Evvelsi gün ailece Tekirdağ’a köfte
yemeye gittik! Ana hedef tabii ki bu değildi. Suphi ile beraber uzun
yol araba kullanmak istemiştik ve daha iyi bir bahane olamazdı.
Tabii o yolda, Silivri cezaevinin ve o meşhur mahkeme salonunun
önünden geçiyorsunuz. Oralara kaç kere gittiğimi hatırlamama
imkan yok. Bu hafta yine Ergenekon davası hakkında geçen haftaki
yazıma devam edecektim. Ama hayat hep başka olayları karşımıza
çıkarıyor...
Tekirdağ yoluna girmeye çalışırken
Mahmutbey civarında trafik sıkıştı. Tampon tampona gidiyorduk.
Sol tarafımda bariyerlerin önünde baktım 3-4 İBB zabıtası,
30’lu yaşlarda, su satan bir genci kuşatıp elindeki pet şişeleri
doldurduğu kartona el koymuşlar... Adam ağlamaklı, zabıtalardan
biri havalı bir şekilde motosikleti ile olay yerinden uzaklaşırken
kendi pet şişelerinden birine son anda uzanıp açtı, kana kana
içmeye başladı. Ben geçerken zabıtalara ancak “Yazık!”
diyebildim. Aslında arkadaşımız şanslıydı! Daha önce
defalarca, E5 Halıcıoğlu mevkiinde, D100 Darülaceze-Perpa
durağında, Zincirlikuyu metro durağında ve onca başka yerde üç
kuruş kazanmak için zabıta teröründen kaçan gencecik insanlar
arabaların, otobüslerin altında can verdiler... 2008’de
Koşuyolu civarında yine kaçarken can veren 13 yaşındaki Bülent
Çalkıran, bugün 24 yaşında bir genç olacaktı... Ömrünü
çalanlar mutlu mu şimdi? Gücünüz üç lokma peşinde koşanlara
mı yetiyor?
CHP’Lİ BELEDİYELERDEN FAKLI BİR
TAVIR BEKLERDİM!
Mahmutbey’deki gencimize bir isim
verelim, mesela “Fahri”... Fahri o suları kaç liraya alıyordur?
Diyelim 0,50 TL’ye. Onları 1 veya iki liraya sattığında, elinde
de 30 şişe olsa, akşam güneş batarken ne kazanacağı belli.
İnsanların aklına gelmiyor ama Fahri’nin de ödediği bir kirası
ve tahmini iki çocuğu var. O da onlara ekmek, domates, pilav, belki
haftada bir çikolata götürmeye çalışıyor. “Eski İBB”
veya bir AKP Belediyesi bu hareketi yaptığında pek şaşırmıyoruz
ama İstanbul’da iktidar değiştiyse, ben artık sosyal demokrat
hiçbir belediyede bu sahneleri görmek istemiyorum. Bakın, bana
1000 yanıt verebilirsiniz. Trafik, işporta yasağı, düzen, şu,
bu... Geçiniz! Siz Fahri’ye eğitim veya sosyal sigorta
verebildiniz mi? Neler yaşadığını biliyor musunuz? Akşam
çocuklarına bir lokma ekmek götürmek için bu işi alın teriyle
yapmasını cezalandırıyorsunuz! Dolandırıcı-hırsız-terörist
olsa daha mı iyi olacaktı?
CHP’de bu tavra şiddetle karşı
çıkıyorum. Ayrıca ekleyelim, her gün artan trafik
sıkışıklığında ağzı kuruyan, şekeri düşen o insanlara su,
kağıt helva, muz, simit, ayran taşıyan bu insanlar orada belki
hayat kurtarıyorlar, halka doğrudan bir hizmet sunuyorlar! Hani şu
sizin trafik sorununu çözemediğiniz için günde 4 saati yollarda
tükenen, kimileri gibi sağa sola helikopterlerle veya sirenli polis
arabaları ile güvenlik şeritlerinden gidemeyen halkımızdan söz
ediyorum. Kendi adıma öncelikle CHP’li Belediyelere ve bu
konuda tavır değiştirmek isteyen diğerlerine sesleniyorum: Bu
yakışıksız şovlara girişmeyin. Kendinizi o insanın yerine
koyun. Onun satışa sunduğu malların temizliğini, hijyenini
denetleyin, Çok istiyorsanız ayda 200 TL vergi alın. Ama ekmeğiyle
oynamayın!
