28 Haziran 2019 Cuma

ŞERDEN HAYIR DOĞDU! ZAFER DAHA DA GÜZEL OLDU! | Bedri Baykam | 27.06.2019


Yaşadığımız coşku için İmamoğlu dışında teşekkür etmemiz gereken kalabalık bir kesim var. 31 Mart’ta kaybettikten sonra durumu kabullenmeyen Binali Yıldırım ve hatta Tayyip Erdoğan’ı uydurma gerekçelerle yeniden seçime yollayan, İBB bağımlısı, rant-çıkar ve bankamatik çevreleri! Kimi dev kimi günlük paralara fit olmuş çeşitli şişkinlikte cüzdana sahip ekonomik parazitler. Onların açgözlülüğü sayesinde, İmamoğlu İstanbul’da bugüne kadar halktan görülmemiş bir teveccüh ile koltuğuna oturuyor! Teşekkürler sevgili yandaşlar! İyi ki RTE üzerinde o dayanılmaz baskıyı kurdunuz da, bugün bu büyük zaferin istemeden de olsa mimarı oldunuz! Liderlerinin “merak etmeyin %100 kazanırız” diye aklına giren bu aklı evveller, eminim şimdi Erdoğan’ın hışmına uğramamak için kaçacak delik arıyorlar! 13.000 oy farkla doymadıkları için, İmamoğlu önlerine 806.000 farkı altın tepside sundu! Nasıl yanıyorum o gece sonuçlar açıklanırken yandaş kanallara bakmadığım için, onların ağzını bıçak açmayan hallerini canlı görebilmek için şimdi neler vermezdim. Daha sonra farklı kanallarda duruma bir izahat getirebilmeyi denerken kaç takla attıklarını gülümseyerek seyrettim.

Bakın bu seçim tekrarını başaran (!) yandaş baskıları sayesinde neler oldu? İstanbul’da kaybedenin sürekli düşük farkı hatırlatıp borusunu öttürebileceği karşı-iddialı ortam gitti, yerine halkın prensi olmuş çok farklı kesimlerin güvenini kazanmış güçlü Başkan geldi. Onlar kendi sonlarını hazırlamışken, bizlere de “demek ki her şerde gerçekten bir hayır varmış!” diyerek şaşırmak kaldı! Kadıköy’den Beylikdüzü’ne, Sarıyer’den Sultangazi’ye, Beşiktaş’tan Bakırköy’e her yer muhteşem bir kutlama festivaline dönüştü: Konvoylar, sokaklarda dans edenler, slogan atanlar, meşale yakanlar hepsi vardı ama -belki tek tük birkaç arıza dışında- kurşun atan yoktu! O kadar da kültür farkı olsun! Sonuçta elinde içeceklerle şarkılar söyleyerek o büyük rahatlamayı nihayet yaşayabilen insanlarımız, yıllardır içinde yaşattıkları bu baskı ve hakaret ortamında çölde suya ulaşmış gibiydiler! Değerli tiyatrocumuz Enis Fosforoğlu’nun hiç olmazsa iki gün daha fazla aramızda kalıp duygularıyla bu sevince ortak olabilmesini isterdim. Değerli çocukları, bu düşünceleri paylaştılar onun huzurunda. Yakın geçmişte kaybettiğimiz onca arkadaşımız ve Gezi’de hayatını kaybeden gençler de geldi aklıma... Onların da bu heyecanı kana kana içebilmelerini isterdim! 
Ben Beşiktaş’ta, ailem, ilçe örgütü ve Piramid ekibi ile beraber bu unutulmaz geceyi, her zerresinin tadına vararak yaşadım. O gün oracıkta yeniden doğmuş gibi eğlenen ve slogan atan, heykellere tırmanan gençler, sanki Gezi’nin iktidara gelmesini kutluyorlardı! 

BU GAFLARLA AKP’DEN KAÇIŞ HIZLANABİLİR
Gezi mi dedik? Binlerce yıl ağır hapisle yargılanan Mücella Yapıcı veya Osman Kavala’ya sorun! Bundan daha saçma bir zamanlama olabilir mi? O harika seçim sonuçlarının açıklanmasından 12 saat sonra Gezi davası başladı Silivri’de... Aynen Ergenekon ve Balyoz davaları gibi, insanların hazmedemediği bir dava bu. Gezi olayının bir patronu, bir tetikleyicisi olduğuna inanmam mümkün değil. Bir de Gezi ile ilişkilendirilmek istenen terör örgütlerine bakıyorum da, PES diyorum: Mesela ben, FETÖcülerin ve medyalarının Gezi’deki gençlere ne kadar karşı olduklarını her gün sokakta da gazetelerinde de gördüm. HDP’li gençlerin bile olaya önceleri mesafeli baktıklarını, o özgür havaya gıpta etseler bile üst akıllarıyla istişareler yapmadan topa girmediklerini görüyordum. O günlerde Tayyip Erdoğan’ın en sert rakibi olan Bahçeli’nin gençlerinin çoğu da, onun komutuyla Gezi’den uzak duruyorlardı. Geziciler, hem her yaştan, hem de özgürlükle bezenmiş, her frekanstan gençlerdi. Aralarında Atatürkçüler, sosyalistler, liberaller, anti-kapitalist Müslümanlar, bağımsız milliyetçiler, ateistler, apolitikler, rockçılar, ne ararsanız vardı! İşte İmamoğlu da “O” gençlerin arasından geliyordu. Nasıl sevinmeyeceklerdi ki?

