Aman Allah’ım, nasıl bir
oyunculuktu o Yıldız Kenter’inki... Her kılığa, her renge
girebilen, herkesi ağlatabilen, boğulurcasına güldüren,
düşündüren, kızdıran, bizlerle kedinin fareyle oynadığı gibi
oynayan, ama bir de bunu herkese büyük bir saygı göstererek
yürütmeyi başaran bir dehaydı Yıldız Hanım. Tiyatro
koridorunda, konservatuarda, ünlü hoca Alman Carl Ebert’in 435
numaralı öğrencisi Yıldız için “fevkalade” şeklinde notunu
belirtip, sınıf atlaması yönünde görüşünü okuyorum. Sonra
anne-babasının o inanılmaz tanışma, evlenme ve yaşam
mücadelesini düşünürken, köşede onların resmini görüyorum.
Bir başka fotoğrafta, Yıldız Kenter İsmet Paşa ile kahkahayı
basıyor! O ne muhteşem bir kare öyle! Tören boyu duyduğum güzel
cümleler kulaklarımda yankılanıyor: “Her duruşunuzda, her
sessizliğinizde, siz tiyatronun ta kendisi oldunuz. –Dostoyevski,
‘Biz, hepimiz Gogol’un paltosundan çıktık’ derdi.
Bizler de hepimiz Yıldız Kenter’in mantosundan çıktık!”
Sevgili Zeynep Oral, 12 Eylül
günlerinde Kenter’in Vasfi Rıza Zobu karşısında kaplan
kesilerek resmen özgürlük ve adalet dersi verdiğini aktardı
sahneden. “Varsın tutuklasınlar, hepimizi mi tutuklayacaklar
sanki?” sözlerini de unutmadan...
Koca değerimiz Genco Erkal, “Çöl
Faresi” oyununun o ünlü telefon sahnesinde 5 dakika boyunca
salondan nasıl alkış aldığını hatırlattıktan sonra, son
dönemlerde Yıldız Kenter’in en büyük derdinin, Kenter
Tiyatrosu’nu yaşatma savaşı olduğunu hatırlattı ve yardım
edilmesi gerektiğini vurguladı. Zaten bu pası Ekrem İmamoğlu
hemen gole çevirerek, kesinlikle bu güzide sahnenin yaşatılacağının
sözünü verdi ve büyük alkış aldı.
Bizler artık her Samanyolu’na
baktığımızda orada parlamaya devam eden Yıldızımızı
göreceğiz...
MİLLİ TAKIMIN BAŞARISINA
ÜZÜLENLER!
Ülkemiz, birbirini aşağıya çeken
felaket tellalları, kıskançlıktan çatlayanlar ve başkalarının
başarısını görmektense ölmeyi yeğleyenler tarafından
kuşatılmış durumda... Bazen ne söyleyeceklerini o kadar
şaşırıyorlar ki, onların çaresizliğini izlemek bir stand up
kadar zevk verebiliyor! Şenol Güneş, Milli Takım teknik direktörü
olarak yine büyük bir başarıya imza attı. 30 puanın 23’ünü
alarak Fransa’nın ardından 2. olarak Avrupa Şampiyonası’na
gitme hakkını kazandı. Kimi takımların tek bir maçta 6 veya 9
gol yiyebildikleri bir ortamda, Milli Takım 10 maçta yalnız 3 gol
yemeyi başardı. Bu da neredeyse 1969-70 sezonu şampiyonu
Fenerbahçe’nin, efsanevi kalecisi Datcu ile tüm sezon 6 gol yiyen
defansının performansına yakın. Bu arada dünya şampiyonu Fransa
bizi iki maçta da yenemezken, ikili puan-gol averajında da
arkamızda kaldı. Ne beklersiniz seyirciden, tüm bu veriler
ışığında? En azından bir kuru tebrik veya selam çakarak, en
ateşli teşekkürü değil mi?
Ne gezeeer!