KÜÇÜK PRENSİMİZİ, KALBİMİZE
GÖMDÜK...
Yeraltı kültürü. Neredeyse parasız
yaşama sanatını içselleştirmiş veya marjinallerin her
türlüsünün halinden anlayan insanların dünyası, edebiyatı...
Bukowski, Beat kuşağı, Erje Ayden, küçük İskender... küçük
İskender, geçen hafta kaybettiğimiz büyük değerimiz, yeraltı
kültürünün günümüzdeki bilinen son prensi, ne hissederdi demin
bahsettiğim sahne karşısında? Bence “Hayret bir şey, amma
da büyüttün bu işi Bedri ya!” demezdi! Onda empati
yapabilecek sezgi gücü vardı.
küçük İskender’i önce Akatlar
Kültür Merkezi’nde andık, ardından Ortaköy Camii’nde namazı
kılındı ve Zincirlikuyu’da defnettik. Annesi sevgili Nilsu
Teyze, inanamıyordu hala biricik oğlunu kaybettiğine. Kefeni
açtırıp son bir defa onun yüzüne birkaç saniye baktı. “Sakin
şekilde uyuyor, gördünüz mü?” diyebildi, son bir gayretle
çevresindeki bizlere.
Daha birkaç ay önce Nişantaşı ara
sokaklarındaki evinde ziyaret etmiştim kendisini. Geçen yaz
Bodrum’daki haline göre kilo almıştı, daha iyi görünüyordu.
Gerçi hastalığı sıçramalar yapmıştı ama mucize arıyorduk.
Beraber çocukluk fotoğraflarına bakarak güldük. Kendisine
hediye ettiğim graffiti kitabıma bayıldı. Bunlar tam onun
kalemiydi. Yeraltının, yerüstüne şamarıydı sonuçta o izlerin
hepsi...
Beraber her maç seyrettiğimizde, bu
keyfinin ne olduğunu “hiç çakmayan” başka yazar-çizer
arkadaşlarımıza gülüp geçerdik. Hep onlar bizlerle alay diyecek
değil ya! Bizim de onlara bu sataşma dikenini geri uzatma hakkımız
olamaz mıydı? O da hasta Fenerli’ydi... “Zaten bu Fener
insanı kanser eder” diye takılırdı ölüme...
Otuz yıl önce galiba bir film setinde
tanışmıştık. Harika Avcı ve benim başrol oynadığımız,
rahmetli Yusuf Kurçenli’nin “Gönül Garip bir Kuştur”
filmiydi. Harika’nın üniversite arkadaşı rolündeydi. Ardından
Ortaköy’deki barım Bukalemun’da veya Beyoğlu’nda
doğal akışta hep görüştük. Daha sonra Dadaist isimli
barımın açılışında sahne aldı, harika şiirler okudu. Piramid
Sanat’ta “Şehvetin Tadı” sergisini onun ve yeni kuşak
şair Pemra Oğuz’un şiirleriyle beraber sunmuştuk. Ne mutluyduk
o gün!
O bizim Rimbaud’muz muydu, yoksa
yıllar sonra Rimbaud’ya “Fransızlar’ın küçük İskender’i”
mi diyecekler? Şiirimizin romantik küstah ve asi büyük
kıvılcımını kaybettik! Kadere isyan ediyorum! Bodrum’da yeni
yerleştiği evinde, mesela bir çeyrek asır daha yaşasa, ne
inanılmaz eserler bırakacaktı bizlere. Olmadı... Hayat, onun
yalnız evrensel bir dehamız olmasına değil, aynı zamanda sonsuza
dek genç kalmasına karar verdi... Aynen dün andığımız Ali
İsmail Korkmaz gibi... küçük İskender, Gezi ile ilgili açtığımız
“Sıkıyorsa Gel” sergisinde Ali İsmail
için yazdığı şiirini şu dizelerle bitirmişti:
...
“Öyleyse ben size hep Ali diyeceğim
Hikâyenin gerisi zaten çok belli
Dertler zarifse vakit almaz teselli
Hoş geldin esvabımın cevabı,
aklımın zamanı
Aşk bazen insandan çok evveli
Öyleyse ben size hep Ali diyeceğim
Aşk bazen çok Ali”
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
Not: Yalnızca bu blogun üyesi yorum gönderebilir.