27 Aralık 2019 Cuma

GERGİN VE BİTMEZ KAVGALAR ÜLKESİ. | Bedri Baykam | 25.12.2019


Dört bir yanımız tartışma dolu. Sabah akşam tartışıyoruz. Her konuda, her platformda... Konular değişiyor ama yaşadığımız sendrom ve kavgalarımızın seviyesi değişmiyor. Bu karşılıklı görüşler sayesinde konuların ilerlediğine pek şahit olamıyoruz. Birbirini anlamak için değil, haklı çıkmak için kavga eden, birbirine laf sokmaya çalışan insanlar olduk. Medeni bir diyalektik yaklaşımla tez-antitez-sentez hattı üzerinden yapıcı farklı görüşlerin buluşması yok. Benimde 30 yıldır katıldığım bu tartışmalarda da son yıllarda bir hakem gözetiminde üçer kişi düello yapıyor... Sonuç ise maalesef pek iç açıcı değil! Kanal Istanbul’u ise bu yazıya sığdıramadım!

MANSUR YAVAŞ-SİNAN AYGÜN ÇARPIŞMASI
Yargıya intikal etmiş bir konuda, medya doldurmaları üzerine fikir yürütüp, kim haklı-kim haksız diye ahkam kesip bu atışmaların bir parçası olmam imkansız! Beni asıl ilgilendiren, aynı muhalefet partisine mensup iki bilinen ismin kamuoyunun önünde birbirlerine saldırmaları, mahkemelik olmaları ve özellikle iktidarın eline koz verecek şekilde yolsuzluk suçlamaları konuşuyor olmaları. Beni şaşırtan, bu son derece zararlı gerilim hattının, Kılıçdaroğlu’nun önünde çözülmeden, “Delirdiniz mi, kendinize gelin!” ihtarı bile yemeden, toplumun önünde gelişen bir kavga haline nasıl dönüşebildiği… Çok yazık oluyor. Tabii ki CHP kültürüne yakışmayan iddiaların havada uçuştuğu yoruma açık bir dipsiz kuyu. AKP ve fırsatçı medyası, bu konuya “Yeni dönem İSKİ’mizi bulduk” şeklinde yaklaşıyor. Fırsat bu fırsat diyerek bu fay hattı üzerinden yükleniyor. Yandaş kanallar sabahtan akşama sözü bu konudan açarak oradan CHP’nin iç çatışmalarına ve liderlik kavgalarına girişiyorlar. Burada, başta Kılıçdaroğlu olmak üzere CHP A takımının kendine sorması gereken bir soru var: “Bizler her seçimde CHP kültüründen gelmeyen insanları partiye alarak bu tartışmaların ortamını mı yarattık?” Mesela rahmetli Ali Topuz ve rahmetli Kamil Kırıkoğlu veya Algan hacaloğlu arasında böyle bir kavga olabilir miydi? Veya Hurşit Güneş, Örsan Öymen veya benim aramızda hangi mevkide olursak olalım böyle bir kavga olabilir mi? Hiç sanmıyorum. Beni üzen, sonuçta bu kavgaların CHP üzerine çamur sıçratmak için fırsat haline dönüştürülmesi. Öte yandan bu suçlamaları yapanlar, tek bir kere dönüp kendileri hakkında gelişen hiçbir iddiaya da cevap vermeyi akıllarına getirmiyorlar, o da ayrı konu!

PARK YASAKLARINA GETİRİLEN SAÇMA DEĞİŞİKLİKLER
İlginç bir şekilde kurucuları arasında Türkiye’nin en önemli siyasetçileri, işinsanları ve bürokratları olan Trafik Vakfı’nın artık araç “çekme-kurtarma” görevini bıraktığı açıklandı. Ardından da yasak yere park etmiş arabalardan yalnız kamuya açık kritik yerleri tıkayanların kaldırılacağı, diğerlerine ise yalnız ceza yazılacağı bildirildi. Trafik Vakfı’nın halkı çileden çıkaran bir hızda olur olmaz her yerden araç çekmeye son vermesi sonuçta iyi bir karar. Zaten nasıl oldu da Türkiye’nin en egemen isimleri böyle bir işe soyunup yıllarca bu vakfı yönettiler, da anlaşılmaz! Trafik konusu yıllardır gündeme getirdiğim, hepimizi ilgilendiren bir alan. Hep söylemişimdir: Halk arabasıyla bankaya, alışverişe, işe, hastaneye, eşe dosta gidecek! Mesela Tarlabaşı Bulvarı’nda siz ölüm cezası da koysanız, arabalar on dakika sağa çekip işini görecek! Sonuçta insanların arabalarını park etmeye mecbur olması suç değil. Onların nereye park edeceğini hiç umursamayan şehircilik anlayışı, “trafik sorumlu-sorumsuzları” işlenen “suç”ların doğrudan varoluş nedeni. Şimdi bir adım nihayet atılmış, ama o da yanlış atılmış! Yahu kardeşim, kendin itiraf ediyorsun ki, bugüne kadar trafik akışında hiçbir zarar vermeyen noktalarda mecburen park etmiş arabaları da hep gereksiz yere çektiniz. Şimdi yoruma açık “Burası çekilebilir alandı-değildi” kavgalarını körüklemek yerine, gelin lütfen şu medeni teklifi dinleyin: Her ne kadar içiniz elvermese de, arabaların kimseyi rahatsız etmeden park edebileceği alanları yeşil boya ile çizin belirtin, ardından uygar ülkelerde gördüğümüz gibi buralara parkmetre koyun. Yani bu iptidai ceza verme hastalığından artık kurtulun! Bir şekilde belirtilmiş yerlere arabasını koyan herkes normal parasını ödesin. Nedir bu halkı cezalandırma hastalığınız? Onların içi rahat bir şekilde arabalarını park etmeleri ve devletin de legal bir şekilde parkmetreden parasını alması hiç aklınıza gelemiyor mu?

ERSUN YANAL’IN YAŞADIĞI MEDYA KUMPASI!
Fenerbahçe, Türkiye’nin medyada en çok ilgi gören takımı. Maçı kazandığında spor gazetesi satışları ikiye katlanır.. Aynı zamanda FBahçe’nin karışması başkan, yönetim, teknik direktör veya ünlü bir futbolcunun yerinden edilme olasılığı, medyanın iştahını kabartan, “vampir” kimliğine geçişine neden olan gelişmeler. Aklı olan herkes görüyor -ki zaten geçen yıldan da işaretlerini gördüğümüz şekilde- Türkiye liginde artık “4 büyükler her maçı kazanacak, diğerleri de nal toplayacak” devri bitti. Gerçekten herkes herkesi her yerde yenebiliyor. Fenerbahçe’yi deplasmanda yenen Antalyaspor bir sonraki hafta kendi evinde altı gol yiyebiliyor. Örnekler sonsuz. Artık bu makaslarını daraldığı yeni dönemi hazmetmemiz lazım. Her maçı kazanamayan büyük takım hocalarını, -Fatih Terim hariç- her mağlubiyetten sonra suçlu iskemlesine oturtup ayağını kaydırmaya gayret etmek medyanın bir hastalığı oldu. Özelikle bu seneki hedefleri, Yanal ve Abdullah Avcı. Birkaç haftadır ister televizyon programlarından ister gazete sütunlarından manşetlerden veya köşe yazılarından Ersun Yanal’a saldırıların ardı arkası bitmiyor. Kimi mesela Beşiktaş maçından önce TV’de Yanal’a “Güle güle sana” şarkısını çalıyor, kimi Fenerbahçe’nin beş gol attığı maçlardan sonra bile hocaya fatura çıkarabiliyor, hatta bir tek övgü kelimesi bile kullanmadan! Sonuçta her biri, Fenerbahçe Beşiktaş’a yenilsin kulüp karışsın Yanal gitsin diye yapmadıklarını bırakmadılar, adeta bu uğurda öldüler! Ben de bu komplonun farkına vararak elimden geleni sosyal medyada yaptım, Ersun hocaya moral verdim, kendisiyle de görüştüm. Sonuçta gözünü kan bürümüş medya terminatörlerinin hevesi kursağında kaldı! FBahçe iyi oynayarak kazandı. Ama sarı lacivertli takımın yöneticilerine de bir çift sözüm var: Bırakın artık bu yazboz tahtası meraklılarının baskısını . Yanal gibi bir hocaya 4-5 yıllık bir süreç sunarak güven verin. Takım ancak o zaman oturur. Yoksa her yeni hoca ve 8 oyuncu deprem yaratmaya devam ederse, FBahçe daha on yıl şampiyonluk görmez!

20 Aralık 2019 Cuma

AMERİKA’DA MASUMİYETE RASTLAMAK | Bedri Baykam | 19.12.2019


Üç hafta kaldığım “ABD seferinden” yeni döndüm. Merkezden en çok bu kadar uzak kalabiliyorum. Benim 45 gün ya da iki ay bir yerlere gitme lüksüm yok. Yarattığım sorumlulukların her biri, beni ayrı bir kementle merkeze çekiyor! Gerek UPSD, gerek IAA başkanlıklarım, gerek bu sütun, gerek ailem, gerek Piramid Sanat, gerek maddi mücadeleler, gerek üniversite beni ağır bir mıknatıs gibi çekiyor.

IAA/USA’i dünya başkanlığım sırasında, son 3 yılda yaptığımız çabalarla kurmak keyifli oldu. IAA, 2. Dünya Savaşı sonrası, Braque, Magritte, Miro, Delaunay, Matta, gibi dünyanın en önemli sanatçıları tarafından kurulduğunda, ABD bu çok önemli uluslararası örgütün içindeydi, ardından koca Kuzey Amerika kıtası, nedeni bilinmez koptu gitti. Taa ki 2011’de başlattığımız ve önce IAA Genel Kurulu’na kabul ettirdiğimiz Dünya Sanat Günü, 2015’den itibaren California’dan başlayarak tekrar onları içeri çekene kadar! Son güzel haber, geçen yıl UNESCO Genel Direktörü ve ardından Yürütme Kurulu’na Türkiye ve Meksika ortaklığıyla yönlendirdiğim başvurunun önce orada, sonra da 26 Kasım’da Genel Konferans’ta kabul edilmiş olması. 15 Nisan Dünya Sanat Günü, artık sonsuza dek Uluslararası UNESCO Günleri’nden biri oldu ve bu fikir Türkiye’den çıktı. Bu beni mutlu ediyor.
Sonuçta Los Angeles sergim vesilesiyle, IAA/USA’in yeni örgütüyle toplantı yapma ve onları daha sağlam bir geleceğe yönlendirme şansım oldu.
Her gün asistanım ve eşimle kovaladığımız “yapılacak işler listesi” dışında birkaç müze gezme, sevdiğimiz bazı kafelere gitme fırsatı bulduk. Benim kitaplarımı da sunan Venice Beach’in ünlü Small World Books kitapçısında dolanırken nefis bol fotoğraflı bir yayın dikkatimi çekti. New York’ta Abrams yayınlarından çıkan Orhan Pamuk’un “Şeylerin Masumiyeti” (The Innocence of Objects) kitabıydı bu. Elime alıp karıştırdığımda, ortak geçmişimize yayılan görüntüler önümde resmi geçide başladı. Üstü açık bir Chevrolet, bir taksinin büyük ihtimalle çalışmayan taksimetresi, oyuncak kalıntıları, kartpostallar, pipolar ve daha ne “şeyler”! Kitap beni vurdu, olağanüstü bir çekicilikteydi. Hemen aldım.
Bu yazıda, Pamuk’la aramdaki kabuk tutmuş yaraları önünüzde deşip akıtacak değilim, 15 yıl öncenin yakın tarihi. Türkiye’de savcıların onu yabancı basın önünde sarf ettiği sözlerden dolayı dava etmesini, bu sütunda yazdığım yazılarla önlemeye çalışmış, başaramamıştım. Kendisi ile hiç aynı fikirde olmamama rağmen!
Bu olaylardan 20 yıl önce Orhan’la arkadaştık. Eskiden ressam olmak istemiş. Fransızlar’ın deyimiyle “Peintre Manqué” (ıskalanmış ressam) yaşıyordu onun içinde. Benim “halkla ilişkiler” sistemimi analiz ediyordu. Mesela başta sevgili dükkanı Alaaddin olmak üzere, oralarda afişimi görmesi onu pek şaşırtıyor, onlarca soru soruyordu! Yıllarca, aklında bir ressamla ilgili bir kitap yazma fikri gezindi ama el atmadı o işe. Halbuki bence onun yaşamının iki ucunu bağlayacak büyük çalışma bu olabilir. Beni en çok etkileyen romanı, Kara Kitap olmuştu. Hakkında Gösteri’de yazdığım yazı, bu başyapıt hakkında satılmaya devam eden bir eleştiri kitabında bulunuyor.
Masumiyet Müzesi kitabını da sevdim. Sonuçta bugün de bu yeni renkli kitaba sahip olmaktan mutluyum. Türkiye’nin kendi bitmez dertlerinin bizi daha fazla kin dolu kamplara ayırmasından zevk almıyorum. Belki yaşım artık 62’ye geldiği için mi? Kaliteli sanat, edebiyat ve kitap dünyasına olan değişmez tutkum nedeniyle mi? Bu “Kovboy-Kızılderili” kapışmasından yorulduğum için mi? Bilemem. Zaten Pamuk, hoşuna gitse de gitmese de, doğrudan Kemalist bir burjuazinin ürünü. Benim de fikirlerimi hiçbir güç değiştiremez. Ama bu cennet cehennem sınır ayrımlarından gına geldi artık!
Fotoğraflı ve Müze’nin yansıması olan Şeylerin Masumiyeti, işte böyle bir kitap olarak elime yapıştı. Keyifle eve taşıdım, karıştırıyorum. Çevrem kamplara bölünmüş insanlarla dolu. Yalnız siyasi, dini, etnik konular değil, spor da aynen böyle. “Vay, onunla mı konuştun? Bununla mı yemek yedin? Vay! Avrupa maçında şu takımımı mı alkışladın? O zaman sen hainsin! Sen düşmanımızsın” Siyasi partiler, solun içi, sosyalist sol, her yer bu kızgınlıklar, bu keskinlikler ve uzlaşmaz sayılan yol ayrımlarının timsah dolu derelerle dolu. Bunlar yetmezse, özel hayat ayrımları, kıskançlıkları, fil hafızalı kinlerce oynanan Rus ruletleri, tarihi nedenlere dayalı nefret yayanlar, o da yetmezse ticari kavgaların yol ayrımları her yerde hepimizin karşısına çıkıyor. “Yetti gari!” Sen komünist misin? Ben Kemalist miyim? O da ateist veya kapitalist veya Kürt mü? Bu bizim birbirimizle pişti oynamamıza, bir sinemaya gitmemize, uygarca tartışmamıza mâni olmamalı…
2003 yılında, AKP, Irak’a ABD’nin yapacağı o affedilmez saldırıdan önce Parlamento’dan ABD’nin Türkiye’yi bir üs olarak kullanmasının onayını almak istiyordu. Biz sanatçılar, yazarlar, Ankara’ya Sıhhiye Meydanı’na gidip mitinge katılmakla kalmadık, aynı zamanda, her birimiz belki 40’ar AKP vekilini telefonla arayarak ikna etmeye çalıştık. Sonuçta birkaç oy farkla tezkere geçmedi, hiç beklemediğimiz anda bu korkunç olayı durdurabildik. Ve ne oldu biliyor musunuz? O gün heyecandan ve sevinçten Bedri Baykam ve Abdurrahman Dillipak sokakta dans ettiler! Şahit mi? Orhan Aydın! Hedef savaşı durdurmaktı, başarmıştık.
O gün her aydın bize destek vermemiş olabilir. Sürekli zor günlerde, zor bir coğrafyada, sanki hep sırat köprüsünde yaşıyoruz…
Çevremizde bir Masumiyet Müzesi olduğu gibi, masumiyetini toptan kaybetmişler de var. Şili’de kadınların canlarına tak diyen ağır şiddeti protesto etmek için yarattıkları Las Tesis dansı, oradan dünyaya yayıldı. Bildiğiniz gibi, maalesef ülkemiz yine kara mizah konularına öncülük edercesine, şiddete karşı yürüyüş yapan kadınlara şiddetle yaklaşıp onları gözaltına almaya cüret edenlerin toprağa basabildikleri yer oldu! Veya bu ülkede birileri, hatta aynı birileri kalkıp “Adana’daki Rakı Festivali”nin “geleneklerimizle örtüşmediğini” öne sürebildi.
Adana’lı bir hemşerim, Bakan Soylu’ya bir cevap vermiş, internette dolaşıyor. Bana sevgili Fikri Sağlar yolladı. Muhalif kadın milletvekillerimiz ise, Parlamento’da Las Tesis dansını korsan şekilde gerçekleştirerek durdukları yeri kanıtladı.
Oyun artık masumiyetini ve bundan kaynaklanan doğal inancını koruyanlar ve toptan kaybedenler arasında... İnsanlık ise, bu görüş ayrımlarına bazıları gibi kin ve nefreti taşımayanların ruhunda başlıyor.




















