Goerges’i
yenerken çok formda olduğu izlenimini vermişti. Goerges’in Venus
Williams’ı saf dışı bırakan Hollandalı Bertens’i de
yendiğini hatırlarsak bu galibiyetin önemi artıyordu. Verdiği
büyük aradan sonra dünyada 184. numaraya kadar düşen Serena’yı
buna rağmen Wimbledon 25. Seri başı olarak plase etmişti. Çünkü
kadınların çocuk yaparak bu şekilde “cezalandırılmaları”na
karşı, bir jest yapmak istiyordu “All England Lawn Tennis Club”.
Amerikalı sporcu kazansa, Avustralyalı güler yüzlü sempatik
şampiyon Evonne Goolagong’un 1980 zaferinden sonra kazanan ilk
“anne” olacaktı... Serena için, her şeye rağmen bu da büyük
başarı demek isterim, ama bunu söylesem başta kendisi kızar.
Bazılarına ikincilik hiçbir zaman oturmaz bildiğiniz gibi...
(Fenerbahçeliler ne demek istediğimi iyi anlarlar). 7 kere
Wimbledon’u, 23 kere Grand Slamleri kazanmış bir insan, hiçbir
ikincilikle avunamaz. Özellikle Avustralyalı Margaret Court’un 24
Grand Slam’li rekorunu egale etmeye çalışırken...
Kerber’e
gelince, 1988 Bremen doğumlu savaşçı sporcu için bugün ve hatta
bu yıl, hep bir rüya olarak hatırlanacak. Yarın küçük bir
turnuada kimsenin tanımadığı genç bir kıza yenilse bile!
Letonyalı Jelena Ostapenko gibi artık ünlü bir ismi 6/3, 6/3
yenerek finale çıktığında da bu hızlı ve nispeten kolay
şampiyonluğu Serena Williams’tan söküp alacağına o da
inanamazdı! O Ostapenko ki, Avustralyalı Konta ve Belçikalı
Mertens gibi önemli isimleri saf dışı bırakan Slovak
Cibulkova’yı iki sette yenerek çıkmıştı yarı finale..
MAÇIN
ÖZET ANALİZİ
Aslında
Kerber’in çok kendine has bir stili var. Uzun geri vuruşlarda,
topun kendisine yaklaşmasına müsaade edip, çömelerek
ayaklarından güç alıp neredeyse tamamen dizleri üstünde vurduğu
backhandlerin her birinde, ben “eyvah bu sefer yere düşecek”
diyorum! Ama Kerber düşmüyor! Koşuyor, olmayacak toplara
yetişiyor, her birini ölümüne oynuyor. Hedefi belli: hem kendi
rüyasını gerçekleştirmek, hem de 1996 Steffi Graf
şampiyonluğundan sonra bu dev kupayı tekrar ülkesine kazandırmak.
Maçın
ilk setinde ilk oyunu Serena’nın servisinde kazanan Kerber, 2-1
öndeyken kendi servisini kaybedince oyuna denge geldi. 3/3’te
Serena’nın servisini Alman sporcu tekrar kırıyor ve ardından
seti 6/3 kapıyor. İkinci setin akışı da çok farklı değil.
Puanlar da benziyor, oyunun akışı da, skor da aynı: 6/3.
Savunmada harikalar yaratan Kerber, maçta yalnız 5 basit hata
yaparken, bu rakam rakibi için 24! Bu arada geriden uzun, sert ve
tutarlı sağ sol vuruşlarla oyunu kontrol eden Alman karşısında
fileye çıkarak agresif kimliğiyle oyunu dengelemek isteyen
Williams, burada da ya çok hata yapıyor, ya da Kerber’in passing
shotlarına maruz kalıp delik deşik oluyor. Açık konuşalım
kendisi de beklemiyor bunu...
Bu
arada maçı televizyondan seyrederken, ekranda sık sık prenslerin
eşlerini görüyoruz: Cambridge düşesi Catherine ve Sussex düşesi
Meghan bunlar. Muzırlık ruhuma işlemiş: Onların gülümseyerek
yürüttükleri sohbete kafamda konuşma baloncuğu koyuyorum: “Eee,
sen nasıl tavladın senin prensi, anlat bakalım, önce sen
anlat...”
Tebrikler
Melek, her şeye rağmen Serena’nın Wimbledon finalinde
yenilebilir bir insan olduğunu kanıtladın yine. Anneliğine daha
şefkatle bakacağız artık...
TEK
ERKEKLER:
NOVAK
WİMBLEDON’DAN BİLDİRİYOR: BEN, GERİ DÖNDÜM!”
Gelelim
erkeklere: Novak Djokovic 4. kere Wimbledon finalini kazandığında
beni en çok etkileyen sahne, sevgili oğlu dört yaşındaki
Stefan’ın babası kupayı kaldırdıktan sonra alkış tutmasıydı.
