8 Mart 2019 Cuma

TİYATROKARE, SİZE SÜPER İYİ GÜNLER DİLİYOR! BAKIN NASIL... | Bedri Baykam | 06.03.2019


22 yaşında gencecik birini sahnede düşünün. Oynadığı rolün kabuğuna son derece rahatlıkla girebilen ve sahnede 17’lik otistik gencin “ta kendisi” olduğuna bizleri inandıran bu aktörün ismi, Emir Özden. Benim seyrederken aklıma gelen kıyaslamayı oyundan sonra Sibel yaptı: “Bu performans tiyatro sahnesinde olduğu için, Dustin Hoffman’ın ‘Yağmur Adam’ filmindeki oyun gücünden de zor ve büyük bir başarı”. Oyun bittikten sonra Artı Bir sahnesinde izleyicilerle yapılan söyleşiye katıldım. Orada bu konuda genç Emir’i tebrik ettikten sonra, şunu söyledim ona samimi olarak: “Gerçekten Dustin Hoffman’ın senin bu 130 dakikalık canlı, sürekli performansını izlemesini isterdim. Büyük keyif alırdı.”
Emir, dikkatle dinliyor. Özgüvenli, mütevazi, güleç, sakin, espritüel...

Pazar akşam üstü, Nedim Saban’ın yönettiği ve TiyatroKare’nin sahneye taşıdığı “Süper İyi Günler” oyunundan söz ediyorum. Tiyatro neredeyse her seferinde bizlere keyif verir. Bizler zaten bir oyun seyrederken gülmeye çok yatkınızdır ve fırsat kollarız. Güldürü tiyatromuz da zaten çok güçlü bir gelenekten geldiği için, pek hayal kırıklığına uğramayız.
Bazen de, tiyatromuz, yerleşik ifade ve tarzların ötesine geçmek için bir hamle yapar. Bu sefer ana konu komedi, trajedi veya siyaset değil, sahneye koyma teknikleri ve gerek yönetmen, gerek oyuncular ve hatta tüm ekip tarafından girişilip altına yatılan deneysel tekniklerdir. Süper İyi Günler’de harika bir işbirliği oluşmuş. Kerem Çetinel’in dekor ve ışık tasarımı, Orçun Okırgan’ın koreografisi, Arda Kemirgent’in müziği, Tufan Dağtekin’in görsel yönetmenliği ve tüm ekip sayesinde, Emir’in dışında, başta sevgili dost Celile Toyon ve tüm diğer oyuncular, Ayça Erturan, Korel Cezayirli, Didem İnselel, İbrahim Can Sayan, Şebnem Seviktürk, Onur Kırat, Uğur Can Arıkan, Cem Arslan, Sevcan Aydın ve Beste Koçak, oyunun başarıya ulaşmasında büyük pay sahibi oluyorlar. Bu saydığım isimlerin her birinin çok önemli olduğunu unutmamamız lazım. Çünkü seyirci de, basın da çoğu zaman bu tuzağa düşüyor ve sadece yönetmen ve başrol oyuncularını aklında tutuyor. Halbuki bir oyun, her şeyden önce ancak bir ekip başarısı ile ayakta kalır ve sürer. Bu saydığım isimler, Mark Haddon’un yazdığı ve Simon Stephens’in uyarladığı bu oyunu Türk tiyatroseverlere ulaştırmayı başaranlar...
Oyun tamamen dijital bir sahne tasarımı ile yürüyor, büyük başarıyla. Bu derinlikli ışık oyunlarıyla kah bir merkezi tren istasyonunda, kah Londra’da, kah metro merdivenlerinde, kah herhangi bir sokakta oluyoruz. Üç boyutlu animasyonlar eşliğinde, 80 metrekare dijital ekranlar, harika bir görsel tasarım oluşturuyorlar.
Otistik çocuklar, dünyanın her yerinde aynen Down sendromlu çocuklar gibi, toplumun her an yüzleşmesi gereken kaçınılmaz bir gerçek olarak duruyorlar. Otistik çocukların (ve büyüklerin) aynı zamanda yalnız dünyaları içerisinde, rakamlarla çok ilginç boyutta bir başarıya yöneldikleri de bilinen bir olgu.
Otizmde, birçok rahatsızlıkta olduğu gibi, erken tanı önemini korurken, aileler çoğu zaman bunu çocuklarına “konduramıyorlar”, bu yüzden teşhis ve tedavi gecikiyor. Bu arada “farklı” çocuklara karşı, okullarda arkadaşlarının zalimliğe varabilen tahammülsüzlükleri ve ondan da önemlisi, sınıf öğretmenlerinin bile anlayış eksiklikleriyle üzücü şekilde tavır sergilemeleri, bu konuyu toplum açısından hızla kanayan yara noktasına taşıyorlar.