13 Aralık 2019 Cuma

YAŞAM ÖRGÜLERİ | Bedri Baykam | 12.12.2019


İki haftadır sergim için Amerika’dayım. Sergim beş gün önce Gloria Delson Contemporary Arts’ta açıldı. Siz bu satırları okurken ben University of California Los Angeles’da (UCLA) galiba 4. kez konuşmuş olacağım. Sonuçta, buradaki 20 gün rüzgar gibi geçecek ve haftaya yazımı Türkiye’den yazma şansım olacak.
Amerika’ya her gittiğimde felsefi sorular beni kuşatıyor; ikilemler, “üçlemler” arasında kalıyorum! 1987’de geçirdiğim mide rahatsızlığı kendiliğinden çözülmüş olabilirdi. Kariyerimi Amerika merkezli olarak yürütebilirdim. Türkiye’ye sergiler, aile ziyaretleri için gidip geliyor olabilirdim. California’da daha önce “direkten dönen” İsveçli iki sevgilimin ardından belki bir başka Amerikalı kızla evlenir, ona 2-3 çocuk yapabilirdim! Amerika’da 40 yıldır yaşayan bir “yerli” sanatçı haline mi dönüşürdüm yoksa? O zaman kariyerim nasıl giderdi? Ya da kim bilir, belki bir trafik kazasında, 33 yaşında ölecektim... Nereden bilebilirsin ki? Yaşamın her zerresinin her saniyesinde oluşan alternatif paralel yaşamlar ve bunun dünyanın siyasi, kültürel, sosyal ve kişisel gidişatını nasıl derinden her saniye etkilediğini düşündükçe, insan gerçek hayatı yaşayamaz hale gelebiliyor! Geçmişin “kilit” anları, insanı deli edebilir. Bu konudan sizlere ilk bahsedişim olmadığı gibi, son bahsedişim de olmayacak...
Burada kişilerin mütevazi yaşamlarından örnekler verebileceğimiz gibi, ülke tarihine doğrudan etki etmiş anlara da dönebiliriz.
Yer, Nokta Dergisi’nin “Doruktakiler” ödüllerinin seremoni kokteyli. Bülent Ecevit siyasette almış ödülü, ben sanatta… Bülent Bey, 1960’ların başlarından beri yakından tanıdığım, bizim evde görmeye alışık olduğum, babamın dönemdaşı bir önemli isim. O gün Bülent Bey’i bir köşeye çekip adeta yalvarırcasına, “solun birleşmesi için tekrar liderlik yapması” gibi kritik bir konuyu gündemine taşıyarak, bulabildiğim her duygu veya mantık dolu kelimeyle kendisine ciddi şekilde ısrar ediyorum. O gün doğru kelimeleri bulsam, belki ortada ne Erbakan hükümeti olacak ne de daha sonra RTE’nin uzun kariyeri. Ben her boşluğun doldurulduğunu ve bunun çok ağır bedelleri olduğunu Bülent Bey’e aktarıyorum. (İşin en inanılmaz yönü ne biliyor musunuz? Geçenlerde Piramid Sanat ekibinden Eren Teoman, bana arşivimizde bulduğu o videoyu gösterdi: Elimde o tarihi anın “canlı” görüntüleri var, düşünebiliyor musunuz?
Yıl 1913. Mustafa Kemal Bulgaristan’da askeri ataşe. Eski Bulgar Savunma Bakanı General Stilyan Kovaçev’in ikinci kızı Dimitrina Kovaçeva ile Mustafa Kemal ciddi bir aşk yaşıyorlar. Kemal, evlenmek istediği kızı babasından iki defa istiyor ama başarılı olamıyor, Kovaçev ikna olmuyor. Sonuçta sinematografik akışlarla dolu bu ilişki, muradına eremiyor. Peki erebilse, Türkiye Cumhuriyeti doğabilecek miydi? Kurtuluş Savaşı başarıya ulaşabilecek miydi? Bugün Gazetemizin adı hala “Cumhuriyet” olabilecek miydi? Atatürk “çoluk çocuğa karışsa” ideallerine yine de kavuşabilecek miydi?
Birkaç yıl sonra ise bildiğimiz gibi, Çanakkale’de iken şarapnel parçası göğsünü isabet ediyor. Tarih 9-10 Ağustos 1915. Atatürk, o saati aradan uzun bir süre geçmeden Alman General Liman Von Sanders’e hediye ediyor. O şarapnel parçası biraz daha üstten ortalasa, bu hedefine maazallah ulaşsa, Cumhuriyet yine ne olurdu, biz nasıl olurduk ya da olamazdık, sonsuza dek düşünebilirsiniz!
Menderes, 1959’da Londra yakınlarında uçağı düştüğünde farklı bir koltukta oturup vefat etmiş olsa, siyasi sahnemizde neler yaşanacaktı kim bilir!
Ya da 1960 Devrimi’nden önce, üç kere istifaya karar veren Menderes, Celal Bayar’ın itirazlarına pabuç bırakmasa, ülke seçime gitse, nefes alsa, hiçbir darbeye gerek kalmasa, demokratik yaşamımız ondan sonraki yıllarda nasıl akardı acaba?
Ya da o Cumartesi öğleden sonra, 1961 Eylülü’nde Milli Birlik Komitesi’nde birkaç kişi son anda baskılara boyun eğmese, o uğursuz üç idam cezası çıkmasa, o zaman nasıl akacaktı ülkemizin yakın tarihi?
Kim bilir, sizler yine bu satırları okurken neler düşünüyorsunuz? Hani şimdi ki eşiniz yerine o 5-6 yıl evvel rastladığınız çocukluk aşkınızla evlenseydiniz, neler olup biterdi hayatınızda düşünebiliyor musunuz? Veya o gün seçmelere, o sokağınızda lastiği patlayan salak nedeniyle gidemediğinizde, belki 21. yüzyıl en büyük aktör veya aktrislerinden birini kaybetti! Hem de siz, milyonlarca başka çocuğu da etkileyemediniz. Peki İstanbul’da macera aramaya geleceğinize, Anadolu’daki baba evinde kalıp, yan köyün ağasının kızı ile evlenip şimdi fazlasıyla mala mülke sahip olsaydım diye kendi kendinize söylendiğiniz veya hatta ağır fırçalar attığınız olmuyor mu? Biliyorum oluyor, sakın aksini söylemeyin, sizi kaç kere uzaktan izledim!
Kader, kısmet, olup bitene verdiğimiz adın ta kendisidir. Şans, bazen şanssızlıkla, bazen kendisine inanmayan yoldaki bahtsızlarla da mücadele eder. Her otobüs veya uçak, sizin bahçenizde yer alan ve patlayan her kanalizasyon, evinizi hep son anda fiyakasını bozabilecek her türlü detay, sizlere hep dev olaylar gibi sinir ederek yansır. Bunların her biri, sayısız farklı insanları da etkiler.
Yaşam, bu SONSUZ alternatifler örgüsü ile geleceğin otobanlarını veya kimine göre de çakıl kaplı yollarını ve insanların kaderlerinin haritasını çizer. Başarısız ressam Adolf Hitler’in başına gelenler, herhalde bu örneklerin en ağır ve us ötesi abartılı olası sonuçları arasında en ağır derstir dünyamızda...
İşte bütün bunlar kafamda binlerce tur attıktan sonra, vardığım karar şu oldu: İyi ki Türk olarak yaşadım ve yaşamımı sürdürüyorum. Hiçbir pişmanlığım yok. Hatta sanatımı bu kadar çok katmanlı hale taşıyan unsurun da, Türkiye gerçekleriyle karşılaşmak ve beş duyuya hitap eden büyük mekan düzenlemeleri yapmak olmuş olduğunu bile söyleyebilirim. Mesela “Demokrasinin Kutusu” (1987) ve “The Muzır-Ölçer” (1988) işte bu ağır şartlar ve ülke sıkıntıları yüzünden/sayesinde doğdular! Sanatımın çok sesliliği bu köklerde gelişti.
İnsanın doğal akışta gençliğinde başka bir ülkeye yerleşmiş olmasını normal karşılıyorum. Ama ülke kötü gidiyor diye on yıldır kararlı bir şekilde bu diyarlardan ayrılanları pek anlayamıyorum. Ne diyebilirim ki? Gidin bütün dünyayı gezin. Ama her şeyi elinin tersiyle iterek, başka diyarlarda ikinci veya üçüncü sınıf olmayı göze alanlara da diyecek laf bulamıyorum…


7 Aralık 2019 Cumartesi

KADIN CİNAYETLERİ VE SABOTE EDİLEN DEVRİMLERİMİZ | Bedri Baykam | 05.12.2019


Sergim için Amerika’da, Los Angeles’tayım. Arada ülkemdeki haberlere bakıp hasret gideriyorum. Sonuç mu? “Günün önemli haberi ne?” diye elinize tableti alıyorsunuz, okuduğunuz haberler tiksinç şekilde tanıdık geliyor. Ordu’da genç balerin Ceren Özdemir, evinin önünde bıçaklanmış. Kaldırıldığı hastanede ölmüş. Yok olan gelecekler, yuvaları sönen aileler... Aramızda gezen katiller!
Efendim, Amerika’ya gelip, buradan da Türkiye’de ardı arkası kesilmeyen kadın cinayetlerini mi yazacaksın Bedri? Zaten daha geçenlerde yine yazmamış mıydın?
Evet, yine yazacağım. Yine yazacağız. Bıkmadan, sıkılmadan. Bu ülkede kızını, karısını, ablasını, kız kardeşini, sevgilisini veya askıntı olduğu kızı dövmeye meraklı alçaklar oldukça, biz de elimizden ne geliyorsa yapacağız. Yazıysa yazı, yürüyüşse yürüyüş, yasaysa yasa... Komşu dairede yaşanan erkek şiddetine kulak tıkamayıp müdahale etmekten, sokakta açıkça şiddet uygulayan şeytanlara karşı koymaya kadar, elimizden ne geliyorsa yapacağız. Yapmazsak, bizler de kanıksamamız istenen bu adiliğe göz yummuş oluruz. Genç kızlar birbiri ardına yok olup gidiyorlar. Şule Çet, Güleda Cankel, Berivan Minaz, hangisini sayalım, liste maalesef korkunç. Birçok kadın ise, 3. sayfaya bile düşmeden bu dünyadan ayrılıyorlar. Geriye bir istatistik haline dönüşen isimleri ve şayet biliniyorsa, “cinayet gerekçeleri” kalıyor! Onların katilleri, dayakçıları, adi suçlular ise onlara hafifletici nedenler bulan avukatlar peşinde, adaletin açıklarını, zaaf noktalarını arıyorlar!
Bu ülkede, polisler dövülüp karakola sığınan kadınlara “Kocana dön, eşindir, ister sever, ister döver” dediği müddetçe, komşular çığlıklar yükselen yandaki dairelere karşı ayağa kalkmadıkça, daha çok kadın ölür.

ŞORT VE MİNİ ETEK Mİ DEDİNİZ?
Kadınlara yapılan saldırılar arasında bildiğimiz gibi, otobüste, metroda tekme sallayanlar, hakaret edenler, taciz edenler gırla gidiyor. Genç kadınlar her an her yerde “bir durum”la karşı karşıya kalıyorlar. Cinsel gerekçeler, kıskançlık, açlık, asalak aşklar, hepsine bir gerekçe buluyorlar! Bu durumlar nedeniyle son yıllarda çevremizde yer alan genç kızlarımız, kadınlarımız artık mini etek veya şort giymeye çekindiklerini, kentin birçok yerinde ancak uzun etek veya pantalon giydiklerini söylüyorlar. İçinde yaşadığımız Atatürk Cumhuriyetinde, gerçekten çok üzücü ve kabul edilemez bir durum. Bakın yukarıdaki cinayetler ve dayaklar konusu ile, bu bölümde ele aldığım konu birbirinden çok farklı görünse de aslında birbiriyle doğrudan ilişkili: Kadınlarımız, kazanımlarından tek bir adım geri gidemezler. Ne meslek hayatlarında, ne bağımsızlık savaşlarında, ne etek boylarında. Atatürk devrimleri, getirdiği her kazanımıyla bir bütündür. Yobaz, eril baskılarla, orta çağ kafası dayatmalarla bir ucundan kırpılmaya başlanacak “tadilata açık alanlar” değildir onlar! İnadına saldırganların üzerine gidilerek korunacak en önemli değerlerimizdendir bu devrimler. Kadınların seçme ve seçilme hakları ne kadar değerliyse, yalnız yaşama hakları, özgürlükleri, özel hayatlarının dokunulmazlığı, mini etekleri, şortları, makyaj yapma keyfiyetleri de bir o kadar tartışılmaz derecede değerlidir. Kadınlarımız, bu coğrafyada mini etek ve özgür yaşam haklarını korumadan, seçme seçilme haklarını koruyabileceklerini sanıyorlarsa, gerçekten çok mu çok yanılıyorlar. Bu devrimler, aynen laiklik gibi, aynen hukuk devriminin ötesinde eğitim ve sanata yaslanan aydınlanma devrimi gibi, her zerresiyle dokunulmazlığı olan bütünlerdir. Kısmi korumalara başlarsanız, bütünlük artık elinizden kayar gider.
Alçak baskılar ister siyasetle, ister bürokrasiyle, ister mahalle baskısıyla, ister aile veya sokak saldırısıyla gelsin, birbirinden farkı yoktur. Yalnız kadınlarımıza değil, tüm topluma düşen bu yobaz geri dönüşle kora kor mücadele etmektir.