O sahnenin 13. slam turnuasını müzesine götüren Sırp şampiyon
için dünyadaki her şeyin üzerinde olduğu o kadar belliydi ki...
Fakat
turnuadan ve maçtan bahsetmeden önce yüksek izninizle Dünya Tenis
Federasyonu ve Futbol Federasyonu (FİFA)’ya esefle kınadığımı
bildirmek istiyorum. Dünyanın göz bebeği bu iki spor dalından
hiçbirisinin diğerini küçümseme hakkı yok. Maç saatleri
çakışınca futbolda Dünya Kupası finalinin yarısı Wimbledon
finalinin 3. setiyle kesişti. Ve resmen sporseverler mağdur edildi.
İki maçtan birini veya diğerini 2 saat ileri veya geri atmak bu
kadar mı zordu?
TURNUA
NASIL GELİŞTİ?
Her
Slam turnuasında, hele Wimbledon’da sık sık olduğu gibi, ilk
turlar çoğu zaman dış kortlarda olmadık sürprizlere sahne oldu
oldu. İsviçreli Wavrinka ve Bulgar Dimitrov gibi, bu turnuada en
azından çeyrek final oynayabilecek isimler ilk turda karşılaştı.
Kırılan testi Dimitrov’du. Fakat o da hemen ardından İtalyan
Fabbiano’ya 3 sette mağlup oldu. Yine bir başka sürpriz,
aktifinde slam şampiyonlukları olan Marin Cilic’in Arjantinli
Pella’ya 5 sette yenilmeseydi. Pella’da zaferin sarhoşluğu ile
Amerikalı Mc Donald’a 3 sette elenip kayboldu. Wimbledon 2018’in
benim gizli hem açık yıldızı her biri beş sette üst üste dev
galibiyetler alan Litvanyalı Ernest Gulbis’di. 4. turda da bir
türlü slamlerde oynayamayan ve kendisine bağladığım umutları
törpüleyen Rus asıllı Alman Alexander Zverev’i yine 5 sette
çıkardı, hem de son set halka takarak... Alman Kohlschreiber ise
nefis stiliyle yine iyi oynadı ama 3. turda Anderson’a 6/3, 7/5,
7/5 yenildi. Kanadalı Yıldız Raoniç ve Isner’in çeyrek final
maçını 4 sette ABD’li kazandı. Turnuanın bir inanılmaz maçı
da yine çeyrek finalde Nadal’ın Arjantinli dev isim Del Potro’yu
5 sette, 2-1 geriden gelip yendiği maçtı. Anderson ise, 4. turda
da Monfils’i çok çekişmeli maçtan sonra yenerek Federer’le
çeyrek finalde oynama hakkını kazandı.
PEKİ
FİNALİSTLER O NOKTAYA NASIL GELMİŞLERDİ?
Efsaneye
dönüşecek hikayeler var bu noktada... Bu dev turnuaya hiç alışık
olmadığı şekilde girmişti Djokovic. Verdiği ciddi ara,
geçirdiği ameliyat, oynayamadı dönemler onu çok geriye attıktan
sonra, şimdi ancak 21 numarada ve 12. seri başı olmuştu. Ancak
maçlar oynadıkça büyük şampiyonun hızla eski formuna ve
istatistiklerine dönme işaretleri verdiğini gördük. 3. tur ve
çeyrek finalde, Edmund ve Nishikori’ye birer set vermiş olsa
bile, maçların genelinde adım adım özgüvenini kazanan bir
“Djoko” vardı. Ama onu bugün aldığı şampiyonluktan bile
daha çok tekrar zirveye taşıyan maç, iki güne yayılan, Nadal
ile yarı finalde yaptığı maçtı. 6/4, 3/6, 7/6, 3/6, 10/8’lik
maraton bir tenis ziyafetiydi bu. O maçın nefes kesici 5. setinde,
iki kez, 4/4 ve 7/7’de Novak servisinde 15/40 geri düştü.
Oralarda tek puan kaybetse, ardından Nadal maç için servis
atacaktı. Her iki kritik durumda da muhteşem servislerle işi
çözmüştü Djoko. 9/8’de Nadal servisini sıfıra karşı
kaybedince Djokovic kendisini finalde buldu.
Rakibi
Anderson’u ise finale taşıyan, bir değil iki unutulmaz maçtı.
Çeyrek finalde, dünya tenisinin tartışılmaz ekselansları Roger
Federer’e karşı, 3 sette yenilmek üzereydi Güney Afrikalı
Anderson. İlk iki seti 2/6 ve 6/7 kaybettikten sonra, Federer 5/4 ve
Anderson’un servisinde 30/40 ilerideyken, maç topu kazanmış
oldu. Güney Afrikalı oyuncu servis attı ve ardından ne olacaksa
olsun der gibi Federer’in ünlü backhandine abanarak fileye çıktı.