Sonuçta TiyatroKare ve Nedim Saban, büyük gelecek vaat eden gencecik bir aktörü de kullanarak, bu sosyal duyarlılık projesini, hem de ciddi bir sahneye koyma başarısıyla yaşama geçirmişler, gerçekten tebrik etmek lazım. Bu oyunun gerektiği kadar duyulmaması, izleyicilerin bu duyarlı piyesten çok az haberdar olmaları, işin üzerine gidilmesi gereken konu. Nedim Saban bu ülkede tüm olumsuzlukların ortasında “Ben kendi işimi iyi yapmaktan sorumluyum. Herkes bunu yaparsa toplum bu şekilde kendini koruyabilir ve ilerleyebilir” diye düşünenlerden. İnanın ki, sürekli şikayet ederek ülkeyi bırakıp gitmekten söz edenlere karşı, onun bu tavrı altın değerinde...

ŞİMDİ SEÇMENİN PES ETME ZAMANI DEĞİL!
İnternette gezinen binlerce videodan birini izledim. İstanbul’un kenar ilçelerinden biri mi, yoksa Anadolu’nun bağrından bir il veya ilçemiz mi, tam detayı hatırlamıyorum. Ama çok iyi hatırladığım, o iki yaşlı köylü kadının ağzından dökülen sözler: “Bugüne kadar hep AKP’ye oy verdim. Ama vallahi artık vermeyecem. Bizim ülkemizin bir şanı var şöhreti var ağırlığı var. Hiç normal bir ülkede, bir cumhurbaşkanı yerel seçim için propaganda yapıp çay dağıtır mı, söyleyin Allah rızası için!” Bunları söyledikten sonra da iki yaşlı teyzemiz, verip veriştiriyorlar AKP ve Erdoğan’a...
Birçok başka AKP seçmeni de, ekonomik gerekçelerle bu sefer AKP’ye neden oy vermeyeceklerini ısrarla anlatıyorlar. Seçmenin bu meşhur “bekaa” sorununu da, tüm samimi çabasına rağmen algılayamadığını görüyoruz. Uzun lafın kısası, AKP seçmenlerinde bir çözülme görülüyor. İlginç bir şekilde anketler de bu doğrultuda sonuçlar veriyor.
Ama bir de madalyonun diğer yüzü var. Muhalefetin oyları bu sefer yine aynı yoğunlukta bir araya gelmeyi başaracak mı? İnsanlar yine işlerini güçlerini bırakıp, seçmen kütüğüne yazılı oldukları ile, ilçeye gidecekler mi? Çevrede dile getirilen tavırlardan biri, “vallahi bu sefer hiç kimse beni sandığa götüremez!” Bu arada adayların kimliği ile halk arasında yaşanan tanımamazlıklar, çelişkiler ve kopukluklar da işin cabası...
Ben de diyorum ki, “yüzdük yüzdük kuyruğuna geldik.” AKP seçmenin de çözülme emareleri gördüğümüz bu seçim öncesinde, CHP’ye ve muhalefete küsmek pek akıl karı değil. Ankara, İstanbul ve İzmir Büyükşehir Belediyelerini kazanmaya bu kadar yaklaşmışken... Düşünmeye değer...



Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Not: Yalnızca bu blogun üyesi yorum gönderebilir.