26 Temmuz 2019 Cuma

DIŞ İLİŞKİLERİMİZ VE ABD KRİZLERİMİZ-BAĞIMLILIKLARIMIZ | Bedri Baykam | 25.07.2019


Önce S-400 ve bağlantılı olarak F-35 savaş uçakları konusunda patlayan kriz, Türkiye’nin ait olduğu NATO-ABD-Batı ittifakından neredeyse kopup, Rusya eksenli yeni bir hat üzerine yerleşmesini gündeme getirdi. Bu düşünceler havada uçuşurken, İran eksenli başka bir siyasi krizin sonucunda Amerika’da hapse giren Hakan Atilla, ülkeye döndü ve bu sefer de gündemimize Zarrab bağlantılı bir gerginlik daha gelmiş oldu.

DÜNYANIN EN KAYPAK ALANI: DIŞ İLİŞKİLER
Ülkelerin ilişkileri siyasal, diplomatik, askeri, sanatsal, ekonomik ve çok farklı düzeylerde iniş çıkışlı virajları, irtifa kayıpları ile sürekli yeniden belirlenebilir. Bu ilişkiler dostluk, işbirliği, dayanışma, veya zamana yayılan ekonomik çıkar krizi, ani siyasi kriz, ilişkileri askıya alma, yeni partner arayışı, tehdit, ültimatom ve savaşa kadar gidebilen sayısız zigzaglı yollardan geçebilir. Bu süreçler bazen ABD-SSCB arasında yaşanan, asıl 1946-1989 arasına yayılan, ancak günümüze kadar da uzanan Soğuk Savaş maratonlarına da dönüşebilir.
Mesela Yunanistan ile ilişkilerimiz, yıllardır yukarıda saydığım teorik ortamların tamamını kapsayacak şekilde dolaşır. Büyük dost, Kıbrıs olayında müzmin düşman, Ege kıta sahanlığı, AB ilişkilerimizde takoz, turizm partneri; dönme dolaba binip, sırayla tüm renkleri görebilirsiniz.
Bu kaypak dünya, çelişki doludur. Her arkadaşınızın arkadaşı sizin dostunuz değildir. Düşmanlarınızın baş dostu da sizin en yakınınız olabilir.

İKİ KUTUPLU DÜNYADA YAŞADIĞIMIZ KRİZLER
S-400 Hava Savunma Sistemi’nin Türkiye’ye teslim edilmesi, neredeyse uluslararası bir kriz yarattı. 2013’te Çin çıkışlı bir füze savunma sistemi ihalesinin NATO baskısıyla iptal edilmesinin ardından, bu sefer Ankara ödün vermedi ve “nur topu gibi” bir krizimiz oldu!
Bugün 40 yaşın altında olanlar, 1989 öncesi “ağır şekilde” iki kutuplu soğuk savaş ve satelit sıcak savaşlarla yürüyen, Sovyet-Amerikan modellerinin verdikleri büyük diplomatik, ekonomik, askeri ve bazen neredeyse fiili savaşların boyutlarını pek anlayamazlar. Bazen tarih kitaplarını ve Berlin Duvarı külliyatını okumak, bazen James Bond filmlerini izlemek işe yarayabilir.
20. yüzyılın başından beri dünyanın patronu olmak üzere savaş veren kapitalist ve sosyalist dünyanın büyük ideolojik ve fiili bilek güreşi, 2. Dünya Savaşı sırasında, kesintiye uğramış ortak düşman Hitler’e karşı Amerika ve Sovyetler omuz omuza mücadele etmek durumunda kalmışlardı. Bunun hemen ardından ise, Amerikan Emperyalizmi’nin dünyayı zaptı rapta alma ve Komünizm’in yayılmasını şiddet yoluyla engelleme çabaları, ortaya Kore ve Vietnam gibi savaşlara neden oldu. Ya da Küba, 1959’da Castro ve Che tarafından fethedildikten sonra, gerek Domuzlar Körfezi çıkartması gerek Küba füze krizi yaşandığında, bu kendisi küçük ve sembolleri büyük ada üzerinden Sovyetler Birliği ve Amerika kaç kere Kennedy ve Kruşçev’in özel telefon diplomasisi sayesinde nükleer savaşın eşiğinden döndü; ABD’ye karşı Küba’da bulunan Sovyet füzeleri, Sovyetler’e doğru Türkiye’de bulunan Amerikan füzelerinin kaldırılmasını talep etmiş, dünya nükleer yok olma riskini en yoğun şekilde yaşamıştı.
Türkiye, NATO üyesi olduktan ve Kore’de Amerikan blokunun sahada fiili olarak çarpışan partneri olarak yer aldıktan sonra, zaten ekonomik olarak bağımlı olduğu ABD’ye giderek daha çok yaklaştı. Komünizm’in “domino teorisi”nin uzak da görünse, en azından hedef tahtasında yer alan Türkiye’de, 68 Kuşağı’nın en azından bir kısmının da Sovyetler’e potansiyel partner olarak bakması, sürekli eylemlerle geçen o yıllardan beri, Türkiye-ABD görünürde hep çok iyi bir stratejik partnerlik örneği yansıtırken, öte yandan Amerika’nın sürekli olarak dünyaya ve özellikle Orta ve Latin Amerika’nın ötesinde, Orta Doğu’ya yakın doğuya kendi çıkar ilişkilerine göre yeniden tasarlama merakı, ortaya bizim de bir parçası olduğumuz bir dizi dolaylı darbeye müdahalelerini veya en azından yeşil ışık yakışlarını da beraberinde getirdi. Amerika adım adım güvenilmez ülke statüsüne geçiş yaptı. Birçok uluslararası askeri veya CIA müdahalesi, Amerika’nın “Emperyalist” yüzünün yansımasıydı.
Türkiye, bütün bu veriler ışığında gerek Marshall yardımından faydalanmak, gerek NATO’nun kanadı altında kendini potansiyel tehlikelere karşı korumak, gerek ekonomik IMF bağımlılıkları, gerek dünya koşullarının tarafsız ve bağımsız kalma olanaklarını bir ütopya olarak bile bırakmayıp yok etmesi nedeniyle hep son kertede çeşitli dönemsel ağır krizlere rağmen Amerika ile partnerliğine devam etti. Özellikle İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra başlayan yakın ilişkiler, Menderes’in “küçük Amerika olacağız” hayalleri, daha sonra İnönü’nün Johnson’a yolladığı ünlü mektuptaki “Yeni bir dünya kurulur ve Türkiye bu dünyadaki yerini alır” cümlesiyle farklı frekanslara girip çıkmaya başladı. Ecevit döneminde yaşanan Haşhaş krizi, Kıbrıs çıkartması döneminde yaşanan silah ambargosu ve İncirlik krizleri gibi detaylarına burada giremeyeceğimiz birçok gerilim hattı yaşandı. 2003 yılında Irak Savaşı öncesi, ABD’nin Türkiye topraklarını üs olarak kullanma arzusu, meşhur “tezkere”nin parlamentoda takılmasıyla ABD’nin şaşkın bakışları arasında yeni bir krize dönüştü. Hem de Başbakan’a rağmen alınmış bir karar olarak. Bunu “çuval geçirilmesi”, vize krizi ve papaz Brunson’un krizi takip etti.

PEKİ ŞİMDİ NE OLACAK?
Türkiye NATO’dan çıksın” demek çok kolay. Mesela biz bunun somut sonuçlarına hazırlıklı mıyız? ABD’de de çeşitli şahinler zaten “NATO’da Türkiye ihtiyacımız var mı ki?” sorusunu rahatlıkla gündeme getirebilirler ama hiçbiri Türkiye’yi jeostratejik önemi nedeniyle NATO’dan çıkarma girişimini fiiliyata geçiremez. Bugünkü iktidarın aslında en büyük zorluğu, tutarlı bir politikaya uzun vadede sahip olmamasıdır. Değişen konjonktüre göre biz kah Rusya’nın en yakını, kah büyük düşmanı, kah Güneydoğu’da açılım politikası izleyen en dogmatik milliyetçi fikirlere kapılan bir ülke olarak yalpalıyoruz. Ne Avrupa, ne de fazla belli etmemelerine rağmen süper güçler bizim bu seksek oynayan bukalemun kimliğimize alışamıyorlar. İşin belki en ilginç noktası şu: Bütün bu krizler öyle bir aşı haline geliyor ki aynen sürekli olarak çöktü çökecek denen ekonomimiz gibi mesela Amerika ile ilişkilerimizde dalgalar arasında böyle bata çıka, ilerlemeye devam ediyor.

