22 yaşında gencecik birini sahnede
düşünün. Oynadığı rolün kabuğuna son derece rahatlıkla
girebilen ve sahnede 17’lik otistik gencin “ta kendisi”
olduğuna bizleri inandıran bu aktörün ismi, Emir Özden. Benim
seyrederken aklıma gelen kıyaslamayı oyundan sonra Sibel yaptı:
“Bu performans tiyatro sahnesinde olduğu için, Dustin
Hoffman’ın ‘Yağmur Adam’ filmindeki oyun gücünden de zor ve
büyük bir başarı”. Oyun bittikten sonra Artı Bir
sahnesinde izleyicilerle yapılan söyleşiye katıldım. Orada bu
konuda genç Emir’i tebrik ettikten sonra, şunu söyledim ona
samimi olarak: “Gerçekten Dustin Hoffman’ın senin bu 130
dakikalık canlı, sürekli performansını izlemesini isterdim.
Büyük keyif alırdı.”
Emir, dikkatle dinliyor. Özgüvenli,
mütevazi, güleç, sakin, espritüel...
Pazar akşam üstü, Nedim Saban’ın
yönettiği ve TiyatroKare’nin sahneye taşıdığı “Süper
İyi Günler” oyunundan söz ediyorum. Tiyatro neredeyse her
seferinde bizlere keyif verir. Bizler zaten bir oyun seyrederken
gülmeye çok yatkınızdır ve fırsat kollarız. Güldürü
tiyatromuz da zaten çok güçlü bir gelenekten geldiği için, pek
hayal kırıklığına uğramayız.
Bazen de, tiyatromuz, yerleşik ifade
ve tarzların ötesine geçmek için bir hamle yapar. Bu sefer ana
konu komedi, trajedi veya siyaset değil, sahneye koyma teknikleri ve
gerek yönetmen, gerek oyuncular ve hatta tüm ekip tarafından
girişilip altına yatılan deneysel tekniklerdir. Süper İyi
Günler’de harika bir işbirliği oluşmuş. Kerem
Çetinel’in dekor ve ışık tasarımı, Orçun Okırgan’ın
koreografisi, Arda Kemirgent’in müziği, Tufan Dağtekin’in
görsel yönetmenliği ve tüm ekip sayesinde, Emir’in dışında,
başta sevgili dost Celile Toyon ve tüm diğer oyuncular, Ayça
Erturan, Korel Cezayirli, Didem İnselel, İbrahim Can Sayan, Şebnem
Seviktürk, Onur Kırat, Uğur Can Arıkan, Cem Arslan, Sevcan Aydın
ve Beste Koçak, oyunun başarıya ulaşmasında büyük pay sahibi
oluyorlar. Bu saydığım isimlerin her birinin çok önemli olduğunu
unutmamamız lazım. Çünkü seyirci de, basın da çoğu zaman bu
tuzağa düşüyor ve sadece yönetmen ve başrol oyuncularını
aklında tutuyor. Halbuki bir oyun, her şeyden önce ancak bir ekip
başarısı ile ayakta kalır ve sürer. Bu saydığım isimler, Mark
Haddon’un yazdığı ve Simon Stephens’in uyarladığı bu oyunu
Türk tiyatroseverlere ulaştırmayı başaranlar...
Oyun tamamen dijital bir sahne tasarımı
ile yürüyor, büyük başarıyla. Bu derinlikli ışık oyunlarıyla
kah bir merkezi tren istasyonunda, kah Londra’da, kah metro
merdivenlerinde, kah herhangi bir sokakta oluyoruz. Üç boyutlu
animasyonlar eşliğinde, 80 metrekare dijital ekranlar, harika bir
görsel tasarım oluşturuyorlar.
Otistik çocuklar, dünyanın her
yerinde aynen Down sendromlu çocuklar gibi, toplumun her an
yüzleşmesi gereken kaçınılmaz bir gerçek olarak duruyorlar.
Otistik çocukların (ve büyüklerin) aynı zamanda yalnız
dünyaları içerisinde, rakamlarla çok ilginç boyutta bir başarıya
yöneldikleri de bilinen bir olgu.
