27 Temmuz 2016 Çarşamba

AYIN KARANLIK VE ÇİRKİN YÜZÜ... | Bedri Baykam | 26.07.2016


FETÖ’cü darbeye karşı çıktık. Kendi halkını kurşun yağmuruna tutabilen, tankları üstüne sürebilen alçak ve vicdansız insanların darbe girişimlerini lanetledik. Yine Türkiye üstüne kimin hangi oyunları sahnelediğini algılamak için bilgi ve yorum antenlerimizi sonuna kadar açtık. 15 Temmuz günü ve gecesi neler yaşandığına bakıp anlayamasak bile ipuçlarından yola çıkarak parçaları birleştirdik ve traji-komediden dramaya seyreden akışın parçalarını birleştirmeye çalıştık. Şehitlerin her birinin kahredici hikayelerini dinleyip gözlerimiz yaşardı. Ama bunların hiçbiri, Türkiye’de şu an yaşanmakta olan cadı avının içine düştüğü çirkin tabloları doğrulamaz.
Size ve bana göre demokrasi uğruna kendini feda eden gençler, subaylar, teyzeler birer şehit olabilir. Bu benim de kullanmayı seçtiğim tanımlamadır. Ama bu “bu tanımı kullanmayanlar alçaktır, toplumdan tasfiye edilmelidir, linç edilmelidir” anlamına gelmez. Çünkü bu şekilde düşünmeye başlarsanız, ortada ne demokrasi, ne çoğulcu düşünce sistemi, ne de özgür tartışma ortamı kalır. O zaman şunu demiş olursunuz: “Bir devlet büyüğü çıksın ve bir metin veya açıklama yazarak neler söylememiz gerektiğini bildirsin. Biz de ister 15 Temmuz hakkında, ister başkanlık sistemi hakkında aynı kelime, mantık ve açıklamalarla aynı görüşleri ezberleyerek görüş bildirelim”. Bu papağanlığa birçok ad verebilirsiniz ama herhalde “demokratik tartışma” diyemezsiniz. Habertürk kanalında, “şehit” kelimesini kullanmadığı için hakkında medya ve sosyal medya yoluyla linç girişimi başlatılan Prof. Dr. Nurşen Mazıcı’nın başına gelenler, ülke olarak “ayın karanlık yüzüne” nasıl teslim olduğumuzu bize en iyi şekilde kanıtlıyor. Bu tartışma bir kahvede başlayıp oradan polisiye bir olaya dönüşse, başka bir durum olurdu. Ama demokratik bir tartışma ortamı yarattığını iddia eden bir haber kanalı bu ilkelliğe düştüğü zaman, konu farklı boyutlara taşınıyor. Mazıcı benim gibi veya orada bulunanlar gibi düşünmeye, aynı kelimelerle bir olayı betimlemeye zorlanamaz. Bunun bir haber kanalında özrü yoktur. Habertürk ve tüm diğer kanallara sesleniyorum: Bu teslimiyetçiliğin sesi olacaksanız, gerçekten penguen belgeseli yayınlamanızı tercih ederim. Çünkü Habertürk’ün bu olayla tartışma platformlarının saygınlığına düşürdüğü gölge çok üzücü. Burada popülizme kaymadan bir özür dilenmesi ve bu hatanın bir ders olarak işe