27 Ağustos 2021 Cuma

BELLEKSİZ, OPORTÜNİST TÜRKİYE VE 28 ŞUBAT | Bedri Baykam | 26.08.2021

14 emekli generalimiz, 28 Şubat davasından geçtiğimiz hafta içeri alındılar. Şova dönüşen bir kin, yandaş basının sayfalarında yankılandı. Rütbelerinin sökülmesinin talep edildiğinden bahsedildi. Haklarında “yakalama emri” olduğu ve bazılarının bu şekilde “yakalandığı” anlatıldı. Gözlerime inanamadım. Türk ordusunun şerefli subayları hakkında aşağılayıcı üslupla cümleler kurmak kimsenin haddi olamaz. Herhalde onları FETÖ’nün malum alçak kaçakları ile karıştırdılar...

28 Şubat generallerinin avukatlarından Hüseyin Ersöz, Orgeneral Çetin Doğan hakkında şunu söyledi: “…Birileri gibi kaçmadı, göçmedi. Bu karardan ileride biz değil, sizler utanacaksınız.”

Ben bu karardan utanıyorum ve Cumhuriyetimiz adına generallerimizden özür diliyorum. Bu kadar şerefli bir ömrün, sonunda böyle karanlık konulara alet edilebilmiş olmasından dolayı…

Avukat Celal Ülgen, 28 Şubat’ı abartılmış bir öç, ölçüsü kaçmış bir intikam davası olarak tanımlıyor.

Bu ülkenin tarih bilmezliğinin ortasında, üretilen ve oportünist şekilde adeta zorla inanılan/inandırılan yalanların orta yerinde yaşamaktan bıktım. 27 Mayıs, 12 Mart, 28 Şubat ve hatta 12 Eylül hakkında uydurulan ve ezberletilmeye çalışılan senaryoları dinlemekten usandım; kimse doğru söylemiyor! Hatta aydınlarımızın ve siyasilerimizin bir kısmı bile riyakarlar! Yakın tarihi bilmeyenlerin önünde “politically correct” görünmek uğruna, gerçekleri tahrif ediyorlar veya tahrif edenlere sessiz kalıyorlar. Bu nasıl bir seçici bellek kaybıdır ki, insanlar bizzat yaşamış oldukları anların gerçeklerini unutuyorlar veya unutmuş görünüyorlar!


28 ŞUBAT ÖNCESİ NELER YAŞANMIŞTI

Şimdi bu yalan sendromunun 28 Şubat eksenine dönelim. Bugün 45 yaşın altında olanlar, bu konulara duyarlı ortamlarda yetişmemişlerse, 28 Şubat MGK toplantısında ve ondan hemen önceki yıllarda neler yaşandığını ya hiç bilmiyorlar veya o dönemde çocuk oldukları için hatırlamıyorlar. Yüzlerce makale veya onlarca kitaptan alacağınız sayısız bilgiyi size birkaç satırda özetleyeyim: Atatürkçü yazarlar ve aydınlar sırayla 1990’dan itibaren öldürülüyordu. Şeriatçı terör örgütleri ve yayınlar azmıştı. Bütün Atatürkçü aydınları tehdit ediyorlardı. Yobaz basın açıkça bizleri yani Kemalist yazarları hedef gösteriyor, laiklik ve Cumhuriyet’e kan kusuyordu. Refah Partisi, lideri ve milletvekilleriyle akıl almaz provokasyonlarla halkı galeyana getiriyordu. “Adil düzene geçiş yumuşak mı olacak, sert mi olacak; tatlı mı olacak, kanlı mı olacak” cümlesi, Erbakan’ın ağzından Türkiye’yi dehşete düşüren bir tehdit olarak gündeme gelebilmişti! İkinci Cumhuriyetçiler hep yobazların yanı başında yer aldılar, Kemalizm’i ve Cumhuriyet’i yıkmak için onlara destek verdiler.

Ülke bu şekilde kanlı iç çatışmalara sürüklenirken, MGK, 28 Şubat 1997 günü yapılan toplantısında krizi masaya yatırdı ve saatlerce süren bu tarihi toplantıdan 28 Şubat kararları çıktı. Toplantının başkanı Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel’di. Toplantı tamamen yasaldı.

27 Mayıs 1960 Devrimi yapıldıktan sonra Orgeneral Cemal Gürsel, mükemmel bir anayasa kurmaları için makamında topladığı Türkiye’nin en önemli anayasa profesörlerine “Ben hukukçu değilim anayasadan anlamam, bu sizin işiniz; lütfen bana öyle bir anayasa yapın ki, bir daha hiçbir parti demokrasiyi yok etmeye çalışamasın, TSK’nın da siyasete müdahale etmeye ihtiyacı olmasın” dedikten sonra, 1961 Anayasası’yla beraber MGK doğdu. Dahiyane bir fikirle iki ayda bir siyasetçileri ve askerleri bir araya getirdi. Hedef, sorunlar varsa büyümeden, demokrasiyi kesintiye uğratmadan, diyalogla ve barış içinde çözüme gitmekti.


28 ŞUBAT NEDEN DARBE OLARAK GÖRÜLEMEZ?

28 Şubat’ta da yaşanan buydu. Ordu darbe yapmadı, çünkü bunu istemiyordu. MGK’nın olağan yetkilerine ek olarak, İç Hizmet Kanunu’nda 35. Madde’de de zaten yer alan “Cumhuriyet’i koruma ve kollama görevine” uyarak yasal yollarla rejimi koruma uyarısı yapmışlardı. Dolayısıyla ellerinde o tarihte “yasal hakkı” bulunan askerlere, zaten yapmamış oldukları bir “müdahale” üzerinden darbe davası açmak, hukuki olamaz! Atatürk, laiklik ve Cumhuriyet düşmanlarının neredeyse açık şeriatçı kalkışmalarına yasal yöntemlerle dur dediler. İddia edildiği gibi hiçbir kesimi yok etmeye çalışmadılar. Yobaz veya İkinci Cumhuriyetçi provokatif yazarları içeri atmadılar. Ergenekon ve Balyoz’da gördüğümüz gibi kimseyi yıllarca hapiste çürütmediler. Hiçbir aile geri dönülmez şekilde mağdur edilmeden Cumhuriyet’in kimliği ve değerleri hatırlatılarak “ayar verildi”. Bahsedilen “balans ayarı” buydu. Sözcü’de 22 Ağustos’ta Saygı Öztürk’ün, Onursal Yargıtay 4. Ceza Dairesi Başkanı Oman Yaşar’a dayandırarak hatırlattığı gibi cebir yoktu; bugün yapılan suç tariflerinin hiçbiri mevzubahis değildi. 28 Şubat kararlarının tamamı, aslında var olan anayasaya ödünsüz şekilde uyulmasını istemek ve daha sonra 15 Temmuz 2016’da yaşanan rezil ve yıkıcı tehlikelerin yaklaşmasını engellemek içindi! Kim aksini iddia edebilir ki?

Hukukta çıkarılan yasalar geriye yönelik uygulanamayacağı gibi, hiç kimse geçmişte yaşanmış ve önceden haberdar olmadıkları bir suç tanımlaması veya daha sonra gelişen bir yorum üzerinden yine geriye yönelik şekilde bir suç tarifi içine alınamaz, bu şekilde yoruma dayalı hiçbir ciddi suçlama yapılamaz. 28 Şubat vakasında yobaz ve İkinci Cumhuriyetçi birleşik cephe önce buna “Post-modern darbe” adını taktılar, sonra da kendi yaptıkları yoruma inandılar. Ardından da bunun neredeyse fiili ve resmi bir dayanak olduğuna toplumu ikna etmeye çalışarak o dönemde geçerli olmayan yasa yorumları üzerinden zamanı 24 yıl geriye alıp, askerlerimizi suçlu sandalyesini oturttular. Dünya tarihinde eşi görülemeyecek bir hukuk skandalı olan bu davayı ancak bu şekilde izah edebiliriz.


FETÖ ÇETESİ ÇIKIŞLI BİR KUMPAS DAVASI

Ama bundan bile önemli ikinci bir iflas ayağı daha var. Dava, baştan sona FETÖ çetesinin Ergenekon ve Fenerbahçe davalarındaki zavallı ve sahte olduğunu kendi içinden kanıtlayan metotlarıyla gelişmişti. Yine belirsiz birinin savcılara teslim ettiği bir CD dayanak yapılıyor; üretilmiş belgeler ve imzasız malum kumpas delilleri ortada. Şu şekildeki, CD’nin güvenlik numarası sistemi, 2000’li yıllara ait, yani 90’larda yoktu. FETÖ’ye ait FEM Dershanesi’ne ait soru kitapçığı şablonu unutulmuş CD’nin içinde! Ayrıca (kemerlerinizi bağlayın), bu davanın anti kahramanı birçok hakim ve savcı bugün FETÖ’den firari veya hükümlü! Daha da ileri gidelim, 28 Şubat kararlarında MGK’nın yaptığı ikazlar şayet göz önüne alınmış olsaydı, tabii ki 15 Temmuz darbe girişimi yaşanmayacaktı. Kaderin cilvesine bakın ki, o dönem FETÖ aracılığıyla ordu içindeki yobaz sızmaları ihbar eden ve onları durdurmaya kararlı olan MGK’nın onur duyulması gereken askerleri, bir FETÖ çıkışlı dava ile içeri alınıyorlar!

Bu da bize, FETÖ çetesini canları pahasına durduran Atatürkçü komutanların nasıl son yıllarda emekli veya pasifize edildiğini hatırlatıyor. Ordu karşıtlığı, iktidarın ruhundan ve beyninden çıkmıyor, korkunç ölümcül hatalar tekrarlanıyor.

Balyoz felaketinin ardından, yine haksız ve uydurma gerekçelerle ağır bir bedel ödemeleri istenen emekli komutanların haklı mücadelelerine, mantığını ve hafızasını bir nebze kullanan her siyasi partinin ve aydının destek vermesi şart. Tabii ki ben de 14 emekli generalin affedilmesini kabul etmeyen ve onlardan özür dilenmesinin esas doğru yöntem olduğuna inananlardanım.





ÖLÜMCÜL YOBAZLIK ORTADOĞU’YU KUŞATIYOR | Bedri Baykam | 19.08.2021

Birçok sahne dünya tarihine şimdiden kazındı. Dev bir Amerikan askeri kargo uçağına yapışarak gövdesine, tekerlerine sarılmaya çalışan binlerce insan, canlı kalma ihtimalleri olmayan bir ortama rağmen koşarak orta çağı ateşinden kaçmaya çalışıyorlar… Taliban tarafından götürülmemek için Afgan kadınlar çatılardan ölüme atlıyorlar… Onların durumu daha da korkunç; evden dışarı adım bile atamıyorlar. 15 yaşını aşmış genç kızlarının ellerinden koparılarak Taliban’a köle cariye yapılacaklarını biliyorlar. Bilgisayar bulundurmanın, fotoğraf çekmenin, namaza gitmemenin ölümcül suç sayıldığı bir Ortaçağ kara deliğinden söz ediyoruz. Ve bütün bu sapık yorumlar din adına yapılıyor, sanki bu emirleri kendilerine Allah vermiş gibi!

Olayın maalesef çok farklı yönleri var. Dünyada hiç kimse cahil bırakılmış ve yobaz güruhlar tarafından ezilen halkın kaçanlarını mülteci olarak almak istemiyor. Öte yandan bu kadınlarla, çocuklarla, insanlarla empati kurmaya da mecburuz. Bakın, Afgan Mülteciler Dayanışma Yardımlaşma Derneği kurucularından olan ve Kayseri’de yaşayan Zakira Hekmat ne diyor: “Afganistan’ın batmasını tüm dünya sadece gözlemledi, hiçbir şey yapmadılar. Dünyaya seslenmek istiyorum lütfen Afganistan’ı yalnız bırakmayın, onlar da insandır. Bizim suçumuz Afganistan’da doğmak mı? Biz insan değil miyiz? bizim çocuklarımız çocuk değil mi? Onların hiçbir suçu günahı yok.”

Tabii ki Hekmat haklı, onların bir günahı yok, bu cümlelerin üstüne söylenecek hiçbir şey yok. Ama Türk vatandaşları olarak bizler de “yurdumuzu istila eder gibi gelmiş 8 milyon Suriyeli’nin üstüne bilmem kaç bin ya da milyon Afgan da gelirse biz ne yaparız” diye düşünüyoruz, bu düşünceyi de hiç kimse yadsıyamaz!


70’LER VE 80’LERDEN BİRKAÇ KARE

Sizi 1970‘lerin ikinci yarısına götüreceğim. Yer Paris. Orada okuyan yabancı talebeleriz. Ben tabi gururla Türk olduğumu söylüyorum herkese. Ama Cezayir, Tunus ve Fas’tan gelen bazı arkadaşlarım, ırkçılık sonucu aşağılanabilecekleri bir ortamda, bu durumu aşmak için “Afgan olduklarını” söylüyorlardı. Afganlar o dönemde asil, kültürlü ve Avrupai görünüyorlardı. Son yıllarda belki internette görmüşsünüzdür: 70lerde Kabil’de, başları açık, çağdaş giyimli, güler yüzlü kızlar üniversitelerin önünde fotoğraf çektiriyorlardı. Sonra İran’da olduğu gibi Afganistan’da da 80’lerle beraber yobazlığın en saldırgan ve cerahatli şekli, “Allah’ın emri” yutturmacasıyla toplumun içine yavaş yavaş ama en etkili şekilde zerk edildi.

Bizdeki senaryonun merkezlerinden biri FETÖ idi. Rahmetli Muammer Aksoy, Türkan Saylan ve mücadeleye devam eden Yekta Güngör Özden, Oktay Ekşi gibi isimlerle “163. Madde Türk Ceza Kanunu’ndan kaldırılmasın, şeriat propagandası serbest bırakılmasın” diye uğraşıyorduk. Ne SHP’yi, ne de bazı saf demokrat can kardeşimizi ikna edemedik! 163. Madde, sözde özgürlükçülük adına 141- 142 ile beraber Türk Ceza Kanunu’ndan kaldırıldı ve ardından yaşadığınız büyük kara tablonun bütün tohumları ülkemizin her tarafına yerleştirildi.