Başka bir soru da, Fetö ile AKP döneminde yaşamımıza sızan bu fantastik kurgularla delil üretimi ve tehdit boyutunu aşan ağır ceza talepleri, bu ülkeye huzur getirmiyor. Ancak ayrıştırma-kin-kavga ve kimsenin normal bir vatandaş bile olamadığı bir buzul ortamı getiriyor. Şimdi Türk siyasetinde kucaklayıcı sevgi dolu kimliğiyle, yapıcı söylemleriyle bir İmamoğlu rüzgârı, İstanbul üzerinden Trakya’ya, Karadeniz’e, Ege’ye, Anadolu’ya ve hatta Güneydoğu’ya yayılıyor. AKP ve Tayyip Erdoğan artık izledikleri bu korku salma ve tehdit siyasetleri ile giderek halktan uzaklaştıklarını görecekler mi, yoksa halkın beyni ile alay eden davalar tipolojisini sürdürüp, seçimi zorla tekrar ettirirken içine düştükleri hatanın benzerine imza atacaklar mı? Aslında belki farkında olmadan paniğe kapılan AKP, kitapta yazan tüm hataları üst üste yaptı! Sanki sihirli bir değnek o farkın milyona doğru açılması için akıllarını esir almıştı. Aylarca bekadan bahsettikten sonra, Öcalan’dan koparılan bir “tarafsız kalın” çağrısını Kürt seçmenlere heyecanla aktarmak gibi bir hamleyi medyaya yayacak kadar yörüngesini kaybetmişti iktidar. Aynen Karadenizlilere “Pontus “diyerek akıllarına göre hakaret etmenin onlara puan kazandıracağını sandıkları gibi... AKP, artık kavganın değil, huzurun yükseldiğini okuyamıyor hala...

Ekonomik krize doğru dalış yaparken, durumu algılayamadığını gördüğümüz iktidar, bu mantık dışı gerilim arayışlarını sürdürürse bakın ne olur: Halk, bezginliğinin ötesinde, bu sefer belki AKP’den ayrılacak Ali Babacan ekibi veya Davutoğlu ekibinin yarattıkları yeni bir merkez sağ çekim alanına da kapılabilecek ve AKP’nin düşüşü hızlanacak!

Bence sevgili İmamoğlu göreve gelir gelmez ilk iş olarak “Binali Yıldırım’dan başkası ile çalışmayız” diye belediyenin önünde tempo tutan ekibi derhal görevden uzaklaştırmalı. “Partizanlık yapmayacağız” demek, partizanlığın çok daha ötesinde kin dolu bir ayrımcılığa imza atanlara hoşgörüyle bakmak olamaz.

CHP hakkında söylenecek başka şeyler de var. Kılıçdaroğlu’nun halkın gözünden uzak sayılabilir bir yerlerde götürdüğü yüksek performans... Onu burada aktarmaya yer kalmadı, sabredin.   



21 Haziran 2019 Cuma

ŞİMDİ SIRA BU COŞKUYU İKTİDARA TAŞIMAYA GELDİ! | Bedri Baykam | 20 Haziran 2019


İçimiz umut dolu... Demokrasinin, seçme-seçilme hakkımızın uğradığı saldırı ve Ekrem İmamoğlu’nun yaşadığı haksızlığa karşı, bu sefer tartışılamaz bir farkla sandıktan çıkmak için haftalardır süren çalışmanın semeresini almamıza 4-5 gün kaldı... CHP ve İYİ Parti’nin öncülük ettiği, diğer partilerin de destek verdiği Ekrem İmamoğlu, var gücüyle İstanbul halkıyla buluşmaya devam ediyor. Mitinglerde, halk unuttuğu hayallerini, coşkusunu, Cumhuriyetçi kökenlerini buluyor tekrar.
Refah Partisi’nin kazandığı 1994 seçimlerinde, solun büyük partisi SHP, oylara sahip çıkma konusunda o kadar yokları oynamıştı ki... Akıl almaz ve mantıksız bir özgüvenle, kimsenin sandığa sahip çıkmadığı korkunç bir seçimdi. Merkez sağ ve merkez solun “sözde devlet adamı”, ihtiras dolu liderlerinin hiçbir ikazı dinlemeden birbirlerini kayıkçı kavgasıyla denize dökmeleri, o tarihte Tayyip Erdoğan efsanesini böylece birden siyaset sahnesine sürmüştü. O tarihten beri bu gaflet, ülkeye nelere mal oldu tabii ki hepiniz biliyorsunuz. Ama artık demokrasimiz o kadar ağır yaralar aldı ki, halkımızın en apolitik kesimleri bile uyandı! Genç iş insanları, TÜSİAD, futbol seyircileri, demokratik kitle örgütleri, her biri “taraf olmayan bertaraf olur” sözünü biraz zorla da olsa anlamış durumda.
Bu nedenle İmamoğlu ısrarla “Artık herkes konuşacak, iş insanları da konuşacak sanatçılar da konuşacak herkes konuşacak” diyor!
2002’den beri, yani CHP, SHP, DYP ve ANAP’ın RTE dönemini beraberce ve sorumsuzca ürettiklerinden beri, liderler arası canlı yayında tartışma izleyemedi sevgili ülkemiz. Erdoğan-Baykal kapışmasının üzerinden 17 yıl geçtikten sonra nihayet ilk defa lütfettiler de, Türkiye futbol maçlarından daha çok ilgi çeken bir tartışma yaşayabildik!
Yıldırım ve İmamoğlu arasında 2 değil, 3 saat süren açık tartışma, milyonları ekranlara kilitledi. Bence, AKP bu açık oturumunu niye kabul etti biliyor musunuz? Çünkü zaten İmamoğlu’nun kazanmakta olduğunu gördükleri için “karşı karşıya gelsinler bakalım belki bir gaf yapar oylar kayar, zaten kaybediyoruz daha kötü ne olabilir ki?” dediler! Bu arada ellerindeki tek sözde koz olan “Ordu Valisi’ne hakaret” iddiasını neresinden şişireceklerini bilemediler. Söz konusu kasette net bir hakaret olsa, herhalde troller sosyal medyada hepimize bunu ezberletirlerdi.
Son dört günde bu “münazara” ile ilgili sayısız yorum dinledik. Vallahi Binali Bey’in söylediği şeylerin neredeyse hiçbirini anlayamadım! “Dört pusula varken nasıl yalnız biri nasıl yanlış olur?” cümlesi hakkında da hiçbir gerekçe göstermeden orta yere anlaşılmaz yorumlar bıraktı. Her şey elinizde iken İBB’de yapmadığınız indirimleri İmamoğlu yaşamımıza soktuktan sonra mı programınıza aldınız?” sorusu da aynen havada kaldı. “Gönül belediyeciliği kazandı” afişleri hakkında Yıldırım yine ikna edici olamadı, çünkü o afişlerde kazanan ilçe başkanlarının değil, kendi fotoğrafı yer alıyordu! Binali Bey “İBB’de kişisel verilerin neden kopyalandığı” sorusunu İmamoğlu’na sordu. Halbuki bu verilerin tamamı kamuyu ilgilendiren halka açık verilerdi. Kim neden gocunuyor bu kopyalamalar nedeniyle ben anlayamadım. İBB’nin ihale ve diğer ticari faaliyetleri, “devlet sırrı” veya “ticari sır” olabilir mi? Neyse geçti artık, sayfayı çevirelim, o gün sarf edilen sözler arasında, şaşırtıcı, anlamsız yersiz bulduğum başka yorumlar da vardı ama artık Pazar’a odaklanalım.

