Bugün 23 Nisan Ulusal Egemenlik
Bayramı. Ben size mesela Atatürk’ün çocuklara verdiği bu büyük armağanın
bugünkü iktidar tarafından nasıl kuşa çevrilmeye kalkışıldığını anlatmak
isterdim. Ama ne yazık ki gazetecilik mesleğini çamur sıçratma makinesine
dönüştüren bazı kalemlere yanıt vermem gerekti.
Bu şerefe nail olan isim Fatih Altaylı, kendi programında Levent Kırca’dan yediği “açık dayak”tan anlaşılan o kadar etkilenmiş ki, bunun acısını bir başka ulusalcıdan çıkarmak için fırsat kolluyormuş! İki hafta rötarla, Fatih Bey, bu “çerçeve” işine bulaşmaya karar vermiş ve konu bayatladıktan sonra, Twittercı şiddet bağımlılarıyla aynı ses tonunda, bana başlıktan yapacağı “geçirmeyi” özenle döşenmiş. Aklı yalnız paraya çalıştığı ve herkesi kendisi gibi sandığı için, açık hakaretlerle, utanmadan kafasına göre benim “vatanseverliğime” fiyat biçmiş! Hiçbir yanıtımı okumamışçasına, konu hakkında “topa en son girecek adam” hemen “bu linç operasyonunda benim de tuzum bulunsun” diyerek lafa dalmış!
Beni tanıyan herkes, beni satın alacak paranın basılamayacağını bilir. Ben “ideolojik olarak” bile “dönmüş” olsaydım, ya söylemimi değiştirirdim, ya ılımlı İslam’ın veya yan ürünü neo-liberal iflasın yayınlarında yazardım. Ya da daha önce örnekleri olduğu gibi AKP’ye geçerdim (!). Bunların imkansızlığını herkes teslim eder. Ülker konusunda ise –Altaylı’nın çalıştığı kanal dahil- zaten net olarak söyleyeceklerimi aktardım. Seksen kere tekrarlamama gerek yok. İsteyen kendi önyargılarıyla davranmaya devam etsin, ben kendi gözlemlerimden sorumluyum. İşin komiği de yüzlerce başka alıcı arasında Ülker’i reddetsem, buna “ayrımcılık” diye dil uzatacakların, bu alış-verişe tepki vermeleri!
Neyse, konumuza dönelim. Önce “seviyeyi” anlayalım: Altaylı cumartesi günkü yazısının Murat Ülker’le ilgili uydurma bölümlerine şu yüz kızartıcı lafları eklemiş: Güya bir işadamı arkadaşı Murat Bey’den o işi istemiş ve şunu demiş: “Bizim caminin tuvaletine asacağım, gelen giden hacetini ona bakarak gidersin”. Tabii ertesi gün Murat Bey’den kendisine ulaşan açıklamayla bu rezil iftira tekzip edilerek iki paralık hale geldi. Ama Altaylı, özür dileyip ayıbını örteceğine o yazıda bile zavallı sataşmalarına devam etti! Böylece "Böyle sanatın içine tüküreyim" sendromundan neredeyse 20 yıl sonra Altaylı o "seviyeyi" yakalayıp sollamış oldu! Hem de "basın" olarak!
Altaylı’nın seviyesi konusunda bir örnek daha vereceğim. Büyük ihtimalle yarın sabah hakkında karar açıklanacak olan “bıçaklanma” davama dönelim. İki yıl önce Prof. Dr. İsmail Hamzaoğlu’nun beni hayata döndürdüğü ameliyatının ertesi günü, hala süren yaşamsal tehlikelerle boğuşurken, bakın Altaylı neler yazmış: “Heykel İstanbul’a uzak olduğu için hiçbiri (aydınlar) poposunu kaldırıp oraya gitmiyor, buradan ahkam kesiyor... Onlar orada yıkıyor, siz burada konuşuyorsunuz, hatta bıçaklanıyorsunuz” (!)