Otizmde, birçok rahatsızlıkta olduğu
gibi, erken tanı önemini korurken, aileler çoğu zaman bunu
çocuklarına “konduramıyorlar”, bu yüzden teşhis ve tedavi
gecikiyor. Bu arada “farklı” çocuklara karşı, okullarda
arkadaşlarının zalimliğe varabilen tahammülsüzlükleri ve ondan
da önemlisi, sınıf öğretmenlerinin bile anlayış
eksiklikleriyle üzücü şekilde tavır sergilemeleri, bu konuyu
toplum açısından hızla kanayan yara noktasına taşıyorlar.
Sonuçta
TiyatroKare ve Nedim Saban, büyük gelecek vaat eden gencecik bir
aktörü de kullanarak, bu sosyal duyarlılık projesini, hem de
ciddi bir sahneye koyma başarısıyla yaşama geçirmişler,
gerçekten tebrik etmek lazım. Bu oyunun gerektiği kadar
duyulmaması, izleyicilerin bu duyarlı piyesten çok az haberdar
olmaları, işin üzerine gidilmesi gereken konu. Nedim Saban bu
ülkede tüm olumsuzlukların ortasında “Ben kendi işimi iyi
yapmaktan sorumluyum. Herkes bunu yaparsa toplum bu şekilde kendini
koruyabilir ve ilerleyebilir” diye düşünenlerden. İnanın ki,
sürekli şikayet ederek ülkeyi bırakıp gitmekten söz edenlere
karşı, onun bu tavrı altın değerinde...
ŞİMDİ SEÇMENİN PES ETME ZAMANI
DEĞİL!
İnternette gezinen binlerce videodan
birini izledim. İstanbul’un kenar ilçelerinden biri mi, yoksa
Anadolu’nun bağrından bir il veya ilçemiz mi, tam detayı
hatırlamıyorum. Ama çok iyi hatırladığım, o iki yaşlı köylü
kadının ağzından dökülen sözler: “Bugüne kadar
hep AKP’ye oy verdim. Ama vallahi artık vermeyecem. Bizim
ülkemizin bir şanı var şöhreti var ağırlığı var. Hiç
normal bir ülkede, bir cumhurbaşkanı yerel seçim için propaganda
yapıp çay dağıtır mı, söyleyin Allah rızası için!”
Bunları söyledikten sonra da iki yaşlı teyzemiz, verip
veriştiriyorlar AKP ve Erdoğan’a...
Birçok başka AKP seçmeni de,
ekonomik gerekçelerle bu sefer AKP’ye neden oy vermeyeceklerini
ısrarla anlatıyorlar. Seçmenin bu meşhur “bekaa” sorununu da,
tüm samimi çabasına rağmen algılayamadığını görüyoruz.
Uzun lafın kısası, AKP seçmenlerinde bir çözülme görülüyor.
İlginç bir şekilde anketler de bu doğrultuda sonuçlar veriyor.
Ama bir de madalyonun diğer yüzü
var. Muhalefetin oyları bu sefer yine aynı yoğunlukta bir araya
gelmeyi başaracak mı? İnsanlar yine işlerini güçlerini bırakıp,
seçmen kütüğüne yazılı oldukları ile, ilçeye gidecekler mi?
Çevrede dile getirilen tavırlardan biri, “vallahi bu sefer
hiç kimse beni sandığa götüremez!” Bu arada adayların
kimliği ile halk arasında yaşanan tanımamazlıklar, çelişkiler
ve kopukluklar da işin cabası...
Ben de diyorum ki, “yüzdük
yüzdük kuyruğuna geldik.” AKP seçmenin de çözülme
emareleri gördüğümüz bu seçim öncesinde, CHP’ye ve
muhalefete küsmek pek akıl karı değil. Ankara, İstanbul ve İzmir
Büyükşehir Belediyelerini kazanmaya bu kadar yaklaşmışken...
Düşünmeye değer...
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
Not: Yalnızca bu blogun üyesi yorum gönderebilir.