EMPERYALİZMİN İPİ VE KUYULAR…

Bugüne dönelim, Amerika Afganistan’dan çekildiğinde neler olacağını elbette çok iyi biliyordu. Ortada yaşanan sözde istihbarat komedisine bile inanamıyorum. Taliban’ın 60 ya da 90 gün içinde ülkeyi işgal edeceğini sananlar, 48 saat içinde el kol sallayarak kente giren yobazların, Kabil saraylarında yerde bağdaş kurup şaşkın ördek gibi etraflarındaki altınlara baktıklarını gördüler.

Emperyalizm durmadan çıkar hesabı yapar. Onları ilgilendiren ne insan hakları, ne de başka halkların yaşayabileceği dramlardır. Sanıyor musunuz ki, daha şurada 18 sene önce 1.500.000 Iraklı’yı sahte sebeplerle katledip kıtalarına dönenler için, yarın da kendileri yüzünden 1.500.000 Afgan öldürülsün çok fark edecek? Bizler mi? Biliyorsunuz bize sözde BOP eş başkanlığı yani kirli işlerin temizliği bırakılmış… Yarın hangi yanardağ lavlarının altında kalacağımız meçhul! Kendi vatandaşlarımızın en temel ihtiyaçlarını karşılamaktan acizken emperyalizm bekçiliğine soyunursanız, başınıza gelecek her belaya da hazır olmanız gerekir.

Biliyorsunuz, Cumhurbaşkanı Erdoğan Taliban’la ilgili “Taliban’ın inancıyla ters yanımız yok” diyerek tüylerimizi diken diken etmişti. Bir de kendisinin tekrarlamayı sevdiği “İslam’da şiddet yoktur” gibi cümleler vardır. Acaba danışmanlarından rica etsek kendisini IŞİD ve Taliban militanlarının masum insanları nasıl ölüme yolladıklarını bir gösterseler… Talibanların yasaklarını ve koydukları cezaları okursa, Cumhurbaşkanı Talibancıların bu yaklaşımla mesela kendisini ve ailesini 10 dakikada yok edebilecek gerekçeleri gözü kapalı bulabileceğini gayet rahat görebilir. Çünkü onlara göre, zaten Türklerin tamamı “Allah’ın ve dinin emrinden çıkmış” tarzda yaşadıkları ve mesela bilgisayar kullandıkları için (!) için her biri ölümü hak etmiştir! Herhalde “din” kalkanı bu olamaz değil mi? Ne var ki, bu bizlerin kültür, bilgi ve mantığımıza uymasa da yobazlar insan kesmeye devam ediyorlar, ülkemizdeki Ayasofya eski imamı da, bu Taliban katillerini açık açık alkışlamaya, desteklemeye devam ediyor! Nasıl olsa meydan boş…

Taliban’ın bastıkları sarayda nasıl davrandıklarını videolardan izliyoruz; vücut dilleri bizim alıştığımız anlamda insan hareketlerine pek benzemiyor! Bu arada Talibancılar “Eskisi gibi değiliz, kadın hakları da olacak ama şeriata göre” diyerek bir yudum beyni olan herkesi güldürmeye devam ediyorlar. Hekmat hiç çekinmeden senaryonun adını koyuyor: “Şu an Taliban yumuşak dilde konuşuyor ama Afgan halkı buna inanmıyor, hepimiz Taliban’ı çok iyi tanıyoruz; Erat ilinde hırsızlık yapmış diye iki kişi yüzlerini siyaha boyayıp boyunlarına ip basarak sokaklarda gezdirdiler. Bu üç gün önce oldu, Taliban’a nasıl güvenilebilir ki?”

Mülteci istilasıyla hangi terör örgütlerinin içimize sızdırılacağı ve ardından hangi katliamlar yapıldıktan sonra kimlerin timsah gözyaşları döküleceklerini çok merak ediyorum.

Emperyalizm, Afganistan’dan çekilerek Orta Doğu’nun cehennem kapılarını açtı. Amerika Taliban’ı yarattı, Taliban da terörü…

163. Madde ikazlarımızı, annelerinize babalarınıza, o günkü siyasilere anlatamamıştık. Lütfen şu andan itibaren günlük hayatınızı sürdürürken canlı kalmak dışında birinci önceliğiniz, burada aktardığımız ve her gün gazetemize yansıyan sorunlarla en hazırlıklı şekilde demokratik yollardan katı bir direnç göstermek olsun…



GENÇLER, İLK HEDEFİNİZ PARİS! | Bedri Baykam | 12.08.2021

İki spor var ki, haklarında profesyonel yorum yapıyorum: Futbol ve tenis. Basketbol hakkında ancak heyecanlı bir taraftar kadar yorum yapabilirim. Diğer sporlar hakkında ise basit taraftar veya televizyon izleyicisi kadar işi anlamaya çalışırım; takımımın renklerini veya milli takımı tutarak… İşte Olimpiyatları da bu şekilde izledim!


GELİN SİZİ GÜLDÜREYİM!

Size Tokyo 2020’den bir sahne anlatacağım, büyük ihtimalle bana çok güleceksiniz. Özellikle de sözünü ettiğim olayı veya genel olarak o sporu tanıyorsanız! Olimpiyatları elimden geldiği kadar kaçırmamaya çalıştım. Bir gün uyandığımda, baktım bir Türk sporcu tatami minderine çıkmış, “Ooo çok iyi, bir karate müsabakamızı yakaladım, inşallah sporcumuz kazanır” diye kendimi hazırladım. Rakibini beklerken bizim sporcumuz Ali Sofuoğlu bayağı ısınma hareketleri yapıyor. Bir de baktım bu ısınma hareketlerini hafif abartarak tam bir şova dönüştürdü! “Hay Allah!” dedim kendi kendime, “Şimdi bizimki yorulacak birazdan, rakibi çıkınca işi zorlaşacak bu gidişle”. Bir yandan da gözüm sürekli rakibi arıyor. Bu arada bizim Ali, estetik olarak çarpıcı hareketler yapmak dışında en tehditkâr sesleri çıkarıyor. “Eyvah ki eyvah” dedim, “bizim arkadaş bu ısınma işini abarttı, ilginç olayım derken seyirciler bu gidişle onu alaya alacak” diye düşündüm ve korktum. Bir yandan da bu ısınma hareketlerinin mükemmeliyetine hayran kalıp içimden karşısına çıkacak rakibi sorgulamaya başladım. Peki sonra ne mi oldu? Meğer karatenin bu disiplininin adı “kata” imiş. Sporcular tek başlarına ahenkli, mükemmeliyet arayışında, denge ve estetikle en çarpıcı figürleri “hayali” rakiplere karşı yapıp doğrudan puan alıyorlarmış! Bir baktım bizim Ali sonunda selamlar veriyor, çok iyi bir puanlar almış ve hatta biraz sonra öğrendim ki bronz madalyayı kapmış! Müthiş sevindim ama kendime iki saat güldükten sonra! Biraz önce eyvah ele güne rezil olacağız diye beni korkutan sporcumuz meğer dünyayı kendisine hayran bırakıyormuş!


BJORN BORG VE MADALYALARIMIZIN ANLAMI

Toplumumuzda iki ayrı görüş var. Biri diyor ki “13 madalya alındı. Bu bir rekor, çok başarılı geçti Olimpiyatlar, artık gelecekten çok mutluyuz.” Bir diğer görüş diyor ki “Koskoca ülke olarak yalnız iki altın madalya aldık bunun neresi başarı? Slovenya ve Özbekistan bile üçer altın almışlar!”

Ben, muhalif kanattan bazı arkadaşların dile getirdiği gibi madalya sayımızı küçümseyenlerle aynı fikirde değilim. Tokyo 2020’de aldığımız 13 madalya sandığımızdan çok daha önemli!

Bakın size bunu geçmişten bir örnekle anlatacağım... Ünlü İsveçli tenis şampiyonu Bjorn Borg ile 1973’te Helsinki’de ben de genç bir tenisçiyken tanışmıştım. O güne kadar kazandığı küçük ama çarpıcı başarıları vardı. Sonra 1974’te Paris’te Fransa Roland Garros Turnuası’nı kazandı. İnanılmazdı, bunu başardığında 18 yaşını bitireli henüz iki gün olmuştu. Ertesi yıl bu başarıyı tekrarladı! Ardından 5 Wimbledon dahil hırs yapmadan 26 yaşında bıraktığı kariyerinde toplam 11 büyük şampiyonluk ve milli takımla aldığı Davis Kupası şampiyonluğu vardı. Borg’un başarıları başlar başlamaz ne oldu biliyor musunuz? İsveç birden dünya çapında şampiyon tenisçiler çıkarmaya başladı! Wilander, Edberg, Pernfors, Enqvist ve daha sonra Soderling gibi nice isim yıllarca Borg’un peşinden geldi! Hatta olay burada da kalmadı, tenis Avustralya ve Amerika egemenliğinde bir sporken bunu takip eden yıllarda Avrupa’da her ülke ağırlığını koymaya başladı. Federer, Nadal ve Djokoviç efsaneleri bu hatlar üzerinden son 20 yılda şekillendi.


BAŞARILARIMIZ PARİS’TE ÜÇ MİSLİYLE GELSİN!

Şimdi Olimpiyatlara ve Türkiye’ye dönebiliriz: Başarıya alıştığımız güreş ve halter dışında onca farklı dalda sporcumuzun madalya alması, madalya alamasa dahi podyumu zorlaması, yakın gelecekteki sayısız güzel sonucun öncüsü olacak bir ortam oluşturdu. Artık aynen Borg gibi, Mete Gazozların Busenazların, Ferhat Arıcanların, Sofuoğluların, Ersu Şaşmaların, Eda Tuğsuzların ardından onca yeni okçuların, boksörlerin, jimnastikçilerin, karatecilerin, atletlerin gelmemesi için hiçbir neden yok! Onlar sayesinde spor ülkede boyut atladı, imaj değiştirdi. Gazetelerde çıkan boy boy fotoğrafları ve başarı hikayeleriyle bu sporcular milyonlarca ya da en azından 100 binlerce gence ilham kaynağı oluşturuyorlar. Anneler babalar artık spor yapan çocuklarına “boş işlerle uğraşma” diye baskı yapmaya utanacaklar! Umuyorum ki, devlet artık lisede spor yapan her gencin rahatça ve baskısız eğitim almasına olanak sağlar.

İnanın bana, “hangi sporu yaparsam yapayım ben Olimpiyatlarda zirveye çıkabilirim” inancı Türk gençlerinin ruhuna ilk defa bu kadar işleyebildi!

Bu nedenle gençlerimize Atamızın bir yorumuyla sesleniyorum: “İlk hedefiniz Paris! Madalyalarınız sizleri bekliyor. İnanın başarmamanız için hiçbir neden yok!

Umuyorum madalyalara verilen teşvik altınları da artacak! Sporcu, başarıyı para için kovalamaz ama ömrünü spora veren bir gencin de ev almak veya faturalarını düşünmeden mesleğini yapmak hakkıdır! Sponsorlara da sesleniyorum, sporcularımızın her türlü maddi manevi teşviğe ihtiyaçları var.

Evet, sevgili voleybolcularımız belki yarı finale çıkamadılar. Ama dünyanın en iyi takımları arasında olan Çin ve Rusya’yı yenip Olimpiyat şampiyonu olan Amerika’ya son anda yalnız 3-2 kaybetmeleri, sporda artık dünyada herkesi yenebilecek en iyilerden biri olduğumuzu dosta düşmana gösterdi. Ya da bütün diğer sporlarda elde edilen başarılar güreşçiler ve haltercilerimiz için büyük bir motivasyon olacak, eski büyük başarılarına dönmek için hırs yapacaklar. Erkek boksörlerimiz, kadın boksörlerimizin zaferlerine ulaşmak isteyecekler. Bunlar güzel rekabetler olacak!


LÜTFEN SİYASETİ BU KONUYA BULAŞTIRMAYIN!

Toplumdan ve genel siyasi ortamımızdan da özel bir ricam var: Lütfen sporcularımızı politik çekişmelerimizin parçası haline getirmeyelim. Busenaz Sürmeneli’nin Cumhurbaşkanı’na “Size altın madalya sözü vermiştim, o madalyayı size getiriyorum” demesini yargılamayalım. Ters gelse de sorgulamayalım, alkışlayalım. Çünkü spor, siyaset üstü, barış temelli bir olgudur. Eleştiri bahaneleri yaratmayalım.

Eski bir sporcu olarak konuşuyorum: Sporcunun kalkıp “ben şu bürokrata surat edeyim, şu diğer adama dostça davranayım” deme lüksü yoktur.

Bütün parlamenterlerden talep ediyorum. Gençlik ve Spor Bakanlığı’nın bütçesini de dev ölçüde arttırın. Bu fark, federasyonlara en yapıcı şekillerde gitsin, sporcularımız için harcansın. AKP’nin geçmişte spor alanında yaptığı hataları burada konu yapmak istemiyorum, geleceğe bakalım. Tokyo’da tüm sporcularımızın her müsabakasını yerinden izleyen ve her sporcumuzu teşvik eden Gençlik ve Spor Bakanı Mehmet Kasapoğlu’nu da tebrik ediyorum. Artık geleceğin başarılarının spor ve sanattan geçtiğini umarım HER SİYASİ PARTİ anlar ve gereğini yapar.



