İnsaf! Bu sütunlarda günlerce neyi yazdık, ekranlarda neyi savunduk? Biden’ın, “Ermeni Soykırımı” iddialarını tanımasına karşı Türkiye’nin bu hukuksuzluğu teşhir etmesi, bu şekilde mahkemesiz, savunmasız (neredeyse) tek yönlü bir yargısız infaz olarak tüm siyasi partileriyle bu konunun üzerine tek yumruk olarak gitmesi, en kısa zamanda karşı atağa geçerek gerekirse ABD ve Avrupa’nın tescilli soykırımlarına karşı savaş açması, bunlar adına anıtlar dikmesi ve daha neler neler… Bu uğurda, o konu üzerinden kaç tartışmada Erdoğan’ı savundum, hatta bu konuda dokunulmazlığını ilan ettim! Sonra bu hafta yaşananlara bakıyoruz ve küçükdilimizi yutuyoruz! Brüksel’e gitmeden önce “Soykırımı gündeme getirmememiz mümkün değil, Türkiye rastgele bir ülke değil” diyen Erdoğan, Brüksel’de aynı konu sorulduğunda “Hamdolsun hiç gündeme gelmedi” diyebiliyor! Pes! Yine vatan millet Sakarya hattı üstünden, “ulusal birlik-ülkenin bekası-diplomatik onur” gibi iddialı kavramlarla iyi kandırılmışız! Demek ki bundan sonra ülkenin lideri, benzer uluslararası diplomatik seyahatlere çıkarken bizlere düşen, konuları istediği zaman değiştirebilmesi için eline birçok kart vermek, böylece riskli başlıkların gündeme gelmemesini “hamdolsun” sağlamak olmalı… Bu mudur yani? Ermeni Soykırımı iddiaları konusunda Biden’ın yüzünü kızartacak ve hiçbir cevap veremeyeceği 1001 argüman elimizde iken böyle bir tavır sergilemek neyin nesidir? BOP eşbaşkanlığı hatıraları mı devreye girdi yine yoksa…
Hedef Peker’i susturmak değil, konuşturmak olmalı
İktidarın tavrı fazlasıyla belli oldu: Peker’in söylediklerini “yok saymak”, “geçmiş kimliği üzerinden güvenilemez bir kaynak olarak nitelemek ve aşağılamak”, “içerikle değil, laf salatalarıyla işi pişkinliğe, mizaha ve karambole taşımak”, “Peker’in artık kanıksanacağı ve gündemden düşebileceği bir bıkkınlık yaratmasını ümit etmek” ya da “onun uzak/yakın çevresini tehdit ederek bir çıkmaza sürüklemek, diplomasi trafiği, yurtiçi baskınlar ve alan daraltmalarla onun susturulacağı bir ortamı bir an önce sağlamak” gibi taktiksel ve stratejik, bir ucu psikolojik savaş arayışlarına giden bir perspektiften medet ummak…
Normal bir ülkede neler görülür? Bu kadar ağır iddiaların gürül gürül aktığı bir ortamda, savcıların bu verilerin üzerine çöküp ellerine geçirdikleri her ipucundan siyaset-mafya-ticaret ve artık maalesef medya arasında dönen tüm kirli dolapları açığa çıkarmak için büyük bir operasyon başlatmaları… Parlamentonun da buna paralel olarak savcılara destek için Meclis komisyonu kurması ve tüm partilerin katılımıyla iddiaların üzerine hışımla gitmesi…
Peki, bunlar yaşandı mı? Hayır. Biz her biri ağır ve vahim iddialar dışında, Sedat Peker sayesinde tekrar öncelikle hangi bilgilerin teyidini aldık? Birincisi, maalesef yıllardır bildiğimiz gibi Türkiye’de bağımsız çalışan bir yargı sistemi olmadığının ve yargı bağımsızlığının içi boş ve yüzümüzü kızartan bir cümleden ibaret olduğunun... Bağımsız bir yargı bu iddialar üzerinden yalnız mafyayı veya kirli ilişkilerini değil, kabineyi sarsabilirdi. İkincisi, maalesef parlamentomuzun ülkenin çamur deryasının üzerine yürümek gibi bir görev heyecanı olmadığını gördük. Nasıl FETÖ- siyaset ilişkilerinin üzerine gitmekten özenle imtina ettilerse, Peker iddialarının da ne kadar uzağında kalmaya çalışarak mutlu olacaklarını gördük. Şaşırdık mı? İşte bu da bizim ülkemizin demokrasi-adalet-temiz siyaset (!) durumlarının acınası röntgeni.