CUMHURBAŞKANI YİNE ŞAŞIRTMAYI BAŞARDI!
Tartışmasız en ilginç demeci veren yine Cumhurbaşkanı oldu! Bu sefer de evvelsi gün, kendisinden şunu öğrendik: İmamoğlu şayet Ordu Valisi’nden özür dilemezse, yine mazbata alamazmış. Bunu da her an kılık değiştirebilen yasalarımız, çehresi değiştirilen demokrasimiz açısından bir hayli ilginç buldum. Bizi yöneten yasalar ve teamülleri hiç kimse çok iyi bildiğini iddia edemez çünkü bunlar dışavurumcu bir ressamın içten gelen spontan hamleleri gibi her an her saniye yeniden yazılabiliyor! Artık “ne kadar günlük değişken şartlara adapte olabilen esnek ve ileri bir bakış açısıyla yönetiliyoruz, ne mutlu bize!” mi diyeceksiniz, yoksa “Fesuphanallah” diyerek gözlerinizi dik dik duvara mı çevireceksiniz, o sizin bileceğiniz bir şey!
Bildiğim tek şey var: Bu keyfi ve yaratıcı (!) uygulamalara tepkili olan her gerçek demokrat vatandaş, bu hafta sonu için organize oldu, akın akın İstanbul’a geliyorlar. Artık geleceklerine sahip çıkmak için ellerinden gelen her şeyi kararlılıkla ortaya koyacaklar. Üstelik artık bunun mümkün olduğunu gördüler, yaşadılar, kendi kaderlerinin sıkı sıkı ellerinde tuttukları bu dayanışma inancına ve zincirine bağlı olduğunu gördüler.

19 MAYIS, 100. YIL SERGİSİ
Dün, Taksim’deki Piramid Sanat’ta ebedi önderimiz Mustafa Kemal Atatürk’ün Samsun’a ayak basışının, yani 19 Mayıs’ın 100. yılı hakkında düzenlediğimiz sergi, 12 sanatçının yapıtları ve 7 yazarımızın yorumları ile açıldı.
Bundan 100 yıl evvel, 16 Mayıs’ta Samsun’a doğru yola çıkarken, genç Mustafa Kemal’in yaşadığı heyecanları, hedeflerini gözünde canlandırırken sorumluluklarının ağırlığını nasıl omuzlarında hissettiğini anlamak için gözlerimizi kapayıp kendimizi onun yerine koymayı denememiz lâzım.
O çelikten kararlılığıyla, tereddütlerini, başka insanları dehşete düşürebilecek korkuları nasıl elinin tersiyle ittiğini görmemiz lâzım. Bir koca ulusun geleceğinin o dahi genç beynin içinde nasıl şekillendiğini, yüce amaçlarına ulaşmak için hangi stratejileri hazırladığının farkına vararak...
Lütfen bu sergiyi gezin, çocuklarınıza, ailenize gezdirin. 30 Ağustos’a kadar açık kalacak olan bu büyük buluşmaya benim davet ettiğim şu sanatçılar katılıyor: Ertuğrul Akyüz, Bedri Baykam, Bahri Genç,
Deniz Gökduman, Genco Gülan, Murat Havan, Ekrem Kahraman, Fazilet Kendirci,
Hülya Küpçüoğlu, Seydi Murat Koç, Denizhan Özer, Yusuf Taktak
Katkıda bulunan yazarlar ise şu değerli isimler: Alev Coşkun, Uğur Dündar, Ataol Behramoğlu, Orhan Aydın, Emin Çetin Girgin, Ekrem Kahraman, Mahmut Nüvit Doksatlı. 19 günümüz aydının gözünden, 1919’un 100.yılı buluşmasını kaçırmayın. Piramid Sanat her gün açık ve sizleri bekliyor...