BU ÜLKEYİ BİLİNÇSİZ İKTİDAR DEĞİL, DUYARLI HALK KURTARACAK! | Bedri Baykam | 05.08.2021

Aynen FETÖ olayında olduğu gibi! Yıllardır yapılan ikazlara kulak asmayanlar, şimdi devlet katında dayanışmadan dem vuruyorlar, hem de hiç inandırıcı olamadan… “Olayların buraya varabileceğini görmemiştik, kandırıldık!” Peki daha sonra özür diledin mi? Ne gezer!? Zeytinyağ gibi üste çıktılar! Basında yıllarca yazıp çizdiklerimizi, parlamentodaki önergeleri, demokratik kitle örgütlerinin raporlarını, yazarlarımızın kitaplarını, her şeyi yok saydılar, tersine bizlerle alay ettiler! Şimdi ise yangınlar beş gündür yüreğimizi yakarken yine aynı taktikten gidip bütün ikazları yok saydıktan sonra, suçu kime ihale ettiler? “CeHaPe” belediyelerine!

Umursamazlık, sorumsuzluk, hafıza kaybı ve yüzsüzlük bu düzeye çıkınca her şey serbest! Bu dram hepimizi mazoşist şairlere dönüştürecek. Cümleler içimizden fışkırıyor. Halkımızın isyan etme duygusu, neredeyse acılı haykırışlarından bile baskın çıkıyor. Nasıl delirmesinler ki? Gündoğmuş Belediye Başkanı AKP’li Mehmet Özeren, alay edercesine “Çok eski evi olan vatandaşlar keşke bizim de evimiz yansaydı diyecekler” derken bir de gülüyor. Çaresiz kalmış halk, alevlerin bir yandan termik santrale belki yarım kilometre yaklaştığını duyarak kahroluyor. Gökova Körfezi’nin yarısı, Marmaris, Manavgat, Bodrum’un birçok yeri, Ege, sayısız yer yanmış, yanıyor. Belki bir teselli olabilecek bilgi yanan ormanın kendi kendini iyileştirebileceği, hatta periyodik olarak bunlara bir ölçüde ihtiyacı olduğu yönündeki bazı görüşler. Ama bu alışılmış seyirlerin de o kadar üstünde cereyan ediyor ki olay! Aynı anda bu kadar yangın nasıl çıkar? Sağda solda yakalananlar da cabası!

BUNLAR BİLEREK Mİ YAPILIYOR?

Bırakalım iklim değişikliği ve küresel ısınmayı, hepimiz biliyoruz ki hem rant çıkarcıları hem şerefsiz terör eylemcileri, doğanın var olan kaprislerine eklenmek üzere fırsat kolluyorlar. Yazın oluşabilecek hiçbir orman yangını bir sürpriz değil. Kendine ve halkına saygısı olan bir devlet bunu bilir ve hazırlığını yapar. Bizim iktidarımız ne yapıyor? Var olan ve kullanılma ihtimali olan yangın söndürme uçaklarını devre dışı bırakmak için ellerinden geleni ardına koymadılar. “İtibardan tasarruf olmaz” denerek saray üstüne saray yapılıyor, milyar dolarlara uçaklar istifleniyor. Ama yaşanacağını bildiğimiz bu yangınlar için uçak almayı akıl etmek yok, doğayı düşünen yok, hayvanları düşünen, o yerleşim birimlerindeki halkı veya ülkenin turizmini düşünen yok! Söyleyecek laf bulamıyorum. İnsanda minimum tereddüt olur, “Devlet imkanlarını nasıl kullanıyorum? Acaba ağır bir israfın sorumlusu muyum?” Sıfır. Bu insanların aklına bu suallerin gelme oranı, sıfır. 100 arabayla çakarları yakarak gösteriş dolu bir şehir turu atılıyor ve ardından halkın suratına çay paketleri fırlatılıyor! Evi, ocağı, yüreği yanmış insanlara bir paket kuru çay…

Bu arada halkın artık yüksek sesle dile getirdiği bir niyet ifşası daha var: Bu ülkenin içine düştüğü ağır kara tabloda Türk Silahlı Kuvvetleri’nden sanki hiçbir yardım istemiyor iktidar! Kayseri’de bekleyen C-130’lar yangın söndürme kapasitesine sahip uçaklar ama onlar da devreye sokulmuyor. CHP Milletvekili Süleyman Girgin bu soruyu gündeme getiriyor, ama İçişleri Bakanı yangın söndürmenin profesyonel bir iş olduğunu söyleyerek saçlarımızı diken diken yapıyor! Halkın kovalarla su taşıyıp çıplak elleriyle ateşlerle savaşması, demek profesyonel bir girişim! Ama tabii koskoca İçişleri Bakanı’nın elleriyle ateş söndürecek hali yok (!) Bu kadarına pes denir! Ama pes denecek o kadar çok şey var ki, bu kelime de anlamsızlaşıyor! Askerleri tankerleri ve uçaklarıyla sahaya sürmeyen kim? Adını bilen var mı? Yoksa halk ve askerin yan yana dayanışmaya girmesinden korkanlar mı var? Bu korku ormanlarımızdan daha mı önemli?

TESADÜFE BAKIN! LEGAL KILIFLAR VE ARANJMANLAR HAZIR!

Lütfen bu olayları en net şekilde bize bir videoda açıklayan Murat Yetkin’in sözlerini dikkatle izleyin! Türkiye’de birçok kıyısı olan arazi de yapılaşma yetkisi Tarım ve Orman Bakanlığı’ndan alınarak Turizm ve Kültür Bakanlığı’na devrediliyor. Hem de artık ÇED raporu aranmadan, 15 günde yapı ruhsatı sağlanarak bu gelişmeler hızlandırılıyor. Adeta tabiat varlıkları için jet hızıyla hayata geçen ölüm fermanları bunlar. Bu arada bir hafta kadar önce resmi gazetede yayınlanan 7334 sayılı kanun var: O da görkemli bir şekilde bu turizm gelişme alanlarının dışında olan alanlar için bu konuda karar verme yetkisini tek başına Sayın Cumhurbaşkanı’na veriyor! Ne kadar pratik bir ülkeyiz değil mi? İnanın Avrupası, Amerikası halt etmiş, onlar da böyle zeka fışkırtan hızlı yasalar, kraliyet yetkileri hiç yok. Bu arada internetten bilgiler hortluyor: Marmaris’te yanan yerlere daha önce maden ruhsatı verilmiş! Bu kadar birbirine denk gelen olaylar, yasalar, yetki devir değişimleri beni benden alıyor! Bu arada haberiniz olsun, tüm konularda belediyeler hızla devre dışı bırakılmış. “Tabii efendim saçmalamayın, öyle iki başlı sahil planlaması olur mu? Sonra maazallah eski koalisyonlar gibi, işler durur”.


ŞU ORTAMDA CHP İLE UĞRAŞMASANIZ OLUR MU, LÜTFEN?

CHP milletvekili Ali Şeker, Temmuz 2019’da bu yangın uçakları ve ormanların güvenliği konusunda aklınıza gelebilecek her şey hakkında bir soru önergesi vermiş. Kendisine bu kadar teskin edici bir yanıt verilmiş ki, okusanız kafanıza çay atılmış gibi sakinleşirsiniz (!) Engin Altay, olay yerlerinde feryat figan yaşadıklarını aktarıyor. Helikopterlerin 1000 sorti yaptığı iddia edilen günlerde tek bir uçak veya helikoptere rastlamadığına yemin ediyor. 11 CHP’li belediye başkanı bir araya gelip bildiri yayınlayarak THK uçaklarını uçurmaya ve bu kriz masasını yetiştirmeye yönelik kararlarını açıklıyorlar. Tabi bu katkı kararları da sabotaja uğramazsa! Bir ricam var, lütfen hiç olmazsa şu ortamda “CHP’de bir şey yapmıyor!” nakaratından vazgeçin, buna yeltenenleri de lütfen susturun, malum sorumluları bu şekilde dolaylı olarak lütfen aklamayın, olur mu?


HALKIMIZIN GÖZ YAŞARTICI ÇIRPINIŞI!

İktidarın devleti ve yurdu bu kadar başıboş bıraktığı ortamda, halk inisiyatifleri, maddi ve fiili sorumluluk alıp ateşin içine dalıyor! Sosyal medyadan haberleşmeler, ihtiyaçların bildirilmesi ve yoluyla zor durumdaki insanlarımıza ulaştırılan yardımlar… “Çökertme’ye gitmeyin, yardıma ihtiyaçları yok” cümlelerini dinlemeyerek orada direnen kahramanların yanına ulaşan değerli yurttaşlarımız… Göçek Halk Meclisi Dayanışması’nı kuranlar, internetten örgütlenerek yaşam savaşı veren her canlıya destek ulaştırmak isteyen sevgili insanlarımız, Ahbap, Angels Farm Sanctuary, Paw Guards, HAYTAP, Yaşama Tutunan Patiler Derneği ve niceleri, bu ülke kurtulursa sizlerin yurttaşlık bilinci ve Atatürkçü vatan sevgisi ile kurtulacak!

31 Temmuz 2021 Cumartesi

BUGÜN KONUMUZ, MİLLET İTTİFAKI’NA ADAY SEÇMEK OLAMAZ! | Bedri Baykam | 29.07.2021

En az birkaç aydır, gizli veya açık gündem, Erdoğan’ın karşısına Millet İttifakı’nın hangi adayı çıkaracağı… Telaffuz edilen isimler olan Ekrem İmamoğlu, Mansur Yavaş ve Meral Akşener’e, şimdi bir de güçlü şekilde CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu eklendi. Medya da 4-5 saatlik tartışma sürelerini doldurmak için bu kulvara göbekten dalıyor.

Demirel’in meşhur cümlesi “Siyasette 24 saat çok uzun bir süredir” bir yazıt olarak duruyor. Seçimlerin olağan zamanına daha iki yıl olduğunu düşünürsek, kültürümüzde çok kullanılan “o zamana kadar kim öle-kim kala” deyimini hatırlatmama bilmem gerek var mı? Türkiye kadar kaygan zeminde siyaset yapılan bir ülkede, bazen bırakın iki yılı, iki saatte bile neler olup bittiğini veya olabileceğini düşünmenizi istiyorum! Partiler, ittifaklar arası yer değiştirip birden karşı saflara teslim olabilirler! “Ekmek için Ekmeleddin” adaylığı ile daha şurada 6-7 yıl önce karşılaşmadık mı? Bahçeli ardından ani bir dönüş hareketiyle, Kılıçdaroğlu ve onun etrafındakilerden “zillet ittifakı” diye söz etmeye başladı! Ülkemizin kendi iç sorunları dışında ayrıca her an savaşların patladığı bir coğrafyada yer aldığını düşünürsek, bugünden iki yıl sonrasının noktasal aday seçim tartışmalarına girmenin anlamsızlığı daha da belirgin bir şekilde ortaya çıkar.

Cumhur İttifakı’nın adayı belli. Onlar da aslında bir an önce rakiplerinin kim olacağını öğrenmek isterler, ki kimin yıpratılması gerektiğini bilsinler. Bu belirsizlik iktidarı için için sinirlendiriyor.

Kılıçdaroğlu’nun yakın, en yakın çevresinde kendisine şuna benzer cümleler söylenebileceğini düşünüyorum: “Kemal Bey, daha düne kadar İmamoğlu İstanbul’un herhangi bir belediyesinin kimsenin tanımadığı başkanıydı, onu bugün İstanbul Belediye Başkanı yapan zaten sizsiniz! Şimdi de kendi gücünüzü unutup onu bir de Türkiye’nin direksiyonunun başına mı geçireceksiniz? Aslında oraya sizin kendiniz oturmanız lazım, lütfen böyle bir hata yapmayın.” Tekrar ediyorum, bu bir duyum değil, teorik tahmin. Onca yıldır siyaset kazanının içinde yer almanın getirdiği bir görüş. Kılıçdaroğlu, bugüne kadar hep CHP Genel Başkanı kalmayı tercih ettiğini, cumhurbaşkanlığı için doğru adayı aramak durumunda olduklarını savunuyordu. Ama bu söylemde net bir değişiklik oldu, sanki yukarıda dile getirdiğim tahminler doğrultusunda onun düşünce yapısında çeşitli tereddütler veya en azından kendi cumhurbaşkanlığını bir olasılık olarak kabullenme süreci başladı.

ADAY SAPTAMAK İÇİN YAPILMASI GEREKENLER

Benim düşüncem net: CHP’de demokratik bir tüzük açılımının en kısa zamanda yaşanması gerektiğine inanan öncü grup arasında yer aldığım için, hazırladığımız Demokratik Dijital Devrim Tüzük taslağının önerdiği şekliyle CHP’nin cumhurbaşkanı adayını, partinin tüm kayıtlı üyelerinin doğrudan belirlemesi tartışmasız tek tercihim. Ama bu şu anda maalesef uygulanamadığı için, mükemmel olmasa da buna en yakın başka alternatiflerin devreye sokulması lazım. Mesela tüm yurtta üyeler bazında eğilim yoklaması. “Vakit yok, zaten organize olamayız, çıkan sonuca da güvenemeyiz” gibi tepkiler gelebilir. Diğer yöntemlerin en önemlisi kamuoyu anketleri. Ama ben çok geniş tabanlı, objektif ve “bir sonucun sipariş edilmediği” tarafsız farklı kaynaklardan da benzerleri yapılacak çok büyük anketleri kastediyorum.

Orada geniş halk kitleleri, ister tercihlerini İmamoğlu veya Yavaş’tan yana kullansınlar, ister Akşener’den… Kılıçdaroğlu ve yakın çevresinin, bu sonuç CHP Genel Başkanı’nın adaylığını desteklemese bile, konunun ciddiyetini çok derin ve ciddi olarak ele almalarını bekliyorum. Çünkü daha önce “Ekmek için Ekmelettin” ve Abdullah Gül gaflarını yaşamış bir partinin, Cumhuriyet’in 100. yılına girerken yeni bir felaket senaryosu ile karşı karşıya kalmaması lazım.