Güneş’i kimi defansif oynatıyor diye eleştiriyor, kimi doğrudan
korkak olarak niteliyor, kimi ise ipe sapa gelmez sözlerle laf olsun
diye hakkında dedikodu üretiyor! Türkiye’nin kaderi bu... Memnun
olmak, tebrik etmek, teşekkür etmek, güzel günü sabote etme
keyfinin yerine geçemez bu ülkede! Daha komiği kimi takım
elbisesini eleştiriyor, kimi saçını, kimi sesini... Fransa’nın
ardından tek beraberlik farkıyla 2. olmamız, insanları çok
üzmüş! Neredeyse “Nasıl Dünya Şampiyonu’nun ardından
geliriz?” diye dava açacaklar Federasyon’a!
Allah sizi inandırsın, 2002’de
Türkiye Dünya 3.sü olduğunda bile bu güdümlü ve içten
pazarlıklı kadrolar iş başındaydı. “Efendim Milli Takım
hiçbir Avrupa takımı ile oynamadan yarı finale gelmişmiş de,
başarı bunun neresindeymiş!” Irkçılık ve bir sömürge
altında ezilme ihtiyacı ile yanıp tutuşan şu laflara bakar
mısınız? Uyanmasalar diyecekler ki “Başımızın tacı olan bu
Avrupa ülkelerini utanmadan yenen Asya veya Afrika ülkelerini ihraç
edelim turnuadan da beyaz ırkın emperyalist başarıları
gölgelenmesin!” Bu nasıl zavallı bir mantıktır yahu? Ne
yapacaktık? “Kore’nin, Senegal’in, Japonya’nın eledikleri
sömürgeci Emperyalist Avrupa takımları, bize gereken dersi verme
fırsatı bulamadılar” diye üzülecek miydik? Bu nasıl yerleşik
bir Avrupa ezikliğidir ki, bu zavallı mantığı hala bugün bile
dillendirenler var. Demek onlar için Atatürk ve yaşama
geçirdikleri, hepsi laf-ı güzaftı! Emperyalist devletler her
yerde, hatta oynamadan kazanmalıydılar! Hatta kaybetseler de, bir
formül bulunup bu insanlık yıkımı durdurulmalıydı!
Düşünebiliyor musunuz, mesela
2002’de Güney Kore sırayla Portekiz, İspanya ve İtalya gibi
dünya devlerini bileğinin hakkıyla yenmiş, buna rağmen biz o
Kore’yi yenince gazoz takım yenmiş sayılıyoruz bu dostlarımıza
göre! Ya da Senegal Fransa’yı, İsveç’i elemiş ama bize
yenilince biz Afrika kabile takımı yenmiş sayılacağız öyle mi?
Biz mi “kaybedin” dedik bu beyefendilere? Tanrı kimseyi bu
durumlara düşürmesin! Ben mi? 2002’de Milli Takım’ı
hararetle tebrik etmiş, İlhan Mansız’ı yarı finalde ilk 11’de
oynatmamasını eleştirmiştim.
PEKİ SEN NE YAPTIN?
Adama sormak lazım, bu sonuca “başarı
sayılmaz” diyerek burun kıvıranlara, “Peki sen ne yaptın
hayatında?” diye... Herhalde yanıt almayı beklemiyorsunuz...
Öyle bir içimize işlemiş ki bu
yıkıcı tavır! Sanat veya edebiyat ortamımız farklı mı? En
güzel yaptığımız şey, aynaya bakmadan küçümsemek...
Emin olun bu tipolojiler yarın Milli
Takım Avrupa finallerinde hezimete uğrasa “N’oldu? Hani
bayram yapıyordunuz?” diye demediklerini bırakmazlar.
Ömrüm sanatta da bu “batıcı”
kompleksi taşıyan insancıklara doğru yolu göstermeye çalışmakla
geçti. Hem yurt içinde hem de yurt dışında... Ama bu ayrı bir
bağımsız makale konusu! Sabredin...
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
Not: Yalnızca bu blogun üyesi yorum gönderebilir.