Biz sabırsızlıkla Sedat Peker’i dinlemek istiyoruz; evet, konuşmadığı zaman onu merak ediyoruz ve bir an önce onun tüm iddialarını ekranda tartışılırken görmek, katılmak istiyoruz… Bu konu “Siz şimdi Peker’den mi medet umuyorsunuz?” sataşmalarını çoktan geride bıraktı!
Danimarka korkuttu, sevindirdi, sonra da kızdırdı!
Avrupa Futbol Şampiyonası dünyanın ilgisini çekerek başladı. Türkiye maalesef Coşkun Özarı’nın şerefli mağlubiyetler dönemini aratacak katastrofik bir oyundan sonra, neredeyse kendi yarı sahasını terk edemeden İtalya’ya 3-0 yenildi. Bu konunun gerekçelerini ve tartışmasını burada yapmayalım; tek dileğim dün gece Bakû’da oynadığımız maçta Galler’e karşı Fransa’yı, Norveç’i, Hollanda’yı ve onca başka takımı yenerken gördüğümüz, özgüveni yüksek ve maçları “kaybetmemeye değil, kazanmaya” oynayan gerçek bir takımı sahada görmekti. İnşallah bunu başarmışızdır. Burada konumuz Danimarka-Finlandiya maçındaki yüksek voltajlı dram ve takip eden saatlerde yaşananlar. Herhalde artık sizin de bildiğiniz gibi Danimarkalı oyuncu Eriksen, ilk devrenin sonlarına doğru birden yere kapaklandı, kalp krizi geçirdi. Büyük bir panik yaşandı; doktorlar, arkadaşları, kalp mesajları, elektroşoklar derken sahada “X oldu” korkusu tüm dünyayı sarıverdi. Sonra Tanrı’ya şükür önce bir fotoğraftan Danimarkalı oyuncunun yaşamaya devam ettiğini gördük ve bir saat kadar sonra hastaneden iyi haberler geldi. Hepimiz derin nefes aldık. Buraya kadar yaşananlar ürkütücü, şaşırtıcı ama sonuçta sevindirici. Ben neden mi söz ediyorum? Efendim UEFA, o gece kriz masasında takımlara iki seçenek vermiş: “Ya bir saat sonra maça devam edin ya da yarın öğlen 12’de oynayın. ” Yarım asrı aşkın zamandır sayısız spor organizasyonunu yakından izlemiş biri olarak size diyebilirim ki çok medeni ve gerçekçi bir öneri. Sonuçta maça aynı gece tekrar çıktılar, Finlandiya 2. yarıda bulduğu bir golle Danimarka’yı 1-0 yendi, konu kapandı. Sonra, birden UEFA hedef tahtasına kondu: “Neden yalnız bu iki seçeneği vermiş, neden başka bir zaman veya ileri bir gün de bu maç oynanmamış.” Biraz zekâsı olan herkes düşünebilir ki bu bağımsız bir maç değil, her oyunun birbirine bağlı olduğu bir turnuva. Bununla ilgili uçak biletleri, televizyon yayınları, binlerce kişinin otel rezervasyonu, maç biletleri, futbolcuların bundan sonraki maç için geçirecekleri dinlenme süreci, turnuvanın kaydırılamaz bitiş günü ve daha bin bir gerekçe… Danimarka o gece maçı kazansaydı, bütün futbolcular “biz Eriksen için çıktık kazandık” diye sevinç naraları atacaklardı. “Maça dönün oynayın” diyen başta kendi futbolcuları. Onlar da ertesi günü bile bekleme gereği görmeden aynı geceyi kabul ederek oynamışlar. Koparılan yaygara mantıksız ve hiçbir gerçekçiliği yok. Futbol maçlarında sayısız oyuncu beyin sarsıntısı geçirdi, hastaneye kaldırıldı; hiçbir maçın durdurulduğunu gördünüz mü? Evet, burada daha ileri giden korkular oldu, tehir tabii ki anlaşılırdı. Ama buradan yola çıkarak zaten gecikmeli yapılan bir Avrupa Şampiyonası’nı işin içinden çıkılmaz bir takvim felaketine sürüklemenin elle tutulur hiçbir mantığı yoktu. Bazı Danimarkalıların ve kraldan daha kralcı bazı “uluslararası” gazetecilerin tavrı hayal kırıklığı yarattı.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
Not: Yalnızca bu blogun üyesi yorum gönderebilir.