Sosyal
medyanın zamanımızı “çaktırmadan” yuttuğu kesin. Sosyal
medyaya girip de aksini söyleyen yalan söylüyordur. Artık
insanlar bekleme salonlarında, tualetlerde, plajlarda, otobüslerde,
dolmuşlarda ellerinin uzantısı gibi gördükleri akıllı
telefonlarıyla haşır neşirler. Ne yazık ki kitap okuyan insanlar
azalmış görünüyor. Umarım böyle gitmez, yoksa yazarlar artık
karşılıklı birbirlerinin kitaplarını okumakla yetinecekler!
Ben
sosyal medya düşmanlarından değilim. Eskiden basın organları şu
ya da bu sebeple veya ihmal nedeniyle bir aktivitenizi yazmazlarsa, o
salon boş kalırdı; ne konuşmacılardan ne de konudan insanların
haberi olmazdı. Şimdi ise basından bağımsız olarak buna benzer
etkinlikler için düğmeye basarsanız karavana çekmezsiniz. Ben
toplumla alışverişi çok olan bir profesyonel kategoride olduğum
için, yalan söylemeyeyim, sosyal medyadan memnunum. Yeter ki,
yanınızdaki dostları ihmal etmeyin!
Aynı
sosyal medya gibi, televizyonlara da karşı değilim. Bizi dünyaya
bağlayan bu hatlar sayesinde en inanılmaz spor karşılaşmalarını
istediğimiz yerde izliyoruz, inanılmaz derecede başarılı emek
verilmiş belgeseller, harika filmler görebiliyoruz, dünyada olup
bitenleri takip edebiliyoruz. Ama tabii her şeyi dozunda yapmak
lazım.
Konuyu
şöyle bağlayacağım: Günlük alışkanlıklarımız arasında
sosyal medyadan bize gelen çok şaşırtıcı, ilginç, çarpıcı
paylaşımları başka dostlarımıza iletip onlara da bu keyfi
yaşatmak gibi bir alışkanlığımız var. Ben de geçen hafta bana
imzasız gelen harika bir metni çeşitli dostlarımla paylaştım.
Bu arkadaşlardan biri günlük rutinde yaptığımız bu işlemi
benim bir yazım sanmış ve “Bedri
Baykam’dan muhteşem bir anlatım”
diyerek bunu etrafına yaymış! Ertesi gün bu çok farklı
yerlerden önüme düşünce, o güzel yazının her yere gittiğine
sevindiğim kadar, yanlış şekilde benim imzamla yayıldığını
görerek bu yanlışlığı düzeltmek istedim. Facebook ve Twitter
hesaplarıma hemen düzelti koyduğum gibi, bana bu maili
WhatsApp’tan yollayan arkadaşlarıma da aynı uyarıyı ilettim.
Ertuğrul Özkök bana mesaj atıp sordu, ona da durumu bu sözlerle
aktardım. Hatta dün kendisi de yazmış köşesinde...
Her
okuyanı etkileyebilecek bir güçte olan bu yazıya denk geldiniz mi
bilmiyorum, burada tekrar paylaşıyorum ve artık öğrenmek
istiyorum bu muhteşem yazıyı kim kaleme aldı? Lütfen yardım
edin bana ve bu adsız kahramanı bulup hakkını verelim. Çünkü
30 yıldır toplumumuzu kemiren ayrımcılık, mezhepçilik,
saldırgan milliyetçilik başta olmak üzere, her türlü
sosyo-politik hastalığı o kadar sade bir dille teşhis etmiş
ki... İnsan ancak “helal olsun” diyebiliyor. Keyifle okuyun...
İnek
Şaban mesela…
Neydi
acaba mezhebi?
Alevi
miydi Belgin Doruk, Sünni miydi Ayhan Işık?
Kürt
kökenli miydi, yoksa Çerkez miydi Sadri Alışık?
Şakayla
karışık sormuyorum bunları…
Kaçımız
biliyordu veya doğrusu hiç merak eden olur muydu, Sami Hazinses'in
Ermeni olduğunu?
Türkan
Şoray, Fatma Girik, Filiz Akın, Hülya Koçyiğit, dört yapraklı
yonca… İster türbanlı ol, ister çarşaflı, saçlarını
örtmedikleri için sevmeyen var mıydı onları?