DEVRİMLERİ KORUMAK NEDİR, NE DEĞİLDİR?
İnsan üzülüyor. Kendi topraklarında, kendi insanlarının ileriye gideceğine gerilediğini görerek üzülüyor. İnsanın aklına 1930’ların, 1940’ların 19 Mayıs Gençlik ve Spor Bayramı gösterilerindeki görüntüler geliyor… Atatürk’ün partisindeki yöneticilerin, büyük devrimci önderin “Türkçe ezan” devriminden yalnızca söz edenleri bile partiden ihraç etme talebiyle disipline gönderebildiklerini görüp, kahroluyor. Kabus gibi bir durum. Tarihi inkar, bir günden diğerine ortamın üzerine zift ve katran dökerek bir anda gelmez. Böyle yavaş yavaş gelir. Alıştırarak, ödünler talep ederek, cerahati yayarak, karşı devrimcilerin nasıl yeni mevzilere yerleştiklerini görmezden gelerek... Geri adımlar böyle atılır ve insanoğlu olağandışı hamlelerle efsanevi bir devrimcinin attığı adımları, kendi evinden başlayarak sabote edebilecek kadar tarihi sorumsuzluklarla dolu kararların sahibi olabilir. Halbuki devrimler bir bütündür ve birbirlerine çelik örgülerle bağlıdırlar. Onlara “böl-parçala-yönet” mantığıyla bakanlar, yalnız o devrimleri yerinden sökmeye çalışanlar değil, aynı zamanda onları ayrılmaz bir bütün olarak görmeyi başaramayan bahtsızlardır. Yaşam tarzlarını, üniversitelerdeki nü modelleri, resmiyle, heykeliyle, filmiyle nü sanatı ya da içkili lokantaları savunmaya cesaret edemeyenlerdir. Bu saydıklarımıza karşı mahcup gezmeyi tercih edenlerdir. “Mütedeyyin-muhafazakar-dindar-kapalı” ve buna benzer tanımlamalarla tanınan kesimlerin her hakkını ölesiye savunup diğer yanda çağdaş yaşamın gereklerini korkusuzca dile getirenlere karşı sessiz kalmak veya onları uzaklaştırmaya kalkışanlardır. Onlar ne devrimlerin bütünlüğünü görebilirler ne de onları savunanlardırlar. Kadınlar bugün sözde aşk, kıskançlık veya namus cinayetlerine kurban gidiyorlarsa, bunun sebebi devrimlerin her birinde atılan geri adımların toplamına denk gelmektedir. Yoksa yobazlık da durup dururken o gençlerin beyninin içinden doğup yerleşen bir kurtçuk gibi girmez! Bugün metroda taciz edilen genç kızları görmezden gelenler, bu gerilemenin gerçek sebeplerini görmek istemeyenler, kendilerini derhal toplamazlarsa, akıl almaz bir ihanetin ortasına imza atmış olacaklardır.

29 Kasım 2019 Cuma

GAZETECİLİK VE SİYASET ETİĞİ | Bedri Baykam | 28.11.2019


Yaratılan kaos, ne yazık ki ülkemize has bir şekilde abartılı gündem maddesi haline dönüşüverdi. Bu yaşananlardan en büyük zararı sanıldığı gibi şu ya da bu politikacı görmedi. Halkımız gördü. En büyük bedeli onlar ödedi. Milyonlarca Cumhuriyetçi insan, yine umutlarına limon sıkılan bir hafta geçirdiler. Sürekli olarak, o ne dedi şu ne dedi şeklinde beklentiler üzerinden saçma sapan bir konu Türkiye’yi meşgul etti. Gelişmeleri izleyen kumpasçılar, ellerini ovuşturdular.
Bizim arka bahçede olan tüm muhataplarda da baştan sona sükûnet eksikti. Gerek Rahmi Turan gerek Kılıçdaroğlu ve hatta mağdur olmasına rağmen Muharrem İnce, olaya soğukkanlı yaklaşamadılar. Bu olayın hiç kimse için fırsat oluşturmayan, saçma sapan ve rezil bir konu olduğunu herkes görmezden geldi.

GAZETECİLİĞİN TEMEL KURALLARI
Bu haber, normalde Rahmi Turan’ın önüne geldiği saniye çöpü boylamalıydı. Turan, dünyada hiçbir gerçek gazetecinin bu haberi başkasına paslamak istemesindeki saçmalığı göremedi. “Bu ne biçim gazeteci, niye kendisi kullanmıyor?” gibisinden basit bir mantığı bile yürütemedi. Ülke bu kadar zarar gördükten sonra bunu söylemeye mecburuz: Rahmi Turan’ın tavrı hiçbir şekilde kabul edilemez.
Gazeteciliğin temel etik kuralları vardır: Hiçbir gerçek gazeteci, en az iki apayrı kaynağa dayandırmadan bir iddiayı haberleştiremez. Turan’ın özrü ise kabahatinden daha büyük: “Habercilik arzusuyla davrandım”. Böyle affedilemez bir hatayı “ilk ben söyledim!” hırsına yenilerek yapmak, ancak genç bir stajyerin elinden çıkabilecek bir tecrübesizliktir. Bu, kelimelerin ürettiği şehvet duygusuna teslim olmaktır. Turan’a iki soru sormak lazım: İlki, Uğur Dündar neden bu tuzağa düşmedi? İkincisi de Talat Atilla kendisine göre gerçekten bu kadar güvenilir bir gazeteci midir? Böyle bir liste yapılacak olsa onu ilk 50 isim arasında sayacak kaç kişi vardır? Talat Atilla bir Uğur Mumcu mudur? Bir Uğur Dündar mıdır? Bir Orhan Bursalı mıdır? Bir Soner Yalçın mıdır? Bir Ümit Zileli midir? Bir Mustafa Mutlu mudur? Bir Yılmaz Özdil midir? Ben onlarca güvenilir, kimliğini kanıtlamış gazeteci sayabilirim. Ama kaç kişi Atilla’yı onlarla aynı kalibrede görebilir, merak ediyorum. Atilla bu hafta söylediği her lafı tekzip etmiş, birbirini tutan hiçbir cümlesi olmamıştır. Geçen yıl Kılıçdaroğlu ile görüştüğünü iddia ederken, Kemal Bey 7 yıldır kendisini görmediğini belirtmiştir. Önce Turan’a fısıldayan kuşun kendisi olduğunu inkâr eden Atilla, ardından bunu kabul etmiş ama kendisinin de adını açıklayamayacağı “CHP’li bir kaynağı” olduğunu iddia etmiştir! Oh ne güzel! Böylece artık, çamur atılmaya çalışılan İnce’nin kendini temize çıkarmasının ardından bulunan bu “özel formülle” tüm CHP’liler töhmet altında bırakılmıştır! Vallahi, helal olsun Rahmi Turan’a! Çok güvenilir olduğunu iddia ettiği bu kaynağın en büyük “güven ispat referansı” neymiş biliyor musunuz: Erken seçim olacağını bilmiş! Vay vay vay! Demek kaynak iktidara çok yakın güvenli bölgelerde gezebiliyor! Yani ona güvenebilecekmişsiniz!
Atilla’nın kendi sözde CHP’li kaynağını açıklamama inadı, bugünün gündeminde bir başka rezalet. Bu yöntemle o belirsiz iftira üretme yöntemi teorik olarak tüm CHP’lileri hedef alıyor! Adama sorarlar: Hani o kaynak, “Saray’dan bir isim”di? Madem bu sefer “üst düzey bir CHP milletvekili”nden kaynak olarak söz ediliyor, o zaman bu hayali ismi koruyan kim? Hedef onu korumak mı, yoksa bütün CHP’li milletvekillerini lekelemeye çalışmak mı? Tam ben “neden CHP veya Kılıçdaroğlu böyle bir rezalete karşı dava açmıyorlar?” diye düşünürken İnce, Turan’a beş kuruşluk, Talat Atilla’ya 3 kuruşluk manevi tazminat davası açacağını bildirdi. Sevindim! Ortalığı toz dumana katmanın bir maddi bedeli olmayacaksa da, manevi bir cezası olmalı!

CHP KAZANI NEDEN FOKURDADI?
Kabul etmek lazım ki, Turan’dan sonra anchormanler de haberin patlamasına katkıda bulundular, olayı uğraşarak köpürttüler. İşaretler İnce’ye yönelmeye başladıktan sonra, kendisinin tepki vermesi normaldi. Keşke ilk konuşulduğu gibi Kılıçdaroğlu ve İnce çıkıp beraber basın toplantısı yapmış olsalardı! Keşke bu konu ile ilgili sorular kendisine yöneltildiğinde Kılıçdaroğlu çıkıp şu minvalde bir şeyler söyleseydi: “Bu iddia deli saçması! Ama kim bilir hangi bahtsız bunu hangi niyetle uydurmuş! Velev ki bu iddia doğru! O zaman bu da kanıtlanırsa ortada yine sorun yok, çünkü Beştepe’den kendisine ve CHP’ye bir hayır geleceğini düşünen insan, aklını peynir ekmekle yemiştir ve zaten siyasi kariyeri bitmiştir!” Kemal Bey, bunun yerine herkesin her yöne çekebildiği malum sözleri kullandı. İddiaların havada kaldığı ortaya çıkınca, gerilim birden arttı. “Ben onu demek istememiştim” formülüne geçiş yapılıverdi. Uzun lafın kısası, birden CHP kumpas kaynağını tiye alarak atlatabileceği bir ortamdan, el bombasını Turan’ın elinden alıp, kendi kucağına yerleştirdi. Birden parti içi iktidar ve muhalefet, bu ortamı kendi kurultay hesaplaşmalarının ön düellosu şeklinde gördüler. Bu akıl almaz bir hataydı. Parti, Fenerbahçe-Trabzon maçının tribünleri gibi ikiye bölünüverdi. Evet, CHP örgütü ve seçmeni mağdurdan yanadır. Ama partisine zarar gelmesini de istemez! “Kumpas, parti içindeki çete tarafından üretilmiştir” cümlesi, kontrolsüzce sarf ediliverdi. Sonuçta bu parti içinde yola devam edilirken, rakibin eline böyle ağır bir koz vermek, CHP’de kimseye faydası olmayan bir yara oluşturdu. AKP, işin başındaki “olağan şüpheli” konumundan, kendini mağdur duruma düşürmeyi başardı! Resmen krizi fırsata çevirerek kontratağa geçti. CHP’li arkadaşlar, yanlış zaman ve zeminde birbirlerine girdiler...

SONUÇ
Kimse “Bu olay kimin işine yaradı?” sorusunu sorarak etrafa cerahat saçan bu duruma bir açıklama getiremez.
-CHP, elinde bir kanıt olmadan “senaryo sarayda yazıldı” ithamlarına girişmemelidir. Çünkü aynı gerekçelerle bu bile partiye zarar getirir. Bırakın gündem kendiliğinden değişsin!
-Her ne kadar yaşına, geçmişine çok saygı duyulsa da, bu saatten sonra sayın Rahmi Turan, Sözcü gibi çok sorumluluğu olan örnek bir demokrat-Atatürkçü gazetenin “başyazarı” olmamalıdır. “Gereğini yaparım” sözünün karşılığı kuru bir özür olamaz!
-Bunca olayın ardından Turan’ın kalkıp “CHP’li haber kaynağı Atilla’ya yanlış bilgi vermiş olabilir diye ciddi ciddi düşünüyorum” diyebilmesi insana artık ne dedirtir, buyurun siz karar verin!



24 Kasım 2019 Pazar

SAMANYOLU’NUN YENİ YILDIZI... | Bedri Baykam | 21.11.2019

Tüyler ürpertici bir sahneydi… Nefesini kesmiş, hüzünlü izleyicilerin önünde perde nihayet açıldı. Yıldız Kenter oracıkta bayrağa sarılı tabutun içinde sahnede tek başına yerini almıştı. Sanki o tabutun içinde, hala dimdik durarak halkını sevgiyle selamlıyor ve ömrü boyu yaptığı gibi o candan alkışlarla kucaklaşmaya devam ediyordu. Torunu, sahne arkadaşları, meslektaşları “en eski arkadaşı” her biri sırayla konuştular. Salon hıçkırıklara boğulmuştu. Gözlerim Şükran Güngör ve Müşfik Kenter’i aradı. Onların cenaze törenlerinde, o salonda yine bulunmuş, Yıldız Kenter’i teselli etmeye çalışmıştık, başarılı olamayacağımızı bilerek... Artık o müthiş üçlüden hiçbiri aramızda değil...
Aman Allah’ım, nasıl bir oyunculuktu o Yıldız Kenter’inki... Her kılığa, her renge girebilen, herkesi ağlatabilen, boğulurcasına güldüren, düşündüren, kızdıran, bizlerle kedinin fareyle oynadığı gibi oynayan, ama bir de bunu herkese büyük bir saygı göstererek yürütmeyi başaran bir dehaydı Yıldız Hanım. Tiyatro koridorunda, konservatuarda, ünlü hoca Alman Carl Ebert’in 435 numaralı öğrencisi Yıldız için “fevkalade” şeklinde notunu belirtip, sınıf atlaması yönünde görüşünü okuyorum. Sonra anne-babasının o inanılmaz tanışma, evlenme ve yaşam mücadelesini düşünürken, köşede onların resmini görüyorum. Bir başka fotoğrafta, Yıldız Kenter İsmet Paşa ile kahkahayı basıyor! O ne muhteşem bir kare öyle! Tören boyu duyduğum güzel cümleler kulaklarımda yankılanıyor: “Her duruşunuzda, her sessizliğinizde, siz tiyatronun ta kendisi oldunuz. –Dostoyevski, ‘Biz, hepimiz Gogol’un paltosundan çıktık’ derdi. Bizler de hepimiz Yıldız Kenter’in mantosundan çıktık!”
Sevgili Zeynep Oral, 12 Eylül günlerinde Kenter’in Vasfi Rıza Zobu karşısında kaplan kesilerek resmen özgürlük ve adalet dersi verdiğini aktardı sahneden. “Varsın tutuklasınlar, hepimizi mi tutuklayacaklar sanki?” sözlerini de unutmadan...
Koca değerimiz Genco Erkal, “Çöl Faresi” oyununun o ünlü telefon sahnesinde 5 dakika boyunca salondan nasıl alkış aldığını hatırlattıktan sonra, son dönemlerde Yıldız Kenter’in en büyük derdinin, Kenter Tiyatrosu’nu yaşatma savaşı olduğunu hatırlattı ve yardım edilmesi gerektiğini vurguladı. Zaten bu pası Ekrem İmamoğlu hemen gole çevirerek, kesinlikle bu güzide sahnenin yaşatılacağının sözünü verdi ve büyük alkış aldı.
Bizler artık her Samanyolu’na baktığımızda orada parlamaya devam eden Yıldızımızı göreceğiz...