24 Temmuz 2019 Çarşamba

ÇOĞUNLUĞU ÜZEN, DRAMATİK VE TARİHİ BİR WİMBLEDON | Bedri Baykam | 24.07.2019



Dünyanın tartışmasız en çok ilgi gören Slam’i, en büyük gürültü koparan turnuası Wimbledon, yine unutulmaz dramatik maçlara ve insanlara kalp krizi geçirtecek bir finale sahne oldu. Ama belki en az son günün trajedyası kadar önemli olan, 1. turun ilk iki güne yayılan büyük sürprizleriydi! Kimler düşmedi ki! En büyük şaşkınlık, 5 numaralı seribaşı Thiem’in Amerikalı büyük servisçi Sam Querrey’e ilk seti kazanmasına rağmen 4 sette elenmesiyle yaşandı. 2. seti de tie-break’de kazansa, işler tabii farklı akardı. 6 Numaralı seri başı Rus asıllı Alman Alexander Zverev, her yıl olduğu gibi yine büyük hayal kırıklığı yarattı. Çek Vesely’ye 4 sette yenilirken birçok izleyici “aslında şaşırmadım” sözlerini açmakla meşguldü. 7 Numaralı seri başı Yunan Tsitsipas, İtalyan Fabbiano’ya karşı 5 sette maçı kaybederken, onu turnuanın gizli favorilerinden biri ilan edenler, ne diyeceklerini şaşırdılar. Tsitsipas da inanın bir o kadar şaşırdı! Kanadalı genç yıldız, Shapavalov, Litvanyalı Berankis’e karşı hiçbir varlık gösteremedi. Bulgar Grigor Dimitrov, geçen yıl İstanbul TED açık turnuasında şampiyon olan solak Fransız Moutet’ye karşı ilk iki seti almasına rağmen sonraki setleri 7/6, 6/3, 6/1 kaybederek elendi. Birkaç yıl öncesine kadar “finale çıkar mı?” gözüyle izlenen “komşu” yıldız maalesef düşüşte... Bunun ardından gelen 2. turda da bu erken veda kervanına Marin Cilic eklendi. Portekizli Sousa’ya 3-0 yenilerek o müthiş servisine rağmen yok oluşunu engelleyemedi. Yine 2. turda yok olan Slam şampiyonlarından biri, Wavrinka oldu. Amerikalı Opelka’ya, 5 sette (hem de son set 8/6!) yenilerek soğuk bir duş yaşadı, yaşattı. Halbuki kimbilir, bir tur sonra Raonic’le ne büyük bir kapışmaya hazırlanıyordu! Raonic de Opelka’dan Wavrinka’nın intikamını aldı ama çeyrek final yolunda Arjantinli Pella’ya karşı nefes kesen bir maçtan sonra 5. sette 8/6 ile yenilerek elendi. Fakat Pella da, seyircilere fazla bir çekicilik sunamayan Bautista Agut’a 4 sette yenildi ve Djokovic ile yarı final oynama şansını kaçırdı. Diğer tarafta Thiem dışında tüm favoriler çeyrek finale kayıpsız geldiler ve böylece sıra Turnuanın başından beri beklenen Federer-Nadal maçına geldi, Wimbledon nefesini tuttu...
Sonunda yazmam gerekenleri lütfen başından söyleyeyim: Federer-Nadal maçı, ikilinin neredeyse 2017 Avustralya Açık’taki muhteşem finallerini bile gölgede bırakabilecek olağandışı bir tenis karşılaşmasıydı. 3 saat boyunca topa kilitlendikten sonra “İyi ki yaşıyorum ve iyi ki bu maçı izleyenler arasındayım” diye haykırdım içimden! Bu maçla beraber, inanın tenis sporu kendi içinde boyut atladı. İki tenisçinin izleyicilere bir görsel şölen sunduklarını çok görmüşüzdür. Ama burada ziyafetin ötesinde yeni bir uzay tenisi vardı. Toplara bu kadar sert vurulan, topun bu kadar önde ve yüksekte alındığı, dömi-volelerin bu mükemmellikte üst üste vurulabildiği ve oyunun Çinli masa tenisçileri kıvamında aktığı bir düello tadını, ömrü boyunca bu maçların neredeyse tamamını izleyen ben bile sanki hatırlamıyorum.

BÜYÜK KAPIŞMANIN AKIŞI:
İLK SET: Her iki raket, kendi servislerini kazanıyor olmaktan mutluydu! Oyunun başlarında ralliler oldukça kısa sürüyor, her iki oyuncu da “kazanan vuruş” peşinde sayıyı alıyor ya da veriyordu... Her iki oyuncu da servis kırma şanslarını kullanamadılar ve iş tie-break’e kaldı. 2-1 geriye düşen Federer, inanılmaz İsviçreli disiplinine terlemeden giydirdiği acı kuvvetle duruma hakim oldu ve o kritik oyunu 7-3’le kapayarak ilk seti hanesine yazdı.

İKİNCİ SET: Bu setin yalnız başı hakkında söylenecek bazı şeyler var. Nadal 2-1 ilerideyken, Federer iki servis kırma puanı kaçırdı. Kalan oyunlarda, konsantrasyonunu kaybeden Federer, adeta dinlenircesine seti 6/1’le gidişatına bıraktı ve maça denge geldi.

ÜÇÜNCÜ SET: Kabus setin ardından, Federer kendi servisiyle başladı ve 2-1 öndeyken Nadal’ı kırma şansını elde etti ve çok iyi hazırladığı bir puanı şık bir vole ile bitirdi ve ardından kendi servisini de alarak 4-1 öne geçti.    
Federer o noktadan sonra doğal skor akışıyla seti 6/3 almayı başardı.

DÖRDÜNCÜ SET: Kral, rakibinin servisini başlarda kırdı ve 2-1 öne geçti. Maçın sonu yaklaştıkça, Federer servis oyununa kutsal kitabına taparcasına yapıştı. Çekişmeli maçın sonlarında İsviçreli şampiyon önce dört maç topu kaçırdı. Amerikan filmlerinde olduğu gibi, Nadal yedi canlı bir cengaver olarak o gladyatör kapışmalarında hep kurtardı kendini. 5.maç topunda artık Federer’in bu şansı kaçırmayacağına emindim. Kısa bir ralliden sonra İspanyol efsanesi backhand’iyle topu auta atınca Federer beklenen duygu patlamasını yaşadı.

MAÇIN DÜŞÜNDÜRDÜKLERİ:
Maç boyunca toplarını en uzun ve üstelik fileye teğet geçecek bir makine intizamında oynamayı başaran Federer, hızlı sahalardaki oyununu çok geliştiren Nadal’a karşı, herkese parmak ısırttı. Onu seyrederken aklıma yaşı 30’a yaklaşan her futbolcuyu emekli etmeye kalkışan Türk futbol kulüpleri geldi. İş onlara kalsaydı, tenis bireysel bir spor olmasaydı, Federer’e defalarca tenisi zorla bıraktırırlardı!

O NE FİNALDİ ÖYLE!
Tenis gerçekten nankör! 5 saat sahada mücadele edersiniz, sonra son saniyelere kalır her şey... Top gidip gelirken alabileceğiniz tek bir yanlış karar, bir çuval inciri berbat eder. Tenis dünyasının kralı, “Ekselansları Federer”, tarihin en büyük maçlarını sığdırdığı kendi kariyerini emekli olduktan sonra gözden geçirirken dün maçın son anında yaptığı bir hatayı hiçbir zaman aklından çıkaramayacak. Şimdi filmi geri sarıp, o ana dönelim...
Maç o anda belki 4,5 saattir maç oynanıyor. Maçtan önce, kendisinden 5 yaş daha genç rakibi karşısında daha az şans tanınan Federer ilk seti kaybettikten sonra, hatta daha sonra 3. seti kaybettikten, 2-1 setlerde geri düştükten sonra, yaşından beklenilmeyecek bir direnç ve kararlılıkla, puanların her biri için akıl almaz mücadeleler vererek alıyor, 8/7 öne geçiyor ve kendi servisindeki o “taç giyme” oyununda 15/15’de üst üste çaktığı iki servisten direkt puanla 40-15’e geliyor. Bunun anlamı, “maç topu” elde etmek... Çok farklı bir sırat köprüsüdür maç puanı... Bir tarafı uçurum, diğer tarafı cennet. O top gider gelir, gider gelir.. Bilinçaltınızdan film şeridi gibi akan olasılıklar sizi esir alabilir. Hem melek hem şeytan dürter sizi: “Hadi işte vur kazan, kahraman ol! Bu stresten kurtul, yere yat, çığlık at, kupayı kucakla!” Federer, ilk maç puanında, hem kendisi hem tüm stad o sevinç patlamasına hazırlanmışken, doğru bir kararla yine forehand’e kaçıp, rakibinin backhandine uzun ve sert bir top atmak istiyor. Karar doğru. Ama o top auta gidiyor. Olabilir. Sonra sıra 2. maç topuna geliyor. O ace veya rakibin ancak değebildiği puanlarla 50-60 kez sayı yazmış olan servis, orada da bir yardım etmiyor. O ana kadar, Federer, Wimbledon’daki maçlarında servislerinin %94 civarını kazanmış. Hele 40-15 öndeyken herhalde kaybettiği servis oyunu oranı %1’e bile yaklaşamaz. Ama “Murphy Kanunu” diye bir terslik düzeni vardır. İşte o %1, durur durur, Wimbledon finalinde taç giyme törenine bir saniye kala karşına çıkar!. İşte Federer, o 2. maç topunda inanılmaz derecede sabırsız bir kararla, o anormal hatayı yapıyor ve kruaze ve kısa bir forehand vurarak fileye çıkıyor. Olağan dışı sert ve açılı bir sürpriz fileye çıkış yapmıyorsanız, ya uzun bir paralel top atacaksınız ya da fazla açı bırakmadan ortaya uzun oynayacaksınız. Federer puanı hazırlamadan servisinden sonra hemen ilk vuruşta en çıkılmayacak şekilde markete gider gibi geliyor ve Djokovic cezayı kesiyor. Çünkü o anda kralın aklında artık raketini atıp çocuklarına dönüp kendisini alkışlamak için yanıp tutuşan tebasına öpücükler vermek, rakibini centilmence kutlamak, bu yeni zaferin tadına varmak istiyor. Başka bir izahı yok bu yıkıcı aceleciliğin...


BÜYÜK FİNALİN AKIŞI:
İLK SET: Her tenisçi servislerini kazanarak 6/6’ya kadar geliyorlar. Federer’in servis ve voleleri, Djokovic’in servisinin ardından vurduğu sert geri toplarla, puanlar dengeli gidiyor. Tie-break’te. Federer 3-1 geriden gelip 5-3 ileri geçti. Ama bütün maç boyu sürecek olan sendrom burada ilk defa kendini gösterdi. O kritik puanları Djokovic üst üste aldı ve Federer’in fileye taktığı bir forehand seti bitirdi: 7/6

İKİNCİ SET: İlk setin kaybı Federer için bu maçta başına gelebilecek en kötü olaydı. Herhalde o anda bahisler açılsa, insanların %80’i maçı üç sette Djokovic’e verirdi. Ama evdeki hesap çarşıya uymadı! Müthiş bir performansla silahlarını çalıştıran Federer 2. seti kolay kaparken Djokovic’in locasını bile alkışlattı: 1/6.