ERDOĞAN’IN ÖZGÜVENİ ARTIK YOK OLMUŞ

Çok ilginçtir, AKP’nin televizyonları arşınlayan gayri resmi sözcüleri, Millet İttifakı için Kılıçdaroğlu’nun aslında doğru bir aday olacağını söylüyorlar. Ben de bu ısrarlı yönlendirme cümlelerini duydukça, “Reis”in en yakından tanıdığı adayı, yani Kılıçdaroğlu’nu karşısında görmek istediği sonucunu çıkarıyorum. Çünkü en beklenmedik anda İstanbul’u onun elinden alan İmamoğlu, AKP lideri için tam bir kabus. En güvendiği seçim bölgesinde kendi adayını, üstelik iki kere üst üste yenmeyi başardı! Keza Ankara’da Yavaş’ın başarısı da Erdoğan’ı ciddi anlamda tedirgin eden somut bir sonuç oldu.

Açık konuşmak gerekirse yerel seçimlerde AKP’nin uğradığı hezimet, zaten Erdoğan’ın özgüvenini tuzla buz etmiş. Kılıçdaroğlu’nun “Erdoğan, halkımın parasında ve doğasında gözü olan herkese aynı şeyi söylüyorum, Türkiye’nin hazinesinden para alamayacaklar. Kanal İstanbul'un ulusal çıkarlar ve küresel iklim politikasıyla bağdaşmaması nedeniyle, bu projeyi finanse edenlere Türk kamu hazinesi tarafından geri ödeme yapılmayacaktır. Türkiye'de herhangi bir çevresel zarar için de tazminat talep edilecektir" şeklinde 4 dilde attığı tweete, Cumhurbaşkanı’nın neler dediğini hatırlıyoruz: Yatırımcıları tehdit ediyorlar. Devlette devamlılık esastır. Söke söke uluslararası mahkemeler ile bu paraları alırlar. Ödeme yapmazmış, bankalara ödeme yapmazmış. Bunlar tam anlamıyla çaylak ya...

Seçimi kaybedeceğini ve Kanal İstanbul projesinin şu andaki muhalefetin kontrolüne geçeceğini artık kabul etmiş olan Erdoğan, en azından başta Katarlılar olmak üzere bu proje için ilişkide olduğu tüm şirketlere mahcup olmamak için önlemlerini alma peşinde! Her sözünden aşırı ego parlaması fışkıran “eski” Erdoğan ne derdi: “Daha çok beklersiniz, hele bir seçim kazanın da ondan sonra konuşun.” Bir de üstüne balkon konuşmasında bu konu hakkında yapacağı esprileri biriktirirdi.

Nereden, nereye!

Millet İttifakı’na düşen, kimin aday olması gerektiği konusunda iç rekabetlere ve spekülasyonlara girmeden, elinde bulundurduğu her noktada en iyi hizmeti vermek, 2023 vizyonunun yansımasını taşıyacak bu yerel başarı eliyle ülkenin geleceğine güven vererek sahip çıkabileceğini kanıtlamak. Çünkü “Büyük 100. Yıl Seçimi”ndeki başarı en çok bu faktöre bağlı. İktidar ve yandaşları, gerek onların performanslarındaki olası hataları, gerek Akşener-HDP-Saadet Partisi hattındaki potansiyel cızırtıları sonuna kadar kullanmak istiyor. Kılıçdaroğlu’nun bu orkestrasyonu özen ve dikkatle yürütmesi lazım, ki bugüne kadar bu ince görevi başarıyla götürdü. Kimin aday olacağı ise en fazla son altı ayın işi…


DENİZ BAYKAL’A HALA SORULMAYAN SORU… | Bedri Baykam | 21.07.2021

Öncelikle tüm okurlarıma iyi bayramlar dilerim. Bol bol dinlenin, kitap okuyun; lütfen özellikle seyahat ediyorsanız, yollarda çok dikkatli olun.

Deniz Baykal’la röportajlar yapıldı. Livaneli’nin iddiaları soruldu. Tayyip Erdoğan’la ilgili 2002-2003’te aldığı kararların demokrasiye hizmet mi, yoksa dolaylı olarak demokrasiyi adeta yok etmeye yardım mı ettiği konusu gündeme geldi. Erdoğan’ın yasakları kaldırılırken o günlerde CHP kurmaylarının inancı şuydu: “Erdoğan başbakanlığı hiçbir şekilde uzun süre götüremez, ama şimdi o koltuğa oturmazsa hem sürekli bir alternatif hem de mağdur olarak halktan destek görecek. Bu nedenle bu koltuğu ona şimdi verelim.” Bunlar zaten herkesin artık bildiği konular, isim vermeme gerek yok. Parti içinde yakın çalışma arkadaşlarım tarafından bu toplantılar hakkında bana birinci ağızdan aktarılan bilgilerdi. Evdeki hesap çarşıya uydu mu? Hayır. Ülkeye bu kararın iyiliği mi oldu kötülüğü mü, çok tartışılır. Ama madem alınan kararların demokrasiye etkisini konuşuyoruz, neredeyse 20 yıl sonra hem Sayın Baykal’a hem de gazetecilere sormak istiyorum: Sayın Baykal, dönemin sosyal demokrat bir CHP lideri olarak, Tayyip Erdoğan’ın parlamento dışı bırakılmasını o günkü yasalara rağmen antidemokratik bulup bu büyük jesti kendisine yapmayı ve anayasayı değiştirmeyi kaçınılmaz bir etik sorunu olarak görebildiğini rahatlıkla dile getiriyor. Peki, madem ülkeyi ve rejimi tehlikeye atmayı bile göze alacak kadar ödünsüz demokrattınız, o zaman nasıl CHP’nin aynı yıl, yani 2003 yılında yapılan kurultayında genel başkanlık için yarışma kurallarını, üstelik lider seçimine birkaç saat kala aniden değiştirdiniz? Bu zoraki dayatma ile yapılan tüzük değişikliği sonucunda rakiplerinizi yarışmadan saf dışı bırakmayı nasıl göze alabildiniz, kendi içinizde bu karara tenezzülü nasıl hazmedebildiniz? Erdoğan konusundaki yorumlarınızı detaylı olarak okuduktan sonra, emin olun bu sorunun yanıtını çok merak ediyorum. Partimizin, demokrasi ile ilişkisini her açıdan defalarca tartıştığı bir ismin hak ve hukuku, nasıl oluyor da kendi parti üyelerinizin hak ve hukukundan çok daha önemli görülebiliyor?

Bu konuyla ilgili diğer sorum, dediğim gibi gazetecilere: Ne o gün ne de aradan 18 yıl geçtikten sonra bugün, bir tek kere Baykal’a bu karanlık kurultay hakkında soru sorma cesaretini kendinizde bulamadınız. Neden? Yoksa Erdoğan’ın basın toplantılarında hissettiğiniz baskıyı, CHP basın toplantılarında da mı hissediyordunuz? Bugün de hala hissediyor musunuz? Sizce bu, basın özgürlüğü, düşünce özgürlüğü ve hatta basının en doğal hak arama, doğruya ulaşma sorumlulukları açısından normal bir tavır mı? Demokrat, özgür gazeteciliğe yakışıyor mu? Bu akıl almaz hak gaspı, bir futbol maçını. 87. dakikasında oyunun kurallarını aniden değiştirip o maçta uygularcasına aynı kurultayda parti içi muhalefet olarak size karşı yapılsaydı ve basın o topa hiç girmeseydi ne hissederdiniz? (Konunun detaylarını bilen insanlar, o gün yaşananları ömür boyu kabullenemediler.) Düşünün ve kelimelerinizi seçtiğinizde biraz empati kurarak yanıtınızı lütfen hazırlayın, sayın basın mensupları. (Yeni kuşak gazeteciler, konuyu anlamak için 2004’ten “Korku İmparatorluğu” kitabımı okuyabilirler.)


28 ŞUBAT HAKKINDAKİ KARARLAR NE ANLAMA GELİYOR?

Siyasi yorumlarda, tabii ki herkes aynı düşünmeye, aynı görüşleri dillendirmeye mecbur değil. Hatta yukarıdaki örnekten gördüğünüz gibi aynı partinin kozasından yetişmiş insanlar bile birbirinden kuzey-güney kadar apayrı eksenlerde tavır ve yorum ayrılıklarının uçurumlarına düşebilirler. Ama, ortada çok mantıksız ve rahatsız edici bir durum var. 28 Şubat’ta, o kararları Cumhurbaşkanı, Başbakan, Bakanlar, Milli Güvenlik Kurulu Üyeleri imzalamış mı? Evet, imzalamış. Onlardan daha sonraki dönemlerde siyaset yapan insanlar, geçmişteki her kararı beğenmeye mecburlar mı? Tabii ki hayır. İsteyen 28 Şubat’ın demokrasiye zarar verdiğini, isteyen ülkemizi geriye götürdüğünü, laikliği korumaya katkısı olmadığını veya anayasaya bile zarar verdiğini savunabilir. Bunun adı demokratik görüş ayrılıkları, siyasal yorum ve düşünce özgürlüğüdür. Ama siz kalkıp o gün o ülkeyi A’dan Z’ye temsil eden rejimin sahiplerini, yani o günkü kararlarda imzası olan ülkenin tüm önde gelen iktidar temsilcilerini, sanki parlamentoyu basmış ve milletvekillerini rehin almaya çalışmış cuntacılar gibi değerlendirip o gün devreye sokulan uygulamaları siyasal açıdan eleştireceğinize, sanki ülkenin rejimine yasa dışı bir şekilde silahla müdahale edilmiş gibi analiz etmeye kalkarsınız, bakın yarın ne olur: Yarın, bu sefer başka bir lider ve hükümet de sizin bugün kurduğunuz ve kitabına uygun şekilde attığınızı söylediğiniz tüm adımları, imza ve kararları geçersiz sayarlar veya kararlarınızla hemfikir olmadıkları gerekçesiyle sizi yarın darbeci ilan edebilirler. Herhalde bu varsayımın, bugünkü iktidarın yaptığından hiçbir farkı olmadığını görüyorsunuz. Güç elinizde iken aldığınız kararlar yalnız o gün size iyi gelsin diye uygulamaya konamaz; her şeyin dünü ve yarını vardır. AKP iktidar dönemi, kendine has yorumlarla, görülmemiş şekilde bir başka dönemin siyasi çerçevesinde atılan yasal adımları bu şekilde yargılayıp mahkûm ettirerek bana sorarsanız kendi geleceği açısından mantığa sığmayan, kocaman bir hata yapmış ve yapmaktadır. Burada bir paragrafta 28 Şubat neden yaşandı, kim haklıydı, kim haksızdı, gerekçeler neydi, provokasyonlar neydi, bunların analizini yapacak değiliz. Ama Türkiye Cumhuriyeti’nin bir döneminin en üst düzeyde uygulamalarını, gazetecilerin “bu deyimi ilk ben kullandım” deme yarışına girdikleri “post modern darbe” sözcüğünü önce heyecanla onaylayıp, ardından oportünist şekilde ciddiye alarak, sanki böyle bir askeri müdahale yaşanmış gibi bir tavra girerek artçı şoklarını topluma bugün sunmanın, ülkenin ne geçmişine ne de geleceğine bir hayrını göremiyorum.

Örsan Öymen Cumhuriyet’teki son yazısında, 12 Mart ve 12 Eylül’den yola çıkarak, onlar hakkında kalıcı, ağır ve eleştirel hiçbir hatırlatmaya izin vermeden, yalnız “15 Temmuz darbe girişimini gölgelemeye çalışan ve ülkesini, milletini ve bu girişimde şehit olanlara ihanet edenleri” vurgulayanların, objektif bir samimiyetlerinden söz edilemeyeceğini savunuyor: “Vatanseverliği vatanın kuruluşunun temelleri yerine, kendi şahsına ve hükümetine yönelik bir darbe girişimi ile ölçen bir siyasetçinin vatanseverlik söylemlerinde bir samimiyet olabilir mi?” diye soruyor.

Ben de aynı noktadan çıkışla, hükumetlerin aldıkları geçmiş kararları da aynen kendi iktidar çıkar kriterlerine göre ölçüp biçen ve eleştirmenin ötesinde suç haline dönüştüren bir mantığı tarih içinde anlamanın hiç mümkün olamayacağını kendi adıma net olarak görüyorum.

Tekidağ Cezaevi’den Gelen Sesi Duyun… | Bedri Baykam | 15 Temmuz 2021

Bizlerin gündemi farklı. Kimimiz şimdiden cumhurbaşkanı adayları üzerine kafa yoruyor, kimimiz tatilde… Ama bakın cezaevinde yaşayan insanların dertleri neler? Sayın Adalet Bakanı’nın acilen gereken ilgiyi göstermesini diliyorum. Tekirdağ iki nolu F tipi cezaevinden Nisan ayında bana yazan ve mektubu yeni ulaşan Murat Açıkalın’ın suçu nedir bilmiyorum. Ama fark etmez; mühim olan herkes adına bu uygulamaları topluma duyurmak istemesi. Mecburi kısaltmalarla yayınlıyorum:


Sayın Bedri Baykam, çalışmalarınızda başarılar dilerim. “Olmadı baştan” yargılamaların yaşandığı dönemdeyiz. Sizi rahatsız etmemin nedeni hapishanedeki yeni başlayan bir uygulamadan ve bunun sonuçlarından bahsetmek istiyorum. Size yine, yasaklar ve hak gaspları ile ilgili yazmak zorunda kaldım.

Meşhur Tekirdağ soğuklarının yaşandığı günlerde sadece tişörtüm olduğu için yüreğimin sıcaklığıyla yazıyorum. Gayya kuyusunun taş duvarları ve demirleri bu rüzgarı ve ayazı kesemez. Kışlık kıyafetlerimizi kargoyla almadıkları için bu soğuğu kemiklerimizde hissediyoruz. Ruhumuzu ısıtmak için gereken kitaplar da aynı hazin sonu yaşıyor. Kapalı bir kutudan kargo ile hapishaneye gelip o karanlıktan çıkamadan geri iade ediliyorlar. Ne bedenimiz ısınabiliyor ne de ruhumuz.