14 Haziran 2019 Cuma

SPORDA CENTİLMENLİK NEDİR? | Bedri Baykam | 13.06.2019



İZLANDA REJKAVİK HAVAALANI
Bugünlerde, Türkiye haklı olarak İzlanda’da Milli Takımımıza havaalanında yapılan çirkin muameleyi konuştu. Konu yalnız Kaptan Emre Belözoğlu’na uzatılan mikrofon kılıklı tualet fırçası değil. Bir kere böyle bir rezilliği “şaka” deyip geçiştirmek zor. Misafir bir milli takımın, bir havaalanında neredeyse üç saat girişte tutulması, eşyalarının didik didik aranması ise çok aşağılık bir tutum. Buna karşı Türkiye derhal UEFA’ya başvurarak İzlanda’ya bir yaptırım getirilmesini sağlamalı. Bir misafir takımı, o ülkenin futbol federasyonunun en üst düzeyden bir temsilci karşılar, gereken özeni göstererek rahatça otellerine ulaşmalarını sağlar, dostluk gösterir. Sporun hak ettiği tavır budur. Ayrıca ısrarla ekliyorum: Türkiye Cumhuriyeti’ne yakışan tavır, İzlanda buraya geldiğinde o takımı çiçeklerle karşılamak, en rahat şekilde otellerine geçiş yapmalarını sağlamaktır. Bunu dünyaya göstererek rövanşınızı alırsınız. Tersini yaparak ise, onların seviyesine düştüğünüzü gösterirsiniz!

KONYA’DA YAŞANAN ÜZÜCÜ ISLIKLAMALAR VE YUHALAMALAR
Haklı olarak İzlanda’da yaşananlara onurlu bir ülke olarak tepki veriyoruz değil mi?
Türkiye, gerek sporseverleri gerek devlet düzeyinde tepkisiyle ne kadar doğru bir şey yapıyorsa, aynı Türkiye, özeleştiri yapmayı da göze alacak. Konya Stadı’nda Fransız milli marşı çalınırken terbiyesizce bu marşı ıslıklayan ve yuhalayan çapsızları da eşit derecede kınayacak. Bunu yapmayanın İzlanda’da yaşananlara gık deme hakkı yok! Fransa’da ve dünyada maçı izleyen milyonlarca sporseverin önünde bizi rezil edenlerin, Atatürk’ün bu cumhuriyeti kurarken getirdiği evrensel barışçı güzelliklerle dolu bakış açısından hiç mi hiç haberleri yok! Bu ülkenin vatandaşı olarak o gün sahada ter akıtan başarılı futbolcularımızla ve Şenol Güneş’le ne kadar övünüyorsam, o rezilliği yapanlardan da bir o kadar şikayetçiyim. Bizi dünyanın gözünde en güzel gurur günümüzde yine iki paralık etmeye çalıştılar. Bu rezaleti görüp tepki vermeyenler de doğru bir iş yapmadılar. Lütfen artık bu iptidailikler bunlar yaşanmasın, kimse Türkiye Cumhuriyeti’ni bu şekilde lekeleyemesin!

TÜRKİYE’DE BÜYÜK TAKIM TARAFTARLARININ SÜREKLİ ÜZÜCÜ TAVRI
Ülkemizde ne zaman dört büyükler birbirleriyle maç yapsalar, hangi stadyum olursa olsun misafir takım sahaya çıktığında yuhalamalar, küfürler, gırla gider. Bu görüntünün ne kadar çirkin olduğunu yaşayan yüz binlerce sporsever umarım fark ediyordur. Ben ateşli bir Fenerbahçe taraftarıyım. Kimdir bizim en büyük ezeli rakibimiz? Diyelim o gün Galatasaray! Ben, Galatasaray bizim stadyumda, orta sahada seyircilere selam verdiğinde istisnasız her defasında ayağa kalkıp alkışlıyorum. Bunun aksi düşünülemez. Maç esnasında, isteyen taraftar takımı için sürekli bağırır, slogan atar, teşvik eder, alkışlar, hakeme kızar, esprilerle rakibi kızdırır, hepsi kabul; ama ezeli rakibine, onun bayrağına, tarihine, o güzel rekabete saygın yoksa, o gün o maça da gelme! Mustafa Kemal’in İzmir’de Yunan bayrağına gösterdiği saygıyı anlamayanların, bir futbol stadyumunda işi yoktur. Orada misafire karşı o çirkin tavrı gösterenler diyebilir ki: “Efendim onlar da bize aynı şeyi yapıyor, ben enayi miyim?” Evet kardeşim, sen kötüye kötülükle yanıt veriyorsan, enayisin. Orada senin görevin centilmenliğinle, bu saldırgan takımın taraftarlarını utandırmak. Sen ancak o zaman dünyanın her yerinde evrensel barışı taşıyan spora layık olursun. Aksi taktirde bu şiddet kreşendosunun sonu kötü olaylara gebedir. Kötü örnek, örnek olamaz.