ÜÇÜNCÜ SET: Her iki tenisçi de yine servislerini kazandıktan sonra, iş yine tie-break’e kaldı. Djokovic 5/1 öne geçtikten sonra Federer 5/4’e kadar geri geldi, ancak bu da yetmedi ve ölümcül puanları hanesine yazan Sırp şampiyon bu seti de 52 dakikada 7/6 kapamayı bildi.

DÖRDÜNCÜ SET: Djokovic hızlı servis ve sert geri vuruşlarla 2/1 önüne geçtiğinde sanki Federer artık psikolojik olarak maçı bırakmış görünüyordu. Ama Şampiyon bunun yalnız yanlış bir izlenim olduğunu kanıtlayarak üst üste 4 oyun kazandı. Özellikle 4/2’de Djokovic’i 2. kere kırarken vurduğu öldürücü backhand ve kısa volelerle adeta ışıldadı. Ardından Djokovic, Federer’in servisinde 35 vuruşluk bir rallinin sonucunda rakibinin servisini ilk defa kırdı ve kendi servisleri de kolayca alarak birden skoru 5-4’e kadar düzeltti. Ama “Kral” kendi servisini bu defa kimseye acımadan sıfıra karşı kazandı ve maça 2-2’lik denge geldi: 4/6

BEŞİNCİ SET: Ardından sıra tenis tarihinin en acımasız en vahşi setlerinden birine geldi.
5. sette 4/2 ileri geçen bir Djokovic’e karşı artık Kral ne yapabilir ki?” diye düşünüyordu herkes. Ama Kral yine çeşitli sürprizlerini hazırlıyordu. Önce rakibinin servisini hemen kırıp bu avantajını yok etti. Ardından kısa toplarla dengesini bozdu. Oyuncular 6/5’e kadar servislerini kırdırmadan geldiler. Auta çıkan bir backhand’iyle, Federer kendi servisinde 15-30 geri düştü. Orada sert servisler ve forehandlerle, oyun yine dengelendi. Hem de aceleci bir Federer’in olmadık drive volleylerle arada kendi kendini sabote etmesine rağmen... 7/7’de, İsviçreli şampiyon, kısa toplar ve forehand passing shotlarla rakibinin servisini bir kere daha kırdı.
8/7’de Federer’in başına kaderin hangi ağları ördüğünü, Bu yazının başında anlatmıştık. Kaçan büyük fırsata rağmen Federer maça asılmaya devam etti. 11/11’e kadar herkes yine servisini kazanmaya devam etti. O oyunda güzel voleler vuran Federer, rakibinin haksız yere itiraz ettiği bir sert topun arkasından servis kırma puanı kazandı ama bundan faydalanamadı.
Bu set de böylece 12-12’de 3. defa Tie-break’e kaldı. Djokovic önce 4/1, ardından 6/3 öne geçti. İlk maç topunda, Federer bir çeşit “ıskamsı” vuruşa denk gelerek maçın bittiğini ilan etmiş oldu. Santrkortun %90’ının yüzünden düşen bin parçaydı...

BİR DJOKOVİC MUHASEBESİ
Djokovic maçın sonunda seyircilere manidar bakışlar atıp, çömelip yerden kopardığı birkaç çim parçasını sessizce yedi ve ardından hırsla göğüs kafesine vurdu ve agresif şekilde seyircilere baktı. Maç esnasında da yine anlamsız şekilde kendi kendine söylenmeler Hakem Kulesi’ndeki bantlara raketiyle vurmak, haksız çıktığı Şahingöz taleplerinden sonra bile söylenmeye devam etmek gibi, antipatik gelen hareketlere devam etti. Kimbilir, belki bu şekilde önümüzdeki yılda da bir nevi “bad boy”luktan kamçılanmış olarak çıkmak istiyor.
Ama haksızlık yapmayalım. Çelik sinirleriyle, inanılmaz fizik kondisyonu ve iş ciddiyetiyle, kendisinden önce kraliyet salonuna yerleşmiş olan Federer ve Nadal’ın 2003-2004’den beri yerleşik görünen devler rekabetinin arasına 16 Slam zaferi sığdıran bir adama ancak şapka çıkarılır!
Sonuçta Wimbledon tarihinde, ilk defa bir final setinde o saçma kararla tie-break oynan
bu kısa yola rağmen, bu maç aynı zamanda bu tarihin en uzun süren müsabakası oldu 4 saat 57 dakika ile... 5 saatlik ziyafetin sonu ise ekşi-acılı ve de üstelik ağır kokulu işkembe çorbasıydı çoğu izleyici için...


19 Temmuz 2019 Cuma

AKP, 15 TEMMUZ’U KİTLESELLEŞTİREMİYOR; ÇÜNKÜ... | Bedri Baykam | 18 Temmuz 2019


Türkiye, 15 Temmuz tartışmalarıyla bir hafta geçirdi. Zaten Ergenekon davaları dolayısıyla FETÖ’nün marifetleriyle boğuşuyorduk. Halbuki bu tartışmalar hep güdük kalmaya mahkumdu. Çünkü AKP’nin Türkiyesi’nde aslında artık yakın tarihi konuşmak mümkün değil. Ağzını açıp konuşan herkese, sözleri arasından seçilecek kelimelerle hemen “FETÖCÜ” damgası vuruluyor. Kimsenin, iktidarın yakın tarih analizlerinden farklı bir şey söyleme hakkı yok. Uğur Mumcu, Muammer Aksoy, Ahmet Taner Kışlalı veya Abdi İpekçi’nin 27 Mayıs yorumları şimdi yayınlansa, hemen “FETÖCÜ” ilan edilirler! Hatta Fransız Devrimi’nin serüvenini aktarmaya kalksalar, bir adım sonra Danton ve Robespierre de FETÖcü ilan edilir bu ülkede! Dolayısıyla geçiniz! Menderes’in tartışmasız demokrasi kahramanı olarak sunulmasının şart haline geldiği bir ülkede tarihi yorumu yapamazsınız.

GÜNDEME TAŞINAMAYAN SORULAR
Ama en azından şunları söyleyebilirsiniz: Ey AKP’nin sayın vekilleri, siz o korkunç darbenin Parlamento’da araştırılmasına neden karşı çıktınız? FETÖ’nün siyasi ayağının deşifre edilmesinden neden bu kadar çekiniyorsunuz?
Bir de tabii AKP’nin bu konuda kitleleri ayağa kaldıramamasının arkasında, bazı tavırlarının samimi bulunmaması var. Nedir bunlar? Ömür boyu “kandırıldık” kelimesinin arkasına sığınacak şekilde, önünüzü hiç göremediğinizi itiraf ediyorsunuz. Peki 17 Temmuz sabahından itibaren “CHP’li ve Atatürkçüler bizi yıllardır ikaz etmişlerdi, meğer onlar doğruyu görmüş, bizi affedin” denilmez mi? Mahcup bazı kısık sesli “kandırıldık” sözleri dışında, bu itirafları hiç yapmadıkları ve Atatürkçü kitlelerden, Ergenekon-Balyoz mağdurlarından hiç özür dilemedikleri gibi, Bank Asya’ya üç kuruş para yatıran garibanları bile suçlu ilan ettiler! Bu da yetmedi, FETÖ’nün yöntem mirasından başka hiçbir şey olamayacak şekilde, uydurma senaryolarla SÖZCÜ’nün patronu ve yazarlarından, Meral Akşener’den FETÖCÜ çıkarmaya kalkışılması, insanları daha da soğuttu. Mahcubiyetlerini, saldırganlıkla örtmeye kalkmaları, onları tamamen güvenilmez kılıyor. Ayrıca artık herkesin bildiği gibi, FETÖ’ye savaş açan iktidar, şimdi de, başta Sağlık Bakanlığı olmak üzere, başka bir cemaate sırtını dayama zaafından kurtulamadı. Halbuki Atatürk’ün “Türkiye şeyhler dervişler, müritler ülkesi olmayacak. En hakiki tarikat, uygarlık tarikatıdır” sözlerini şiar edinseler, başlarına bu felaketler gelmezdi. Veya darbeden 7 yıl önce Parlamento kürsüsünden rahmetli Kamer Genç’in “FETÖ’nün en büyük zararını siz göreceksiniz Türkiye’de büyük bir tehlike var” sözlerine karşı, kürsüye saldıracaklarına, bu ikazın derin anlamını algılamaya çalışsalardı yine o korkunç saldırıyı Türkiye yaşamazdı.

