26 Temmuz 2019 Cuma

DIŞ İLİŞKİLERİMİZ VE ABD KRİZLERİMİZ-BAĞIMLILIKLARIMIZ | Bedri Baykam | 25.07.2019


Önce S-400 ve bağlantılı olarak F-35 savaş uçakları konusunda patlayan kriz, Türkiye’nin ait olduğu NATO-ABD-Batı ittifakından neredeyse kopup, Rusya eksenli yeni bir hat üzerine yerleşmesini gündeme getirdi. Bu düşünceler havada uçuşurken, İran eksenli başka bir siyasi krizin sonucunda Amerika’da hapse giren Hakan Atilla, ülkeye döndü ve bu sefer de gündemimize Zarrab bağlantılı bir gerginlik daha gelmiş oldu.

DÜNYANIN EN KAYPAK ALANI: DIŞ İLİŞKİLER
Ülkelerin ilişkileri siyasal, diplomatik, askeri, sanatsal, ekonomik ve çok farklı düzeylerde iniş çıkışlı virajları, irtifa kayıpları ile sürekli yeniden belirlenebilir. Bu ilişkiler dostluk, işbirliği, dayanışma, veya zamana yayılan ekonomik çıkar krizi, ani siyasi kriz, ilişkileri askıya alma, yeni partner arayışı, tehdit, ültimatom ve savaşa kadar gidebilen sayısız zigzaglı yollardan geçebilir. Bu süreçler bazen ABD-SSCB arasında yaşanan, asıl 1946-1989 arasına yayılan, ancak günümüze kadar da uzanan Soğuk Savaş maratonlarına da dönüşebilir.
Mesela Yunanistan ile ilişkilerimiz, yıllardır yukarıda saydığım teorik ortamların tamamını kapsayacak şekilde dolaşır. Büyük dost, Kıbrıs olayında müzmin düşman, Ege kıta sahanlığı, AB ilişkilerimizde takoz, turizm partneri; dönme dolaba binip, sırayla tüm renkleri görebilirsiniz.
Bu kaypak dünya, çelişki doludur. Her arkadaşınızın arkadaşı sizin dostunuz değildir. Düşmanlarınızın baş dostu da sizin en yakınınız olabilir.