FENERBAHÇE-ERGİN ATAMAN GERGİNLİĞİ
Oportünist yorumlar yapmak istemiyorum. Fenerbahçe seyircisi ve Ergin Ataman arasında yaşanan ağır gerginlik Türk sporuna, ilerde sporcu olmak isteyen gençlere ve Fenerbahçe basketbol takımına doğrudan zarar veriyor. Büyük bir şamata içinde Ataman’a yönelik ağır sataşmalar şık durmadığı gibi, takıma bir fayda da sağlamıyor. Fenerbahçe o gerginliklerin ortasında İspanya’da sezonun en önemli maçında Efes’ten fark yedi ve belki Avrupa şampiyonluğunu kaçırdı. Bana sorarsanız, Fenerbahçe o gün sakatlarına rağmen maçı alırdı. Ama spor salonunu dolduran taraftarların yarısının aklında takımlarını teşvik etmekten çok, Ataman’a her türlü ters tezahüratta bulunma hırsı vardı. 19 Mayıs’ın 100. yıldönümünde, Rus CSKA takımı Efes’e her sayı attığında, sanki F.Bahçe, Beşiktaş’a son saniyede gol atmış gibi sevinen taraftarları da anlayamıyorum. Atatürk’ün ruhunun o maçı görmesini istemezdim.
Ataman, şu ya da bu nedenle ve tamamen haksız olduğu konularla Fenerbahçelileri kızdırmış olabilir geçmişte... Peki ne yapacaksınız? Ömür boyu kan davası güderek geçmiş olayları büyütecek misiniz?
Eğitimsiz holiganların cirit attığı ülkemizde ilerde herhangi biri, sportif rakibi gördüğü birilerine saldırırsa bu bedeli kim ödeyebilir? İlla işlerin oraya mı varması lazım?
Sevgili Başkan Ali Koç’a hiç kimse “şiddet azmettiricisi” diyemez. Kendisi görevi devralırken, Fenerbahçe’nin artık Türkiye’de spora barış ve kardeşlik getirmek üzere yola çıktığını vurguladı. Lütfen başta kendisine oy veren ve onu destekleyenler olmak üzere, herkes o örnek sözleri hatırlasın. “Biz barış istiyoruz ama Ataman hariç” denirse, bir yere varılamaz. Çünkü herkesin farklı “istisnaları” vardır! Fenerbahçe Spor Kulübü’ne yakışan, Obradoviç’in gösterdiği yoldur: “Taraftarımız salonda yalnız bizi desteklesin, rakip takım ile uğraşmasın”. Ben o büyük insanın bu işlerden ne kadar rahatsızlık duyduğunu hissedebiliyorum. Teşekkürler Obradoviç.

TENİSİN GÜZELLİKLERİ
Fransız tenisçi Mahut, Arjantinli Mayer’e Roland Garros’da 4 zorlu sette yenildi. Gözleri yaşlı, sandalyesine çökmüş otururken, sahaya 7 yaşındaki oğlu girdi, babasına sarıldı. Muhteşem bir sahneydi, Mayer ayakta alkışladı. İki dev rakipten Nadal, Federer’i yendi, İsviçreli büyük şampiyon sahayı terk ederken Nadal herkesle beraber kendisini ayakta alkışlıyordu. Hep çağımızın en büyük tenisçisinin o olduğunu vurgular. Hem de kendisi Federer’i çok daha fazla yenmiş olmasına rağmen... Herkesin, gladyatörlerin çağdaş er meydanı tenisten alacağı o kadar çok ders var ki!
Sporun güzelliklerini örnek alalım, çirkinliklerini değil.