MİLLİ TAKIMIN BAŞARISINA ÜZÜLENLER!
Ülkemiz, birbirini aşağıya çeken felaket tellalları, kıskançlıktan çatlayanlar ve başkalarının başarısını görmektense ölmeyi yeğleyenler tarafından kuşatılmış durumda... Bazen ne söyleyeceklerini o kadar şaşırıyorlar ki, onların çaresizliğini izlemek bir stand up kadar zevk verebiliyor! Şenol Güneş, Milli Takım teknik direktörü olarak yine büyük bir başarıya imza attı. 30 puanın 23’ünü alarak Fransa’nın ardından 2. olarak Avrupa Şampiyonası’na gitme hakkını kazandı. Kimi takımların tek bir maçta 6 veya 9 gol yiyebildikleri bir ortamda, Milli Takım 10 maçta yalnız 3 gol yemeyi başardı. Bu da neredeyse 1969-70 sezonu şampiyonu Fenerbahçe’nin, efsanevi kalecisi Datcu ile tüm sezon 6 gol yiyen defansının performansına yakın. Bu arada dünya şampiyonu Fransa bizi iki maçta da yenemezken, ikili puan-gol averajında da arkamızda kaldı. Ne beklersiniz seyirciden, tüm bu veriler ışığında? En azından bir kuru tebrik veya selam çakarak, en ateşli teşekkürü değil mi?
Ne gezeeer! Güneş’i kimi defansif oynatıyor diye eleştiriyor, kimi doğrudan korkak olarak niteliyor, kimi ise ipe sapa gelmez sözlerle laf olsun diye hakkında dedikodu üretiyor! Türkiye’nin kaderi bu... Memnun olmak, tebrik etmek, teşekkür etmek, güzel günü sabote etme keyfinin yerine geçemez bu ülkede! Daha komiği kimi takım elbisesini eleştiriyor, kimi saçını, kimi sesini... Fransa’nın ardından tek beraberlik farkıyla 2. olmamız, insanları çok üzmüş! Neredeyse “Nasıl Dünya Şampiyonu’nun ardından geliriz?” diye dava açacaklar Federasyon’a!
Allah sizi inandırsın, 2002’de Türkiye Dünya 3.sü olduğunda bile bu güdümlü ve içten pazarlıklı kadrolar iş başındaydı. “Efendim Milli Takım hiçbir Avrupa takımı ile oynamadan yarı finale gelmişmiş de, başarı bunun neresindeymiş!” Irkçılık ve bir sömürge altında ezilme ihtiyacı ile yanıp tutuşan şu laflara bakar mısınız? Uyanmasalar diyecekler ki “Başımızın tacı olan bu Avrupa ülkelerini utanmadan yenen Asya veya Afrika ülkelerini ihraç edelim turnuadan da beyaz ırkın emperyalist başarıları gölgelenmesin!” Bu nasıl zavallı bir mantıktır yahu? Ne yapacaktık? “Kore’nin, Senegal’in, Japonya’nın eledikleri sömürgeci Emperyalist Avrupa takımları, bize gereken dersi verme fırsatı bulamadılar” diye üzülecek miydik? Bu nasıl yerleşik bir Avrupa ezikliğidir ki, bu zavallı mantığı hala bugün bile dillendirenler var. Demek onlar için Atatürk ve yaşama geçirdikleri, hepsi laf-ı güzaftı! Emperyalist devletler her yerde, hatta oynamadan kazanmalıydılar! Hatta kaybetseler de, bir formül bulunup bu insanlık yıkımı durdurulmalıydı!
Düşünebiliyor musunuz, mesela 2002’de Güney Kore sırayla Portekiz, İspanya ve İtalya gibi dünya devlerini bileğinin hakkıyla yenmiş, buna rağmen biz o Kore’yi yenince gazoz takım yenmiş sayılıyoruz bu dostlarımıza göre! Ya da Senegal Fransa’yı, İsveç’i elemiş ama bize yenilince biz Afrika kabile takımı yenmiş sayılacağız öyle mi? Biz mi “kaybedin” dedik bu beyefendilere? Tanrı kimseyi bu durumlara düşürmesin! Ben mi? 2002’de Milli Takım’ı hararetle tebrik etmiş, İlhan Mansız’ı yarı finalde ilk 11’de oynatmamasını eleştirmiştim.

PEKİ SEN NE YAPTIN?
Adama sormak lazım, bu sonuca “başarı sayılmaz” diyerek burun kıvıranlara, “Peki sen ne yaptın hayatında?” diye... Herhalde yanıt almayı beklemiyorsunuz...
Öyle bir içimize işlemiş ki bu yıkıcı tavır! Sanat veya edebiyat ortamımız farklı mı? En güzel yaptığımız şey, aynaya bakmadan küçümsemek...
Emin olun bu tipolojiler yarın Milli Takım Avrupa finallerinde hezimete uğrasa “N’oldu? Hani bayram yapıyordunuz?” diye demediklerini bırakmazlar.
Ömrüm sanatta da bu “batıcı” kompleksi taşıyan insancıklara doğru yolu göstermeye çalışmakla geçti. Hem yurt içinde hem de yurt dışında... Ama bu ayrı bir bağımsız makale konusu! Sabredin...



NANKÖRLER VAR; AMA FRANSIZ BİR KEMALİST KARDEŞİMİZ DE VAR! | Bedri Baykam | 14 Kasım 2019


Hani bizim ülkemizde, yıllardır “siyasiler” ince, küçük, ortanca veya abartılı bindirmelerle her sıkıştıklarında Atatürkümüze saldırıyorlar ya? Hani bazı sözde Diyanet Başkanları ve görevlileri, ama özde nankör, saygısız, nifak tohumcu, Cumhuriyet düşmanı zavallılar, milleti birbirine düşürmek istercesine, hutbelerinde, bu yılki 10 Kasım öncesindeki Cuma günü de dahil olmak üzere, Atatürk’ü provokasyon dozunu arttırarak alçakça yok sayıyorlar ya? Hani bu göz göre göre gelen durumun, bazı sözde devlet adamları sessizlik içinde seyrediyorlar ve bu yapılan kabul edilemez ihanete seyirci kalıyorlar ya? Hani utanmaz arlanmaz bazı medya kuklaları, her fırsatta tarihi biçim bozmaya uğratarak, yalan söyleyerek, her fırsatta büyük önderimize dil uzatma hastalığından vazgeçemiyorlar ya? Hani Atatürk’ü yalnız bayram seyran tören günlerinde hatırlayan devlet zevatı var ya?

İşte onların hepsine bir okkalı yanıt geldi bir Avrupalı’dan...

LOULOU DEDOLA’YI KEŞFETME KEYFİNİ YAŞAYIN!
Fransız beyefendinin adı Loulou Dedola. Son günlerde, tüm sosyal medyada her yerde onun röportajını izliyoruz. Tane tane Atatürk hakkında konuşuyor. Kameranın gözünün içine baka baka “Ben bir Kemalistim” diyor! Size söylediklerini aktaracağım; ama lütfen önce izin verin şunu belirteyim: Ne kadar farkındasınız bilmiyorum ama yıllardır bu ülkede Kemalist olmak insanların gözünde bir suç olarak gösterilmeye çalışıldı. Hani nasıl 70’li yıllarda biri hakkında “o bir komünist” diye arkadan suçlama yapılıyorduysa, nasıl Cumhuriyet okuyanların hanesine “suç” yazılıyor idiyse, aynı şekilde biz Kemalistler, bunu övüne övüne topluma duyuranlar, en az 20 yıldır merkez medyada veya sözde liberal özde kabız çevrelerde küçümsendik, hor görüldük dışlandık, sansüre uğradık. Tabii ki bunlara pabuç bırakmadık, tabii ki rotamızı değiştirmedik ama yaşanan buydu...
Şimdi izninizle Fransız dostumuza dönelim: İşte o yürekli adam, yukarıda saydığım ve saydırdığım tüm kesimlere, onların bile anlayabileceği bir sadelikle bir ders veriyor. Şimdi kendisi bir yazar, resimli roman senaristi, Rock şarkıcısı olan bu kompleksiz ve mantıklı Fransız’ı dinleyelim:
Ben bir Kemalist olmakla gurur duyuyorum. Ben bir hikaye ve şarkı yazarıyım. Mustafa Kemal’in hayranıyım ve ben her zaman bir Kemalist oldum. Yaşam felsefemi hep Kemalizm’i canlandırmak, onun kavramlarını yaşatmak üzere kurdum.Hatta daha ötesi, bunu bilmiyorken bile! Gerçekten Kemalizm senin içinde uyanan ve büyüyen bir ışık. Fransızlar Mustafa Kemal’i yeterince tanımıyorlar. Kemalizm’in temellerini anladıktan sonra bilinçli bir insanın ona saldırması, ona karşı tavır alması mümkün değil. Onun hakkında olsa olsa saçmalıklar söylenebilir orta yere, o da cehaletten! Kemalizm evrensel bir değerdir. Kemal, Jean Jaures gibi barışçı, Jean Moulin gibi direnişçi, Nelson Mandela gibi hümanistti. Tarihte onun bir dengi yok! Bütün bu saydıklarım, onu bir Tanrı, ya da hepimizin üstünde bir varlık haline getirmiyor! Ama onun çizdiği yol gerçekten inanılmaz ve hepimize bir esin kaynağı oluşturmalı. 21. yüzyıl bakış açımız ondan esinlenmeli! Bana sorarsanız 21. yüzyıl sorunlarına yanıt Kemalizm’dir. Laikliği bünyesinde taşıması, nepotizm veya kimseye karşı yeminli düşmanlık taşımaması, barışçılık, “Yurtta Sulh, Cihanda Sulh” (Loulou burayı Türkçe söylüyor) bunların her biri çözümün parçasıdır. Ben Kemalizm’i tekrar gündemin problematiklerinin merkezine çekmek istedim.”
Bu son derece candan ve sempatik insan, sahnede rock müzik söylüyor, hem de Atatürk hakkında eşzamanlı olarak fotoğraf ve videolar göstererek! Hayranlarıyla fotoğraf çektiriyor hem de Atatürk flamasının önünde…
Türk Baba” başlıklı bir resimli roman var elimde. Senaryosunu yani hikayesi ver metnini yazan Dedola, çizen Lelia Bonaccorso. Fenerbahçe televizyonunda 15 yıldır beraber program yaptığım sevgili Ferruh Tanay, bana bir yıl kadar önce Paris’ten hediye getirmişti. Çok zarif bir hareketti. İnsanlar böyle bir kitaba rastlayıp “Şu arkadaşımın ilgisini çekebilir” diye düşünür ama onu ender olarak satın alarak o yakınına hediye olarak götürür. Size bu çok ilgi çekici isimli romanın nasıl bugünü ve geçmişi harmanladığını anlatmayayım. İnanın çok güzel bir kurgu... Okumanızı isterim.
Sizin için bu satırları kaleme aldıktan sonra, uğraşarak sosyal medyadan Fransız yazar arkadaşımızı buldum. Ve hemen bir telefon randevusunda buluştuk. Aynen seyredenlerin videoda gördükleri gibi rahat samimi kompleksiz ne dediğini bilen bir insan! Kemalizm’i keşfetmesi, neredeyse çocukluğunda, ergenlik çağında gerçekleşmiş. Atatürk devrimlerinin getirdiği her şeye bilinçli bir hayran. Mustafa Kemal’i “aşılamaz bir ufuk” olarak tanımlıyor. Loulou ile telefonda konuşurken ilk defa bir yabancıyla “Kemalist kardeşimle konuşuyor gibi” hissettim! Çok ilginç ve daha önce hiç tanımadığım bir duyguydu. Kemalizm’in evrensel yansımalarını ilerleyen süreçte daha çok hissedeceğiz. Dedola’yı ikimize müsait olan yakın süreçte ülkemize konferansa davet ettim. Piramid Sanat’ta ilginç bir akşamüstü yaşanacağına şimdiden eminim.

MÜMTAZ SOYSAL: UNUTULMAZ DEĞERİMİZİN KAYBI
Loulou, Kemalizm’i Avrupa’da keşfetmeyi başaran bir aydınsa, hocaların hocası, Anayasa Profesörü Mümtaz Soysal da Mustafa Kemal’in ve Cumhuriyet’in bize kattığı değerleri sol çizgiye en yakın kalarak bu ülkede en mükemmel şekilde taşıyan unutulmaz bir isimdi. Dün kendisini maalesef Zincirlikyu’dan sonsuzluğa uğurladık. Cenaze yine Kemalist, Sosyal demokrat ve sosyalist tüm isimlerin buluşma noktasıydı. Herkesin hemfikir olduğu nokta Mümtaz Hoca’nın ödünsüz saygın kimliği, ömür boyu işçi ve emek dostu ve savunucusu kalmış olması, rotasında hiçbir kırılmaya izin vermemesi, ciddiyeti, güvenilirliği, iyi insanlığı ve gülümsemesiydi. Mümtaz Hoca, ömrü boyunca sömürü düzeniyle, hukuk suiistimalleriyle, faşizmle, tehdit ve baskılarla, ez cümle bozuk düzenle savaşmış bir büyük değerdi. Siyasetin kirinden pasından yorulup kendi partisini de kurdu. Ancak dünya, onun hayal ettiği kadar saf ve iyiniyetlilere, temiz insanlara kucak açan bir yer olmaktan uzaktı. Şundan eminim: Bu sözler lafta kalmayacak ve sevgili Mümtaz Hoca kuşaklar boyu unutulmayacak... Emekçiler ve aydınlanmacılar onu hep yüceltecekler!