AKP’NİN FETÖ’YÜ DOKUNULMAZ KONUMA TAŞIYIŞI
40-50 yıl boyunca sağ siyasetin orta yerinden tünel kazıp Atlantik’in öteki ucundan çıkıp kaçan Fethullah Gülen, çeşitli partilere mensup sağcı siyasetçilerin birçoğunu kendisine mürit haline dönüştürmüştü. Tüm bu iktidar müptelası siyaset meraklıları, birbirleri arasında çetin bir yarışa girişmişlerdi: Feto’ya kim daha çok övgü yağdıracak, kim konuşmasında daha çok ağlayacak veya ağlatacak? Neler gördük neler! Ne başbakanlar, ne bakanlar, ne milletvekilleri, ne kurum başkanları bu iptidai yarışların parçası oldular, neredeyse bir peygambere seslenir gibi yağcılık ve bağlılık yarışına giriştiler! Kutlu doğum haftası ve Türkçe Olimpiyatları komedyalarını hatırlayın!
AKP iktidarı 2002 Kasımı’nda başladıktan sonra, ilginç bir savaşa şahit olmuştuk: Her yıl Yüksek Askeri Şura toplantısında (YAŞ), Genelkurmay Başkanı ve yüksek rütbeli komutanlar, anti-laik faaliyetleri-tavırları ve isimleri tarikatçılık istihbaratlarına karışan çeşitli askerleri, subayları, komutanları, askeri hakimleri “disiplinsizlik-kurallara uymama” gerekçesi üzerinden ihraç talebiyle o masaya taşırlardı. Orada önce Abdullah Gül, sonra Tayyip Erdoğan, neredeyse her zaman o ihraçlara karşı çıkar, karara “muhalefet şerhi” koyarlardı. Nereden bilebilirlerdi ki, o toplantılarda varını yoğunu ortaya koyarak savunduğu o subaylar, aradan bir 10-12 yıl geçtikten sonra kendisinin altını oymaya çalışacak Fethullahçı terör örgütünün ele başıları olarak karşısına çıkacaktı! Halbuki TSK yapısı içerisinde komuta kontrol kademesi çerçevesinde kendi biriminde çalışan kişinin raydan çıkmış izleriyle karşılaşan subaylar ve komutanlar, silsile yoluyla bunu üst birimlerine rapor ediyorlar ve belirli bir ölçüde TSK’nın sağlıklı bir bünye koruması mümkün olabiliyordu. Çünkü oy çokluğuyla, askerlerin dedikleri gerçekleşiyordu!

2011 yılında ise, dönemin Genelkurmay Başkanı ve diğer kuvvet komutanları topluca istifa edince büyük bir deprem yaşandı ve Yüksek Askeri Şura’da Erdoğan ilk defa yanında Genelkurmay Başkanı olmadan masaya tek başına oturdu. O istifaları hiçbir zaman mazur görmedim ve mevzi terk etme saydım. İstifa etmeyen tek Kuvvet Komutanı, Jandarma Genel Komutanı Necdet Özel, bir haftalığına Kara Kuvvetleri Komutanlığı’na getirildikten sonra, TSK’nın zirvesine taşındı. O günden itibaren, Erdoğan YAŞ toplantılarında, hiçbir çatlak sesle karşılaşmadı. Karşısına artık hiçbir “dinci subay” dosyası taşınamadı veya taşınmaya yeltenenler bunu tamamına erdiremediler! O günden sonra 15 Temmuz’da girişilen alçak FETÖ darbesine kadar, tam 5 koca yıl geçti. Artık Fethullah Gülen’in TSK bünyesine sızdırdığı Cumhuriyet düşmanlarına “DUR” diyen kalmamıştı ve adeta dokunulmazlıkları ilan edilmişti! Gerek o 5 yılda, gerek ondan önceki 20 yılda, durmadan Fethullahçıların devletin her kademesine sızmasına göz yumulmasını ve hatta teşvik edilmesini deşifre ettik, olayların üstüne gittik. Laik Cumhuriyetimizde, dine yakın siyaset yapanlar, bu yorumlarımızla her zaman alay ettiler hatta bunları bize karşı saldırı malzemesi olarak kullandılar. 15 Temmuz gecesi, maalesef körelmişliklerinin çıkar kavgalarının kaçınılmaz bedelini ödediler. İktidar ve FETÖ neden kavga ettiler? İdeolojik veya yaşam tarzı ayrılıklarından mı? Yoksa pasta paylaşımından mı? Siz karar verin! Karar verin ve AKP’ye de bildirin lütfen, çünkü bu konuda hala kafası en karışık olan onlar!

15 Temmuz 2019 Pazartesi

KRAL’IN HAYAL KIRIKLILIĞI, ŞAMPİYONUN ÇELİKTEN HIRSI | Bedri Baykam | 15 Temmuz 2019


Tenis gerçekten nankör bir spor. Hem dünyanın bence en komple sporu, hem de en nankörü... 5 saat sahada müdadele edersiniz, maçın son 5 dakikasında elinizde kalan son enerjiyi sahaya akıtırsınız, sonra son saniyelere kalır her şey... 300 dakika uğraşırsınız, son 10 saniyede top gidip gelirken alabileceğiniz tek bir yanlış karar, bir çuval değil, bir kamyon dolusu inciri berbat eder. Tenis dünyasının kralı, “Ekselansları Federer”, tarihin en büyük maçlarını sığdırdığı kendi kariyerini emekli olduktan sonra gözden geçirirken dün maçın son anında yaptığı bir hatayı hiçbir zaman unutmayacak, aklından çıkaramayacak. Şimdi filmi geri sarıp, Federer ölene kadar aklından çıkmayacak o ana dönelim...
Maç o anda belki 4 saat 15 dakikadır oynanıyor. Maçtan önce, kendisinden beş yaş daha genç rakibi karşısında daha az şans tanınan Federer ilk seti kaybettikten sonra, hatta daha sonra üçüncü seti kaybettikten, 2-1 setlerde geri düştükten sonra, yaşından beklenilmeyecek bir direnç ve kararlılıkla, puanların her biri için akıl almaz mücadeleler vererek alıyor, 8/7 öne geçiyor ve kendi servisindeki o “taç giyme” oyununda 15/15’de üst üste çaktığı iki servisten direkt puanla 40-15’e geliyor. Bunun anlamı, “maç topu” elde etmek... Çok farklı bir sırat köprüsüdür maç puanı... Bir tarafı uçurum, diğer tarafı cennet. O top gider gelir, gider gelir.. O anda aklınızdan hem herşey geçer, hem de güya o topa odaklanmışsınızdır. Ama bilinçaltınızdan film şeridi gibi akan olasılıklar sizi esir alabilir. Hem melek hem şeytan dürter sizi: “Hadi işte vur kazan, kahraman ol! Bu stresten kurtul, yere yat, çığlık at, kupayı kucakla!” Federer, ilk maç puanında, hem kendisi hem tüm stad o sevinç patlamasına hazırlanmışken, doğru bir kararla yine forehand’e kaçıp, rakibinin backhandine uzun ve sert bir top atmak istiyor. Karar doğru. Ama o top auta gidiyor. Olabilir. Sonra sıra 2. maç topuna geliyor. O ace veya rakibin ancak değebildiği puanlarla 50-60 kez sayı yazmış olan servis, orada da bir yardım etmiyor. O ana kadar, Federer, Wimbledon’daki maçlarında servislerinin %94 civarını kazanmış. Hele 40-15 öndeyken herhalde kaybettiği servis oyunu oranı %1’e bile yaklaşamaz. Ama “Murphy Kanunu” diye bir terslik düzeni vardır. İşte o %1, durur durur, Wimbledon finalinde taç giyme törenine bir saniye kala karşına çıkar! Tarih, bu acaip anların müzesini kurmuştur. İşte Federer, o 2. maç topunda inanılmaz derecede sabırsız, aceleci bir kararla, normal gidişatta yapılmayacak hatayı yapıyor ve kruaze ve kısa bir forehand vurarak fileye çıkıyor. O anda rakibi basit hata yapmazsa, Federer’in o puanı alması neredeyse imkansız. Olağan dışı sert ve açılı bir sürpriz fileye çıkış yapmıyorsanız, ya uzun bir paralel top atacaksınız ya da fazla açı bırakmadan ortaya uzun oynayacaksınız. Federer puanı hazırlamadan servisinden sonra hemen ilk vuruşta en çıkılmayacak şekilde markete gider gibi fileye geliyor ve Novak Djokovic cezayı kesiyor. Çünkü o anda kral artık raketini atıp çocuklarına dönüp kendisini alkışlamak için yanıp tutuşan tebasına öpücükler vermek, rakibini centilmence kutlamak, kariyerine yerleştirdiği bu yeni zaferin tadına varmak istiyor. Başka türlü bir izahı yok bu aceleciliğin...

İDDİAYI MC ENROE VE MATS MI KAZANDI? HAYIR BİZ KAZANDIK!
Biz, yani Ali Göreç ve ben! Yok canım, bu Halep maçında kazandığım gerçek yemeye benzemiyor. Big Mac ve Mats bizimle iddiaya girdiklerini filan bilmiyorlar! Ama onlar maçtan önce “Djokovic dört sette kazanır” dedikten sonra ruh ikizim ve sevgili ebedi partnerim Ali Göreç ile tersini söyledik. Ali ekrandan “Bence Federer alır, Nadal maçının moraliyle ve bu formuyla” dedi, ben de aynı şeyi ve bizim farklı bakışımızı Twitter’dan ilan ettim. Şimdi maçı son saniyede Djoko aldı diye onların dediği mi çıktı? Hayır, tam tersine bizim dediğimiz çıktı. Maç kesinlikle yalnız Djokovic’in kontrolünde, Federer’in ancak göstermelik bir sus payı seti kazanabildiği kolay bir maç olarak geçmedi. Balığın son anda kayıp ekselanslarının elinden kaçtığı tarihi bir “son kan damlasına kadar düello” seyrettik. Yani bizim dediğimiz çıktı. Bunu da zaten normal buldum sonuçta Ali ve benim tenis tecrübemiz, bu dünya şampiyonlarından üç-beş yıl daha kıdemli! Ama onu bunu bırakalım ve her iki tenisçiye sonsuz teşekkürlerimizi sunalım: Bu maç, yıllar, hatta onyıllar boyu konuşulur... Ne yazık ki tenisin kurallarında ve doğasında beraberlik yok! Yoksa, farklı değerleri ve kaliteleri yansıtan bu iki şampiyondan hangisi kaybetse, diğerine yazık olacaktı. Şimdi oyun akışına bir göz atalım:

BÜYÜK FİNALİN AKIŞI:
İLK SET: Federer maça kendi servisinde hızlı giriyor. İki ace, iki forehand. Djokovic hızlı bir yanıt veriyor buna. Federer 2-1 ilerideyken, servis kırma puanı kazanıyor ama forehand’i auta atıyor, Djokovic çapraz bir bachkand’le durumu kurtarıyor. Ardından her tenisçi servislerini kazanarak 5-5’e kadar geliyorlar. Federer’in servis ve voleleri, Djokovic’in servisinin ardından vurduğu sert geri toplarla, puanlar dengeli gidiyor. O oyunda Federer bir kısa top kaçırarak 15-30 geri düştü ama sonra en kritik puanda, inanılmaz bir paralel backhand ve forehand ile oyunu kazandı. Sonra set tie-break’e kaldı. Federer 3-1 geriden gelip 5-3 ileri geçti. Ama bütün maç boyu sürecek olan sendrom burada ilk defa kendini gösterdi. O kritik puanları Djokovic üst üste aldı ve Federer’in fileye taktığı bir forehand seti bitirdi: 7/6

İKİNCİ SET: İlk setin kaybı Federer için bu maçta başına gelebilecek en kötü olaydı. Herhalde o anda bahisler açılsa, insanların %80’i maçı üç sette Djokovic’e verirdi. Ama evdeki hesap çarşıya uymadı! Önce harika bir forehand ile rakibinin servisini kırdı. Bunu 4-0’a kadar en hızlı şekilde akan bir Federer seli izledi. Djokovic arada bir kere kendi servisini kazanarak “simidi yemekten kurtuldu” ve Federer 25 dakikada seti 6/1’e bağladı. Djokovic son oyunda servisini verirken Federer yine parmak sırıtan bir backhand kruaze ile eminim Djokovic’in locasını bile alkışlattı: 1/6.

ÜÇÜNCÜ SET: 4/4’e kadar her iki oyuncu da servislerini kazanarak geldiler. O oyunda Federer bir backhand kaçırdıktan sonra 15-30 geri düştü ama üst üste güzel servislerle bu tehlikeye giren oyunu kazandı. Ardında Djokovic’in servisinde, 30-30’da aldığı inanılmaz bir risk Federer’e set topu kazandırdı. Ama Djokovic’in kritik puan hassasiyeti yine harika iki servisle işe yaradı. Her iki tenisçi de servislerini kazandıktan sonra, iş yine tie-break’e kaldı. Djokovic 5/1 öne geçtikten sonra Federer 5/4’e kadar geri geldi, ancak bu da yetmedi ve ölümcül puanları hanesine yazan Sırp şampiyon bu seti de 52 dakikada 7/6 kapamayı bildi.

DÖRDÜNCÜ SET: Djokovic hızlı servis ve sert geri vuruşlarla 2/1 önüne geçtiğinde sanki Federer artık psikolojik olarak maçı bırakmış görünüyordu. Ama Federer bunun yalnız yanlış bir izlenim olduğunu kanıtlayarak üst üste 4 oyun kazandı. Özellikle 4/2’de Djokovic’i 2. kere kırarken vurduğu öldürücü backhand ve kısa volelerle adeta ışıldadı. Ardından Djokovic, Federer’in servisinde 35 vuruşluk bir rallinin sonucunda rakibinin servisini ilk defa kırdı ve kendi servisleri de kolayca alarak birden skoru 5-4’e kadar düzeltti. Ama “Kral” kendi servisini bu defa kimseye acımadan sıfıra karşı kazandı ve maça 2-2’lik denge geldi: 4/6

BEŞİNCİ SET: Ardından sıra tenis tarihinin en acımasız en vahşi setlerinden birine geldi. Bu set başlamadan oyuncular emin olmak için on ikişerde gelip gelmediğini bir daha sordular. Maalesef de teyid aldılar. Çünkü bu Wimbledon’a yakışmayan kural değişimi bu finalde ilk defa uygulanacaktı.
Oyunlar 1/1’ken, Federer harika bir backhand paralel ile 40-40’ı yakalasa da Djoko servisini elden bırakmadı. Sonraki oyunda Federer’in fileye çarpıp dışarı çıkan bir topu, Djokovic’e iki servis kırma puanı kazandırdı. Ama nefis bir servis ve dekruaze bir forehandin ardından gelen bir ace’in yardımıyla bu alarm durumu geçiştirildi. Djokovic 2/2’de kendi servisini zor aldı ama arkasından rakibinin servisini onun hatalı fileye çıkış topunu kullanarak kırmayı başardı.
5. sette 4/2 ileri geçen bir Djokovic’e karşı artık Kral ne yapabilir ki?” diye düşünüyordu herkes. Ama Kral yine çeşitli sürprizlerini hazırlıyordu. Önce rakibinin servisini hemen kırıp bu avantajını yok etti. Sonra sıra Federer’in üst üste kısa top yapma krizine geldi. Bunların ikisi kendi servisinde başarısız olunca yine 15/30 geri düştü ancak Djokovic’in fileye çarpıp çıkan bir topu ve harika servisler bir krize izin vermedi. Oyuncular 6/5’e kadar servislerini kırdırmadan geldiler. Auta çıkan bir backhand’iyle, Federer kendi servisinde 15-30 geri düştü. Orada sert servisler ve forehandlerle, oyun yine dengelendi. Hem de aceleci bir Federer’in olmadık drive volleylerle arada kendi kendini sabote etmesine rağmen... 7/7’de, İsviçreli şampiyon, kısa toplar ve forehand passing shotlarla rakibinin servisini bir kere daha kırdı.
8/7’de Federer’in başına kaderin hangi ağları ördüğünü, Bu yazının başında anlatmıştık. Kaçan büyük fırsata rağmen Federer maça asılmaya devam etti. 11/11’e kadar herkes yine servisini kazanmaya devam etti. O oyunda güzel voleler vuran Federer, rakibinin haksız yere itiraz ettiği bir sert topun arkasından servis kırma puanı kazandı ama bundan faydalanamadı.
Bu set de böylece 12-12’de 3. defa Tie-break’e kaldı. Djokovic önce 4/1, ardından 6/3 öne geçti. İlk maç topunda, Federer bir çeşit “ıskamsı” vuruşa denk gelerek maçın bittiğini ilan etmiş oldu.

TEKNİK NOTLAR: Federer, kaybettiği üç setten ilkinde ve beşincisinde abartılı adette basit forehand hataları yaptı. İlk sette bu rakam 17’ye tırmandı. Ayrıca rakibinden çok daha iyi servis atan Federer, 25 ace ve 27 winner servise rağmen (Djokovic’in vic’te bu rakamların toplamı 30) maçı bitirecek fırsatı eline geçirdiğinde, 40-15’te hiçbir servis başarısı yakalayamadı. Djokovic ise daha çok “yüzdelerin tenisi” dediğimiz (percentage tennis) oyunu yine en iyi şekilde oynayarak topu oyunda tutmaya ve kritik puanları ölümüne oynamaya yeminli oluşunun karşılığını aldı. Yalnız maç toplarını değil, 3. sette set topunu da kurtardığını unutmayalım. Federer filede 31 puan alırken, Djokovic’te bu rakam 6’yı geçmedi! Total kazanılan sayılarda da (218-204) önde olan Federer, sanki kritik anlarda Djokovic’in direncinin oluşturduğu kavramsal duvara çarptı. Hem de Federer adı ile tenis tarihinin zirvesinde yer almasına rağmen! Topları yüksekte olmadı, oyunun ritmini spinler, kesmeler ve kısa toplarla sürekli değiştirmesi, sık fileye çıkması, kendi oyununu Djokovic’e alıştırmaması, onun artı hanesine yazıldı. Bu da son saniye kaybını devasa hale getirdi. Çünkü kazanmış olsaydı, tenis tarihi bu maçı, boksta Muhammed Ali’nin son dönemlerinde Foreman’ı Kinshasa’da yendiği o unutulmaz maç haline dönüştürürdü. Yanlış anlamayın bu maç yine tenis tarihindeki yerini aldı, ama biraz ekşili-acılı tatlarıyla. Çünkü dünyanın %85’i bir Federer galibiyeti alkışlamaya hazırlanmıştı. Wimbledon seyircilerinin de belki %90’ı... Maçtan sonra gazeteciler Federer’e “Unutulmaz bir maç oynadınız” dediklerinde, ekselansları, bunu hemen harika bir espri ile yanıtladı: “Tam tersine, ben hemen unutmaya çalışacağım bu maçı.” Bu cümle bana geçen gün bahsettiğimiz Romen tenisçi Nastase’nin bir kitabında okuduğum çarpıcı bir cümleyi anımsattı bana: “Bazen bir galibiyet, 10 mağlubiyeti unutturur; ama bazen de 10 galibiyet, bir mağlubiyeti unutturmaz”. İşte Federer’in durumu bu... Acısı ve uğradığı zarar bu düzeyde!
BİR DJOKOVİC MUHASEBESİ
Djokovic maçın sonunda seyircilere manidar bakışlar atıp, çömelip yerden kopardığı birkaç çim parçasını sessizce yedi ve ardından hırsla göğüs kafesine vurdu ve agresif şekilde seyircilere baktı. Maç esnasında da yine anlamsız şekilde kendi kendine söylenmeler hakem Kulesi’ndeki bantlara raketiyle vurmak, haksız çıktığı Şahingöz taleplerinden sonra bile söylenmeye devam etmek gibi, antipatik gelen hareketlere devam etti. Kimbilir, belki bu şekilde önümüzdeki yılda da bir nevi “bad boy” sıfatıyla kalıp, bundan yine kamçılanmış olarak çıkmak istiyor.
Ama Djokovic’e de haksızlık yapmayalım. Çelik sinirleriyle, inanılmaz fizik kondisyonu ve iş ciddiyetiyle, kendisinden önce kraliyet salonuna yerleşmiş olan Federer ve Nadal’ın 2003-2004’den beri yerleşik görünen devler rekabetinin arasına, 2008’de kazandığı ilk Avustralya Açık’la katılması ve şimdi artık onlarla eşit haklara sahip, “Big 3”nin parçası olması, hatta artık başabaş rekabette galibiyet sayısında her ikisine karşı da üstünlük sağlamış olması, gerçekten inanılır bir başarı değil! Federer ve Nadal zirvesinin orta yerine 16 Slam zaferi sığdıran bir adama ancak şapka çıkarılır! Telegraph gazetesinde Charlie Eccleshare onun performansını şu güzel cümleyle özetlemiş “Bitirme Sprint hızı mükemmel olan maratoncu”... Gel de kabul etme!
Sonuçta Wimbledon tarihinde, ilk defa bir final setinde tie-break oynan
bu kısa yola rağmen, bu maç aynı zamanda bu tarihin en uzun süren müsabakası oldu 4 saat 57 dakika ile... Ama bana sorarsanız bu son set 12-12’de Tie-break kesinlikle gelmemeliydi! Bu geleneğe ihanete çok kızdım!
Bu maçı seyretmeyenlerin günahları boynuna! Maçtan önce “bu kapışmayı sakın kaçırmayın” diye elimden gelindiği kadar duyurmuştum! Daha ne yapabilirdim ki! Siz yine de Youtube’dan bulup kaçırdıysanız, “katilin uşak olduğunu” bile bile izleyin derim! Amerika Açık’ta görüşürüz!