Hapishanedeki yeni uygulamaya göre kargolarımız 2 ayda bir alınmaya başlandı. Bu uygulamanın nedeni pandemi kararları değildir. Görüşçülerimiz tarafından ihtiyaçlarımızı karşılamak amacıyla kargoya kıyafet, kitap, dergi adımıza gönderilmektedir. Kargoları kabul etmemek, kargoların hepsini hediye kapsamında değerlendirmek hukuka ve kanuna aykırıdır. Hapishane yönetimi gelen tüm kargoları kabul etmek (En azından değerlendirmek) zorundadır. Bu uygulamanın sonuçları şunlardır:

  1. Kıyafet hakkının gasp edilmesidir.

Tutuklu, hükümlü kıyafet ihtiyaçlarını genellikle kargo yoluyla karşılamaktadır. Ayrıca elden hapishane idaresine, görüş zamanı ailelerce teslim edilebilmektedir. Son uygulamayla idare görüş zamanı da eşya kabul etmeyerek fiilen bu yolla eşya alımını engellemektedir.

Örneğin ben 30.07.2020 tarihinde hapishaneye yeni tutuklanarak getirildim. Yanımda yedek hiç kıyafetim yoktu. Bugüne kadar 2 tişört, 3 alt eşofman, 1 pantolon ailemin gönderdiği kargoyu aldım. Bu kargoyu aldığım için ailemin gönderdiği kıyafetler hiç açılmadan iade edildi. 2 aylık sürem 12. ayda doluyor. Kargolar burada 15 gün bekletiliyor, açıldıktan sonra 5-10 gün içinde bize veriliyor. Yani kışlık kıyafetlerimi en erken 12. ayda alabileceğim. Ayrıca gelen kargodaki eşyalardan bir tanesinin verileceği söylenmektedir. Böyle olursa eğer 2 ayda bir eşya alınacağı için yasada hak olarak tanınan eşya bulundurma listesindeki kıyafetleri toplamda 2 yıl içinde almak mümkün olacak.

  1. Kitap, dergi, yayın hakkının engellenmesidir.

CİK (Ceza İnfaz Kanunu) göre tutuklu, hükümlülerin kitap, dergi alma hakkı bulunmaktadır. Kitap, dergi, hapishane girişinde elden kabul edilmemektedir. Kargo ile teslim alınabilmektedir. 2 ayda bir kargo alındığında ve gelenlerin sadece bir tanesinin verilmesi uygulaması olursa kitap ve dergiden fiilen yararlanamayacağız. Bilindiği gibi dergiler haftalık veya aylık olarak çıkmaktadır. 2 ayda bir defa, sadece bir adet kitap veya derginin verileceği düşünüldüğünde hiçbir yayını güncel bir şekilde alamayacağız. Bunun dışında kamu tüzel kişilerinden, devlet dairelerinden tutuklu hükümlüler dergi, broşür gibi yayınları isteyebilmektedir. Buralardan kargolar geldiğinde yine idare tarafından kabul edilmeyecektir.

  1. Tutuklu/Hükümlüler ya kitap ya dergi ya kıyafet tercihine zorlanıyor.

2 ayda bir kargo teslim alınacağı için tarafımıza gelen eşyalardan bir tanesini teslim almak zorunda kalacağız. Ya kitapsız kalacağız ya da kıyafetsiz. Okumak ile kışın titreyerek hasta olarak geçirmek arasında tercihe zorlanıyoruz. Soğukla bedenimizde kalıcı hasarlar, kitap yokluğuyla beynimizde kalıcı hasarlar bırakmak istiyorlar.

  1. Ailemizin cebinden daha fazla para çıkacaktır.

Kargolar teslim alınmayıp iade edildiği için ödenen ücret boşa gitmektedir. Sonrasında gönderilecek kargo ayrı bir maliyet oluşturmaktadır. Tutuklu, hükümlülerin aileleri yoksul halktır. Zaten yoksul olan insanların üzerinde yeni bir ağır kargo maliyeti oluşacaktır.

  1. Savunma ve adil yargılanma hakkımız engellenmektedir.

Kargolarla sadece kıyafet, kitap, dergi gibi ihtiyaçlar karşılanmamaktadır. Savunma ve dava dosyalarının çoğunluğu da kargo ile gelmektedir. İdare açmadan iade ettiği için savunmayla ilgili evrakları da almamış olmaktadır. .

  1. İdare bu kararı alırken CİK yok sayılmaktadır.

İdare yeni kararı alırken Cik’in 68/1. Hediye hakkı maddesine dayanmaktadır. Yıllardır bu madde bulunmaktadır. Yıllardır idareler her türlü gelen kargoyu kabul etmekte, kanunlar çerçevesinde tutuklu/hükümlüye teslim etmektedir. Değişen bir şey olmadığı halde idare bu uygulamayı başlatmıştır. Sadece hediye alma hakkı ve tutuklu/hükümlülerin hangi zamanlarda hediye alacağı düzenlenmektedir. İdareler her türlü kargoyu hediye kapsamına alarak CİK’te tanımlanmış hakları yok saymaktadır.

  1. AİHM, AYM kararları yok sayılıyor.

AYM VE AİHM kararlarında tutuklu/hükümlüler lehine birçok olumlu karar çıkmıştır. Mektup, kitap, dergi, yayın yasaklamamak konusunda olumlu kararlar bulunmaktadır. İdareler bu kararları uygulamak istememektedir. “Kitap, yayın hiç almazsam yasaklamış olurum.” düşüncesiyle verilen kararları bertaraf etmeye çalışmaktadır. Bu yolla “yasakçı karar” almadım demek istemektedirler. Bizim yıllarca süren hukuki mücadelemiz almıyorum denilerek yeni bir sürece sokulmaktadır. Bu kararı da hukuka ve kanuna dayanmadığı için AYM VE AİHM’den dönecektir.

Hukukçu olmalarına karşı infaz hakimlikleri AYM ve AİHM kararları ortadayken idarenin açık hukuksuzluğunu onaylayarak noter gibi olmamalıdırlar. Hukuka ve kanuna göre karar vermelidirler. Bu hukuksuzluk devam ettiği süreçte kışı tişörtle geçireceğiz.

Sesimize ses katarak dışarıdaki sesimiz olmanızı istiyoruz. Sizlere dört duvar arasındaki hukuksuzlukları duyurmuş olmayı umut ediyoruz. Şimdiden teşekkürler

Bizlerin yüreğimizdeki umudu ve güzellikleri hiçbir şey solduramayacak.


8 Temmuz 2021 Perşembe

YARINLARIMIZI SANATLA AYDINLATACAK PROJE, İŞTE BURADA! | Bedri Baykam | 01.07.2021

Biliyoruz ki, bazen bir tek yazı veya telekonferans veya bir tek kitap çok şey değiştirebilir, hatta bir ülkenin geleceğini bile...

Martin Luther King, “Bir rüyam var” başlıklı konuşmasıyla bunu gerçekleştiren, ırkçılığın önüne set çeken büyük bir insandı. Bir rüyam var. Gün gelecek, eski kölelerin evlâtlarıyla eski köle sahiplerinin evlâtları, Georgia'nın kızıl tepelerinde kardeşlik sofrasına birlikte oturacaklar.

Bir rüyam var. Gün gelecek, Alabama Eyaleti, valisinin ağzından hep müdahale etme ve izin vermeme yönünde sözler dökülen o eyalet, küçük siyah oğlanlarla küçük siyah kızların, küçük beyaz oğlanlar ve küçük beyaz kızlarla el ele tutuşup kardeşçe birlikte yürüdüğü bir yere dönüşecek

Gerisini hatırlarsınız... Şimdi lütfen bir başka rüyayı dinleyin:


BENİM DE BİR RÜYAM VAR!

Bu ülkenin genç, her yaştan genç ve yaratıcı sanatçılarının artık atölye kuracak paraları olmadığı için evlerinin mutfaklarında veya tavan arasında resim yapmak durumunda kalmadıkları, birbirleriyle diyalog içinde Türkiye’nin birçok yerindeki binalarda beraber hem sanat üretip hem entellektüel diyaloglara girecekleri, diğer sanat dallarından sanatçılar ile beraber gece geç saatlere kadar en yaratıcı fikirleri yaşama geçirecekleri büyük binalar ve sanatçıların cıvıl cıvıl çalıştığı ortamlar düşlüyorum.

Peki nasıl yaşama geçireceğiz? Bu ülkede on binlerce hayırsever yurttaş, on binlerce gayrimenkulü, binayı, daireyi çeşitli hayır veya eğitim kurumlarına, derneklere ve vakıflara hibe ediyorlar. Birçok vakıf ve dernek, kaç binaya sahip olduklarını bile artık bilemez durumdalar. Bu tabii ki çok güzel bir veri; halkımızın ne kadar iyi kalpli olduğunu ve daha güzel bir Türkiye için düşünebildiklerini gösteriyor bize.

Atatürk’ün kaybından ve 1950’lerden itibaren sürekli yok sayılan, hiçbir destek verilmeyen, yeni müzesi açılmayan, geleceğe büyük bir karamsarlıkla bakmaya mahkûm edilen, eğitimci olarak bile iş bulamaz hale düşürülen sanatçılarımızın artık kaderinin değişmesi lazım. Bu da belki bu satırları okuyan sizin ellerinizde… Başkanlığını yürüttüğüm Uluslararası Plastik Sanatlar Derneği UPSD olarak başta 17 kent olmak üzere (İstanbul-Ankara-İzmir-Adana-Antalya-Eskişehir-Edirne-Samsun-Trabzon-Bursa-Kayseri-Gaziantep-Diyarbakır-Erzurum-Malatya-Sivas-Muğla/Bodrum) başlattığımız kampanya ile derneğimize hibe edilecek binaları, salt akar masraflar karşılığında 2 veya 3 senede bir kurulumuz tarafından belirlenecek genç üye sanatçılarımıza dönüşümlü olarak tahsis etmeye talibiz. 15 daireli bir bina düşünün… Bir kısmında ressamlar, plastik sanatçılar eser üretiyorlar; diğer dairelerde ise dansçılar, tiyatrocular, sinemacılar, fotoğrafçılar, heykeltraşlar çalışıyor, ortak kütüphanede beyin fırtınaları yapılıyor ve disiplinler arası diyalog ve temas sayesinde genç Türk çağdaş sanatının bu yaratıcı kozasından 21. yüzyılda dünya öncülüğünü taşıyacak isimler çıkıyor. Hedefimiz bu olmalı! Bundan daha yüce, daha aydınlatıcı, ülkemiz için daha prestijli ve ufuk açıcı bir proje düşünebiliyor musunuz? O zaman kararınızı alın lütfen ve bundan sonra bir miktar katkıyı da çağdaş sanat ortamına yapın, Atatürk’ün yaratıcı gençlerine bu imkanı sağlayın!

Özetleyelim, Atatürk döneminden sonra bu ülkede yine binlerce cami, binlerce eğitim evi, yurt veya spor tesisi yapılmış ama bir adet modern veya çağdaş sanat müzesi yapılmamış. Sanat hiçbir zaman bu ülkenin yöneticilerinin önceliği olmamış. Çok gürültü yapan olursa “Bir dursun bakalım, sonra bakarız” denmiş veya ona bile gerek görülmemiş. Bu ülke Mustafa Kemal tarafından büyük bir kültür devrimi üzerine kurulmuş olmasına rağmen, ne doğuda ne batıda sanat alanında görülmeyen bir ilgisizlik, Türkiye’yi yöneten tüm hükümetlerin üzerine çökmüş!

UPSD olarak, pandemi yüzünden son 1,5 yılda yaşam şartları daha da kötüye giden sanatçılara destek amaçlı çeşitli yaratıcı projeleri Kültür Bakanlığı’na sunduk. Karşılığında red cevabı bile almadık. Bunun tercümesi “Biz plastik sanatları ciddiye almıyoruz, sanatçıları da yok sayıyoruz” düşüncesinden başka bir şey olamaz.


ARTIK SANATÇILAR DEVLETİ UNUTUP HALKA DÖNMELİ

Tabii ki normal bir ülkede bu söylediklerim çok saçma kalır. Sanatçılar, bu ülkeyi 100 yıl veya binlerce yıl taşıyacak işleri cumhuriyet adına arkalarında bırakan insanlardır. Devletin normalde bırakın onları yok saymayı, kırmızı halı üzerinde taşıması lazım!

Gelin bu onur sizin olsun, ister ailenizin ister bankanızın ister yönettiğiniz belediyenin ister firmanızın hayırseverlik olarak hibe etmek istediği taşınmazı sanata verin ve yapılacak bağlayıcı bir anlaşma ile adınız sonsuza dek o binada sanata katkı yapan aile/kurum olarak yaşasın, bu gururu gelecek kuşaklara taşıyın.

Bu çağrımız yalnız size ve imkanı olan ailelere, kurumlara, bankalara, holdinglere yönelik değil; aynı zamanda başta büyükşehir belediyeleri olmak üzere bütün belediyeler ve sayısız gayrimenkulü olan vakıf ve dernekler için de geçerli.

Şayet imkanınız varsa bu onur sizin olsun, siz başlatın. İstanbul’da UPSD’nin prestijli genel merkezini ve atölyeleri içinde barındıracak bir binaya sahip olmasını sağladıktan sonra hedefiniz önce 16 ilde, ardından orta vadede bir gelecekte 81 ilde bu projeyi yaşama geçirmek olsun.

Lütfen bu projenin uygulanmaya konduğu herhangi bir ilde o binanın içinde özgürce çalışacak sanatçıların mutluluğunu düşünün! Bu projenin Atatürk’ün ruhunu nasıl şad edeceğini düşünün! Sanatçılar ve aydınların el ele vererek bir çeşit halkevi mantığını profesyonel sanat yörüngesi üzerinden nasıl yaşama geçirebileceklerini düşünün!