8 Kasım 2019 Cuma

AMERİKAN SİYASET VE MEDYASININ ANLAYACAĞI DİL! | Bedri Baykam | 07.11.2019


Türkiye Dışişleri Bakanı’nın, hatta Cumhurbaşkanı’nın ABD’de kullanması gereken dil, bence aşağıda kaleme aldığım mantık ve demokratik yaklaşıma davetle öne çıkmalı. ABD Temsilciler Meclis veya Senato üyeleri, belki daha çok bu üsluptan anlayabilirler, işlerine gelmese de! Hatta siyasilerimiz, canlı yayında buna benzer görüş sergileseler, onları “sıkıştırmaya çalışan” büyük medyacılar bile oyunları bozulduğu için programı bitirmeye kalkarlar. Bu satırlara bu gözle bakmalarını, Sayın Dışişleri yetkililerinden rica ediyorum.
Tarihin birçok karanlık sayfası vardır. Ama her birimiz onun en trajik anlarını özgürce konuşabilmeliyiz. Öte yandan hiçbir zaman unutmayalım ki her insanın ve her ülkenin kendini koruma hakkı vardır. Hiçbir mahkemenin hiç kimseyi veya tüzel kişiliği tek yönlü bir yargılamayla mahkûm etme hakkı yoktur. Bu demokrasinin vazgeçilmezidir. Aynı zamanda insanın düşünmesi lazım: “Osmanlı gibi yüzyıllar boyunca Yahudiler, Ermeniler, Kürtler gibi tüm etnik gruplarla barış içinde yaşamış bir İmparatorluk, neden bir sabah durup dururken belirli bir ırka karşı saldırıya geçsin ki?”
Öte yandan ister Ermeni ister Türk veya Amerikalı olsun, herkesin bu konuyu gündeme getirmeye ve Türkiye’yi suçlamaya hakkı vardır. Ama tek bir şartla: Kendilerine verilecek yanıtı dinlemek ve karşılarındaki muhataplara karşı saygılı davranmak zorundalardır! (Unutmayın ki anlattığımız olaylar yaşanırken onların anneleri babaları bile doğmamıştı). Bir de özellikle karşı taraf size “Sizlerin duygularına ve gerçeği arayışınıza saygılıyız. Bizler, tüm arşivlerimizi açmak istiyoruz ve sizin de kendi arşivlerinizi aynen görmeyi diliyoruz. Ardından BM veya AİHM tarafından seçilmiş yargıçlarla oluşmuş tarafsız bir mahkeme bu davayı yürütürken, isteyen her ülke davaya kendi avukatları, tarihçileri ve tezleri ile katılabilir” diyebiliyorsa, sizin bu dürüst ve şeffaf tavra saygı göstermeniz lazımdır.
Aslında size çok özel bir şey söylemiyoruz. Eski Yunan ve Atina’dan, Roma’dan, İsa’dan asırlar önce var olan demokratik bir yaklaşımın temellerini hatırlatıyoruz.
Fakat ne var ki, demokrasinin tüm kural ve getirilerinin Türklere uygulanmadığı ırkçı bir dünyada yaşıyoruz!
Bazı ülkeler bu delirme sendromu kokan tavrı çok uç noktalara taşıdı. Örneğin Fransa birkaç yıl önce, herhangi birinin “Ermeni soykırımı yaşanmadı” demesini bile ceza yasası suçu ilan etmeye kalktı. Ne mutlu bize ki, hala özgür beyinli yargıçlar 2012’de Fransız Anayasa Konseyi’nde özgürlüğün ve demokrasinin alfabesini yıkan böyle bir kanun çıkarılamayacağı kararına vardılar. AİHM’in de Perinçek-İsviçre davasında 2013’de aldığı buna benzer örnek karar yine bir yargı zaferiydi.
Her Amerikalı dikkatli düşünmeli: “Amerikan Anayasası’nın en temel maddelerine ters düşen böyle bir yasa tasarısı, benim Temsilciler Meclisimden nasıl geçebilir? Ülkem resmi olarak böyle davranırsa, o zaman ben insan haklarından, tarafsızlıktan ve her insanın kendini koruma haklarından söz edebilir miyim?Temsilciler Meclisi böyle davranmaya cüret ederse, bu Amerikan Anayasası’nın tamamen çöktüğü anlamına gelir!
Türklerden Amerikan Anayasası’ndaki temel insan haklarının ne anlama geldiğini duymaya ihtiyacınız var mı?
İlk madde, bildiğiniz gibi ifade özgürlüğü etrafında şekilleniyor ve gerçekten vazgeçilmez.
Beşinci madde, çeşitli suçlar isnat edilen insanlara birçok anlamda koruma getiriyor. Ayrıca ciddi suç isnatlarının büyük jüri tarafından yargılanması gerektiğini vurguluyor. Aynı zamanda dürüst ve tarafsız bir şekilde yargılanmadan hiç kimsenin hapsedilemeyeceğini hatırlatıyor. Altıncı madde ise değişik konular de suçlanan insanlara daha da kapsamlı korumalar getiriyor: Hızlı, halka açık ve tarafsız jürili yargılamalar. Şu detaylar da ekleniyor, şahitler suçlananla yüz yüze olmalıdırlar ve suçlananın kendi şahitlerini getirme ve avukatıyla temsil edilme hakkı vardır. Ayrıca bildiğiniz gibi bu maddelerde suçlananın korunma haklarını arttırmak için birçok başka madde de eklenmiştir.
Lütfen şimdi geriye gidip hatırlattığımız bilgilerin ışığında, Temsilciler Meclisi üyelerinin Türkiye’ye getirdiği suçlamaların ne anlama geldiğini kontrol etmeye kalkmayalım. Çünkü bunu yaparsak bütün çıplaklığıyla göreceğimiz şekilde, Meclisinin kendi ülkesinin temel insan haklarını da kalbinden hançerlediğini görürüz.
Amerikalılar kalkıp “Demokratik temel ve insan hakları, kendi halkımız için, geri kalan dünya için değil. Hele Türkiye için hiç geçerli değil!” derse, bu ne anlama gelir?
Yalnız teorik olarak bile böyle bir cevap gelmesi, mantıki açıdan Temsilciler Meclisi’nin dengesini ve ırklara eşitlik ilkelerini kaybettiğini bize gösterir. Martin Luther King’in ünlü rüyasından 50 yıl sonra, bu gerçekten yazık olur.
BM’nin soykırım üzerine olan antlaşması 1948’den... Türkiye bu anlaşmayı en başından imzalayan ülkelerden biri. Bu anlaşma, bu konuda her iddianın ulusal veya uluslararası bir ceza mahkemesine taşınmasını öngörüyor.
Hukuktan biraz anlayan herkes, çıkarılan hiçbir yasanın geriye dönük uygulanamayacağını bilir. Dolayısıyla BM Soykırım Anlaşması ile, soykırım olduğu iddia edilen hiçbir döneme de uygulanamaz. Kaldı ki geriye dönük uygulamaya kalksanız bile, konuyu yukarıda sözü edilen mahkemelerden birine taşımanız lazım. Ama sizler, Türkiye’yi yargılanmadan mahkûm etmek istiyorsunuz.
Geçmiş hakkında bu terminolojiyi kullanacaksak, gerek ABD, gerek Fransa, gerek İspanya ve onca başka ülke bundan nasibini alır.
Bu anlamsız siyasi saldırıyı durdurmanızın yıllardır iyi ilişkiler sürdüren iki ülke açısından sayılamayacak kadar yararı vardır. Suriye sorunu, Türkiye ve Ermenistan’ı ve onca insanın yaşadıkları trajik olayları tekrar gündeme getirmek için bir bahane olarak kullanılamaz. Bırakın konuyu tarihçiler ve bağımsız yargıçlar, sükûnetle çözsünler. Kennedy’yi ve onun hiçbir zaman gerilimleri alevlendirmemeye çalışan, tersine diyalog hatları kurarak Atatürk’ün “Yurtta sulh, cihanda sulh” felsefesini şiar edinen devlet adamlığını hatırlayın.
Onları ve Martin Luther King’i hatırlayın. Hukukun evrensel prensiplerini daima aklınızda tutun ve halkları birbirine düşürmeyin. Daha şurada birkaç yıl önce dünyanın gözleri önünde sözde kitle imha silahları aramak için gittiğiniz Irak’tan, kaç kişinin kanına bulaşmış olarak döndüğünüzü size bizler hatırlatmayalım.
Her insanın barış içinde yaşayabildiği ve çıkar ilişkilerinin yönlendirmediği bir dünya dileğiyle…

1 Kasım 2019 Cuma

“HANGİ BATI, BİZE NASIL BAKIYOR” IŞIĞINDA SURİYE... | Bedri Baykam | 31.10.2019


Bir yandan özellikle iktidar, “neden milli birlik-beraberlik istediğimiz gibi gerçekleşmiyor?” diye şikâyet ediyor, öte yandan Cumhuriyet Bayramı’nda Anıtkabir’de muhalefet liderinin eli sıkılmıyor, Diyanet Başkanlığı’nın hutbelerinde Atatürk’ün adı geçirilmiyor, Nevşehir Valiliği “Cumhuriyet yürüyüşü izin krizi” yaratarak ülke çapında rahatsızlığa neden oluyor.
Gerek protokolde muhalefetin yeri, gerek demokrasi konularında bitmeyen gerginlikler ve çifte standartlar, her biri siyasi günlük yaşamımızı sürekli zora sokan daimi gerçeklerimiz.
İşte bu anlaşılmaz şekilde süregelen hazımsızlıkların ortasında, bir kere daha umutla Atatürk’ün büyüklüğünü hatırlama ve yüreğimizde hissetme fırsatı bulduk. Büyük önder, Cumhuriyet’i kurarken, öyle bir hukuk ve kültür devrimi eşliğinde bunu gerçekleştirmişti ki, 70 yıldır uğraşmalarına rağmen batıramadılar! Türkiye’nin hala yakın ve Ortadoğu’nun kaosu içerisinde göreceli de olsa hala bir “demokratik” rejime benzeyebilmesi, işte bu nedenlerden…
HANGİ BATI, HANGİ ÇIKARLARIN PEŞİNDE?
Barış Pınarı Harekatı hakkında daha fazla analize girmeden önce, konuya makro açıdan bakmamız lazım. Batı, özellikle 150 yıldır niye bu coğrafya ile bu kadar ilgili? Bu bölgelere eğitim-kültür-sağlık-eşitlik ve adalet getirmek için mi? Hayır. Dünya egemenliği merakı dışında petrol, su, daha sonra doğalgaz gibi tamamen “duygusal” sebeplerden.
Hangi Batı’dan bahsediyoruz? Yüzyıllardır sömürücülüğü kendine şiar edinmiş, tüm dünyayı kendisine mal, hizmet ve zenginlik taşıması gereken bir dere olarak gören zihniyet...
Hangi Batı’dan bahsediyoruz? Irak’a sözde “kitle imha silahları bulmak” için giden ve orada bir buçuk milyon kişiyi sivil-asker demeden öldürdükten sonra “Özür dileriz yanlış istihbarat almışız” derken yüzü kızarmayan Batı... Ulaştığı bilimsel, ekonomik, teknolojik, kültürel seviyelere rağmen, manevi ve etik açılardan içler acısı bir iflas yaşayan emperyalist Batı...
Bir de madalyonun diğer yüzü var “Hangi Batı?” derken... Bitik Osmanlı Cumhuriyeti’ni yıkmaya kararlı iken, en beklemediği anda Kurtuluş Savaşı’nda Anadolu’da ve İzmir’de Atatürk’ün tokadını yiyen Batı... Zaten öncesinden 1453’te Fatih Sultan Mehmed’in İstanbul’u fethetmesini hala hazmedemeyen Batı. Uzun lafın kısası, her türlü kin, hesaplaşma, intikam ve bu doğrultuda entrika, gerekirse yaptırım, tehdit ve baskı, yalan dolan her türlü beyin yıkama ve operasyona hazır bir Batı...
İşte bu Batı, yüz yıldır gerek Ermeni Soykırım iddialarında, gerek ayrılıkçı Kürt ayaklanmalarında, gerek Yunanistan’la yaşadığımız her türlü Ege krizinde ve tabii Kıbrıs Harekatı tartışmalarında gerçek yüzünü ortaya çıkarır. Sürekli seviyesiz demokrasi saptırmalarıyla, içler acısı çifte standartlarla, ön yargılarla bu konuları kafasına ve o günkü gündeme göre yorumlayıp Arap saçına dönüştürerek ve tabi sonuçta bizi suçlayarak, bu kimliğini her fırsatta sergiler.
Batı’ya göre, Türkiye ortada hiçbir yargı kararı veya metodolojik arşiv tetkiki olmadan, Ermeni Soykırımı iddialarını kabul edip yaptırımlara da razı olmalıdır. Yine Batı’ya göre Nikos Samson darbesi hiç yaşanmamıştır, Türkiye bir sabah vakti Kıbrıs’ın yarısını durup dururken işgal etmiştir. Aynı Batı’ya göre “PKK bir terör örgütüdür” ama bu örgütün her üyesi ile görüşürler, hatta imaj yenilemek için sürekli güncellenen piyon isimlerle büro açmalarına göz yumarlar.
Bir de Batı’ya göre IŞİD lideri Baghdadi tehlikeli bir teröristtir, en çarpıcı ve gururlu kelime seçimleriyle “nasıl ortadan kaldırıldığı” ballandırılarak anlatılır. Ama Türkiye’ye karşı korkunç suçlara bulaşmış bir PKK uzantısı teröristi “General Mazlum Kobani” diye sunup kendisiyle diplomatik ilişki kurmak, yüz kızartıcı bir mektupta bile bundan gururla ve “akil” bir edayla söz etmek, Batı emperyalizmi için çifte standart bile sayılmaz!
Bütün bu “çetrefilli ilişkiler” ortadayken, 29 Ekim’de ABD’nin Ermeni Soykırım Tasarısı üzerine aynen 1975 ve 1984’te olduğu gibi yine geçirilen tasarı ve ABD ile varılan 17 Ekim kararlarına ters düşen ekonomik yaptırım hiç de şaşırtıcı gelmiyor. Çünkü tehdit, sopa, yaptırım, çelişki bu ilişkilerin ruhuna sızmış değişmeyen unsurlar.
GÜNÜMÜZ GERİLİMLERİNE DÖNERSEK
Sonuçta, ne yazık ki Batı budur. Yaşanan ve yaşanacak tüm ilişkiler, tartışmalar, diplomatik diyaloglar hep benzer zemin üzerinde yürümeye çalışacaktır. Bu nedenle UEFA, Türk futbolcularının “asker selamı” konusunda her türlü tehditkar soruşturmaya ırkçı şekilde yüzü kızarmadan girişebilir. Çünkü Türkiye her daim “olağan suçlu”dur. Fransa da geleneksel olarak “Ermeni Soykırımı” tasarıları veya anıtlarını sürekli gündeme getirir. Ama mesela akıllarına hiçbir zaman kapitalist yol ortakları ABD’ye karşı, bir “Kızılderili Soykırım Anıtı” veya yasa tasarısı gelmez. Aynen ABD’nin aklına Fransızlar’a veya İspanya’ya karşı “Cezayir Soykırım Anıtı” veya “Aztekler Soykırım Tasarısı” dayatmak gelmediği gibi. Geleneksel kanırtmaları için onlara Türkiye yeter...
Şimdi tekrar bu veriler ışığında dönüp göz atabiliriz Suriye’ye...
Evet Türkiye, Suriye sınırı boyunca kendisine dayatılan ağır tehditler ve risklerle dolu hattı kabul etmeyeceğini, oldu bittiye getirilemeyeceğini Barış Pınarı Harekatı ile göstermiştir.
İyi de, akla şu soru gelmektedir: ABD, aramızdaki mutabakatla, Kürt devleti projesini terk etmiş midir? Tabii ki hayır. ABD, silahsızlandırılmayan YPG’yi ordumuzdan korurcasına 32 kilometre içeriye, adeta güvenli bir bölgeye çekmiştir. Amerika bizim için terörist olan Kürt örgütlerini kendi “kara gücü” olarak devreye sokup şehit vermeden kendisi için vazgeçilmez olan enerji çıkar bölgelerini kontrol altında tutmak istemektedir.
Sonuçta ABD, hatta Rusya ile yapılan mutabakatlar bize bir çeşit sakinleştirici ilaç gibi gelse de, olsa olsa sorunu ötelemeye, ertelemeye ve kuluçkaya yatırmaya bırakmaktadır.
Sömürgeci devletler, sınır-savaş-büyük çıkar ilişkileri gibi konularla ilgili satranç hamlelerini, bizden çok daha sabırlı bir şekilde yapıyorlar. Bazen sus payı veya oyalama olarak bir fil veya kale verip bir sonraki hamleyi hazırlıyorlar. Biz ise 3-5-10 yıl ötede bekleyen senaryoların her zaman farkına varamadan, güncel hamlelerle mutlu olabiliyoruz. Barış Pınarı Harekatı, emperyalist devletlerin oyununu bozmuştur. Ama ne terör oluşumları, ne de onları kullanan kurnaz senaryolar ortadan kalkmıştır.