Sözün bittiği yerdir. Biz, bitiminde asistanımla saldırıya uğradığım basın toplantısında Kars’a gitme kararını almıştık ve arkadaşlar da zaten gitti! Ama binlerce kilometre öteye neden her gün gitmediniz diye ben canımla boğuşurken alayla soran Altaylı’nın kendisi, onun deyimiyle “poposunu kaldırıp” bir tek kere Silivri’ye gitmemiş! Çünkü hatırlayacaksınız, Kırca’ya buz gibi bakışlarla “Öyle bir gerek hissetmediğini” aktarmıştı. Yani empati duygusu “sıfır”. Aslında belki de basın onurunu temsil eden o yazar ve gazetecilerle aynı mesleği yaptığına kendisi de pek inanmadığı için gitmemesi normal!
Bu arada yine yaşama asılmaya çalıştığım o kritik ilk 72 saatte TV programında başka söylediklerini hatırlatayım: İç organlarım parçalanmış hastaneye gitmeye çalışırken “neden bağırdığımı; öğrendiğine göre bıçaklananların canının hiç acımadığını” alay ederek yorumlamıştı! İşte araştırmacı gazetecilik/insanlık bu olsa gerek!
Benim hiçbir gün rotamı değiştirmeyeceğim herkesçe malum da... Altaylı’nın rotası ne alemde? Habertürk’e transfer ettiği yazarlar sırayla atılırken, hangisinin arkasında durmayı göze aldı? Bekir Çoşkun’un mu? Ece Temelkuran’ın mı? Amberin Zaman’ın mı? Hangisinin? Yoksa “boynum kıldan ince, patron öyle istiyor; n’apabilirim ki?” deyip, iktidar ve kapital ilişkisinin olağan tercihlerine boyun mu eğdi? Alo! Başbakan’ın dünya seferlerinin değişmez başkonuğu: “Siyasi tavır”dan söz eden mi vardı?
Bu hafta sonu, M. Ülker, o tekzibi yayınlatmak dışında, facebook sayfasına Yunus Emre’den güzel dizeler almış: “Edebim el vermez edepsizlik edene/ Susmak en güzel cevap edebi elden gidene”.
Bu şerefe nail olan isim Fatih Altaylı, kendi programında Levent Kırca’dan yediği “açık dayak”tan anlaşılan o kadar etkilenmiş ki, bunun acısını bir başka ulusalcıdan çıkarmak için fırsat kolluyormuş! İki hafta rötarla, Fatih Bey, bu “çerçeve” işine bulaşmaya karar vermiş ve konu bayatladıktan sonra, Twittercı şiddet bağımlılarıyla aynı ses tonunda, bana başlıktan yapacağı “geçirmeyi” özenle döşenmiş. Aklı yalnız paraya çalıştığı ve herkesi kendisi gibi sandığı için, açık hakaretlerle, utanmadan kafasına göre benim “vatanseverliğime” fiyat biçmiş! Hiçbir yanıtımı okumamışçasına, konu hakkında “topa en son girecek adam” hemen “bu linç operasyonunda benim de tuzum bulunsun” diyerek lafa dalmış!
Beni tanıyan herkes, beni satın alacak paranın basılamayacağını bilir. Ben “ideolojik olarak” bile “dönmüş” olsaydım, ya söylemimi değiştirirdim, ya ılımlı İslam’ın veya yan ürünü neo-liberal iflasın yayınlarında yazardım. Ya da daha önce örnekleri olduğu gibi AKP’ye geçerdim (!). Bunların imkansızlığını herkes teslim eder. Ülker konusunda ise –Altaylı’nın çalıştığı kanal dahil- zaten net olarak söyleyeceklerimi aktardım. Seksen kere tekrarlamama gerek yok. İsteyen kendi önyargılarıyla davranmaya devam etsin, ben kendi gözlemlerimden sorumluyum. İşin komiği de yüzlerce başka alıcı arasında Ülker’i reddetsem, buna “ayrımcılık” diye dil uzatacakların, bu alış-verişe tepki vermeleri!