BU PROJEYİ SAF BULAN OLURSA…

Evet haklısınız, her şeyin kirlendiği ve çıkar ilişkileri üzerine kurulduğu bir dünyada sanat kadar özveri isteyen ve ancak temiz ruhların girişebilecekleri bir serüvene destek olabilmek için insanların heyecanla bu işe sahip çıkmalarını beklemek çok saf bir girişim gibi görülebilir. Hele karanlığın, yolsuzluğun, çamura bulanmış ilişkilerin tavan yaptığı bir dönemde! Halbuki dünyanın en içten ve ruh açıcı perspektifleri en saf fikirlerle yola çıkmıştır.

Proje başarıya ulaşabilir veya ulaşmayabilir. Onu yaşayarak göreceğiz. Ama kesin olan bir tek şey var: Bu çok “iyi kalpli” ve ulvi hedefler taşıyan, ülkenin prestijine, manevi gücüne, çağdaş kültür yansımalarına doğrudan dev katkılar yapma şansı ve perspektifi olan bir proje. Bu girişimin potansiyel kapasitesine inanarak ilerlenmesi son derece gerekli ve ülkemizin geleceği için çok değerlidir. Yanıtlarınızı, katkılarınızı, yorumlarınızı bekliyoruz (bedri.baykam@gmail.com ve aiap.upsd.tr@gmail.com adreslerinden bize ulaşabilirsiniz.) Bu projeyi el ele yaşama geçirebileceğimize, böylece yarınları aydınlatabileceğimize inanıyorum! Sağlıcakla kalın…


1 Temmuz 2021 Perşembe

MİLLETİN CİNSELLİĞİNİN YAKASINDAN DÜŞÜN ARTIK! | Bedri Baykam | 01.07.2021

Adamlar bırakmadılar, usanmadılar… Namus kavramı, örf-adet seçkileri veya cinsel yönelimlerine karşı artan tutuculuk, muhafazakarlık, özgürlük düşmanlığı, demokrasi yoksunluğu, bireyin tercihlerine saygısızlık, adına ne derseniz diyin, her şekilde bir saldırı içindeler. Hatta bu tavırlarıyla oylarının adım adım eridiğini de algılayamıyorlar. Onlara göre “cinsellik”, evli erkek ve kadının misyoner pozisyonda ve tercihen fazla zevk almadan yapacakları basit bir çocuk yapma birleşmesinden ibaret olmalı. Bu şablonun dışındaki her şeye saldırmak için tetikte bekliyorlar ve her biri “namus ve ırz bekçisi”.


CİNSEL ÖZGÜRLÜK DÜŞMANLARI

Bir de madalyonun diğer tarafı var. Kadınlara ve çocuklara yönelik şiddet, tecavüz, taciz, istismar... Her biri gündeme geldiğinde, suçluları korumak, onlarla dayanışmaya girmek, onların mahkumiyetini zorlaştırmak, onları bir şekilde “uydurma” hukuki ara yöntemlerle aklamak için bin dereden su getiriyorlar. Yani hem cinselliğe karşı inanılmaz bir özgürlük düşmanlığı, kompleks ve kıskançlıkla her türlü mücadele bayrağını açıyorlar hem de saldırıya, tacize, tecavüze, istismara uğrayan kadınlara veya çocuklara karşı yasal boşluklardan faydalanıp hukuki planda mağduriyetleri yoksaymak için sanki birbirleriyle yarışıyorlar.

Bu sözde ahlakçıların izansız, mantıksız, mesnetsiz tavırları bizleri resmen kusturuyor.

Farklı cinsel yönelimlere özgürlük talep eden insanlar, ki bunların arasında heteroseksüeller de var, her yıl haziran ayında “LGBTİ+ Onur Yürüyüşü” yapıyorlar. Biliyorsunuz, Türkiye’de 2015 yılına kadar, giderek artan bir katılımla bu yürüyüş gerçekleşiyordu ve polis, yürüyüşçüleri homofobik bir saldırıya karşı koruma altında tutmak için olay yerinde bulunuyordu. Sonra ne mi oldu? Herhalde şu tarikata veya şu şu ilim vakfına veya bu şeyhe yaranmak için bu uygulama kalktı ve dünyanın her medeni ülkesinde olduğu gibi bu yürüyüşü yapmak isteyenler, dayak, gözaltına alma, gaz bombası, cop, taciz, küfür ve şiddetin hedefi olmaya başladı. Zaten, 2013’te Gezi sonrası kitlesel görünürlük ve halk protestolarına karşı alerji geliştiren iktidar, eylemleri önce suni bahanelerle, sonra da kitabına uydurarak yasakladı. Hedef onları yıldırmaktı. Muhakkak belirli bir oranda başarılı olmuşlardır: Yürüyüşlerin kapsama alanı artacağına, yükseleceğine tersine daraldı. Polis hiç çekinmeden dayak ve laf atmaktan, taciz etmekten rahatsızlık duymuyor. Hatta kahvede oturan ve şiddeti kınayan konu dışı vatandaşlar da polisin hedefi haline geliyorlar!


SANA NE OLUYOR? KİME NE?

Geçtiğimiz yıllarda en önemli ülkelerden birinin başkonsolosu, açık eşcinsel hayatını bir vatandaşımızla birleştirdi. Buna o günlerde tepki vermeye iktidarın gücü yetti mi? Tabii ki hayır. Ama bugünkü yüz kızartıcı agresif tavırlarına bakarak anlıyoruz ki çok dedikodu yaparak aralarında “kınamışlardır” herhalde!

Bu ülkede, en ilkel/maganda tavırla küçük dünyaları ve onun çizdiği normlara göre kendini namus bekçisi sayan güruh, gay, lezbiyen veya biseksüel olmayı herhalde “ayıp-günah-utanılası” buluyorlar ki, bu şiddet kullanılan ve insan haklarını yerle bir eden uygulamaları savunarak, dozunu arttırma peşinde koşuyorlar. Türkiye bu konuda nasıl “LGBTİ+’ya yeşil ışık” konumundan “kırmızı ışık’a geçti biliyor musunuz? Ben size söyleyeyim: Kimler Erdoğan’ı İstanbul Sözleşmesi’ne karşı doldurup o imzayı baskıyla geri çektirdilerse, aynı Orta Çağ zihniyeti taşıyanlar bunu da becerdiler.

Cinselliğini istediği gibi yaşayan insanların kararlarından size ne? Nedir bu? Gizlemediğiniz bilinçaltı kıskançlıklar mı? Onların yatak odasına illa girmek gibi gizleyemediğiniz bir arzu mu? Size neee?!? Dünyada bu konuda yerleşmiş “consenting adults” (rıza gösteren yetişkinler) diye bir kavram var. Penis ve vajina aktivitelerinden başka uğraşacak bir konu bulamadınız mı?

Bu zavallı, azgın, müdahaleci güruhun tek alanı bunlarla da sınırlı değil: Mesela bekar erkeklere daire kiralanması, hele genç kız öğrencilerin veya mesela dul kadınların kiraladıkları dairelere erkeklerin girip çıkması, poligam insanların “bu aktivitelere girişiyor olabilecek olmalarının olasılığı” bile bu tipolojiyi çıldırtmaya yetiyor! Yahu size ne? Siz işinize bakın, ekmekleri satın alıp dairelere dağıtın, ikametgah evraklarını imzalayın, evde ortalığı süpürün, sokakta bisiklete binin… Ama “hangi daireye kim girip çıktı ve içerde ne yapmış olabilirler?” gibi sapık düşüncelerle yaşamaktan ya kendinizi kurtarın, kurtaramıyorsanız nefretiniz kendi içinizde patlasın bunu dış dünyaya yansıtmayın!

Galatasaray’lı genç futbolcu Taylan Antalyalı, LGBTİ+’ya destek veren bir tişörtü sosyal medyada giydi. Yobazların hakaretleri dışında, TV 100’de iki kişi, Emre Bol ve Turgay Demir, bu fotoğrafı acımasızca eleştirmenin ve demokratik tahammül seviyesizliklerini kanıtlamanın ötesinde “Antalyalı’nın bir daha milli takımda oynamamasını” savunmaya kadar gittiler! Madem beyin aktiviteleri o noktaya kadar gerileyebilmiş, o zaman bizim de “Emre Bol ve Turgay Demir bir daha gazeteci ve televizyoncu sıfatıyla medyayı kirletmesinler” talebini ortaya koyma hakkımız var değil mi? Galatasaray yönetimine de, “amasız-fakatsız” bir şekilde Antalyalı’nın arkasında durmasını alkışlıyor ve kendilerine çok teşekkür ediyorum!


ELMALI DAVASI SKANDALI-DANIŞTAY’IN “İSTANBUL SÖZLEŞMESİ” KARARI

LGBTİ+ dayak-şov skandalları, anlaşılan bu güruh için dünyaya rezil olma konusunda yeterli kalmıyor. Tam rezil rüsva olmak için, yalnız yetişkinlerin yaşam tarzına saldırmak yetmiyor. Bir de çocuklara yönelik istismarları koruma altına almaları lazım! Dikkat edin, çocukları koruma altına almaktan söz etmiyorum. İstismar ve tecavüzcüleri koruma altına alanlardan söz ediyorum. Elmalı Davası konusunda yapılan bir sürü yüz kızartıcı hukuk uygulaması, aynen suçlu kravat taktı diye iyi hal indirimi yapma peşinde koşan zevatla aynı seviyede. Lütfen gündemdeki bu olayı baştan anlatmamı beklemeyin. Ama hukukun bu gidişatı hiç umut verici değil. Evrensel hukukun savunduğu düşüncelerin gereklerini değil, iktidarın işaret ettiği konuların savunusunu yapıyorlar. Çocukların mahvolmuş psikolojilerini savunacaklarına, bunun üzerine kafa yoracaklarına, hala akıl almaz şekilde, istismarcıların suçlarının kesin kanıtlarını istiyorlar. Lütfen UCİM’i ve Saadet Öğretmeni takip edin, gösterdikleri mücadeleden ötürü hepimiz minnettarız. Kendisinin de açıkladığı gibi, 4. yargı paketi ile değiştirilen ve talep edilen somut delil uygulaması her şeyi daha da kötüye gitmesini sağlıyor ve bu istismarcıların kendini savunma argümanı haline dönüşüyor. Kötü insanların cirit attığı bir dünyada devlet çocukları korumalıdır, istismarcıları değil!

28 Haziran 2021 Pazartesi

DJOKOVİC’İN PARİS’TE MÜKEMMELİYET ARAYIŞI | Bedri Baykam | 28.06.2021

Roland-Garros Fransa Açık, yine her zamanki gibi inanılmaz maçlarla, sürprizlerle ve kimileri için zaferler kimileri için felaketlerle dolu bir 15 gün olarak geçti gitti… Turnuayı kazanarak 2021 Grand Slam rüyalarını canlı tutan Novak Djokovic çok ilginç bir karakter… Hırslı, sinirli, gerektiğinde sakin, gerektiğinde zen filozof… İşin ilginç tarafı, 35. yaşının içinde olan Sırp tenisçi, 22 yaşındaki rakibinden daha dinç görünmesinin ötesinde, yıllar geçtikçe sanki daha da gençleşiyor, güçleniyor, deneyim ve ustalaşan teknik seviyesine üstün bir fizik dayanıklılık da ekliyor. Bu nasıl oluyor, ben de bilmiyorum; bildiğini söyleyenler de pek doğruyu söylemiyor bence! Olsa olsa büyü olabilir bu mükemmel gidişatta!

Roland-Garros’ta seyrettiğimiz muhteşem maçların bazılarının notlarını sizlerle paylaşmak istiyorum. Keşke her birini kritik virajlarıyla beraber size aktarabilsem…

Turnuadan önce Parisliler, “Üç Büyükler”in beraber katıldığı son turnalardan birine şahit olacakları için çok mutluydular. Zaten onlar dışında, yeni dönemin yükselen yıldızları Thiem, Zverev, Tsitsipas, Medvedev ve Berrettini gibi isimler de sahne alacaktı. Ama tabii evdeki hesaplar çarşıya uymadı. 4 numaralı seri başı Avusturyalı Thiem, ilk turda İspanyol Andujar’a 5 sette yenilip elendi. Aynen ilk turda yenilip giden 7 numaralı seri başı Rus Rublev gibi... Federer 4. turda o harika tenis oynayan genç Alman Koepfer’e karşı üçü tie break’de biten dört zor sette kazandıktan sonra dizini iyi hissetmediği için turnuvadan çekildi. Doğruyu söylemek gerekirse içimden ona biraz kızdım: Madem turnuayı bırakmayı düşünüyordun, neden maç topunda bir jest yapıp maçı genç ve başarılı rakibine bırakmadın sevgili Ekselans!? Zverev, ilk turda ilk iki seti vatandaşı Otte Oscar’a karşı kaybettikten sonra yarı finale kadar kimseye set vermedi! Yarı finalde karşılaşacağı Tsitsipas ise resmen Zverev’in karşısına çıkana kadar tek set kaybetmedi. Yeni dönemin iki süper yıldız adayının beş setlik kapışmasından ilk iki seti alan Yunan tenisçi, sonraki iki seti kaybetmesine karşın, 5. setten canlı çıkan oyuncu oldu. Tsitsipas, böylece komşu Yunanistan’ın bir slam finaline yolladığı ilk isim oldu. Diğer yarı finale çıkmak için Djokovic, Federer’le değil, İtalyan Berrettini ile oynadı. İnanılmaz servis ve Forehand’e sahip olan olan genç Çizmeli, az daha Djokovic’e kapıyı gösterecekti ama 3. seti tie break’de kazandıktan sonra, 4.’de 6/6’ya ulaşamadan seti son anda 7/5 verdi. O oyunda iki kere maç topu kurtaran Berrettini, Djoko’yu delirtip panoları dev kükremeler eşliğinde tekmeleyecek kadar rayından çıkardı ama sonuçta Schwartzman’ı saf dışı bırakan Nadal’ın rakibi oldu yarı finalde.