25 Ekim 2019 Cuma

AYDINLANMA ABİDESİ: AHMET TANER KIŞLALI | Bedri Baykam | 24.10.2019


Bugün, Orta ve Yakın Doğu’nun bitmez tükenmez ırk ve çıkar savaşlarından, emperyalizmin entrikalarından söz etmeden önce, size güzel bir insandan bahsedeceğim.

İnsan, kaybettiklerini özler. Hele bir de alçak katiller tarafından yok edilmişse… Ben de doğal olarak en yakın dostlarımı, her gün haberleştiğim, konuştuğum, uzun uzun dertleştiğim dostlarımı özlüyorum, yaşadıklarımıza bakıp onlarla bu noktalara kadar gerilememek için nasıl kafa patlattığımızı hatırlıyorum ve kahroluyorum. Sevgili Muammer Aksoy’u, sevgili Uğur Mumcu’yu, sevgili Onat Kutlar’ı, sevgili Ahmet Taner Kışlalı’yı çok özlüyorum. Bu isimlerle olduğu kadar sık görüşmemiş olsak da değerli Çetin Emeç, Bahriye Üçok, Turan Dursun, Necip Hablemitoğlu da hep kalbimdeler. Durmadan “Onlar yaşasaydı, şu durumda nasıl tepki verirlerdi” sorusunun yanıtını arıyorum. Muammer Aksoy, anayasanın demokratik yapısının darmaduman edilmesine karşı neler yapardı; Uğur Mumcu, hepimizin ağzını açık bırakacak hangi yolsuzluk kanıtlarını masasından Türkiye’ye yayardı; Onat Kutlar, sanatçıların, kitle örgütlerinin tepkilerini nasıl birleştirirdi… Onlarla bazen konuşuyorum, sıkıntılarımızı onların açık beyinlerine itiraf edip yanıt bekliyorum. Aynen bazen doğal (?) yollarla kaybettiğimiz, Türkan Saylan, İlhan Selçuk, Aziz Nesin veya babam Suphi Baykam’la dertleştiğim gibi... Çıkmaz sokaklara çare aradığım o sessiz ve hazin anlar bunlar...

Büyük dost, eşsiz insan Ahmet Taner Kışlalı’nın aramızdan ayrılışının ardından 20 koca yıl geçmiş. Birkaç gün önce mezarı başında olamadığım için çok üzgünüm. O lanet olası günü unutmama imkan yok. Eski “Manastır” atölyemde, bir öğleden sonra işlerime bakarken gelen telefon, acı cümleler... Son sürat açılan televizyon, beklenen mucizevi kurtulma ümidi… Ve hemen ardından o kabullenemediğimiz, içimizi kanatan melun kaybetmiş olduğumuz haberi... Nefesimin kesilmesi, gözyaşlarımın istilası, isyan, haykırışlarım...
Oğlum henüz 10 aylıktı. Sevgili Kışlalı’nın onun doğumunu kutlayan telefonu, “Dedesinin adını en güzel şekilde yaşatsın” temennileri henüz tazeydi. “Ödünsüz Laik Türkiye” başlıklı kitabıma 1995’de yazdığı önsözde sarf ettiği güzel sözler, beni mahcup edecek düzeydeydi. Neredeyse her hafta telefonlaşır, siyasi durumun genel bir değerlendirmesini yapardık. Birçok panele, Anadolu’nun değişik kentlerinde beraber katılır, yobazların halkımızın düşüncelerini kirletmelerine karşı en açık sözlerle ve mantık yapımızla dur demek için elimizden geleni yapardık.

Kendisini yakından tanımış herkes, ne dediğimi çok iyi bilir ve sözlerimde hiçbir mübalağa olmadığını bilir: Ömrümde Ahmet Taner Kışlalı kadar klas, şık, zarif, Atatürk’ün değerini zaman içinde her fikrini sınayarak en derin şekilde içselleştirmiş ve ödünsüz savunuculuğunu yapan, dinlemesini bilen, özenli, dikkatli ve güvenilir bir dost, bir vatandaş, bir insan olmayı bu kadar samimi ve güvenilir şekilde sürdüren, her haliyle saygı uyandırıp aydınlanma devriminin çağdaş hukuk, eğitim ve sanat yoluyla yayılacağının bilincini hiçbir gün terk etmeyen mükemmel bir insan az tanıdım! Ailesiyle daha sık bir araya gelememek, ayrı şehirlerde olup az görüşmek de ayrı bir üzüntümdür. Bu Cuma, onları en değerli misafirlerim, onur konuklarım olarak Ankara’daki Galeri Siyah Beyaz açılışına davet ettim. Onlara sarılarak yeri doldurulmaz eşsiz dostuma olan hasretimi bir nebze olsun gidermek istiyorum.


SOÇİ HERKESİ MUTLU EDEBİLİR Mİ?
Soçi Mutabakatı ile Barış Pınarı Harekatı diplomatik bir rotaya şimdilik oturmuş gözüküyor. Ama ABD homurdanıyor, “Türkiye bir şey kazanmadı ki!” şeklinde yorumlar duyuyoruz. Zaten rahatsız oldukları ana konu şu: “Bir dakika yahu! Daha düne kadar en havalı şekilde size masada şartlar dayatan bizdik, Trump’tı, Pence’di. Şimdi 5 gün sonunda ne oldu da siz birden ‘öbür ayı’ ile yatağa girdiniz, pardon masaya oturuverdiniz?”. (İnönü’nün tarihi sözünü tekrar hatırlatırsak) Kim ev sahibi, kim patron, kim kiracı, kim ortak? Olay tam Arap saçı! Nasıl soyut bir eseri, herkes kendi algılarına göre öznel olarak yorumlayabiliyorsa, burada da gerek Türkiye gerek Amerika gerek Rusya gerek Suriye, yaşanan durumu kendi haklılık teorilerine göre aktarıp birbirlerini diplomasi platformunda etkilemeye çalışıyorlar. Bir satranç oynanıyor. Ama kuralları herkes kendi çıkarları açısından ilerleyen durumlara göre baştan yazabiliyor! Terör örgütü ise, değişik isimlerle, sözde farklı oluşumlarla, birbiriyle anlaşamayan ülkelerin yarattıkları gri alanlar, belirsizlikler ve toz duman içerisinde, kaosta hala varlığını sürdürme peşinde. Soçi Mutabakatı bunu artık yeni ve dar sınırlara zorlasa da, Erdoğan’ın Esad’la süregelen kopukluğu, herhalde hala en çok onlara yarıyor!
Trump’ın bir devlet başkanı tarafından yazıldığına inanılması zor kaba mektubunun ardından, Erdoğan’ın Putin ile Suriye bataklığını şekillendirmeye oturmuş olması, Amerikan cephesindeki “yeni hamle seçimi” öncesinde, sanki ilgi, endişe ve çıkar hesapları karışımı tadında! Bu sefer önümüzde 150 saatlik bir süreç için kum saati çalışıyor. ABD Dışişleri Bakanı Mike Pompeo’nun CNBC’de “Trump, ‘gerekirse Türkiye’ye karşı askeri hareket yapabiliriz’ dedi” demeci ve hemen ardından gelen tekzibi, Türkiye’nin alışık olduğu “biz onu demek istememiştik” ekolünün bir uzantısı gibiydi…
Batı, yıllardır Türkiye’ye karşı hep iki yüzlü, hatta çok yüzlü siyasetler izledi. Açık veya üstü kapalı tehdit, blöf ve şantajlar, her zaman Pompeo’nun askeri hareket imasına kadar varmasa da, ekonomik açıdan Türkiye’yi çökertme kartı hep masada tutuldu. Konular değişti, bu tavır değişmedi. Bazen Kıbrıs, bazen Ermeni lobisi, bazen Güneydoğu’da PKK ile çatışmalar veya operasyonlar konu edildiğinde Amerika ve bazen de Avrupa, hep sivri dillerini ve tırnaklarını öne çıkardılar.
Batı medyası da bu acınası tavırlara destek vermek için hep işine gelen dezenformasyon kampanyaları yapmayı görev bildi.
Barış Pınarı Harekatı’nın finalinde, Türkiye’nin “iki ayı ile yatağa girip”, bundan en azından şimdilik gözle görülür bir yara almadan, üstelik sahada aktif bir “kanun koyucu” taraf olarak ortaya çıkmış görünmesi özellikle Avrupa için çok şaşırtıcıdır. Onların bugünlerdeki şaşkın psikolojik durumu, vallahi saydığımız herkesten daha vahim durumda!

18 Ekim 2019 Cuma

“AYILARLA YATAĞA GİRME”NİN ŞEKİLLENDİRDİĞİ ÇATIŞMALAR | Bedri Baykam | 17.10.2019


Barış Pınarı Harekâtı’na ilk baktığımızda, Türkiye’nin teröre karşı bir mücadeleye girişmesinden daha normal bir hamle olamaz diyoruz. Batı’nın yüzyıllara yayılan Türkler’e karşı önyargısını, çıkarcı ve değişken politikalarını bilmeyen yok. Çifte standart konusunda eksper olduklarını da rahatlıkla söyleyebiliriz. Türkiye’nin bu harekât için haklı gerekçeleri olduğu da ortada. Bu arada Erdoğan’ın “Savaş bir başka devletle olur. Bu bir savaş değil, terörle mücadeledir” sözlerinin ciddi bir ağırlığı var. Burada hedefin kesinlikle Kürtler değil, PYD/YPG olduğunu, terör devleti kurulmasını engellemek, yüz binlerce Kürt asıllı Suriyeli vatandaşın evlerine geri dönmesini sağlamak için orada bulunduğumuzu ısrarla vurgulaması da önemli.
Operasyon öncesinde, Trump’ın bölgeyi boşaltma kararı ve hemen ardından Türkiye’nin bölgeye girmesi, buna rağmen Amerika’da özellikle Senato ve Temsilciler Meclisi’nin şiddetle operasyona karşı çıkarak acil yaptırımlar istemeleri, ilginç bir gri alan. Amerika’da çift başlı yönetim çatlakları, “tavşana kaç, tazıya tut” mu demiş oluyor? Sanki Türkiye’nin harekâtına kapı açıldı ve ardından tepkiler yağmaya başladı.

SİLAH TİCARETİ, BARIŞ SEVMEZ
Bu arada çatışmalar, dünya tarihinde ve yakın tarihte kime yarıyor? Tabii ki herkesten önce silah tüccarlarına! Silah üreticilerine ve onları pazarlayan ülkelere, bu ticaretten payını alan kimi siyasetçilere! Herhalde onların “ateşkes” istediğine inanmayacaksınız! Bakın, ben Atatürk’ün “Yurtta Sulh, Cihanda Sulh” felsefesine inananlardanım. Dolayısıyla bu operasyon için de en büyük isteğim, bir an önce sonuçlanması. Tabii ki fedakârca gözü kapalı hedefe yürüyen ordu mensuplarımızın arkasındayız, onların değerini biliyoruz, onlara sevgi ve dayanışmamızı yolluyoruz. Öte yandan her şehit askerin nasıl yüzlerce akraba ve dostunu mahvettiğini, halkın kalbini nasıl parçaladığını da biliyoruz. Bu bir basket maçı değil. “Ölü sayısında açık farkla avantaj sağlamak” gibi bir istatistiğin peşinde koşamaz kimse, vicdan bunlara elvermez. Kaldı ki ölüp giden teröristlerin çoğunun da örgüt tarafından kandırılmış, ailelerinden koparılmış, hayatı başlayamadan bitirilmiş gencecik insanlar olduğunu bilmiyor muyuz? Türkiye’nin hedefi, terörü yalnız savaşla bitirmek değil, ırk ayrımcılığı üzerinden dayatmayla bu zavallı emellere emperyalizmin kurban ettiği bu kesimin uyanıp gerçekleri görmesini sağlamak olmalı.
Zaten çok ağır şartlarda seyreden ekonomimizin, bu operasyonun maddi yükünü ne kadar kaldıracağı da ciddi bir endişe konusu. Burada ABD veya Avrupa’nın ekonomik tehditlerinin olası sonuçlarından da öte, doğrudan o korkunç genel askeri savaş maliyetinden söz ediyorum. Bir ülke ekonomik olarak önünü görmeden uzun süre yürüyemez.