İsviçreli şampiyon topu dağlara taşlara yollarken, o anda bile,
kimsenin bu maçın birkaç dakika sonra biteceğinden şüphesi
yoktu. Ama Anderson’un farklı planları vardı. Maçı o andan
itibaren toptan değiştiren Anderson, geri kalan setleri 7/5, 6/4,
13/11 alarak daha önce yalnız iki tenisçinin (Fransız Tsonga
ve... Djokovic) başardığı inanılmazı gerçekleştirdi.
Anderson’u yarı finalde bekleyen rakibi ise 2.08’lik boyuyla her
açıdan gerçek bir dev olan dünyanın en iyi servisi John
İsner’di! İşte bu maç da her açıdan Wimbledon tarihine geçti.
Bir servis ve tenis resitali olarak süren karşılaşmayı 7/6, 6/7,
6/7, 3/6, 10/8 kazanarak Anderson adeta herkesi sportmenliği,
kararlılığı ve dayanıklılığıyla büyüledi. İşin en ilginç
tarafı, günün mağlubu İsner’in, tenis tarihinin en uzun maçını
2010 yılında Fransız Mahut’ye karşı 5. sette 70-68 kazanmış
olmasıydı. İsner bu sefer maratonu kaybetti. Anderson’u finalde
gördüğümde, kaçınılmaz şekilde aklıma aynı Wimbledon’da
2015’de Marsel İlhan’ın ondan ilk seti alıp, 2. sette 3 set
topu kaçırdığı maç geldi... Ne demek istediğimi anladınız.
İçim cızz etti.
MAÇIN
ÖZET ANALİZİ
Neyse
geçelim, diyelim ki, belki 10 sene sonra da biz o finalde Yankı
Erel veya onun bir arkadaşını alkışlarız! Sonuçta öyle
gelmişlerdi finale. Biri hayatının ilk slam turnuasını kazanmak
istiyordu, diğeri
ise
henüz ölmediğini, Federer ve Nadal ile beraber dünyanın en
önemli üç tenisçisinden biri olmaya devam ettiğini kanıtlamak
istiyordu. Djokovic, maça başından itibaren ağırlığını
koydu. İlk oyunda rakibinin servisini kırdı, sonra bunu bir defa
daha gerçekleştirdi ve ilk seti kolaylıkla 6-2 kapadı. 2. set,
ilkinin kopyası gibiydi. Djokovic yine en başında rakibinin
servisini aldı ve ardından aynı skorla durumu 2-0’a taşıdı.
Bu iki setin nasıl geçtiğine bakarsak, göze çarpan noktalar
şunlardı: Anderson’un en önemli silahları, finale çıkana
kadar hep servis ve düz vuruşu yani forehandi olmuştu. Halbuki ilk
2 set boyunca, Anderson, servisten çok az sayı çıkarabildiği
gibi, forehandiyle de üst üste inanılmaz adette basit hata yaptı.
Bunun ana nedeni, o finale psikolojik olarak hazır olmamasıydı.
Anderson büyük ihtimalle o santrkortta kafasının içinde,
gecikmiş performanslarının muhasebesini yapmakla meşguldü.
Bilinçaltında bunları düşünmekten, 2 set boyunca maça
giremedi. Djokovic ise, hem çok daha iyi servis attı, hem de
oturmuş, az hata yapan konsantre bir oyun oynadı. 3. sete girerken,
herkes Anderson’dan gecikmiş de olsa bir tepki bekliyordu artık.
Nitekim bu yaşandı. Güney Afrikalı oyuncu servisini kaybetmeden
5-4 ileri geçti ve o oyunda, set topu kaçırdı. Artık maça
asılıyor ve yere sağlam basıyordu. Arkadan geleni hep tutan
seyirci de “saflara” geçmişti! 6/5’te Anderson bu sefer
rakibinin servisinde 15/40 ve ardından avantaj yakaladı. Djokovic
her birini güçlü servisler ve ofansif korkusuz oyunuyla
savuşturmayı bildi. Tie breakde ise, sahada artık yalnız Novak
vardı. Her puanı dikkatli şekilde oynayarak dördüncü defa
dünyanın en büyük şampiyonluğuna ulaşırken, belki kendisi
için gerçekleştirdiği esas inanılmaz şey, “Ben
bu sporun zirvesine tekrar çıkabilecek miyim?” sorusuna
verebildiği yanıttı. Kazandığı 3 milyon dolardan çok daha
önemlisi, özgüveni ve artık samimi olarak etrafa dağıttığı
gülücüklerdi. Maçın bittiği anda adeta “Ben
geri döndüm. İşte bakın, kanlı canlı buradayım. Ben Novak”
diye haykırıyordu bakışı...Sırp şampiyon tekrar dünyada ilk
10’a girerken, Anderson’da 5 numaraya yükselerek kariyerinde
zirve yaptı.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
Not: Yalnızca bu blogun üyesi yorum gönderebilir.