10 Haziran 2019 Pazartesi

TOPRAK AĞASI NADAL REKOR KIRDI! | Bedri Baykam | 09.06.2019



Büyük final başlamadan önce herkesin aklındaki soru, Thiem’in Paris canavarına karşı bir şansının olup olmayacağıydı. Halbuki daha önce büyük rakibini hem de toprakta, dört kere mağlup etmeyi başarmıştı: Barcelona’da, Madrid’de, Roma’da ve Buenos Aires’te... Bir de ayrıca, Amerika Açık’ta Nadal’ı beşinci sete kadar zorlamış, limitte kaybetmişti. Sorun Roland Garros eşleşmeleriydi. Terminatör, her defasında Thiem’i Paris’te rahatlıkla 3 sette “haklamıştı”. İşte şimdi ana soru, bu büyülü Paris santrkort mekanında Nadal’ın bir final kaybedebilecek olup olmamasıydı. Maç, Nadal’ın servisi ile başladı ve 2/1’e gelene kadar her iki oyuncu da servis hattını ciddi anlamda zorladı. Özellikle Thiem, 1/1’de 40-0’dan 40-40’a çıktı ama break’i yapamadı. Fakat ardından kendi servisini rahatlıkla kazandı: 2/2
Nadal’ın servisinde 30/30’da inanılmaz bir puan oynandı. İspanyol boğasının müthiş müdafaasına rağmen Thiem önce bu puanı aldı ardından da yine başka bir müthiş forehand’le bu setin ilk break’ini yaptı. Nadal, ilginç bir şekilde buna hemen bir sonraki oyun aynı şekilde yanıt verdi ve makas açılmadan skora 3/3’te yine denge geldi. Bu noktada Nadal’ın servisinde kırılma noktası olarak hatırlanacak oyun 11 dakika sürdü ve olağanüstü puanlar izlenildi. Sonunda Nadal kendine has çok sert bir backhand paralelle bu kritik oyunu kapadı. 4/3’te Nadal, önce inanılmaz bir kısa topa yetişti, ardından sert geri oyunuyla break’i başardı ve skoru 5/3’e taşıdı. Bunun peşinden de kendi servis oyununu büyük bir rahatlık içinde oynayarak, rakibinin de üst üste gelen hatalarından faydalandı ve ilk seti 6/3 kaptı. 
Thiem, 2. sette varını yoğunu ortaya koymak durumundaydı. Bunun bilinciyle ilk servis oyununu konsantre bir şekilde kazandı. Nadal buna aynı serilikte yanıt verdi ve 1/1’i buldu. Thiem maça tutunmak için hem kendisiyle hem tribündeki ekibiyle sürekli çare arayan haykırışlar arasında 2/1 öne geçse de süper konsantre bir Nadal sert servisleriyle rakibini sürekli hataya zorladı ve 2/2’yi buldu. Buna rağmen geriden sert kruaze backhandlerle gittikçe daha iyi servis atan Thiem 3/2 öne geçti. Nadal, servisini yine ısrarla sıfıra karşı aldıktan sonra, öldürücü forehandlerini nereye atacağını çok iyi saklayan Thiem, 40/15’le servisini kazanıp 4/3’ü buldu. Sert açılı vuruşlarla geriden rakibini sürekli hataya zorlayan Nadal yine servisini kolayca aldı ve 4/4’ü buldu. Ama Thiem hiçbir gevşeme belirtisi olmadan 5/4 kolayca öne geçti. Ardından her iki oyuncu da servislerini yine kolayca kazandılar. 6/5’te Thiem basit hatalardan uzak durarak, çok sert geri oyunuyla Nadal’a üst üste hatalar yaptırdı ve şampiyonun servisini 15’e karşı kırarak bu hayati seti kazandı! 
Maça denge gelmesi, tabii ki terminatörün 3-0’lık kolay galibiyetinden korkan seyirciler için büyük bir sevinç patlamasına neden oldu. Bu seti Nadal kazansaydı, Thiem bile bu maçta bir geri dönüşü pek gündemine alamazdı. Avusturyalı’nın seti baseline çizgisine göre daha içerde oynaması, topları daha yüksekte alması, daha agresif olması bu başarısında etken oldu.
3. setin hemen başında Nadal belki beklenilmedik şekilde ani bir break’le Thiem’in servisini sıfıra karşı kırarak başladı. O gergin ve varoluş mücadelesi verilen 2. setten sonra Avusturyalı tenisçinin biraz konsantrasyonunun düşmesi kaçınılmazdı. Ardından kolayca kendi servisini alan Nadal, harika bir forehand passing shot’la ikinci kere rakibinin servisini kırdı, kendi servisini de sıfıra karşı alarak 4/0’ı buldu. Bu noktada giderek daha iyi öldürücü kısa voleler vuran İspanyol tenisçi, rakibini sürklase etmeye başladı. Thiem bu setteki 3. servis oyununda onurunu korurcasına harika düz vuruşlarla ilk oyununu kazandı. Ancak ardından servisini yine üçüncü kere kaybederek bu seti 6/1 verdi. Thiem’in bu sette bir enerji ekonomisine giderek kendini 4. sete saklaması olağan ve akıllı bir karardı. Bunun için üçüncü servisini kesinlikle kaybetmemesi lazımdı ama Nadal buna izin vermedi ve böylece 4. sete de yine kendi servisi ile başlama şansını elde etti. 
5. setin hemen başında Thiem tekrar oyuna yoğunlaştı ve 30/40’da servis kırma puanı elde etti. Ancak o noktada üst üste korkunç sert forehand ve volelerle Nadal bu düğümü de çözdü, ilk oyunu aldı. Bunun ardından Nadal rakibinin moralini yerle bir edecek şekilde servisini kırdı: 2/0
Thiem iki kez servis kırma topu elde etse de, Nadal’ın servislerinde topu oyuna sokamadı, basit hatta yaptırma şansını bile kullanamadı. Nadal ise sürekli çok iyi kurgulanmış geri vuruşlardan sonra fileye gelerek gergin puanları kolayca aldı ve 3/0’ı buldu. Thiem sonra kendi servisinde 0/40’ta üst üste iki ace ve bir forehand winner’la inanılmaz şekilde kendini bu durumdan sıyırdı ve bu oyunu yoktan yaratarak aldı. Bir sonraki oyunda rakibinin sabırsızlığını kullanan ve çok iyi servis atan Nadal, 4/1’i bularak kupaya bir adım daha yaklaştı! Ardından, öyle sizi yerinizden hoplatacak pek bir tarihi detay yaşanmadı. Nadal 5/1, 40/30’da, 2. maç topunda Thiem topu dışarı atınca, kendini sırtüstü yere bırakarak teniste dünya rekorunu kırdı: 12. Paris Roland-Garros şampiyonluğunu kazandı! Böylece Margaret Court’un 11 Avustralya Açık zaferi tarihe karışmış oldu. Bu arada şunu belirtmem lazım: “O dönem bu işler daha kolaydı. Margaret’in önü daha açıktı, zor olan Nadal’ın ki” gibi yorumlara hiç katılmıyorum. Her dönemin kendi zorlukları vardır ve bugünden 50 yıl geriye bakarak bunları algılayamazsınız. Court’un 11 şampiyonluğu da bir o kadar saygın kalmaya devam ediyor gözümde. Ama Nadal’a de her sporsever saygı duymaya mecbur! Tahminime göre -ve inanıyorum bütün tenis eksperlerinin tahminine göre- böyle bir rekor ebediyete kadar kırılamaz! O muhteşem bir tenis makinası! Onu tutsanız da tutmasanız da, şapka çıkarmaya, alkışlamaya, hakkını vermeye mecbursunuz!
Maçtan sonra herkes artık Nadal’ın seremonide neler söyleyeceğini ezbere biliyordu. Centilmenliği, mütevaziliği, teşekkürleri, rakibine övgüleri... Rod Laver gibi bir 20. yüzyıl efsanesinin kendisine bu kupayı sunması, hepsi güzeldi. 
Öte yandan Roland-Garros 2019’da güzel olmayan şeyleri zaten buradan sizlere aktarmıştım. Thiem, belki hayatının en önemli finaline Djokovic’in kaprisleri ve dayatmaları yüzünden bir gün dinlenemeden çıktı. Son iki sette yokları oynamasının arkasında kesinlikle dün fazladan oynadığı üç ağır setin izleri ve yorgunluğu vardı. Resmen total bir maddi ve manevi yorgunluk vardı üzerinde... Dün bizler bu stresli maçı seyretmekten bile yorulmuştuk. Thiem bugünkü finali pazartesi gününe atmayı denemeden, bunu aklına bile getirmeden yine centilmence sportmence çıktığı maçta mücadelesini verdi, hiçbir bahane uydurmadı. Ona olan hayranlığımız birkaç misli arttı. Fransız Tenis Federasyonu, bu kaosu onun centilmenliği sayesinde aştığını umarım hiçbir zaman unutmaz. Ama bizler Djokovic’in bu kabul edilemez egoist tavrını ve turnua organizasyonunun üzücü bir zaafla, dünya 1 numarasının keyfi davranışı yüzünden prensiplerini unutuşunu bir köşeye yazdık.,
Hazır olun sıra Wimbledon’da!