yaraması gerekiyor. Aksi takdirde yarın başkaları çıkıp “sen nasıl ‘Reis’ tanımlamasına kaşı çıkarsın?” veya “sen nasıl kurucumuzdan ‘Atatürk’ adıyla bahsetmezsin?” veya “sen nasıl Gezi’de verdiğimiz canlardan söz ederken onlar için şehit tanımlamasını kullanmazsın?” veya “sen nasıl ‘Allah” adını anarken c.c. demeden söze başlarsın?” diye aynı baskıları kurarlar, stüdyoları dağıtmakla tehdit ederler. Marmara Üniversitesi’nin olayın ardından kuyunun dibinin dibine düşerek “Mazıcı hakkında soruşturma açılacağını” panik içinde duyurması, rezaletin boyutlarını genişleten ek bir utanç vesikası. Onlar da bu beyanlarını düzeltene kadar, bir “üniversite” olma vasıflarını kaybettiler.
Benim gibi düşünmeyen -hatta bu da yetmez- aynı kelimeleri kullanmayan ölsün” mantığı, Ortadoğu/şark demokrasi parodilerinin akmış makyajı gibi. Bunların “Basın Bayramı” gününe denk geldiği ve bir de darbenin “medya özgürlüğü sayesinde” durdurulabildiği ballandıra ballandıra anlatıldığı süreçte, herhalde referans yapılan “basın bayramı özgürlüğü” bu değildi! Habertürk mantığı ve sansürcülüğü ile konuya yaklaşırsak, darbe günü haberlere de sansür gelse o kahramanlık destanları nasıl gerçekleşecekti?
İşte böyle bir halet-i ruhiye çerçevesinde, bu ülkede diyanet kimi ölülere cenaze hizmeti veya mezarlıkta yer vermeyeceğini söyleyebiliyor. Bir başkası “hainler mezarlığı” açmaktan söz edebiliyor. Bir diğer “insan”, “bu sitede şu numarada oturan falan kişi, Zaman gazetesi okuyarak terör örgütünü finanse etmiştir, kendisini bu sitede istemiyoruz” diyecek kadar beyin kaybına uğradığını açığa vurabiliyor. Bu tavırların, 12 Eylül’den önce Cumhuriyet okurları hakkında “katli vaciptir” fetvası çıkaranlardan ne farkı var? Bir başkası, “Profesör Doktor Tayfun Uzbay” çıkmış, “Aziz Sancar derhal 15 Temmuz’u kınamalıdır” diye açık çağrı yapıyor! Nedir bunun mantığı? Sancar’a zorla bir şey yaptırma keyfi mi? Sancar bir gün açıklama yapmak isterse yapar, yapmazsa yapmaz. Yapmazsa Prof. Uzbay nasıl tepki verecek? Referandum isteyip “Nobel’ini iade etsin” diye kampanya mı başlatacak? İnsanların insanları biraz rahat bırakabildiği bir Türkiye, bir dünya olamaz mı? Koca koca profesörler, gazeteciler, meslektaşlarına ne yapıp ne yapmayacaklarını, neyi nasıl söyleyip söylemeyeceklerini tebliğ etmeye kalkışıyorlar... Ekranda ya da yazılı medya üzerinden! Allah akıl fikir versin... Herhalde 15 Temmuz konusunda bir tepki eksikliği yok toplumumuzda, değil mi?


