Önce S-400 ve bağlantılı olarak
F-35 savaş uçakları konusunda patlayan kriz, Türkiye’nin ait
olduğu NATO-ABD-Batı ittifakından neredeyse kopup, Rusya eksenli
yeni bir hat üzerine yerleşmesini gündeme getirdi. Bu düşünceler
havada uçuşurken, İran eksenli başka bir siyasi krizin sonucunda
Amerika’da hapse giren Hakan Atilla, ülkeye döndü ve bu sefer de
gündemimize Zarrab bağlantılı bir gerginlik daha gelmiş oldu.
DÜNYANIN EN KAYPAK ALANI: DIŞ
İLİŞKİLER
Ülkelerin ilişkileri siyasal,
diplomatik, askeri, sanatsal, ekonomik ve çok farklı düzeylerde
iniş çıkışlı virajları, irtifa kayıpları ile sürekli
yeniden belirlenebilir. Bu ilişkiler dostluk, işbirliği,
dayanışma, veya zamana yayılan ekonomik çıkar krizi, ani siyasi
kriz, ilişkileri askıya alma, yeni partner arayışı, tehdit,
ültimatom ve savaşa kadar gidebilen sayısız zigzaglı yollardan
geçebilir. Bu süreçler bazen ABD-SSCB arasında yaşanan, asıl
1946-1989 arasına yayılan, ancak günümüze kadar da uzanan Soğuk
Savaş maratonlarına da dönüşebilir.
Mesela Yunanistan ile ilişkilerimiz,
yıllardır yukarıda saydığım teorik ortamların tamamını
kapsayacak şekilde dolaşır. Büyük dost, Kıbrıs olayında
müzmin düşman, Ege kıta sahanlığı, AB ilişkilerimizde takoz,
turizm partneri; dönme dolaba binip, sırayla tüm renkleri
görebilirsiniz.
Bu kaypak dünya,
çelişki doludur. Her arkadaşınızın arkadaşı sizin dostunuz
değildir. Düşmanlarınızın baş dostu da sizin en yakınınız
olabilir.
İKİ KUTUPLU DÜNYADA YAŞADIĞIMIZ
KRİZLER
S-400 Hava Savunma Sistemi’nin
Türkiye’ye teslim edilmesi, neredeyse uluslararası bir kriz
yarattı. 2013’te Çin çıkışlı bir füze savunma sistemi
ihalesinin NATO baskısıyla iptal edilmesinin ardından, bu sefer
Ankara ödün vermedi ve “nur topu gibi” bir krizimiz oldu!
Bugün 40 yaşın altında olanlar,
1989 öncesi “ağır şekilde” iki kutuplu soğuk savaş ve
satelit sıcak savaşlarla yürüyen, Sovyet-Amerikan modellerinin
verdikleri büyük diplomatik, ekonomik, askeri ve bazen neredeyse
fiili savaşların boyutlarını pek anlayamazlar. Bazen tarih
kitaplarını ve Berlin Duvarı külliyatını okumak, bazen James
Bond filmlerini izlemek işe yarayabilir.
20. yüzyılın başından beri
dünyanın patronu olmak üzere savaş veren kapitalist ve sosyalist
dünyanın büyük ideolojik ve fiili bilek güreşi, 2. Dünya
Savaşı sırasında, kesintiye uğramış ortak düşman Hitler’e
karşı Amerika ve Sovyetler omuz omuza mücadele etmek durumunda
kalmışlardı. Bunun hemen ardından ise, Amerikan Emperyalizmi’nin
dünyayı zaptı rapta alma ve Komünizm’in yayılmasını şiddet
yoluyla engelleme çabaları, ortaya Kore ve Vietnam gibi savaşlara
neden oldu. Ya da Küba, 1959’da Castro ve Che tarafından
fethedildikten sonra, gerek Domuzlar Körfezi çıkartması
gerek Küba füze krizi yaşandığında, bu kendisi
küçük ve sembolleri büyük ada üzerinden Sovyetler Birliği ve
Amerika kaç kere Kennedy ve Kruşçev’in özel telefon diplomasisi
sayesinde nükleer savaşın eşiğinden döndü; ABD’ye karşı
Küba’da bulunan Sovyet füzeleri, Sovyetler’e doğru Türkiye’de
bulunan Amerikan füzelerinin kaldırılmasını talep etmiş, dünya
nükleer yok olma riskini en yoğun şekilde yaşamıştı.