İKİ KUTUPLU DÜNYADA YAŞADIĞIMIZ KRİZLER
S-400 Hava Savunma Sistemi’nin Türkiye’ye teslim edilmesi, neredeyse uluslararası bir kriz yarattı. 2013’te Çin çıkışlı bir füze savunma sistemi ihalesinin NATO baskısıyla iptal edilmesinin ardından, bu sefer Ankara ödün vermedi ve “nur topu gibi” bir krizimiz oldu!
Bugün 40 yaşın altında olanlar, 1989 öncesi “ağır şekilde” iki kutuplu soğuk savaş ve satelit sıcak savaşlarla yürüyen, Sovyet-Amerikan modellerinin verdikleri büyük diplomatik, ekonomik, askeri ve bazen neredeyse fiili savaşların boyutlarını pek anlayamazlar. Bazen tarih kitaplarını ve Berlin Duvarı külliyatını okumak, bazen James Bond filmlerini izlemek işe yarayabilir.
20. yüzyılın başından beri dünyanın patronu olmak üzere savaş veren kapitalist ve sosyalist dünyanın büyük ideolojik ve fiili bilek güreşi, 2. Dünya Savaşı sırasında, kesintiye uğramış ortak düşman Hitler’e karşı Amerika ve Sovyetler omuz omuza mücadele etmek durumunda kalmışlardı. Bunun hemen ardından ise, Amerikan Emperyalizmi’nin dünyayı zaptı rapta alma ve Komünizm’in yayılmasını şiddet yoluyla engelleme çabaları, ortaya Kore ve Vietnam gibi savaşlara neden oldu. Ya da Küba, 1959’da Castro ve Che tarafından fethedildikten sonra, gerek Domuzlar Körfezi çıkartması gerek Küba füze krizi yaşandığında, bu kendisi küçük ve sembolleri büyük ada üzerinden Sovyetler Birliği ve Amerika kaç kere Kennedy ve Kruşçev’in özel telefon diplomasisi sayesinde nükleer savaşın eşiğinden döndü; ABD’ye karşı Küba’da bulunan Sovyet füzeleri, Sovyetler’e doğru Türkiye’de bulunan Amerikan füzelerinin kaldırılmasını talep etmiş, dünya nükleer yok olma riskini en yoğun şekilde yaşamıştı.
Türkiye, NATO üyesi olduktan ve Kore’de Amerikan blokunun sahada fiili olarak çarpışan partneri olarak yer aldıktan sonra, zaten ekonomik olarak bağımlı olduğu ABD’ye giderek daha çok yaklaştı. Komünizm’in “domino teorisi”nin uzak da görünse, en azından hedef tahtasında yer alan Türkiye’de, 68 Kuşağı’nın en azından bir kısmının da Sovyetler’e potansiyel partner olarak bakması, sürekli eylemlerle geçen o yıllardan beri, Türkiye-ABD görünürde hep çok iyi bir stratejik partnerlik örneği yansıtırken, öte yandan Amerika’nın sürekli olarak dünyaya ve özellikle Orta ve Latin Amerika’nın ötesinde, Orta Doğu’ya yakın doğuya kendi çıkar ilişkilerine göre yeniden tasarlama merakı, ortaya bizim de bir parçası olduğumuz bir dizi dolaylı darbeye müdahalelerini veya en azından yeşil ışık yakışlarını da beraberinde getirdi. Amerika adım adım güvenilmez ülke statüsüne geçiş yaptı. Birçok uluslararası askeri veya CIA müdahalesi, Amerika’nın “Emperyalist” yüzünün yansımasıydı.
Türkiye, bütün bu veriler ışığında gerek Marshall yardımından faydalanmak, gerek NATO’nun kanadı altında kendini potansiyel tehlikelere karşı korumak, gerek ekonomik IMF bağımlılıkları, gerek dünya koşullarının tarafsız ve bağımsız kalma olanaklarını bir ütopya olarak bile bırakmayıp yok etmesi nedeniyle hep son kertede çeşitli dönemsel ağır krizlere rağmen Amerika ile partnerliğine devam etti. Özellikle İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra başlayan yakın ilişkiler, Menderes’in “küçük Amerika olacağız” hayalleri, daha sonra İnönü’nün Johnson’a yolladığı ünlü mektuptaki “Yeni bir dünya kurulur ve Türkiye bu dünyadaki yerini alır” cümlesiyle farklı frekanslara girip çıkmaya başladı. Ecevit döneminde yaşanan Haşhaş krizi, Kıbrıs çıkartması döneminde yaşanan silah ambargosu ve İncirlik krizleri gibi detaylarına burada giremeyeceğimiz birçok gerilim hattı yaşandı. 2003 yılında Irak Savaşı öncesi, ABD’nin Türkiye topraklarını üs olarak kullanma arzusu, meşhur “tezkere”nin parlamentoda takılmasıyla ABD’nin şaşkın bakışları arasında yeni bir krize dönüştü. Hem de Başbakan’a rağmen alınmış bir karar olarak. Bunu “çuval geçirilmesi”, vize krizi ve papaz Brunson’un krizi takip etti.

PEKİ ŞİMDİ NE OLACAK?
Türkiye NATO’dan çıksın” demek çok kolay. Mesela biz bunun somut sonuçlarına hazırlıklı mıyız? ABD’de de çeşitli şahinler zaten “NATO’da Türkiye ihtiyacımız var mı ki?” sorusunu rahatlıkla gündeme getirebilirler ama hiçbiri Türkiye’yi jeostratejik önemi nedeniyle NATO’dan çıkarma girişimini fiiliyata geçiremez. Bugünkü iktidarın aslında en büyük zorluğu, tutarlı bir politikaya uzun vadede sahip olmamasıdır. Değişen konjonktüre göre biz kah Rusya’nın en yakını, kah büyük düşmanı, kah Güneydoğu’da açılım politikası izleyen en dogmatik milliyetçi fikirlere kapılan bir ülke olarak yalpalıyoruz. Ne Avrupa, ne de fazla belli etmemelerine rağmen süper güçler bizim bu seksek oynayan bukalemun kimliğimize alışamıyorlar. İşin belki en ilginç noktası şu: Bütün bu krizler öyle bir aşı haline geliyor ki aynen sürekli olarak çöktü çökecek denen ekonomimiz gibi mesela Amerika ile ilişkilerimizde dalgalar arasında böyle bata çıka, ilerlemeye devam ediyor.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Not: Yalnızca bu blogun üyesi yorum gönderebilir.