13 Temmuz 2019 Cumartesi

YOK BÖYLE BİR EFSANEVİ MAÇ: KRAL FEDERER FİNALDE! | Bedri Baykam



Sonunda yazmam gerekenleri lütfen en başından itibaren söyleyeyim: Dünkü Federer-Nadal maçı, ikilinin neredeyse 2017 Avustralya Açık’taki muhteşem finallerini bile gölgede bırakabilecek olağandışı bir tenis karşılaşmasıydı. 3 saat boyunca topa kilitlendikten sonra “İyi ki yaşıyorum, iyi ki tenis seviyorum ve iyi ki bu maçı izleyen insanlar arasındayım” diye haykırdım içimden! Bu maçla beraber, inanın tenis sporu kendi içinde boyut atladı. Tenis tarihi kendi kendisiyle konuşarak “Galiba bana bir şeyler oluyor bugün buralarda, meğer hala büyümeye müsaitmiş bünyem” diye söylenmiştir dün. İki tenisçinin izleyicilere bir görsel şölen sunduklarını çok görmüşüzdür. Ama burada ziyafetin ötesinde yeni bir uzay tenisi vardı. Her iki oyuncunun özellikle 21-26’lık vuruş adediyle oynadıkları ralliler, teniste yeni bir sayfa açtı sanki. Toplara bu kadar sert vurulan, topun bu kadar önde ve yüksekte alındığı, dömi-volelerin bu mükemmellikte üst üste vurulabildiği ve oyunun Çinli masa tenisçileri kıvamında aktığı bir düello tadını, ben bile sanki hatırlamıyorum. Geçmişime ihanet etmeyeyim. Ömrüm tenis tarihinin son 45 yılının neredeyse bütün Slam turnualarını seyretmekle geçti. Sayısız nefes kesen tarihi maç izledim. 5 set süren dramatik ötesi maç altüst oluşları gördüm. Ama burada ben oynanan tenisin ritmi, tekniği, topun çok farklı “hal ve gidişatı”ndan söz ediyorum!

BÜYÜK KAPIŞMANIN AKIŞI:
Dün, Türk sporseverler bile, Federer-Nadal maçı için Fenerbahçe-Galatasaray kupa finali seyredecekmiş kadar heyecanla hazırlandılar. Her ne kadar aralarındaki Slam maçlarında, Nadal’ın 10-3 üstünlüğü olsa da iddiada favori Nadal olarak görülse de Federer’in bu maça nasıl konsantre olup, “Kral henüz son sözünü söylemedi” modunda bir zafer kovaladığından emindim. Çaylar, biralar, meyvalar, kuruyemişler hazırlandı, dünya nefesini tuttu...
İLK SET: Her iki raket, kendi servislerine tutunarak yürüdüler: Sanki karşımızda çok büyük kapışma beklenen bir Kırkpınar finalinin giriş bölümünde birbirine el ense çeken güreşçiler vardı. Herkes servisine kazanıyor olmaktan mutluydu! Oyunun başlarında ralliler oldukça kısa sürüyor, her iki oyuncu da “kazanan vuruş” peşinde sayıyı alıyor ya da veriyordu... İlk 7 oyun sonunda Federer 4/3 öndeyken, 30/40’da Federer için rakibinin servisini kırma topunda İsviçreli şampiyon, bu 21 vuruşluk nefes kesen rallide backhandini fileye taktı. Ardından Nadal sert bir forehand ile oyunu kurtardı. Sonra Federer 6/5 öndeyken, Nadal’ın servisinde 40/40’ı gördü! Ama o servis de kırılmadı ve iş Tie-break’e kaldı. 2-1 geriye düşen Federer, inanılmaz İsviçreli disiplinine terlemeden giydirdiği acı kuvvetle duruma hakim oldu ve o kritik oyunu 7-3’le kapayarak ilk seti hanesine yazdı. Bu, 38 yaşını pek yakında bitirecek olan “Kral” için dev bir adımdı.
İKİNCİ SET: Bu setin yalnız başı hakkında söylenecek bazı şeyler var. Nadal 2-1 ilerideyken, Federer iki servis kırma puanı kaçırdı. Bir önceki oyunda da Nadal aynı şanssızlığı yaşamıştı. Ardından Federer ona karşı servisini kaybetti. Maçın ilk servis kırılmasıydı bu. Kalan oyunlarda, konsantrasyonunu kaybeden Federer, adeta dinlenircesine seti 6/1’le gidişatına bıraktı ve maça denge geldi.
ÜÇÜNCÜ SET: Kabus setin ardından, Federer kendi servisiyle başladı ve 2-1 öndeyken Nadal’ı kırma şansını elde etti ve çok iyi hazırladığı bir puanı şık bir vole ile bitirdi ve 3-1 öne geçti.    
Bunun ardından “kral” lakaplı Federer, bu kez kendi servisinde yaptığı bir çift hata ile 15/40 geri düştü. Federer bir smaç ile servis kırma puanlarının ilkini kurtardı. Sonra 23’e çıkan bir rallinin ardından Nadal önce backhand’i ardından 25 vuruşa tırmanan bir başka göz yaşartıcı rallide forehandi auta atınca, Federer son puanı nefis bir çapraz backhandle bitirerek durumu kurtardı ve skoru 4-1’e taşıdı. 4-2’de setin en kritik meşhur 7. oyununda, 40-30’da Federer şaşırtıcı bir kolaylıkla vurduğu bir backhand smaçla skoru 5/2’ye taşıdı. Nadal servisini koruduktan sonra, İsviçreli usta, önce iki mükemmel servis ardından bir passing shot’la durumu 40-0’a taşıdı. Nadal son puanda forehand’ini fileye takarak seti Federer’e kendisi teslim etti.
DÖRDÜNCÜ SET: Setin ilk puanında Nadal çift hata ile başladı. Oyun 30-30’a gelse bile servisini korumayı başardı. Federer servisini aldıktan sonra Nadal servisinde 0-30 geri düştü. Federer o kendine has ters çapraz forehand’le 15-40’a taşıdı skoru. 30-40’da rakibinin ayağının dibine oturan bir uzun top yollamayı da başarınca, Kral rakibinin servisini kırdı ve 2-1 öne geçti. Ardından her iki oyuncu servislerini kolay kazandılar be skor 3-2’ye geldi. Federer kendi servisinde 15-15’de 26 vuruş süren maçın en güzel rallisinde topu fileye taktı ama her iki tenisçi büyük alkış aldılar. Ardından Federer harika bir forehand ve servislerle servisine sahip çıktı: 4-2. Nadal servisinde 4-3 yaparken biraz zorlandı ama işi uzatmadı.
BÜYÜK MAÇIN NEFES KESEN SON ANLARI:
Maçın sonu yaklaştıkça, Federer servis oyununa kutsal kitabına taparcasına yapıştı. Nefis bir servisin ardından, inanılmaz bir sezişle Nadal’ın burnunun dibinden vurduğu passing shot’u backhand vole ile o yarım metrelik mesafede hangi refleks ve göz koordinasyonu ile başardı, anlamak mümkün değil! Ardından maç boyu tıkır tıkır işleyen servisiyle skoru 5-3’e taşıdı. Sonra servis sırası Nadal’a geldi. Fileye gönderdiği bir forehand, skoru 15-40’a getirdi. Ama İspanyol boğası, harika bir servis, ardından bir vole ve ace servisle onurunu korudu ve skor 5-4’e taşındı. Çimde hayatının en iyi turnualarından birini oynayan, harika servisler ve forehandlerle üst üste pes dedirten bir tenis oynayan büyük oyuncu, terinin ve hatta kanının son damlasına kadar kendini savunmaya kararlıydı. 30-30’da kritik bir hata yaptı Federer. Filenin önünde sinek gibi ezebileceği bir yüksek forehand’i öldüremedi ve üstelik Nadal’ın geri yolladığı lopu da o şaşkınlıkla belki beş metre dışarı vurdu! Servis kırma puanı elde eden Nadal, bunu değerlendirse, maçın gidişatı nerelere varacaktı söylemeye dilim varmıyor. Uzunca bir rallide Nadal’ın topu backhand’iyle fileye takması sayesinde, kritik puanı kurtaran Kral, ardından nefis bir drop voleyle 3. maç topunu elde etti. Yine uzun bir nefes kesici rallinin sonunda Nadal harika bir forehand’le bu topu da kurtardı. Daha doğrusu, Amerikan filmlerinde bir türlü ölmeyen canavarlar gibi, Nadal yedi canlı bir cengaver olarak o gladyatör kapışmalarında hep kurtardı kendini. Hele 4. maç topunda vurduğu backhand passing shot, tam onun seviyesinin bir şaheseriydi. Ama beşinci maç topunda artık Federer’in bu şansı kaçırmayacağına emindim. Kısa bir ralliden sonra İspanyol efsanesi backhand’iyle topu auta atınca Federer beklenen duygu patlamasını yaşadı. Bu maçı fazlasıyla hak etmişti.