Neyse, konumuza dönelim. Önce “seviyeyi” anlayalım: Altaylı cumartesi günkü yazısının Murat Ülker’le ilgili uydurma bölümlerine şu yüz kızartıcı lafları eklemiş: Güya bir işadamı arkadaşı Murat Bey’den o işi istemiş ve şunu demiş: “Bizim caminin tuvaletine asacağım, gelen giden hacetini ona bakarak gidersin”. Tabii ertesi gün Murat Bey’den kendisine ulaşan açıklamayla bu rezil iftira tekzip edilerek iki paralık hale geldi. Ama Altaylı, özür dileyip ayıbını örteceğine o yazıda bile zavallı sataşmalarına devam etti! Böylece "Böyle sanatın içine tüküreyim" sendromundan neredeyse 20 yıl sonra Altaylı o "seviyeyi" yakalayıp sollamış oldu! Hem de "basın" olarak!
Altaylı’nın seviyesi konusunda bir örnek daha vereceğim. Büyük ihtimalle yarın sabah hakkında karar açıklanacak olan “bıçaklanma” davama dönelim. İki yıl önce Prof. Dr. İsmail Hamzaoğlu’nun beni hayata döndürdüğü ameliyatının ertesi günü, hala süren yaşamsal tehlikelerle boğuşurken, bakın Altaylı neler yazmış: “Heykel İstanbul’a uzak olduğu için hiçbiri (aydınlar) poposunu kaldırıp oraya gitmiyor, buradan ahkam kesiyor... Onlar orada yıkıyor, siz burada konuşuyorsunuz, hatta bıçaklanıyorsunuz” (!)
Sözün bittiği yerdir. Biz, bitiminde asistanımla saldırıya uğradığım basın toplantısında Kars’a gitme kararını almıştık ve arkadaşlar da zaten gitti! Ama binlerce kilometre öteye neden her gün gitmediniz diye ben canımla boğuşurken alayla soran Altaylı’nın kendisi, onun deyimiyle “poposunu kaldırıp” bir tek kere Silivri’ye gitmemiş! Çünkü hatırlayacaksınız, Kırca’ya buz gibi bakışlarla “Öyle bir gerek hissetmediğini” aktarmıştı. Yani empati duygusu “sıfır”. Aslında belki de basın onurunu temsil eden o yazar ve gazetecilerle aynı mesleği yaptığına kendisi de pek inanmadığı için gitmemesi normal!
Bu arada yine yaşama asılmaya çalıştığım o kritik ilk 72 saatte TV programında başka söylediklerini hatırlatayım: İç organlarım parçalanmış hastaneye gitmeye çalışırken “neden bağırdığımı; öğrendiğine göre bıçaklananların canının hiç acımadığını” alay ederek yorumlamıştı! İşte araştırmacı gazetecilik/insanlık bu olsa gerek!
Benim hiçbir gün rotamı değiştirmeyeceğim herkesçe malum da... Altaylı’nın rotası ne alemde? Habertürk’e transfer ettiği yazarlar sırayla atılırken, hangisinin arkasında durmayı göze aldı? Bekir Çoşkun’un mu? Ece Temelkuran’ın mı? Amberin Zaman’ın mı? Hangisinin? Yoksa “boynum kıldan ince, patron öyle istiyor; n’apabilirim ki?” deyip, iktidar ve kapital ilişkisinin olağan tercihlerine boyun mu eğdi? Alo! Başbakan’ın dünya seferlerinin değişmez başkonuğu: “Siyasi tavır”dan söz eden mi vardı?
Bu hafta sonu, M. Ülker, o tekzibi yayınlatmak dışında, facebook sayfasına Yunus Emre’den güzel dizeler almış: “Edebim el vermez edepsizlik edene/ Susmak en güzel cevap edebi elden gidene”.
Yazılı medyada yazarın izni olmadan yayınlanamaz..
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
Not: Yalnızca bu blogun üyesi yorum gönderebilir.