Türkiye’de yalnız yaşayıp,
pencerelerinden mahallede oynayan çocukları izleyen teyzeler bile,
bir kaleci çok yakışıklı olsa da, bunun onun “en iyi kaleci”
olduğunun işareti sayılamayacağını bilirler.
Türkiye’deki sanat
koleksiyonerlerinin önemli bir kısmı, bu teyzelerin futboldan
anladığı kadar sanat ortamının alfabesini bilmiyorlar.
40 yıl önce, sanata ister pul
koleksiyonculuğu özeni ile ister hastalıklı bir tutku ile bağlı
olsunlar, koleksiyonerler maddi olanakları oranında, kendi
zevklerine göre eser alır ve onlarla yaşamak isterlerdi. Peki
bugün aynı yöntemler uygulanıyor mu?
İstisnalar hariç, kesinlikle
uygulanamıyor. Çünkü Türkiye’de insanlar eserle değil, para
ile kurdukları ilişki oranında eser alır duruma düşürüldüler!
Onları ilgilendiren, sanat “piyasası”ndaki hamleleriyle, “ne
kadar akıllı bir iş insanı olduklarını” dosta düşmana
kanıtlayabilmek! Ne kadar parayı, ne kadar “uyanık”
şekilde nasıl kullanıp, kimlerden kaç adet eser almayı
başardıklarını insanlara gösterebilmek! “Ne? Sen Osman’dan
80’e mi aldın! Ha ha, ben 60’a aldım!”, “Ne? Sen Fatma’dan
daha bu sene yeni mi iş aldın? Ben 3-4 yıl önce fiyatları bunun
yarısıyken aldım!”, “Ne? Sen Mahmut’tun işlerini galeriden
mi aldın? Ben atölyesinden yarı fiyata aldım”. “Ben 5 yıl
önce aldığım Marta resimlerini geçen yıl %50 karla sattım. O
parayla şu genç ressamın atölyesini kapattım! Gör, 3 yılda ne
prim yapar!” Bu liste böyle uzar gider. Konuşulanlar hep kim
kaça almış, kaça satmış, kim ne kar, ne zarar yaptı üzerinden
yürür. Kurulan cümleler artık hep ekonomik yorumlardır: “Dolar
bazında değmez bir yatırım”, “Bu parayı bunlara yatırırsan
en az beş yıl kar beklentin olmasın”. Bu yorumların
hiçbirinde, sanatçının o eserinde veya o serisinde ne anlatmak
istediği, eserin onda uyandırdığı karşı konulamaz hisler veya
o sanatçının işlerinin 20 yıldır nasıl zenginleşerek
ilerlediği gibi veriler yoktur. “Bir resme aşık olma”
yoktur. Bir resmin “başyapıt” adayı olarak, fiyat dahil
nasıl her alanda fark yaratma kapasitesine sahip olduğu yoktur. Bir
sanatçıya ömür çizgisi üzerinden inanarak ondan tutku ile eser
toplama yoktur. Bir sanatçının hak etmediği durumlara
düşürülmesine isyan ettiği için inadına ondan yapıt alan
insanların şövalye ruhu yoktur. Bu insanlar, fışkıran ekonomik
dehalarını bir teşhirci gibi duyurup tatmin olma peşindedirler.
Aynen kimi müzayedelerde toplu histeri içinde hareket etme ve
birbirlerinin kalkan ve kalkmayan ellerini gözeterek dedikodu ve
kolektif sessiz “mimetizm” içinde aldıkları kararlarda olduğu
gibi...
ESER TARİHLERİNİN TARTIŞILMAZ
ÖNEMİ
Sanat alıcısının hiç bilmediği
noktalardan biri de, bir eserin yapıldığı yılın, o resmin en
önemli verisi olduğudur. Sanat tarihi, her şeyden önce yapıtların
doğum tarihleri ile ilgilidir. Bu hafta Akaretler ArtWeek’de
karşıma Elvira Bach resimleri çıktı. Bizim kuşağın Yeni
Dışavurumcu ekolünün Berlin hattından gelen bir sanatçıydı.
40 yıl önceki sergilerden bildiğim, dostum Fetting veya Salomé
ile çeşitli sergilere katılmış, kariyer yapmış bir sanatçı.