Ömercik'e
kahrolmayan Musevi, Ayşecik'e gözyaşı dökmeyen Rum var mıydı?
Hulusi
Kentmen gibi dedesi olmasını kim istemezdi ki… Peki, hiç kimse
düşündü mü bugüne kadar, Hulusi Kentmen'in umreye gidip
gitmediğini?
Bizans'ı
haşat eden Cüneyt Arkın yabancı düşmanı mıydı?
Hem
Karaoğlan, hem Tarkan, yani Kartal Tibet neciydi?
Kaptan
Ediz Hun, subay İzzet Günay, savcı Fikret Hakan, polis Ekrem Bora,
şafak bekçisi pilot Göksel Arsoy, Jön Türkler'imiz… Osmanlı
aleyhtarı mıydı?
Mirasını
komple Mehmetçik Vakfı'na bırakan Zeki Müren, darbeci miydi?
Milli
duygularımızı doruğa çıkaran efsane film “Bir Millet
Uyanıyor”un görüntü yönetmeni Kriton İlyadis, hangi milletin
uyanışını anlattı o filmde, Japon milletinin mi?
Emel
Sayın'la Tarık Akan'ın şarkılar söyleyerek el ele dolaşmasına
sevinmeyen…
Bıraktık
mezhebi kökeni filan, Adile Naşit'i Münir Özkul'u sevmeyen insan,
insan mıdır?
Siyah
beyaz ama, rengarenk değil miydik?
Gençler,
sorun büyüklerinize…
Şu
veya bu ayrımı var mıydı mahallede?
Elbette
farklı farklıydık ama, hepimiz değil miydik?
Birlikte
üzülür birlikte sevinir, birlikte güler birlikte ağlamaz mıydık?
Lefter'e
milli takım kaptanlığını mesela, Niko'ya ay yıldızlı formayı
Lozan Antlaşması gereğince mi vermiştik?
Var
mı o günleri özlemle iç çekerek anmayan?
Sevgili
okurlarım, siz de merak etmediniz mi bu esrarengiz yazarı? Lütfen
kendisi kesin şekilde ortaya çıksın, teşekkür edelim, haftaya
size buradan kendisini tanıtayım. Hele onca aklımıza sığmayan
olayın başımıza dayatıldığı şu son aylarda, şu bayram
günlerinde bundan daha iç açıcı, daha gözümüzü yaşartıcı
bir metin bulamazsınız!
Evet
biz o günleri yaşadık! Çok şanslıyız! Hiçbir politikacı o
günlerde biz ve onlar diye toplumu bölmezdi. Hiçbiri sanatçıları
küçümseyerek onlara saldırmazdı. Hiçbiri mizah dergilerinde
veya tiyatro sahnelerinde kendisi ile dalga geçilmesinden rahatsız
olmazdı, tersine bu gösterileri izlemeye , alkışlamaya
giderlerdi. Hiç kimse komşusunun etnik kökenini öğrenmeye
çalışıp dedikodu üretme sevdasına düşmezdi. Silahlı terör
örgütlerinden uzak durmak dışında hiç kimse kimin sağcı veya
solcu olduğuyla uğraşmaz, dostlukların güzel yanlarını
geliştirmeye bakarlardı.
Şimdi
bakıyorum, 20-25 yaşında gençler, ömürleri yalnız bu
ayrılıkların yarattığı örümcek kafa ortamının kavga
gürültüsünde geçmiş... Bir de buna spor ve özellikle futbolu,
hatta basketbolu bir kavga, kin kusma ve hesaplaşma vesilesi olarak
gören mankafaları eklediğimizde ortaya çıkan tablo dehşet
verici... Bu nedenle bunları en güzel ve en sade dille anlatan bu
arkadaşımızı arıyoruz. Çocuklarımıza veya torunlarımıza bu
güzelliklerle dolu “eski Türkiye”yi hissettirmek için...
İyi
bayramlar sevgili okurlarım! Lütfen sürat yapmayın, fazla
yemeyin, biraz kitap okuyun, birkaç yıldır görüşemediğimiz
arkadaşlarınızı arayın, hatta küs olduğunuz birini hatırlayıp
barışın... Hepinize güzel Ege’den kucak dolusu sevgi ve
saygılar!
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
Not: Yalnızca bu blogun üyesi yorum gönderebilir.