9 Haziran 2019 Pazar

PARİS ŞAMPİYONU AVUSTRALYALI ASHLEİGH BARTY! | Bedri Baykam | 08.06.2019



Bazı maçların teknik analizini yapmaya fazla gerek görmezsiniz. Maç akışının hatırlatmaları veya taktik ve strateji yorumlarının önüne geçer; daha doğrusu bu diğerlerine gerek kalmaz. İşte Avustralyalı Ashleigh Barty’nin Paris’te Çek rakibi Marketa Vondrousova’yı 6/1, 6/3 yendiği ve şampiyonluğa ulaştığı maç bunlardan biriydi. Size itiraf edeyim ki, ben bu turnuada bu balık eti kıvamında, sempatik, güler yüzlü, yaramaz tatlı çocuk suratlı Avustralyalıyı tutuyordum. Maçı ilk dakikasından sonuna kadar sorunsuz şekilde önde götürdü ve kupasına uzandı.

Vondrousova, yıllardır tenis sahalarında gördüğümüz solak, sert geri vuruşlu güzel servisli, her an her turnuvayı kazanabilecek kapasitede, eski doğu bloku ülkelerinden gelen tenisçi geleneğinin doğrudan bir devamı. Rus, Çek, Slovak, Letonya, Estonya, Ukrayna, saymakla bitmez. Ama ilginç bir gerçek var: Barty, finalde onu yenerken, sanki liseli bir kıza ders verir kıvamda oynadı. O kadar sahaya hakim ve kendi tekniğini ve kapasitelerini iyi biliyor ki, sahada sanki kendini sudaki balık gibi hissediyor. Tenisi kolay bir spor gibi gösteriyor. Aynen ebedi şampiyon Federer gibi. İlginç bir şekilde Mats Wilander, kendi yorumlarında biraz abartmış ve onun tekniğini Federer ile kıyaslamış! Maçı seyrederken onun kazanacağından hiçbir şüphem yoktu. Sakin, eline koluna hakim, ayakları hızlı, sanki sinirleri alınmış, ve antrenman maçı oynayan, kendisi ile barışık bir genç kız... Aynen Avustralyalı diğer bir oyuncu Sam Stosur gibi.. O da gerek röportaj yaparken gerek seyrederken insanı hayran bırakan bir sporcu olarak iz bıraktı bende; Barty’den önce son Slam turnuası kazanan şampiyon Stosur’dü zaten. 
Barty, en sempatik halleriyle Paris’teki kupayı kaldırırken, herkesin aklına 46 yıl önce en son bunu başaran Avustralyalı Margaret Court geldi. Hala en çok slam turnuası kazanan Court’un rekoruna ulaşmak Federer için bile çok zor: 24 şampiyonluk...
Tenis artık beni heyecanlandırmıyor” diyen, iki yıl boyunca 2014-2016 arasında bu sporu bırakmış ve profesyonel kriket oynamış, hem de ülkesinin milli takımına seçilecek kadar. Ardından tekrar üç yıl önce tenise dönmeye karar vermiş. Ekibiyle, Craig Tyzzer ve Jason Stoltenberg’le olan güzel serüveni başlıyor. 
Daha önce Amerikalı tenisçi Coco Wandeweghe ile geçen yıl ABD Açık’ta çift şampiyonluğu kazanan Barty, bu başarıya teklerde ilk defa Paris’te uzandı. Halbuki tenis otoriteleri onun hızlı kortlarda daha başarılı olacağına inanıyorlardı. Tabii bundan sonra Barty’nin Wimbledon veya Avustralya başarıları da ardarda gelebilir! Oyunu her sahaya müsait. Bu arada yeri gelmişken söyleyeyim tenis otoritelerinin neler dediğine çok fazla önem vermemek lazım. Mesela Bjorn Borg ve Nadal’ın önce yalnız toprak sahaya uygun bir oyunları olduklarını düşünen çok kişi vardı. 1976 Wimbledon finalinde, ilk sette Nastase Borg’a karşı ilk sette 3-0 ileri geçince tüm dünya “gördünüz mü, bu çocuktan çimde bir halt olmaz” diye ukalalığa başladıktan sonra İsveçli o maçı 3 sette kazanmış, arkasından da bu turnuayı toplamda altı kere kazanmıştı. Dolayısıyla Barty’nin de oyununun her sahaya adapte olabileceğini görmek zor değil. 
Barty için kazandığı 2.710.000 Dolar’dan çok daha önemlisi, koca kıtasını temsil ederek Melbourne’da, Sydney’de milyonları bugün ağlatmış olması. Ayrıca onun yerli Aborijin kökeninin de Avustralya’da birleştirici bir unsur haline dönüşebileceği konuşuluyor. Tebrikler küçük tatlı yaramaz! 