MAÇIN DÜŞÜNDÜRDÜKLERİ:
Maç boyunca toplarını en uzun ve üstelik fileye teğet geçecek bir makine intizamında oynamayı başaran Federer, hızlı sahalardaki oyununu çok geliştiren Nadal’a karşı, herkese parmak ısırttı. Onu seyrederken aklıma yaşı 30’a yaklaşan her futbolcuyu emekli etmeye kalkışan Türk futbol kulüpleri geldi. Performansın, futbolcunun doğum yılında değil, onun fizik ve beyinsel kapasitelerinde saklı olduğunu bir türlü keşfedemeyen yöneticiler geldi aklıma. İş onlara kalsaydı, tenis bireysel bir spor olmasaydı, Federer’e defalarca tenisi zorla bıraktırırlardı!
Her dört yarı finalistin de Avrupalı olduğu ve Açık Tenis tarihi döneminde toplam 134,5 yaşla bir dünya rekorunun kırıldığı bu Wimbledon yarı finallerinde, böylece Federer, diğer nispeten kolay geçen yarı finalde İspanyol Batista Agut’u 3/1 yenen Djokovic’in rakibi oldu. Federer ayrıca son altı maçlarında Nadal’ı 5. kere yenmeyi başarmış oldu. Ayrıca Slamlerde kırdığı yarı finale ve finale kalma tipinden diğer rekorlara hiç girmeyelim, çok yer kaplar!
Bugüne kadar oynadıkları 4 Slam finalinde Djokovic Federer’e karşı 3-1 önde ve üstelik rakibinden 4 yaş daha genç. Buna rağmen ben Federer’in bu formuyla Djokovic’e karşı şansının biraz daha yüksek olduğunu düşünüyorum. Bugün tek kadınlar finalini yarın tek erkekler finalini sakın kaçırmayın derim!


12 Temmuz 2019 Cuma

BELEDİYELER, ZABITALAR VE KÜÇÜK İSKENDER.... | Bedri Baykam


Evvelsi gün ailece Tekirdağ’a köfte yemeye gittik! Ana hedef tabii ki bu değildi. Suphi ile beraber uzun yol araba kullanmak istemiştik ve daha iyi bir bahane olamazdı. Tabii o yolda, Silivri cezaevinin ve o meşhur mahkeme salonunun önünden geçiyorsunuz. Oralara kaç kere gittiğimi hatırlamama imkan yok. Bu hafta yine Ergenekon davası hakkında geçen haftaki yazıma devam edecektim. Ama hayat hep başka olayları karşımıza çıkarıyor...
Tekirdağ yoluna girmeye çalışırken Mahmutbey civarında trafik sıkıştı. Tampon tampona gidiyorduk. Sol tarafımda bariyerlerin önünde baktım 3-4 İBB zabıtası, 30’lu yaşlarda, su satan bir genci kuşatıp elindeki pet şişeleri doldurduğu kartona el koymuşlar... Adam ağlamaklı, zabıtalardan biri havalı bir şekilde motosikleti ile olay yerinden uzaklaşırken kendi pet şişelerinden birine son anda uzanıp açtı, kana kana içmeye başladı. Ben geçerken zabıtalara ancak “Yazık!” diyebildim. Aslında arkadaşımız şanslıydı! Daha önce defalarca, E5 Halıcıoğlu mevkiinde, D100 Darülaceze-Perpa durağında, Zincirlikuyu metro durağında ve onca başka yerde üç kuruş kazanmak için zabıta teröründen kaçan gencecik insanlar arabaların, otobüslerin altında can verdiler... 2008’de Koşuyolu civarında yine kaçarken can veren 13 yaşındaki Bülent Çalkıran, bugün 24 yaşında bir genç olacaktı... Ömrünü çalanlar mutlu mu şimdi? Gücünüz üç lokma peşinde koşanlara mı yetiyor?

CHP’Lİ BELEDİYELERDEN FAKLI BİR TAVIR BEKLERDİM!
Mahmutbey’deki gencimize bir isim verelim, mesela “Fahri”... Fahri o suları kaç liraya alıyordur? Diyelim 0,50 TL’ye. Onları 1 veya iki liraya sattığında, elinde de 30 şişe olsa, akşam güneş batarken ne kazanacağı belli. İnsanların aklına gelmiyor ama Fahri’nin de ödediği bir kirası ve tahmini iki çocuğu var. O da onlara ekmek, domates, pilav, belki haftada bir çikolata götürmeye çalışıyor. “Eski İBB” veya bir AKP Belediyesi bu hareketi yaptığında pek şaşırmıyoruz ama İstanbul’da iktidar değiştiyse, ben artık sosyal demokrat hiçbir belediyede bu sahneleri görmek istemiyorum. Bakın, bana 1000 yanıt verebilirsiniz. Trafik, işporta yasağı, düzen, şu, bu... Geçiniz! Siz Fahri’ye eğitim veya sosyal sigorta verebildiniz mi? Neler yaşadığını biliyor musunuz? Akşam çocuklarına bir lokma ekmek götürmek için bu işi alın teriyle yapmasını cezalandırıyorsunuz! Dolandırıcı-hırsız-terörist olsa daha mı iyi olacaktı?
CHP’de bu tavra şiddetle karşı çıkıyorum. Ayrıca ekleyelim, her gün artan trafik sıkışıklığında ağzı kuruyan, şekeri düşen o insanlara su, kağıt helva, muz, simit, ayran taşıyan bu insanlar orada belki hayat kurtarıyorlar, halka doğrudan bir hizmet sunuyorlar! Hani şu sizin trafik sorununu çözemediğiniz için günde 4 saati yollarda tükenen, kimileri gibi sağa sola helikopterlerle veya sirenli polis arabaları ile güvenlik şeritlerinden gidemeyen halkımızdan söz ediyorum. Kendi adıma öncelikle CHP’li Belediyelere ve bu konuda tavır değiştirmek isteyen diğerlerine sesleniyorum: Bu yakışıksız şovlara girişmeyin. Kendinizi o insanın yerine koyun. Onun satışa sunduğu malların temizliğini, hijyenini denetleyin, Çok istiyorsanız ayda 200 TL vergi alın. Ama ekmeğiyle oynamayın!

KÜÇÜK PRENSİMİZİ, KALBİMİZE GÖMDÜK...
Yeraltı kültürü. Neredeyse parasız yaşama sanatını içselleştirmiş veya marjinallerin her türlüsünün halinden anlayan insanların dünyası, edebiyatı... Bukowski, Beat kuşağı, Erje Ayden, küçük İskender... küçük İskender, geçen hafta kaybettiğimiz büyük değerimiz, yeraltı kültürünün günümüzdeki bilinen son prensi, ne hissederdi demin bahsettiğim sahne karşısında? Bence “Hayret bir şey, amma da büyüttün bu işi Bedri ya!” demezdi! Onda empati yapabilecek sezgi gücü vardı.
küçük İskender’i önce Akatlar Kültür Merkezi’nde andık, ardından Ortaköy Camii’nde namazı kılındı ve Zincirlikuyu’da defnettik. Annesi sevgili Nilsu Teyze, inanamıyordu hala biricik oğlunu kaybettiğine. Kefeni açtırıp son bir defa onun yüzüne birkaç saniye baktı. “Sakin şekilde uyuyor, gördünüz mü?” diyebildi, son bir gayretle çevresindeki bizlere.
Daha birkaç ay önce Nişantaşı ara sokaklarındaki evinde ziyaret etmiştim kendisini. Geçen yaz Bodrum’daki haline göre kilo almıştı, daha iyi görünüyordu. Gerçi hastalığı sıçramalar yapmıştı ama mucize arıyorduk. Beraber çocukluk fotoğraflarına bakarak güldük. Kendisine hediye ettiğim graffiti kitabıma bayıldı. Bunlar tam onun kalemiydi. Yeraltının, yerüstüne şamarıydı sonuçta o izlerin hepsi...
Beraber her maç seyrettiğimizde, bu keyfinin ne olduğunu “hiç çakmayan” başka yazar-çizer arkadaşlarımıza gülüp geçerdik. Hep onlar bizlerle alay diyecek değil ya! Bizim de onlara bu sataşma dikenini geri uzatma hakkımız olamaz mıydı? O da hasta Fenerli’ydi... “Zaten bu Fener insanı kanser eder” diye takılırdı ölüme...
Otuz yıl önce galiba bir film setinde tanışmıştık. Harika Avcı ve benim başrol oynadığımız, rahmetli Yusuf Kurçenli’nin “Gönül Garip bir Kuştur” filmiydi. Harika’nın üniversite arkadaşı rolündeydi. Ardından Ortaköy’deki barım Bukalemun’da veya Beyoğlu’nda doğal akışta hep görüştük. Daha sonra Dadaist isimli barımın açılışında sahne aldı, harika şiirler okudu. Piramid Sanat’ta “Şehvetin Tadı” sergisini onun ve yeni kuşak şair Pemra Oğuz’un şiirleriyle beraber sunmuştuk. Ne mutluyduk o gün!
O bizim Rimbaud’muz muydu, yoksa yıllar sonra Rimbaud’ya “Fransızlar’ın küçük İskender’i” mi diyecekler? Şiirimizin romantik küstah ve asi büyük kıvılcımını kaybettik! Kadere isyan ediyorum! Bodrum’da yeni yerleştiği evinde, mesela bir çeyrek asır daha yaşasa, ne inanılmaz eserler bırakacaktı bizlere. Olmadı... Hayat, onun yalnız evrensel bir dehamız olmasına değil, aynı zamanda sonsuza dek genç kalmasına karar verdi... Aynen dün andığımız Ali İsmail Korkmaz gibi... küçük İskender, Gezi ile ilgili açtığımız “Sıkıyorsa Gel” sergisinde Ali İsmail için yazdığı şiirini şu dizelerle bitirmişti:
...
“Öyleyse ben size hep Ali diyeceğim
Hikâyenin gerisi zaten çok belli
Dertler zarifse vakit almaz teselli
Hoş geldin esvabımın cevabı, aklımın zamanı
Aşk bazen insandan çok evveli