MİLYONLARIN CHP MİTİNGİNE İHTİYAÇLARI VARDI
Tepki derken, CHP’nin düzenlediği miting, son derece etkili oldu. Tabii ki çeşitli eleştiriler her zaman getirilebilir, benim de var. Ama hepsinden mühimi, geniş sol muhalefet kanadının bir araya gelebilmesi ve özgüven tazeleyebilmesiydi. O meydanı dolduran yüzbinlerin, belki yarım milyonun ötesinde, ekranlardan gözü yaşararak o sahneleri izleyen her yaştan milyonlarca laik demokrat Cumhuriyetçi’nin buna fazlasıyla ihtiyacı vardı. “Bakın biz de buradayız, kimseden korkumuz yok” diyebilmeleri çok önemliydi. İşte yıllardır CHP için söylediğimiz “dev bir milyonluk miting düzenlemeli” sözleri, buna işaret ediyordu...


HAZİRAN HAREKETİ’NİN DESTEĞİ ARTIK SİNERJİ YARATMALI
Bu paragrafı açmadan önce Kılıçdaroğlu’nun konuşmasına getirmek istediğim birkaç yapıcı eleştiriyi vurgulamak istiyorum. Erdoğan’ın olayın 3-4 gün ardından yaptığı, “Taksim’e Topçu Kışlası’nı tabii ki yapacağız, cami de yapacağız, opera binası da yapacağız” sözleri açık bir meydan okuma ve ağır provokasyondu. İnsan, tüm partilerin desteğiyle darbenin engellenmiş olduğu bir ortamda, halkın huzurunu hiçe sayarcasına Gezi olaylarını başlatan umursamaz kararları tekrar dayatmaya kalkmaz. Ayrıca AKM’yi, Atatürk’ün adı ile tasfiye etmek ve stadlara uygulandığı gibi “Arena Opera” (!) ismi koyarak yerine yeni bir tepki abidesi dikme planını kimileri anlayamamış gibi. “Bakın işte ne güzel opera binası yapacakmış” diyorlar! İşte Kılıçdaroğlu, Taksim Meydanı’nda konuşmasını yaparken bunlara hiç değinmedi. Gezi’den söz etti ama önümüzdeki günler için öne sürülen meydan okumayı yanıtsız bıraktı -ki, buna hakkı yoktu. Önümüzdeki süreçte, Kılıçdaroğlu’nun bu konularda çok daha hassas ve atılgan olması lazım.
Orada Haziran Hareketi’ne katılan tüm arkadaşlara sesleniyorum: Artık siyasetin ve seçim sandıklarının matematikle olan ilişkisinin farkına varalım lütfen. Gezi günlerinin spontan ruhunda bir partiye ait olmayan, bağımsız bir asi ruh vardı ve iyi ki de vardı. Ama artık o muhalefetin somut bir partiye gerçekçi güç olarak akıtma vakti geldi. Sevgili “Gezici gençlerin” artık siyaseti ciddiye alıp CHP’yi laiklik ve özgürlük taleplerinin merkezine koyarak hem sandıkları, hem de CHP’nin tutucu sistemlerini sarsmaları lazım. Bu sinerjinin olumlu bir taşma yaratmaması mümkün değil. Yeter ki herkes o niyetle işe başlasın. Zaten CHP yönetiminin yıllardır tekrarladığım şu mantıkla konuya bakması gerekir: “Benim dışımda başka bir muhalif sepete gidip heba olacak her bir oyu ölesiye kıskanırım, izin vermem. Her ne pahasına olursa olsun o insanları ikna ederim”. Tek bir oy, bir milletvekili değiştirebilir; tek bir milletvekili, bir tasarının 367 desteğe ulaşıp ulaşmamasına neden olabilir... CHP’nin kendi oylarına, gençliğin küskün ve boşa giden oyları eklendiğinde, günümüz Türkiyesi’nde çok güzel bir toprak kayması yaratır.


DURUMUN ÖZETİ:
Artık herkes aklını başına toplayarak idam diye hukuksuzca tepinen gözü dönmüşlerin ve sokak kabadayılarının baskılarına pabuç bırakmadan, nesnel tavırlar içinde, yarınlarda herkesi utandıracak linç kampanyalarından uzak durmalıdır. Gazetecilerin de göz altına alınmaları, tutuklanmaları bu ülkede ne ilk, ne de sondur. “Nazlı Ilıcak tutuklanmış” diye sevinenler varsa, bilsinler ki çok yanlış bir yoldalar. Karşımızda görüşlerine katılmadığımız, korkunç tepki verdiğimiz gazeteciler olsa bile kimse onlara terörist ve çete reisi muamelesi yapamamalı. Yoksa yarın da başkaları “Reis” bağımlısı veya “Atatürk sevdalısı” gazetecilere aynı muameleyi reva görürler. Türkiye şayet darbeyi durdurup demokrasiyi öne çıkardığına inanmak istiyorsa, o zaman ona göre hareket etmelidir. Bu da en başta şuradan başlar: Medya ve muhalefet, bize bilinçaltı olarak verilen “AKP darbeye karşı darbe yaptı” psikolojisinden bir an önce çıkmalı, iktidarın her hamlesi -şu anda OHAL geçerli olsa da- OHAL kurallarının limitlerine çekilmelidir. Yoksa bu ülke, FETÖ darbesini AKP’nin önünü kayıtsız şartsız açmak için durdurmadı, değil mi?


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Not: Yalnızca bu blogun üyesi yorum gönderebilir.