ESAD’LA MÜZAKERESİZ SORUN NASIL ÇÖZÜLÜR?
Ben, Şam’la diyaloga kurmadan, Esad’la tekrar Türkiye’nin de çıkarlarını koruyan sağlam anlaşmalara girmeden, bu büyük sorunun kalıcı bir çözüme ulaşmasının çok zor ya da imkansız olduğunu düşünenlerdenim. Putin’in temsilcisi Lavrentyev’in Türkiye ve Suriye’nin çeşitli bakanlıklar ve istihbarat servisleri üzerinden temasta olduklarını duyurması yeterli değil. Çok daha güçlü bir düzeyde Türkiye-Suriye teması lazım. Türkiye zaten bulunduğu topraklara el koymayacağına göre, Şam’la masaya oturmaya bir gün mecbur kalacak. Ülkemiz bu konuda tereddütlü veya pasif davrandıkça, Esad’ın farklı arayışlara girmesi de -izlediğimiz gibi- kaçınılmaz olacak! Türkiye, bu dönüş diyalogunu geciktirdikçe, beklenmedik farklı ittifak hamlelerinin önü açılıyor. Rusya’nın Suriye için istediği Anayasa’da, Kürtler’e bir çeşit “kültürel otonomi” istiyor olması ve bunun Şubat 2017’de Moskova’da yapılan Kürt Konferansı’nda gündeme gelmesi, bugün bu şartlarda hangi uzantılara ulaşır?
Sonuçta, bugünlerde tarihi dik duruşu sıkça hatırlanan İsmet İnönü’nün ünlü deyimiyle, Türkiye bir değil, “iki ayı ile” yatağa girmiş oluyor! Hem de aynı coğrafyada, gizli ve derin soğuk çıkar savaşı yürüten iki ayı... Operasyonun uzaması, 911 kilometrelik sınırın lojistik olarak giderek ağır faturalarla hedeflerimiz açısından kontrol altında tutulma çabası, ilerleyen süreçlerde diplomatik kıskaçlar altında giderek zorlaşacak.

HAREKATI, İÇ SİYASET MALZEMESİ YAPMA GÜDÜSÜ
CHP ve İYİ Parti, bu kritik harekata destek verdiler, ama doğal olarak bazı çekincelerini de ortaya koydular. Erdoğan’ın AKP İl Başkanları toplantısında, harekattan söz ederken “İnşallah en kısa zamanda bu fetih müyesser olur” şeklindeki demeci haklı tepkiler aldı ve uluslararası plandaki yalnızlaşmamızın yeni bir gerekçesi oldu. Bu arada bu harekâtı, 1974 Kıbrıs Harekatı’na doğrudan benzetmiş olması, belki en azından bilinçaltında yeni bir “Kıbrıs Fatihi Ecevit” imajı arayışında olduğunu gösteriyor. Cumhurbaşkanı’nın konuyu iç siyaset malzemesi yapma doğrultusunda güç ihtiraslarına mağlup olduğu anlar arasında, Suriye konusunu işlerken aynı toplantıda “Buradan milletimizin her bir ferdini partimiz saflarına katılmaya davet ediyorum” dediği an vardı. Hiç olmazsa her gün yeni şehit haberlerinin geldiği bir süreçte, çelişkili anayasa maddelerimizin ötesine geçerek (Anayasamız Cumhurbaşkanı’nı hem “tarafsız”, hem de bir partinin siyasi genel başkanı olarak görmekte bir sakınca görmüyor) AKP sıfatlarını rafa kaldırabilmesi beklenebilirdi. Böyle bir tavrı olmayınca, muhalefet eleştirilerinin de gelmesi kaçınılmaz oldu. Hem de yaşadığımız günlerde ulusal beraberliğimizin önemini her gün ifade ediyor olmalarına rağmen... Bu hatalar, Cumhurbaşkanı ve hükümetinin “giderek Türkiye’yi bir parti devleti” haline getirdiği yönündeki eleştirileri doğal olarak yoğunlaştırdı.
İşlenecek daha çok konu var. Örneğin, bu operasyon dahil, herkesin her konuda aynı fikirde olmama hakkı... Ya da gelenekselleşmiş batı medyası dezenformasyon kampanyasının da etkisiyle uluslararası diplomasi alanında artık neredeyse mecburi yalnızlığa mahkum edilen bir ülke olarak yaşamanın zorluğu gibi. Belki haftaya...
Şehitlerimize, kederli ailelerine ve arkadaşlarına, Türk milletine bir kez daha baş sağlığı dileyerek, ordumuzun bir an önce hedeflerine ulaşarak yurda esenlikle döneceği anı iple çektiğimi ifade etmek istiyorum.

11 Ekim 2019 Cuma

TRAFİK TERÖRÜ VE OTORİTELERİN ACİZLİĞİ | Bedri Baykam | 10.10.2019


Araba kullanmak halkımızın genel yapısına pek uygun bir faaliyet değil. Hele ki yağmur yağdığında...
Ülkemizde yollara çıkmak, harbe gitmek gibi bir şey!
Trafik terörünü anlatırken, izninizle önce şehir içinden başlayalım! 17 yıldır pek olumlu hareketine denk gelemediğim AKP hükümeti, bu seneyi beni şaşırtarak “Yaya Önceliği Yılı” ilan etti. Normalde her ülkede “yayalara saygı” nefes almak gibi bir şeydir. Ülkemizde ise direksiyonun başına geçenler, aslında hepimizin birer yaya olduğunu unuturlar ve yollardan yürüyerek geçenleri ezilecek sinek gibi görürler. Yaya geçitleri ise onların gözünde yayaların cezalandırılacağı noktalardır. Babamdan öğrendiğim en önemli şeylerden biri, yayalara göstermemiz gereken saygıydı. Yalnız durmak değil, aynı zamanda zarif bir el hareketiyle “Buyurun geçebilirsiniz” demek... İtiraf edeyim, ben bunu yaptığımda insanların belki dörtte biri, güvenip geçemiyorlar.

MAGANDALARIN SEYİR DEFTERİ
Yaya geçitlerinde yaya yol vermek resmen ustalık istiyor! Deli gibi arkanıza yapışarak hızlı kullanan sürücüler, siz durup yol vermeye çalışırken ya size bindirecek gibi olurlar, ya solunuzdan yayayı hiçe sayarak tıraşlayarak geçerler, ya da yolu bu münasebetsiz nezaketle tıkadığınız için hırıltılı kornalar çalarlar! İki seçeneğiniz olur, ya arabadan inip “Nedir derdin, yayalar ölsün mü, sokağa mı çıkmasınlar?” diye sakin bir sesle sormak ya da bu saygısız ile sonu karakolda bitecek bir kapışmaya girmek! Geçen Cuma günü, Beşiktaş Stadı’nın önündeki yaya geçidinde ben her zamanki gibi yol verirken, 34 TBP 97 (Hıncal Ağabey gibi hissettim kendimi!) plakalı taksi, yol verdiğim yayanın önünü keserek umursamadan solumdan basıp geçti!
Abdülkadir Günyaz, değerli bir sanat yazarımız. Etiler’de, karşıya geçerken “Herhalde kendini kovboy sanıyordu” dediği bir motosikletli onu ezip geçmiş, durmadan da kaçmış! Kafatasında kanama, travma, kırıklar derken Günyaz bir hafta ile atlatmış hastane süresini ve kurtulmuş. Başka motosikletli kovboylar da şehir içi bulvarlarda “aletlerini şaha kaldırarak” yaşamlarındaki kompleksleri topluma kusmakla meşguller... Aynen motosikletlileri taciz etmeyi bir yaşam tarzı haline getiren kimi taksiler ve kamyonlar gibi... Al birini vur ötekine! Ne şehir yolları motosikletlerin “rodeo” gösteri alanıdır, ne de motosikletliler diğer araçlardan daha az hakka sahip, beyinsizlerin saldırma hakkını kendilerinde gördükleri kurbanlardır!
Ders verdiğim Altınbaş Üniversitesi’nde bir el ilanı gördüm: Moda Tasarım öğrencisi İrem Uzer, hızla gelen arabanın çarpması sonucu yoğun bakıma alınmış. İrem hastanede iki ay kalmış, tesadüfen ölümden dönmüş. Kendisine çarpan “önemli aile” çocuğu, 16. vukuatından da hapse girmeden kurtulmuş. Kazanın videosunu seyrederseniz ağlarsınız.
Bunlar, şansın yardımıyla canlı kalabilenler. Maalesef kaybettiklerimizin dökümüne ve ülkemizde yarattıkları yıkıma hiç girmeyelim. Bu makaleyi okuyan binlerce insanın yüreğini yakan kaç yeri doldurulmaz kaybımız var acaba?
Demokrasinin oturmadığı ülkemizde “çakar” kullanma yasağı da havada kalan bir duyurudur. Siz bu baskıya boyun eğip sağa çekmezsiniz, o siyah makam arabasından korumalar inip sizi en azından taciz edebilir. “Çakar yasağı” haberi, bu aleti kullanma imtiyazı verilen “istisnalar”ı da içeriyor! Peki insanın, arabanın içindekilerin yetki belgesini sorma ve kontrol etme şansı var mı? Geçiniz!
Şehir içinde sürat yaparak turuncu, hatta kırmızı ışıkta geçenler, polisleri umursamadan üç araba yan yana park edip yolu tıkayanlar, hiçbir yol ağzında birbirlerine yol vermemeyi “erkeklik” veya “kadınlık” göstergesi sananlar, dar sokaklarda saatte 80’le gidenler, akar trafikte Fransızların “balık kuyruğu” dedikleri şekilde makas atarak trafiği birbirine katanlar, zincirleme kazaya sebep olanlar, Bağdat Caddesi’nde gece yarısı yarışanlar, hepsi kendilerini son derece dokunulmaz birer vahşi batı haydutu hissediyorlar. Bu arada toplu suç işlemeyi kolay bir cezadan kaçış yöntemi olarak kabul edenler, “asker uğurlama” adı altında bir rezalete imza atarak büyük korna gürültüleriyle, polisleri de hiç umursamadan bütün kenti taciz ederek bazen de etrafı silah yağmuruna tutuyorlar. Bu arada “yol benimdi-senindi” kavgasından ötürü, arabasında bıçak, silah veya beyzbol sopasıyla gezen magandalar da, hiçbir ciddi ceza almadıklarından gayet rahatlar!
Tüm bunlara karşı ise otoritelerin alabildiği tek önlem alkol ve kimlik kontrolü yapmak! Pes!

AZRAİLİN BÜYÜKELÇİLERİ”
Uzun yolda, trafik polisi ve jandarmanın neredeyse tek yaptıkları şey, yolun çok rahat olduğu ve sürat tahdidinin mantıksızca düşük olduğu yollarda pusu kurarak sürücülere ceza kesmek, yola sinir küpü olarak devam etmelerini sağlamak! Araçların rahatça 150 ile gidebilecekleri noktalara 90 limiti koymak, ceza kesmek için pratik bir yöntem olabilir ama trafik kazalarını azaltıcı bir önlem değil. Bugünkü teknolojik imkanlarla, bu demode yöntemler yerine, mesela saatte 150 ile giderek önündeki arabanın 3 metre arkasında seyreden ve cezaya davetiye çıkaran tacizcilere karşı bir önlem almayı başarsalar veya virajlarda birbirleriyle yarışan tırları, kamyonları engelleyebilseler, uyuyan otobüs şoförlerinin önlemini alabilseler, saatte 200’le makas atarak herkesi taciz edenleri durdurabilseler, o zaman kazalarda ciddi bir düşüş yaratırlar. Yoksa olsa olsa hazineyi mutlu eden uyduruk hız ve limitte alkol cezalarıyla, kendilerini tatmin ötesine geçemezler ve ölümlü kazalar giderek artar.
Lütfen bana kimse bürokratik yanıtlar vermeye kalkmasın: “Efendim bu bizim sorumluluk alanımız değil; her ilin valisinin, jandarmasının, il trafik polisinin sorunu”
Benim devletten beklediğim, hiçbir faydası olmayan ve kazaları durduramayan bu yöntemlerin dışına çıkarak, uydularla yolları kontrol etmek, özel araçların veya insanların bu magandaları o gün o yolda bulunacak ekiplere kolaylıkla şikayet etmesi için özel hatlar oluşturmak ve kaza olmadan engelleyebilmeyi sağlamak! Vatandaşların sağlığını ve can güvenliğini hiçe sayarak her yerde serserice araba kullanmayı gösteriş-erkeklik ve mafyalık sendromları ile harmanlayanlar, acilen yeni metotlarla hak ettikleri büyük caydırıcı cezaları ağır şekilde bulmalılar!

3 Ekim 2019 Perşembe

BİR “LUNAPARK CİNAYETİ”NİN ARDINDAN... | Bedri Baykam | 03.10.2019


(Bu makaleyi yayına verirken bile boğazı kocası tarafından kesilerek öldürülen bir kadının, Kadriye Ecim’in haberini geçtiler.)

Söyleyecek söz bulamıyorum. “1 Ekim 2019 günü, akşam haberlerinde dinlediğim çok üzücü bir yerel haber” diyerek sayfayı çevirmem imkansız. Her defasında “Yok artık bu kadar alçaklık da olacak şey değil!diyorum. Hemen ardından ortaya yeni bir alçak çıkıyor. Sözünü ettiğim en taze alçak Manisa’nın Salihli ilçesinde ortaya çıktı. Henüz 34 yaşında genç bir baba olan Eren Erbahçeciler, Manisa Su ve Kanalizasyon İdaresi’nde çalışan sade bir vatandaşımızdı. O gün, 9-10 yaşlarındaki kızına güzel bir gün geçirtmek için lunaparka götürdü. Belki bütçesinden ayırdığı mütevazi parayla onu kaç değişik oyuna sokabileceğini ondan sonra da neler yedirebileceğinin hesabını yapıyordu. Sonra bir jeton tartışması çıkmış, şerefsiz görevli jeton atmadığını iddia etmiş. Erbahçeciler ise tabii ki attığını söylemiş, kavga çıkar çıkmaz da K.S., silahını çıkarıp genç babayı kurşun yağmuruna tutmuş.
Lütfen geleneksel “Aman Allah’ım ne korkunç ya!” diyerek sayfayı çevirme alışkanlıklarınızı köşeye kaldırın, kendinizi o küçük kızın yerine koyun. Ömür boyu, o yaşadığı kabus ötesi dramı unutma şansı var mı? Daha sonra hangi siyasi lider kim hakkında hangi ağır lafları etmiş, Ali ne cevap vermiş, Veli ne demiş, herhangi bir şekilde bunları umursama fırsatı olacak mı bu kızımızın? Hangimizde onu ömür boyu teselli edecek kapasite var? Yalnız kızı mı? Arkasında bıraktığı babasını, ailesini, yakınlarını izledim cenaze videosu boyunca... Sözün bittiği yer! Empati duygunuzu, yani karşınızdaki insanın o anda ne hissettiğini algılama çabanızı, her an canlı tutun lütfen. Sayılamayacak kadar faydasını göreceksiniz.
Maalesef cezalar caydırıcı değil. Ama ben herhangi bir hükümetin basit tuzaklarına düşmem. Düşüncesiz dernekler gibi “Hadi idam cezası konulsun” diye tempo tutmam. İdam cezasını bir hükümet buna benzer gerekçelerle devreye sokup geri getirse, yarın öbür gün uydurma bahanelerle bunu hangi siyasi karşıtlarına karşı kullanabileceğini çok iyi bilirim. Yani konumuz idam tartışması yapmak değil. Ama lütfen başka yaratıcı fikirler bulun. Böyle bir alçağa ne ceza verirsiniz? Üç kuruşluk jeton tartışmasından kızının önünde bir babaya önce iftira atıp, ardından ona son nefesini verdirten bir mikrop var karşınızda...