Djoko-Nadal yarı finali, dünya tenisinin bir büyük zirvesinin ziyafetiydi. O maça 5-0’la başlayan Nadal, geçen yılki finalin büyük tokadını atacak görünmesine rağmen, o andan itibaren yavaş yavaş maçın gidişatını rakibinin ellerine teslim etti. İlk seti 6-3 aldı ama Sırp şampiyonun sistematik bir hızda artan özgüveni ve momentumu karşısında maçın elinden kayıp gidişine karşı bir şey yapamadı. Belki 3. set tie break’ini kazanabilse, Nadal son bir gayretle 14. şampiyonluğuna uzanmak için olağan dışı bir çaba gösterebilirdi. Ama rakibinin inanılmaz sağlam geri oyunu, hızlı ayakları ve bulduğu şaşırtıcı açılar ve stratejik oyun kurmalar karşısında sanki artık çaresiz kaldığını hissetti. 4. set 6-2 ile kapanırken, böylece Djokovic, Paris’te büyük rakibini 2. kere yenmeyi başardı.

Paris’te Djokovic-Tsitsipas finalinden sonra bizim gençlik dönemimizin efsanevi yıldızı Bjorn Borg podyumda şu sözleri söylüyordu: “Bazen gerçekten her iki oyuncunun da şampiyon olması gerektiğine inanıyorum.” Doğru söze ne denir? Büyük finalde Djokovic ve Tsitsipas arasında kim kaybederse kaybetsin diğerine hem çok yazık hem de büyük bir haksızlık olacaktı. Yunan tenisçinin suratından düşen bin parçaydı. Djokovic, 4 saat 11 dakika süren beş setlik muhteşem finalden sonra törende aynen tahmin ettiğim gibi rakibinin kendisini iyi hissetmesini sağlayacak kelimeleri büyük bir ustalıkla seçti; abartmadan, ona güven ve sıcaklık vererek... Ama o anda bile 22 yaşındaki rakibinin vücudunda ve beyninde esen fırtınaları dindiremezdi… Evet her iki finalist de müthiş yarı finallerden çıkıp gelmişlerdi. Tsitsipas, yaşıtı sayılabilecek Zverev’i 5 sette yenerken, asrın kapışmalarından birinde Djokovic, toprak kort ağası Nadal’ı muhteşem bir maçtan sonra dört sette saf dışı bırakmıştı. Ama Tsitsipas, yalnız ilk Yunan finalist olmanın ötesin de, ilk Yunan Slam şampiyonu olma fırsatını kaçırmıştı ve ülkesine o gururu yaşatamamış olmanın kırıklığını yaşıyordu.

Oysa Tsitsipas maça ne kadar formda ve kendinden emin başlamıştı… Taraflar servislerini 5-4’e kadar kazandıktan sonra, Djoko servisinde 30/40 gerideyken set topunda uzun backhand rallisinde Tsitsipas topu auta atarak fırsat harcadı. Bir sonraki oyunda Yunan tenisçi üst üste basit hatalar yaptı ve bu sefer kendi servisini kırdırdı! Tam set bitti denilirken bu sefer dünya bir numarası kendi servisini çok kolay bir şekilde kırdırdı ve böylece izleyicilerin seyretmeye bayıldığı tie-break’e gelindi. Tsitsipas harika yüksek zıplayan backhand topspinleri ve rakibinin hatalarından yararlanarak 4/0 öne fırladı. Ama hemen arkasından kurt rakibi, 6/5 öne geçerek set topuna ulaştı! O noktada Tsitsipas risk alarak harika bir forehand ile bu durumun içinden çıkmayı başardı ve ardından rakibi bir backhand’i auta atınca tekrar set topuna ulaştı ve bu sefer fırsatı kaçırmadı. Tsitsipas’ın bu zorlu ilk seti almasının en önemli gerekçesi, rakibinden çok daha iyi servis atması, bazen de aceleri birbiri peşi sıra devreye sokabilmesiydi.

2. sete finalin sürpriz ismi aynı hızda girdi ve daha girişten rakibinin servisini tekrar kırdı ve ardından servisini de kazanarak 2/0’ı buldu. 4-2’ye kadar tenisçiler servislerini kazanmaya devam ettiler. O noktada rakibinin servisinde avantajı alan Tsitsipas, nefis bir forehand ile skoru 5-2’ye taşıdı ve ardından sert servislerle 2. seti de aktifine geçirdi. Sırp tenisçi zaten bu setin son puanlarını adeta bilerek oynamadan verdi, çünkü üçüncü sete kendi servisinde taze bir başlangıç yapmak istiyordu. Bu sette Djokoviç’in normalde oyuna yön veren düz vuruşu hiç mi hiç çalışmamıştı.

Tenis tarihine geçen bu büyük finalin en kritik ve uzun oyunu dramatik bir şekilde 3. sette Djokovic 2/1 ileride iken yaşandı. Önce olağan bir şekilde kendi servisinde kısa toplar ve sert düz vuruşlarla 40-15 öne geçen Yunan raket, o noktada Sırp şampiyonun büyük direnci ile karşılaştı. Onun harika bir backhand paraleli ve tersine Tsitsipas’ın auta giden bir backhandiyle avantaj karşılayana geçti. Çok uzun süren bu oyunda Yunan tenisçi önce çapraz bir düz vuruşla, ardından bir smaçla, ardından muhteşem bir paralel backhandle, 3 kere servisinin kırılmasını engelledi ve ardından dördüncü servis kırma topunda da rakibi topu düz vuruşunda auta attı. Şans o noktada Stephanos’un eline geldi. Nefis bir servis her ne kadar kendisine bu kabustan çıkıp oyunu cebe atma şansı verdiyse de arkasından üst üste yaptığı backhand hatalarla servisini kırdırdı. İşte bu, maçın dönüm noktası oldu ve yaşanırken de zaten bu olgu kendisini fena halde hissettirdi. O noktadan itibaren tenisçiler servislerini kazanarak geldiler. 5-3’de Djokovic 30/0 öne geçmesine rağmen, rakibinin harika bir çapraz düz vuruşu ve arkasından kendi yaptığı bir çift hatayla bu oyunu riske soktu ancak elde ettiği ilk set topunda Yunan sporcu forehandini auta yollayınca, Djoko ilk setini kazanmış oldu.

4. sette Sırp şampiyon ilk oyunda rakibinin servisini kırdıktan sonra, 2. oyunda servisini kolayca korumayı başardı. Üçüncü oyunda Yunan tenisçi üst üste backhand hataları yaptı ve uzun süren oyunu yine kaybetti. Dördüncü oyunu Djokovic yine sıfıra karşı kazandı ve 4-0’ı buldu, seti kolayca 6-2 ile bağladı. Bu sette en net fark yaratan olgu, Djokovic’in forehandinin rakibine oranla çok daha iyi çalışmasıydı.

Böylece bu maraton kapışmada sıra beşinci ve son sete geldi. Yarı finalde Tsitsipas, Zverev’e karşı ilk 2 seti kazanmış, ardından iki set verdikten sonra, son seti nispeten kolay almıştı. Bakalım şimdi aynı senaryo yaşanacak mıydı? Yakışıklı Yunan tenisçi henüz ilk servis oyununda rakibi servisini kırmaya bir puan yaklaşsa da, “cankurtaran” servis ve özellikle forehandlerle durumu kurtardı. Ancak 1/1’de yine kendi servisinde bu sefer o kadar şanslı olamayacaktı: O oyunda Tsitsipas 40/30 ilerideyken, yakınlarının ona seslendiği adıyla “Nole” yine üçüncü sette kendisini taşıyan o muhteşem bitirici forehandlerden birini daha kullandı ve eşitlik geldi. Birkaç puan sonra ise avantajı eline geçiren “tilki” uzamaya meyilli bir rallide backhandiyle topu öyle bir “70’ler stili” kesti ki, o birkaç mili saniyelik tereddüt ve farklı sıçrama beklenen hatayı getirdi, buz adam servisi son sette de kırmış oldu! Sonra ne mi oldu? Maçın sonuna kadar genç Tsitsipas’ın büyük serüvenine destek veren stadda veya ekran başındaki sayısız destekçisi, maçı terk etmeyen genç Yunan’ın en azından Djokoviç’i bir kere kırıp maça denge getirmesini beklediler. Ama 5/4’e kadar buna yaklaşamadı Stephanos. Ancak yumurtanın kapıya dayandığı son oyunda 40/30’da ilk maç topunda akıl almaz sert bir backhand paralel ile eşitliği sağlayarak stadı tekrar ayağa kaldırdı. Ama bu sevindiği ve sevindirdiği son kıvılcım anı oldu! Djoko önce o köpek balığı sinsiliğinde gelen öldürücü forehandlerinden biriyle avantajı tekrar kaptı. Ardından da rakibine hamle şansı bırakmadan birkaç vuruşun ardından fileye çıkarak yüksek bir forehand voleyle maça noktayı koydu! Atina ve Mykonos barlarının bir-iki saat öncesine kadar bekledikleri o muhteşem gürültülü kutlamalar yerini sessizliğe bıraktı. Kupayı yine “o adam” kaldırıyordu ellerinde… Bıkmamıştı! Sırplar ise dünyanın her yerinde ortalığı ayağa kaldırıyorlardı!

Bu beşinci ve son sette Djokovic’in taktiği farklıydı. Artık sabırla topu oyunda tutarak üçüncü veya dördüncü sette olduğu kadar bitirici vuruş denemesine girmeden, rakibinin hatalarını provoke ederek veya bekleyerek puanları bir bir hanesine yazmayı hedefliyordu. İşte tecrübe orada yine konuştu. Böylece Djokovic, Avustralyalı efsanevi tenisçiler Rod Laver ve Roy Emerson’un ardından, modern zamanda dört slam turnuasını da en az iki kere kazanan 3. tenisçi olarak tarihe geçmeyi başardı. Şimdi ise hedefi, iki hafta sonra başlayacak Wimbledon’da yine şampiyon olarak hem slam zaferlerinde Federer ve Nadal’ı yakalamak, hem de ardından ABD Açık’ı kazanarak, Rod Laver’den sonra aynı yıl dört büyük turnuayı kazanan ilk 21. yüzyıl tenisçisi olmak…


26 Haziran 2021 Cumartesi

EURO 2021 ve Güneş tutulması | Bedri Baykam | 24 Haziran 2021

 Milli Takım’la Avrupa maceramız hüsranla sonuçlandı. Futbol bu! Her şey olabilir. Mesela son maçta, Mert Müldür o nefis şutlarıyla dört gol atıp Avrupa Kupası’nın yıldızları arasına girebilirdi, olmadı; İsviçreli kaleci Sommer izin vermedi. 

Fransa’da harika işler yapan Burak Yılmaz, Milli Takım’da formsuzdu. Belki o da yeterince “beslenemediğini” söyleyecek haklı olarak; özellikle İtalya maçında orta sahayı geçmemeye yeminli oyuncularla elinizde Ronaldo olsa ne işe yarardı?! Zaten her şey o şanssız İtalya maçında Merih Demiral’ın kendi kalesine attığı golle başlamıştı. Son iki yılda Avrupa’da üst üste harika sonuçlar alan Milli Takım’la bu takım, sanki ayrı gezegenlerden geliyordu.   

Şenol Güneş’in de maalesef net hataları oldu. Örneğin, İtalya maçında üçüncü golün resmen “asistini” yapmış olan kaleci Uğurcan, sonraki iki maçta da oynadı. Bale penaltıyı kaçırdıktan bir dakika sonra yaptığı hatayla az daha topu ona çarptırıp kendi kalesine gol atıyordu! Son maçta İsviçre’ye karşı 1. ve 3. golde net hataları vardı. Uğurcan büyük kabiliyet, ama formsuzdu. Buna rağmen Güneş, Uğurcan dışında hiçbir kaleciye şans tanımadı. Emin olun Fenerbahçelilik yapmıyorum. Diyelim ki sezonun en formda kalecisi Fenerbahçeli Altay’ı oynatmak istemedi, çünkü Trabzonsporluların malum baskısı vardı; yani Trabzon kalesinden gelen Güneş’in, arada bu kadar husumet varken Milli Takım kalesini bir Trabzonludan alıp Fenerbahçeliye vermeye diyelim ki eli varmadı. O zaman bile muhteşem bir alternatifi vardı: Büyük tecrübesiyle kapı gibi bekleyen Mert Günok. Ayrıca solbekte Fenerli Caner’i “defansif tarafları zayıf” gerekçesiyle, o kadar uluslararası büyük maç tecrübesine rağmen kadroya almadıktan sonra, zannederdiniz ki Beşiktaşlı Rıdvan’ı genç yıldız adayı olarak sahaya sürecek. Ne gezer! Rıdvan maalesef tek dakika bile oynatılmadan buruk şekilde yurda döndü. Aynen 6-7 başka futbolcumuz gibi! İrfancan’ın orta sahada, uzaktan harika şutlarla gole en yakın oyuncu olduğunu herkes biliyordu. Ama son maçta şerefimizi kurtaran o harika golü atan İrfan Can ilk maçlarda yok sayıldı, ancak Galler maçında son 7 dakikada alındı. Takımımız ilk maç ile “Çanakkale geçilmez” taktiğini en başarısız şekilde oynadıktan sonra diğer maçlarda da belini doğrultamadı. İstatistiklere göre az koştu, dezorganize ve ne yaptığını bilmeyen bir takım havası verdi. Bu arada, sürekli olarak takımın gençliğinin öne çıkarılması ve tecrübesizliğin bizi bu sonuçlara taşıdığını söylemek “özrü kabahatinden daha büyük” bir ortam yaratıyor. Hiç kimse Güneş’e “tecrübeli futbolcular getirme” demedi; bu kendi tercihiydi! Bunun üstünden bir felaket izahına gitmek istenmesi maalesef dramatik. 