Evet, belki kendi çizgisinde devrimlere imza atmamış ama yeni
dışavurumcu hattın içinde yerini korumuş bir isim... O yapıtlara
bakan Türk alıcısının benzer bol renkli figüratif işler yapan
genç sanatçılarla nasıl haksız yere eşdeğer bakabildiğini
düşündüm. “Ne yani bu resimler on kere daha pahalı, sanki
çok daha mı güzeller?” kıyaslaması, Türkiye’nin en eski
müzesinin yalnız 15 yaşında olması ile ilgili bir eğitim
sorunudur. Hangi sanatsal devrimi kimin yaptığı ve tarihe kalma
ihtimalinin çok daha fazla olup olmadığı gibi temel konuların
Türk piyasasında bir karşılığı yoktur. Ünlü eleştirmenlerin
veya küratörlerin analizlerinin bir önemi yoktur. İki kaş göz
ile birbirini yönlendiren paralı cehaletin ukalalığı, sanat
tüccarlarının ellerindeki kurtulmaya çalıştıkları eserleri
zorla yönlendirmeleri, sanatın gerçek tüm kriterlerini yok etmek
konusunda adeta birbirleriyle yarış içindedirler. Bir eserin
“ucuzluğu”, burada “öncülük” veya “yeni parlayan yıldız
adayı” gibi temel verileri geçerek, ana kriter haline gelir! Bir
başyapıtın veya en çok aşık olacağı bir eserin arayışı yok
hükmündedir.
“Ne? Sen hala Türk
sanatçılardan mı iş alıyorsun! Yatırım değeri yok ki!”
krizleri eşliğinde, şımarıklıklarını doruğa
taşıyarak bir toplumun, kendi çağdaş kültürünü yok etme
peşinde koşanların, acil olarak Çin’e, Kore’ye, Japonya’ya,
Hindistan’a giderek, o ülkelerin koleksiyonerlerinin nasıl tam
tersine sanatçılarını dünya haritasını yerleştirebilmek için
hangi pazarlıkları ve fedakarlıkları yaptıklarını analiz
etmeleri lazım. Bugün toplu ayin yaparcasına kendisini bütün
fuarları ve bienalleri gezmeye adeta mecbur hisseden yeni
koleksiyoner tipolojimizin ve kapitalimizin, aynı yabancı isimleri
veya “daha da pahalısını” alarak birbiriyle hava atma yarışına
girişmeleri Türk çağdaş sanatına neye mal olduğunu
hissedemeyecek kadar ülke nabzından kopmuşlardır.
MÜZE AÇMAKLA MÜZE OLMAZ
Meydanın bu kadar “boş” olması,
bugün gerçek bir müze açmakla, bir galericinin kendi
çıkarlarını gözeterek yaptığı koleksiyon alımlarını müze
diye dayatmak arasındaki farkı yaratabilmektedir. Sanat
eleştirisinin yarattığı boşluk, bu sapmaları mümkün
kılabilmektedir. Müze açmak, objektif kriterlerle yaşanan
gerçekleri bir ülkenin sanatının çehresini değiştiren
akımları, sanatçıları para ve çıkar gözetmeksizin analiz
ederek ve bu doğrultuda bir koleksiyon oluşturarak yapılır. O
ülkenin çağdaş sanatının hangi alanında derinleşeceğini
seçerek o müze sanat ortamına “girişini” yapar. Arter’de
göreceğimizden emin olduğumuz gibi...
Bu hafta üst üste açılacak
Contemporary İstanbul’la, İstanbul Bienali ile, Arter’le,
Odunpazarı “Müzesi” ile ve daha sayısız paralel aktivitelerle
toplumumuz bir anlamda “sanata doyacak”. Ama bu selin
içerisinde sürüklenen sanatseverlerin, önlerine konulan her şeyi
“sorgusuz sualsiz hazmetmemek” gibi bir ev ödevinden başarıyla
çıkmaları gerekecek. Bu bağlamda geliştirilmesi gereken
“seçicilik” Türk sanatının geleceğini belirleyecek...
Keyifli bir sanat haftası dileğiyle!
Bu arada
Ukraynalı Valentin Popov ve Victor Sydorenko’nun çalışmalarının
yer aldığı sergi de, 10 Eylül Salı günü Piramid’de açılıyor.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
Not: Yalnızca bu blogun üyesi yorum gönderebilir.