Türkiye, NATO üyesi olduktan ve
Kore’de Amerikan blokunun sahada fiili olarak çarpışan partneri
olarak yer aldıktan sonra, zaten ekonomik olarak bağımlı olduğu
ABD’ye giderek daha çok yaklaştı. Komünizm’in “domino
teorisi”nin uzak da görünse, en azından hedef tahtasında yer
alan Türkiye’de, 68 Kuşağı’nın en azından bir kısmının
da Sovyetler’e potansiyel partner olarak bakması, sürekli
eylemlerle geçen o yıllardan beri, Türkiye-ABD görünürde hep
çok iyi bir stratejik partnerlik örneği yansıtırken, öte yandan
Amerika’nın sürekli olarak dünyaya ve özellikle Orta ve Latin
Amerika’nın ötesinde, Orta Doğu’ya yakın doğuya kendi çıkar
ilişkilerine göre yeniden tasarlama merakı, ortaya bizim de bir
parçası olduğumuz bir dizi dolaylı darbeye müdahalelerini veya
en azından yeşil ışık yakışlarını da beraberinde getirdi.
Amerika adım adım güvenilmez ülke statüsüne geçiş yaptı.
Birçok uluslararası askeri veya CIA müdahalesi, Amerika’nın
“Emperyalist” yüzünün yansımasıydı.
Türkiye, bütün bu veriler ışığında
gerek Marshall yardımından faydalanmak, gerek NATO’nun kanadı
altında kendini potansiyel tehlikelere karşı korumak, gerek
ekonomik IMF bağımlılıkları, gerek dünya koşullarının
tarafsız ve bağımsız kalma olanaklarını bir ütopya olarak bile
bırakmayıp yok etmesi nedeniyle hep son kertede çeşitli dönemsel
ağır krizlere rağmen Amerika ile partnerliğine devam etti.
Özellikle İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra başlayan yakın
ilişkiler, Menderes’in “küçük Amerika olacağız”
hayalleri, daha sonra İnönü’nün Johnson’a yolladığı ünlü
mektuptaki “Yeni bir dünya kurulur ve Türkiye bu dünyadaki
yerini alır” cümlesiyle farklı frekanslara girip çıkmaya
başladı. Ecevit döneminde yaşanan Haşhaş krizi, Kıbrıs
çıkartması döneminde yaşanan silah ambargosu ve İncirlik
krizleri gibi detaylarına burada giremeyeceğimiz birçok gerilim
hattı yaşandı. 2003 yılında Irak Savaşı öncesi, ABD’nin
Türkiye topraklarını üs olarak kullanma arzusu, meşhur
“tezkere”nin parlamentoda takılmasıyla ABD’nin şaşkın
bakışları arasında yeni bir krize dönüştü. Hem de Başbakan’a
rağmen alınmış bir karar olarak. Bunu “çuval geçirilmesi”,
vize krizi ve papaz Brunson’un krizi takip etti.
PEKİ ŞİMDİ NE OLACAK?
“Türkiye NATO’dan çıksın”
demek çok kolay. Mesela biz bunun somut sonuçlarına hazırlıklı
mıyız? ABD’de de çeşitli şahinler zaten “NATO’da
Türkiye ihtiyacımız var mı ki?” sorusunu rahatlıkla
gündeme getirebilirler ama hiçbiri Türkiye’yi jeostratejik önemi
nedeniyle NATO’dan çıkarma girişimini fiiliyata geçiremez.
Bugünkü iktidarın aslında en büyük zorluğu, tutarlı bir
politikaya uzun vadede sahip olmamasıdır. Değişen konjonktüre
göre biz kah Rusya’nın en yakını, kah büyük düşmanı, kah
Güneydoğu’da açılım politikası izleyen en dogmatik milliyetçi
fikirlere kapılan bir ülke olarak yalpalıyoruz. Ne Avrupa, ne de
fazla belli etmemelerine rağmen süper güçler bizim bu seksek
oynayan bukalemun kimliğimize alışamıyorlar. İşin belki en
ilginç noktası şu: Bütün bu krizler öyle bir aşı haline
geliyor ki aynen sürekli olarak çöktü çökecek denen ekonomimiz
gibi mesela Amerika ile ilişkilerimizde dalgalar arasında böyle
bata çıka, ilerlemeye devam ediyor.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
Not: Yalnızca bu blogun üyesi yorum gönderebilir.