Bunlar benim gördüğüm gerekçeler; herkesinki ayrıdır. Sonuçta “en kötü takım” sıfatı bize yapıştı. Güneş istifa etmeli mi? Bilemem, ama en azından bu soru sorulduğunda “Bu da nereden çıktı” der gibi uzaya bakmamalı! Büyük başarılarda ne kadar çok alkış-prim ve heykel varsa, bu kadar kötü sonuçlarda da istifa beklentisi normal. Güneş’in daha mütevazı yaklaşıp kamuoyunun ve hatta federasyonun önüne en azından istifa kartını koyması ve “tamam mı devam mı” sorusunun yanıtını beklemesi daha yerinde olur. Güvenoyunu tazeleyip tazeleyemeyeceğini görürüz. Hiçbir şey olmamış gibi davranmanın anlamı yok. Türkiye ruhundan ve futbolundan hiçbir şey anlamayan bir yabancı hoca getirmenin de doğru olacağına inanmıyorum. Ciddi söylüyorum, bu kadar başarıya aç ve bir o kadar da emek dolu bir geçmişten gelen Yılmaz Vural, Milli Takım’ı çalıştırmaya adayımdır. İçeriksiz gerekçelerle reddetmezseniz sevinirim. 

Fenerbahçe, büyük tartışmaların eşiğinde

Siz bu satırları perşembe sabah okurken, eski Fenerbahçe Başkanı Aziz Yıldırım’ın basın toplantısını izliyor olacaksınız. Yalnız bir tahmin, ancak Yıldırım’ın üç yıl önce kendisini başkanlıktan düşüren Ali Koç’a karşı ekonomik konular ve bıraktığı miras üzerinden eleştirel bir çıkış yapacağı konuşuluyor. Başkan Koç’un cuma günü olacak Fenerbahçe Genel Kurulu’ndaki konuşmasında, gündeme getirilmiş olabilecek savlara birçok cevap verecek olması herhalde kaçınılmaz.

Kamuoyunun geneline, hatta Fenerbahçe taraftarlarının önemli bir kısmının kıstaslarına göre Ali Koç’un kurduğu takımın özellikle futbolda başarılı olamaması, ciddi bir zaaf ve vaatlerin tutulmaması olarak görülüyor. Birkaç paragrafta Ali Koç döneminin analizini yapamayız. Ama evdeki hesabın nerelerde çarşıya uymadığını hatırlayabiliriz. Birinci yılın başlangıcında Türkiye’yi hiç tanımayan bir ekibe takımını emanet etmesi bence kaçınılmaz bir çöküş getirdi. Ersun Yanal, seyircilerin büyük desteğiyle göreve geldikten sonra, bir yandan transferlerin zayıflıkları ve santrforsuzluğun yanı sıra stoper eksikliğini bu mevki ile hiçbir ilgisi olmayan oyuncularla doldurmaya kalkması yüzünden önce kamuoyunun gözünde, ardından kendi iç psikolojisinde çöktü gitti. Emre Belözoğlu, sportif direktör olarak geldiği Fenerbahçe’de üçüncü yılın hocası Erol Bulut’un ayrılmasının ardından on maçlığına teknik ekibin başına getirildi. Halbuki belki sportif direktör kalsa daha iyi olurdu. Geçen yıl Türkiye Kupası’nın yarıfinalinde en basit Sörloth provokasyonuna gelerek saha kenarında kırmızı kart aldı, bu sene en beklenmedik anda takımı ile beraber şampiyonluk tacı giyecekken sezonun Fenerbahçe açısından en iyi dört oyuncusunu Sivas maçında sahadan alarak şampiyonluğu Beşiktaş’a hediye ederek taraftarlara saç baş yolduran tercihleri ile şampiyonluğu sanki kendi arzusuyla bıraktı. Böylece iki görevini birden kaybetmiş oldu. Zaten ben hiçbir zaman sportif direktörlüğün Türk futbol mantalitesine uygun olduğunu düşünmedim. Üstteki sandalyede oturan, alttaki teknik direktörün yerine geçiyor, boşalan koltuğu da kimse oturmuyor! Bu da zaten hiç kimsenin sportif direktörlük koltuğuna kesin bir gereksinim olduğuna inanmadığı ortaya çıkarıyor. Ama ortada bir gerçek var, Fenerbahçe bütün sezonu santrforsuz geçirdiğini okuyamayan bir teknik kadro tarafından yönetildi. 

Bu saydığımız olumsuzluklara rağmen Ali Koç ve ekibi geçen yıl kupayı ve Süper Kupa’yı, bu sene de Ligi ve Süper Kupa’yı alabilirdi. Ama her iki sezonun kritik noktasında, teknik yönetim gerilim hattını taşıyamadı. 

Bu hafta sonu yapılacak olan genel kurulda Ali Koç göreve geldiği günkü oranlarda güvenoyu bulamayabilir. Ama yaptığı hatalardan dersler çıkararak yoluna devam etmesi, her şeye karşın Fenerbahçe için büyük şans olacak diye düşünüyorum. Maddi manevi çabalarının ötesinde, günün 20 saatini nasıl bir yoğunlukla kulübe mesai olarak harcadığını biliyoruz. Hayatını Fenerbahçe’ye göre kurgulayan Ali Koç’un verdiklerinin karşılığı bu olmamalıydı. 

Bu hafta sonu Fenerbahçe etrafında dönecek tartışmaları dinlemekten ya büyük heyecan duyacaksınız ya da resmen bıkacaksınız!

‘Hamdolsun’ yine kandırılmışız! |Bedri Baykam | 17 Haziran 2021

 İnsaf! Bu sütunlarda günlerce neyi yazdık, ekranlarda neyi savunduk? Biden’ın, “Ermeni Soykırımı” iddialarını tanımasına karşı Türkiye’nin bu hukuksuzluğu teşhir etmesi, bu şekilde mahkemesiz, savunmasız (neredeyse) tek yönlü bir yargısız infaz olarak tüm siyasi partileriyle bu konunun üzerine tek yumruk olarak gitmesi, en kısa zamanda karşı atağa geçerek gerekirse ABD ve Avrupa’nın tescilli soykırımlarına karşı savaş açması, bunlar adına anıtlar dikmesi ve daha neler neler… Bu uğurda, o konu üzerinden kaç tartışmada Erdoğan’ı savundum, hatta bu konuda dokunulmazlığını ilan ettim! Sonra bu hafta yaşananlara bakıyoruz ve küçükdilimizi yutuyoruz! Brüksel’e gitmeden önce “Soykırımı gündeme getirmememiz mümkün değil, Türkiye rastgele bir ülke değil” diyen Erdoğan, Brüksel’de aynı konu sorulduğunda “Hamdolsun hiç gündeme gelmedi” diyebiliyor! Pes! Yine vatan millet Sakarya hattı üstünden, “ulusal birlik-ülkenin bekası-diplomatik onur” gibi iddialı kavramlarla iyi kandırılmışız! Demek ki bundan sonra ülkenin lideri, benzer uluslararası diplomatik seyahatlere çıkarken bizlere düşen, konuları istediği zaman değiştirebilmesi için eline birçok kart vermek, böylece riskli başlıkların gündeme gelmemesini “hamdolsun” sağlamak olmalı… Bu mudur yani? Ermeni Soykırımı iddiaları konusunda Biden’ın yüzünü kızartacak ve hiçbir cevap veremeyeceği 1001 argüman elimizde iken böyle bir tavır sergilemek neyin nesidir? BOP eşbaşkanlığı hatıraları mı devreye girdi yine yoksa…

Hedef Peker’i susturmak değil, konuşturmak olmalı

İktidarın tavrı fazlasıyla belli oldu: Peker’in söylediklerini “yok saymak”, “geçmiş kimliği üzerinden güvenilemez bir kaynak olarak nitelemek ve aşağılamak”, “içerikle değil, laf salatalarıyla işi pişkinliğe, mizaha ve karambole taşımak”, “Peker’in artık kanıksanacağı ve gündemden düşebileceği bir bıkkınlık yaratmasını ümit etmek” ya da “onun uzak/yakın çevresini tehdit ederek bir çıkmaza sürüklemek, diplomasi trafiği, yurtiçi baskınlar ve alan daraltmalarla onun susturulacağı bir ortamı bir an önce sağlamak” gibi taktiksel ve stratejik, bir ucu psikolojik savaş arayışlarına giden bir perspektiften medet ummak…

Normal bir ülkede neler görülür? Bu kadar ağır iddiaların gürül gürül aktığı bir ortamda, savcıların bu verilerin üzerine çöküp ellerine geçirdikleri her ipucundan siyaset-mafya-ticaret ve artık maalesef medya arasında dönen tüm kirli dolapları açığa çıkarmak için büyük bir operasyon başlatmaları… Parlamentonun da buna paralel olarak savcılara destek için Meclis komisyonu kurması ve tüm partilerin katılımıyla iddiaların üzerine hışımla gitmesi…  

Peki, bunlar yaşandı mı? Hayır. Biz her biri ağır ve vahim iddialar dışında, Sedat Peker sayesinde tekrar öncelikle hangi bilgilerin teyidini aldık? Birincisi, maalesef yıllardır bildiğimiz gibi Türkiye’de bağımsız çalışan bir yargı sistemi olmadığının ve yargı bağımsızlığının içi boş ve yüzümüzü kızartan bir cümleden ibaret olduğunun... Bağımsız bir yargı bu iddialar üzerinden yalnız mafyayı veya kirli ilişkilerini değil, kabineyi sarsabilirdi. İkincisi, maalesef parlamentomuzun ülkenin çamur deryasının üzerine yürümek gibi bir görev heyecanı olmadığını gördük. Nasıl FETÖ- siyaset ilişkilerinin üzerine gitmekten özenle imtina ettilerse, Peker iddialarının da ne kadar uzağında kalmaya çalışarak mutlu olacaklarını gördük. Şaşırdık mı? İşte bu da bizim ülkemizin demokrasi-adalet-temiz siyaset (!) durumlarının acınası röntgeni. 

Biz sabırsızlıkla Sedat Peker’i dinlemek istiyoruz; evet, konuşmadığı zaman onu merak ediyoruz ve bir an önce onun tüm iddialarını ekranda tartışılırken görmek, katılmak istiyoruz… Bu konu “Siz şimdi Peker’den mi medet umuyorsunuz?” sataşmalarını çoktan geride bıraktı! 

Danimarka korkuttu, sevindirdi, sonra da kızdırdı!

Avrupa Futbol Şampiyonası dünyanın ilgisini çekerek başladı. Türkiye maalesef Coşkun Özarı’nın şerefli mağlubiyetler dönemini aratacak katastrofik bir oyundan sonra, neredeyse kendi yarı sahasını terk edemeden İtalya’ya 3-0 yenildi. Bu konunun gerekçelerini ve tartışmasını burada yapmayalım; tek dileğim dün gece Bakû’da oynadığımız maçta Galler’e karşı Fransa’yı, Norveç’i, Hollanda’yı ve onca başka takımı yenerken gördüğümüz, özgüveni yüksek ve maçları “kaybetmemeye değil, kazanmaya” oynayan gerçek bir takımı sahada görmekti. İnşallah bunu başarmışızdır. Burada konumuz Danimarka-Finlandiya maçındaki yüksek voltajlı dram ve takip eden saatlerde yaşananlar. Herhalde artık sizin de bildiğiniz gibi Danimarkalı oyuncu Eriksen, ilk devrenin sonlarına doğru birden yere kapaklandı, kalp krizi geçirdi. Büyük bir panik yaşandı; doktorlar, arkadaşları, kalp mesajları, elektroşoklar derken sahada “X oldu” korkusu tüm dünyayı sarıverdi. Sonra Tanrı’ya şükür önce bir fotoğraftan Danimarkalı oyuncunun yaşamaya devam ettiğini gördük ve bir saat kadar sonra hastaneden iyi haberler geldi. Hepimiz derin nefes aldık. Buraya kadar yaşananlar ürkütücü, şaşırtıcı ama sonuçta sevindirici. Ben neden mi söz ediyorum? Efendim UEFA, o gece kriz masasında takımlara iki seçenek vermiş: “Ya bir saat sonra maça devam edin ya da yarın öğlen 12’de oynayın. ” Yarım asrı aşkın zamandır sayısız spor organizasyonunu yakından izlemiş biri olarak size diyebilirim ki çok medeni ve gerçekçi bir öneri. Sonuçta maça aynı gece tekrar çıktılar, Finlandiya 2. yarıda bulduğu bir golle Danimarka’yı 1-0 yendi, konu kapandı. Sonra, birden UEFA hedef tahtasına kondu: “Neden yalnız bu iki seçeneği vermiş, neden başka bir zaman veya ileri bir gün de bu maç oynanmamış.” Biraz zekâsı olan herkes düşünebilir ki bu bağımsız bir maç değil, her oyunun birbirine bağlı olduğu bir turnuva. Bununla ilgili uçak biletleri, televizyon yayınları, binlerce kişinin otel rezervasyonu, maç biletleri, futbolcuların bundan sonraki maç için geçirecekleri dinlenme süreci, turnuvanın kaydırılamaz bitiş günü ve daha bin bir gerekçe… Danimarka o gece maçı kazansaydı, bütün futbolcular “biz Eriksen için çıktık kazandık” diye sevinç naraları atacaklardı. “Maça dönün oynayın” diyen başta kendi futbolcuları. Onlar da ertesi günü bile bekleme gereği görmeden aynı geceyi kabul ederek oynamışlar. Koparılan yaygara mantıksız ve hiçbir gerçekçiliği yok. Futbol maçlarında sayısız oyuncu beyin sarsıntısı geçirdi, hastaneye kaldırıldı; hiçbir maçın durdurulduğunu gördünüz mü? Evet, burada daha ileri giden korkular oldu, tehir tabii ki anlaşılırdı. Ama buradan yola çıkarak zaten gecikmeli yapılan bir Avrupa Şampiyonası’nı işin içinden çıkılmaz bir takvim felaketine sürüklemenin elle tutulur hiçbir mantığı yoktu. Bazı Danimarkalıların ve kraldan daha kralcı bazı “uluslararası” gazetecilerin tavrı hayal kırıklığı yarattı.