HANGİSİNİ SAYALIM?
Size yalnız son bir çarpıcı örneği hatırlattım. Hangisini sayalım? Yalnız son iki yılda buna benzer yaşanan adilikleri saymaya kalksanız ortaya ansiklopedi çıkar. Daha birkaç hafta önce kızının önünde “Ölmek istemiyorum” feryatları içerisinde son nefesini veren annemizi mi hatırlayalım? Ya da annesinin sevgilisi tarafından dövülerek öldürülen beş yaşındaki küçük Eymen’in son anlarını düşünüp insanlığımızdan mı utanalım? Peki ya İstiklal Caddesi’nde iki alçak tarafından bıçaklanarak öldürülen İTÜ’lü Halit Ayar kardeşimiz? Onu unutmadınız herhalde... Sokak ortasında kendisinden para talep eden iki cani serserinin kurbanı olmuştu. Onun acısı ve utancı geçti mi içinizden? Onun ailesinin acıları hiç dinecek mi sanki?

BOKS DEĞİL, CİNAYET SEYREYLEYEN “POLİS”LER...
Bir ay önce Batman Otogarı’nda yaşanmış Suat Yüksekbağ cinayeti ise inanın saydıklarımdan bile daha korkunç: Bir “ödenmemiş kan parası” bahanesiyle, masum bir genç, binmiş olduğu otobüsten alçaklar tarafından indiriliyor, otobüs şirketinden, otogar yetkililerinden hiçbir tık yok; ama durum daha da vahim: Abisi bir başka kavgada birini bıçaklayıp öldürdü diye, o ailenin mensubu olmaktan başka suçu olmayan Suat Yüksekbağ, otogarda bıçaklanarak yerlerde can çekişirken, kamuya açık alanda bilinçli olarak öldürülürken 5 polis, o anda işlenmekte olan cinayeti seyrediyor. Şimdi haklarında soruşturma açılmış veya açığa alınmışlar, ne işe yarar? Bana sorarsanız onların suçu katilden daha fazla! Onlar vatandaşın malını ve canını korumak için devletten maaş alıyorlar. Ama çarpık uygulamalı bazı tartışmalı yasalardan korktukları bahanesiyle başlarına bir idari soruşturma veya ceza gelmesin diye silahlarını çıkarıp katliamı durdurmuyorlar. Tam tersine belki insanlığını devreye sokacak olan başka vatandaşların yaralıya yaklaşmasını engelliyorlar! Sanki katil işini kimse karışmadan rahat bitirsin diye... Halkın arasından “vurun şunu lan” diye insanlar bağırırken, maaşını ödediğiniz polis, “bir şey yok” diyor. Katil ne kadar ceza alırsa, o polislere bence bunun net iki katını vermeniz lazım! Katilin ortalıkta görüntülü video-telefon konuşması geziyor: “Bütün ailesinin kanını bardağa koyar içerim”. O polisler, akşam evde ne diyeceklerdi ailelerine? “Bugün bizim korumamız altında bir adamı acayip katlettiler ama olaya bulaşmamayı başardık” mı diyecekler? Sorsanız size dinden imandan söz açarlar, mangalda kül bırakmazlar! Demek dinden, kul hakkından, merhametten de anladıkları bu kadar! Tabii ki bu sözüm tüm polislere değil, bu meslekte yer almayı hak etmeyen bunlar gibi bilinçsizlere...
Örnekler sonsuz... Öldürülen kadınlarımız, yani kanayan en büyük yaramızdan sürekli söz ediyoruz. Ne yazık ki gün geçmiyor ki yeni bir “sözde erkek” eline tabanca ya da bıçak alıp bir kadın öldürmesin!

İŞİN KÖKENİ: SEVGİ VE EĞİTİM YOKLUĞU!
Tabii ki her şey dönüp dolaşıyor eğitime geliyor ve ailelerinden gördükleri veya görmedikleri şefkate... Çocuklarına sarılmadan, onları öpüp koklayıp kucaklamadan büyütmeyi büyük meziyet sanan anlayışın yurdun birçok yerinde süren egemenliği... İlköğretim veya liseye ne kadar gidip gitmedikleri ve orada alıp alamadıkları eğitim... Öpüşmenin ve sevişmenin yasak olduğu ama her türlü adam öldürmenin, bıçakla, tabancayla, bombayla, gırtlak sıkarak, döverek, kafasını taşlarla ezerek insan öldürmenin olağan görüntü sayıldığı televizyon ekranlarımız... Erkek egemen toplumun bireylerinin kendi içlerinde “insan öldürme yetkisi”ni kullanmayı doğal bir hak olarak görebildikleri zavallı bir toplum olarak her gün tescil yiyoruz. Yasalar yetersiz, polis görev ve salâhiyetleri kanunları ve uygulaması daha da yetersiz! Toplumda, kadına ve çocuğa yönelik şiddet, herhangi bir konudan “erkek”lerin birbirine yönelik şiddeti her yerde tetikte bekleyen bir canavar gibi. Buna tabii bir de “trafik terörü” ve “siber zorbalık” konularını da eklememiz lazım. Ama onları da ayrı olarak ele alacağım.

27 Eylül 2019 Cuma

“ANKARA’DA HAKİMLER VAR” DEDİRTENLER... | Bedri Baykam | 26.09.2019


Gerek Başkanlık Sistemi’nin, gerek Yasama ve Yürütme’nin aldığı moral bozucu kararların dökümünü yapmaya kitaplar yetmez! Hazırlanan yargı paketinin yetersizliği de hergün muhalefet tarafından haklı olarak ifade ediliyor. Öte yandan ender de olsa, yargının değişik kademelerinde alınan kimi kararlar da tam tersine şaşırtıcı bir şekilde yüreğimize su serpiyor ve ünlü deyimle “Ankara’da hakimler var” dedirtiyor! Bazılarını burada hatırlatmak istiyorum, çünkü adalete güvenimizi kaybetmememiz lazım; doğruya, dürüstlüğe ve hukuka yönelik taleplerimizin dayanışma içinde inatla sürmesi lazım!
- Bunların en önemlisi, Yargıtay’ın tutuklu yargılanan sevgili Cumhuriyet ekibi hakkında aldığı “Beraat isteme kararı” ve özellikle açıklanan detaylı gerekçeler. En çarpıcı olanlar: “Basın özgürlüğü, bilgi edinme, yayma, eleştirme haklarını içerir. Basın, hükümetin kararlarını halk adına denetler” ve “Mahkumiyetin kesin bir ispata dayanması ve ispatın kuşkuya olanak vermemesi gerekir.” Sonuçta bu kararla gelen beraatlar gazetemiz açısından büyük bir nefes, tartışılmaz bir hukuki aklanma ve arkadaşlarımız adına mutluluk kaynağıdır.
- Bir başka güzel haber, Ağustos ayında, Ankara 4. İdare Mahkemesi’nin TMMOB Şehir Plancıları Odası tarafından açılan davayla müzayede ile satışa çıkarılacak Atatürk Orman Çiftliği arazisi için yürütmeyi durdurma kararı vermesi olmuştu. Kararın gerekçesinde “AOÇ arazilerinde ticaret ve konuta izin verilemez, Atatürk’ün şartlı bağışına aykırı işlem yapılamaz” denilmişti.
- Yine Ağustos ayında ombudsmanlık görevini sürdüren TC Kamu Denetçiliği Kurumu, FETÖ-PYD mensubu iddiaları yüzünden kamu görevinden ihraç edilen E.A. yaptığı itiraz sonucu kamu görevine iade edildi ve uzaklaştırma işlemine ait kayıtların hizmet cetveli, sicil hareketleri ve hizmet takip programlarından silinmesini istedi. Başvuruyu inceleyen KDK, E.A.’nın talebini haklı buldu.
- Ankara Büyükşehir Belediyesi ile ODTÜ Rektörlüğü arasında imzalanan protokolün ardından 2017‘de ODTÜ arazisindeki ağaçların bir gecede kesilmesiyle açılan yolla ilgili bir gelişme Temmuz ayında yaşanmıştı. Yine TMMOB Şehir Plancıları Odası Ankara Şubesi’nin açtığı davada Ankara 9’uncu İdare Mahkemesi planların yürütmesinin durdurulmasına karar vermişti.
Şehir Plancıları Odası “Hiçbir nesnel ve bilimsel gerekçe olmaksızın, gerekli analiz ve ön çalışma yapılmadan sadece noktasal olarak problemleri çözme amaçlı yol ve katlı kavşak projeleri sonucu ODTÜ ormanı zarara uğratılmış ancak hukuksuzluğu açık olan bir projeye mahkeme dur demiştir” ifadesini kullandı.
- AYM, Hendek operasyonları sırasında "Barış Bildirisi" yayınlayan ve devletin katliam yaptığını söyleyen; bu nedenle görevlerinden uzaklaştırılan akademisyenlerin haklarının ihlal edildiğini açıkladı. "Başvurucuların altına imza attıkları açıklama gerçekten de toplumun büyük çoğunluğu için kabul edilemez bir içeriğe sahiptir. Terörle mücadele eden devleti, halka 'katliam', 'kıyım' ve 'işkence' yapmakla suçlayan bir açıklamaya katılmak elbette mümkün değildir. Bununla birlikte, Anayasa Mahkemesi'nin hiçbir şekilde içeriğine katılmadığı sözler de ifade özgürlüğü kapsamında kalabilir" gibi dikkat çeken ifadeler kullandı. AYM ayrıca “İfadelerin doğru ya da rahatsız edici olması belirleyici olamaz/Operasyonlar hakkında yorum yapılması normal karşılanmalıdır/Ağır eleştirilere daha fazla tahammül edilmesi gerekir/Cevap olarak ceza verilmemesi gerekir” şeklinde yorumlara da yer verdi.
- Üç yıl öne Beyaz Show’daki konuşmasında, “terör propagandası yaptığı” gerekçesiyle 1 yıl 3 ay hapis cezasına çarptırılan tutuklu öğretmen Ayşe Çelik hakkında AYM’nin hak ihlali vermesi de yine demokrasiyi koruyan kararlardan biri. AYM, öğretmen Ayşe Çelik hakkında ifade özgürlüğü ihlali ile 5.500 TL tazminat ödenmesine karar vermiş ve tahliye etmişti.
- Asgari ücretin yanı sıra performans ücretinde de eksik ödeme yapılması üzerine işverenin kapısını çalan bir işçi, eli boş dönünce 3. İş Mahkemesi’ne gidip kıdem tazminatı ve fazla mesai ücretlerinin ödenmesini talep etti. Mahkeme, davacı işçiyi haksız buldu. Ama Yargıtay 22. Hukuk Dairesi emsal bir karara imza attı: 4857 Sayılı İş Kanunu’ndaki, “Her türlü işte uygulanmakta olan çalışma sürelerinin yasal olarak daha aşağı sınırlara indirilmesi veya işverene düşen kanuni bir yükümlülüğün yerine getirilmesi sebebiyle ya da bu kanun hükümlerinden herhangi birinin uygulanması sonucuna dayanılarak işçi ücretlerinden her ne şekilde olursa olsun eksiltme yapılamaz” hükmüne detaylı olarak dikkat çekildi. Kararda şu gibi ifadelere yer verildi: “İşçinin açıkça onay vermediği esaslı değişiklikler işçiyi bağlamaz. İşverenin herhangi bir sebeple tek taraflı olarak işçinin ücretinde ya da ücret nevinden bir alacağında indirime gitmesi mümkün değildir.”
- Yargıtay 4. Hukuk Dairesi, 17-25 Aralık operasyonlarının yaşandığı dönemde Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın oğlu Bilal Erdoğan’ın yöneticisi olduğu TÜRGEV’i “rüşvet havuzu” olarak nitelendiren CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu’na üç ayrı davada verilen toplamda 27 bin 500 TL tazminat cezasını bozdu. Kılıçdaroğlu’nun dile getirdiği iddiaların “kamusal çıkarlarla ilgili olduğuna” dikkat çeken Yargıtay 4. Hukuk Dairesi, gerekçesinde açıklamaların “ifade özgürlüğü sınırları içerisinde kaldığını” bu nedenle davaların Kılıçdaroğlu lehine reddedilmesi gerektiğini vurguladı. Yargıtay, ayrıca TÜRGEV’in açtığı ancak Kılıçdaroğlu’nun kazandığı iki davadaki kararları da onadı.
- Bir başka konu, Sayıştay’ın denetim raporlarını kaleme alan müfettişlerin cesur ve gerçekçi bir üslupla Saray başta olmak üzere, ülkede yapılan usulsüz ve abartılı harcamaları dile getirbilmeleri (Örnek: Gazetemizin dünkü manşeti, Saray’ın günde 4,5 milyon TL’yi bulan harcamaları). Bunlar demokrasi ve Cumhuriyet’in temel direnç noktaları!

Sonuçta biliyoruz ki bunlar bizleri mutlu eden ve demokrasinin yaşadığını gösteren ender kararlardan bazıları! Ama bunların varlığı, Hak-Hukuk-Adalet yürüyüşlerindeki kararlı duruşun yansıması ve umut saçarak devam etmesi açısından son derece önemli!
Bu nedenle artık başta Eren Erdem, Osman Kavala ve Selahattin Demirtaş davalarında ve demokratik çözüm bekleyen onca başka davada, bu hukuk devleti yansımalarını ve sonuçlarını artık görebilmek için ciddi bir Yargı reformu vakti geldi...