Öyleyse ben size hep Ali diyeceğim
Aşk bazen çok Ali


4 Temmuz 2019 Perşembe

BAKIN HANGİ ERGENEKON İFLAS ETMİŞ? | Bedri Baykam | 04.07.2019


Cumhuriyet “12 YILLIK YALAN BİTTİ” manşeti ile çıktı. Sözcü ise mağdurların fotoğrafları ile “HAKKIMIZI HELAL ETMİYORUZ” diye haykırıyor. Her iki gazete de bu konunun yıllardır takipçileri. Bakın, Hürriyet bile “KUMPAS TARİHE GÖMÜLDÜ” diye başlık atmış. Tabi onunki o kadar geçerli değil! Bugün cumhurbaşkanı ve  iktidarın yönlendirmesiyle FETÖ davalarından “kumpas” diye söz etmek, pek cesur bir tavır sayılmaz. Mühim olan bu kumpaslar yaşanırken doğruları yüksek sesle savunabilmekti. Zaten gazetecilik bunu gerektirmez miydi? Ben buradan Hürriyet’e fazla riskli olmayan bir şans daha veriyorum: Buyurun Sözcü davasına bizler kadar sahip çıkın. “Bunlar saçma sapan kumpaslar, aynen FETÖ davası gibi vakit kaybediyorsunuz” deyin. “Emin Çölaşan yıllarca bizde yazmış, Türk basınının en değerli yüz aklarından biridir” deyin. “Burak Akbay’ın gazetesi sürekli olarak Fetöcüleri deşifre edip suçladı” diye hatırlatmalar yapın! “Bu abartılı sulandırmaların Fetöcülerden başka hiç kimseye faydası yok!” deyin... 
Ya da... ya da daha da radikal bir manşet atın Hürriyet olarak! Hani şimdi “Kumpas Tarihe Gömüldü” diyorsunuz ya? Her gün haklı olarak FETÖ olayının üstüne gidiyorsunuz ya, herhalde haberiniz vardır basın olarak, dün ağır bir bulvar tiyatrosu rezaleti yaşandı. Yıllardır Fethullah Gülen terör örgütü ile canını ve hayatını riske ederek birinci elden savaşan ODATV’nin gözüpek genel yayın yönetmenlerinden Barış Pehlivan hakkında, TERÖRİST BAŞI FETTULLAH GÜLEN’İN ŞİKAYETİYLE HAPİS KARARI ÇIKTI! Vallahi şaka yapmıyorum. Barış Pehlivan’ı bu rezaletlere karşı savunacaksanız, şimdi savunun! Dört yıl sonra yaşanan us dışı kumpasların içyüzü ortaya dökülüp kanıtlandıktan sonra değil! 8 sütuna manşet atın: “Barış Pehlivan bu gerekçeyle suçluysa, Feto’ya terörist başı diyen bütün siyasetçiler de suçlu!” Bunu yapacak cesaretiniz varsa, ki emin olun ilkokul üç seviyesinde mantık buna yeter, o zaman sizi alkışlarım ve Ergenekon hakkındaki kumpas sözleriniz havada kalmamış olur!
Ne yıllardı onlar... 2009-2013 arasında sürekli Silivri’ye taşındık. İkinci Dünya Savaşı film karelerine benzeyen bir ortam vardı. Bir hafıza kartı bile yanlışlıkla cüzdanınızda kalmışsa içeri alınmazdınız. Normalde tutuklularla hiçbir vücut teması yoktu, bir gün dava küçük salonda görüldü ve gardiyanlar görmeden Balbay ve Özkan’la hızlı bir şekilde kucaklaşabildik. İçimiz parçalanıyordu her defasında... “İçim Parçalanıyor” başlıklı bir sergi açtım, Caddebostan Kültür Merkezi’nde ve Piramid Sanat’ta. Hem de ne zaman biliyor musunuz? O alçak örgütün yargı ve polise sızmış elemanları, her sabah yazarların, gazetecilerin, askerlerin evlerine baskın yapıp, bilgisayarlarına montaj deliller yerleştirip, onları apart topar Silivri’ye taşıdıkları dönemde... Bir yandan Cumhuriyet’te Silivri davalarını tüm çıplaklıkları mantıksızlıkları ve kabul edilemezlikleri ile teşhir ediyor, bir yandan da hemen ardından Ankara’ya taşıdığım bu sergi ile uğraşıyordum. Bana da her an dokunabileceklerini bilmiyor muydum? Tabii ki biliyordum. Ama istediklerimi özgürce yapmanın dışında, bize her kötülüğü yapsalar bile hiçbir şekilde korkutamayacaklarını onların suratına çarpmanın mutluluğu hiçbir şeyle değişilmezdi.
O günlerde AKP iktidarı ve FETÖ göz göze diz dizeydiler! FETÖ’nün medya uzantıları ve çeşitli AKP ileri gelenleri Kemalizm’e karşı altın bir ittifak içindeydiler ve aralarındaki pasta bölümü savaşı başlamamıştı. Bizlerden başka açık hedefleri yoktu. Canlı yayında gerçekleri anlatırken veya bu sütunlarda savaşımızı verirken, karşımızdaki kilit dayanışmanın kalemşörleri ve ekran gevezeleri aynı cümlelerle bizleri laik militarist, anti-demokrat ve Türkiye’nin safralarından arınmasına tahammül edemeyen eski tipolojiler olarak görürlerdi! Tabii bunlar en hafifiydi. Sürekli olarak sataşmalar ve imalarla Ergenekon hücrelerine yeni masum isimler katmaya çalışanlar hiç de az değildi. Hepsinin kimliği arşivlerde elimizin altında duruyor. FETÖ-2. Cumhuriyet’in “Zihni Sinir Procesi”- ılımlı İslam ve onların siyasi uzantıları, artık durdurulamaz bir güç yumağı oluşturduklarına inanıyorlardı. Öte yandan gururla izlediğim davalarda Tuncay Özkan, Mustafa Balbay, Doğu Perinçek, Hikmet Çiçek ve daha nice tutuklu, şimdi firari veya hapiste olan o hâkimlerin ve savcıların yüzüne haykırıyorlardı: “Bu Cumhuriyeti çökertmeye gücünüz yetmez, Türk milleti bu komployu yenecek, tarihe gömecek!”
Aradan 10 yıl geçti. Silivri’deki çağdışı mahkeme salonunun havaalanlarını solda sıfır bırakan aramaları, mahkeme salonuna hiçbir teknolojik aletin veya zerrenin sokulmaması, duruşmaların mantıksızlığı, çekilmezliği ve insandışılığı unutulmaz! Aynen kumpasa karşı direnen bizlerin o çağdışı ortamlardaki dayanışması ve dostluğu gibi. Balbay, Özkan, Mehmet Haberal, Perinçek, Fatih Hilmioğlu, Ergün Poyraz, Soner Yalçın, Sevgi Erenerol, Ali Özoğlu, Mehmet Demirtaş ve daha nice değerli aydınımız Ergenekon’a mertçe direndiler. Dursun Çiçek, Mehmet Ali Çelebi, Tuncer Kılınç, Kemal Yavuz, Hurşit Tolon, Hasan Ataman Yıldırım, Hasan Atilla Uğur, Turgay Erdağ, Murat Özenalp, Ali Sadi Ünsal Balyoz Kumpası’na direnen değerli komutan ve askerlerimizden bazılarıydı. Celal Ülgen, Hüseyin Ersöz, Zeynep Küçük, İrem Çiçek ve daha birçok yürekli avukatımız yaşanan her savunma hakkı sabotajına direndiler, delillerin uydurmalığını kanıtladılar. Ve sürekli Silivri’ye taşınan yüzlerce-binlerce cumhuriyetçi demokrat aydın: Rahmetli Tarık Akan, Ataol Behramoğlu, Ümit Zileli, Mehmet Aksoy, Ekrem Kahraman, Orhan Aydın, Genco Erkal ve daha sayısız isim... Bundan 8 yıl önce, Fenerbahçe Başkanı Aziz Yıldırım, “Ne şikesi, memleket elden gidiyor!” diye haykırdığında kaç kişi vardı ülkede, onun demek istediğini anlayabilen? Bir de tabii Ergenekon/Balyoz’da kaybettiğimiz demokrasi şehitlerimiz var. Yarbay Ali Tatar, Kuddusi Okkır, Kaşif Kozinoğlu ve daha birçok acı ölüm! Sevgili İlhan Selçuk ve Türkan Saylan’ın sağlık dengelerinin bu alçak baskınlarda alt-üst edildiğini bilmeyen var mı?
Tarihinin yüz karası bu davalarla ilgili size hatırlatacağım o kadar çok olay ve cümle var ki... Şimdilik bu kadar.