8 Haziran 2019 Cumartesi

FİNALDE NADAL’IN RAKİBİ YİNE THİEM! | Bedri Baykam | 08.06.2019



Dün “Paris’te skandal” olarak nitelediğim maçın devamı için iki oyuncu sahaya çıkma amacı ile santrkorta giden tünele geldiklerinde -televizyonlardan gördüğümüz kadarıyla- el sıkışmadılar, göz teması bile yapmadılar. Gün içinde aldığımız bilgi, dünkü bütün endişelerimi temellendiriyor ve haklı çıkarıyordu: Maçın ertelenme kararı, Thiem’in ünlü eski şampiyon Pat Cash’e verdiği bilgiye göre, kendi bilgisi dışında, yalnız Djokovic’in manipülasyonuyla gerçekleşmişti. 

Oyun yeniden başladığında, Thiem rallilerde iki ıska vuruşla 0-30’a düştükten sonra, 30-40’ta rakibine servis kırma puanı verdi; ancak uzun bir ralliden sonra harika üç forehand ile durumu kurtardı ve bu önemli geri dönüş oyununu alarak skoru 4-1’e taşıdı. Sırp raket, servisini kazandıktan sonra sıra kritik 7. oyuna geldi. Thiem burada yaptığı çift hatanın ardından üç basit hata ile servisini kaybetti ve Djokovic sete denge getirebildi. Bu noktada 7 dakikayı aşan bir oyunda Sırp raket birçok kere yeniden servis kırma şansını elde etse de, harika kısa toplar ve sağlam geri vuruşlarla Thiem servisine tutunmayı başardıi. Djokovic, 6/5’te önce 3 set topunu güzel servislerle kurtarsa da, ardından Thiem harika bir müdafaa ve nefis bir backhand passing shot’la ile bir puanı kurtardıktan sonra nihayet rakibinin bir vole hatası ile seti lehine yazmayı başardı: 7/5. 
4. sette ilk servis kıran Djokovic oldu ve 2/1 öne geçti. Thiem de break ball’da filenin de yardımıyla durumu 2/2’ye taşıdı. Ama hemen ardından kendi servisini ve ardından Djokovic’in servisini sıfıra karşı yine kaybetti ve skor birden 4/2 Sırp oyuncunun lehine döndü. Tam herkes “Thiem seti bırakmış gibi” derken Avusturyalı raket, kendi servisinin ardından Djokovic’in servisini nefis passing shot’larla kırdı ve üç harika servisle şaşırtıcı bir şekilde 5/4 öne geçti. Ama sonrasında aynı Thiem, 5/5’de kötü bir forehand ve bir çift hatayla servisini kaybetti. Djokovic kendi servisinde 40/15’de ilk set topunda fileye çıktı ve rakibinin hatası ile seti aldı. Böylece bu “şaibeli maraton” da setler 2/2’ye geldi.
Bu set 54 dakikada sonuçlanırken, Thiem 18 basit hata ile seti adeta kendi elleriyle vermiş oldu. Özellikle sahaya bugün döndükten sonra artan bu basit hatalar, maçın sonuna kadar Avusturyalı sporcuyu rahatsız edecekti.

NEFES KESEN SON SET
5. sete Thiem servisini 0’a karşı alarak başladı. Djokovic derin vuruşlarla 40/15’i buldu. Buna rağmen Thiem şahane açılı puanlarla servis kırma şansı elde etti ama kullanamadı. Ardından servis kırma şansını elde eden Djokovic oldu ama bir kısa top ve tam köşeye harika bir servisle Thiem durumu kurtarmayı başardı. Ardından da büyük bir hırsla puanları teker teker alıp rakibinin servisini kırıp skoru 3/1’e, sonra da kendi servisinde 4/1’e getirdi. Yağmur tekrar yağmaya başladığında Djokovic servisinde avantaj yine Thiem’deydi. Avusturyalı tenisçi maçı büyük ölçüde bitirecek bu topu alamadı ve tenisçiler tekrar 3. kere içeri girdiler.

Bir saat aradan sonra oyun 40/40’dan tartışmalı bir puanla başladı ve Djokovic oyunu aldı. 4/2’de rakibinin servisinde fileye sık sık çıkarak Thiem’in ayarlarını bozdu ve auta giden bir backhand lobuyla servisini kırdı. Ardından kendi servisinde 30/15 ilerideyken, tam her şeyi eşitledi derken üst üste yaptığı üç basit hatayla Thiem’in 5/3 öne geçmesine neden oldu. O noktada yine bütün maçta olduğu gibi inanılmaz şeyler birbiri peşi sıra geldi. 40/15’de iki maç topunda ve ardından 4 basit hata yapan Thiem, avucunda tuttuğu maçta avantajını kaybetti. Djokovic böylece servisini de kazanarak maça denge getirdi. Ardından Thiem rakibinin bu geri dönüşünden etkilenmeden servis oyununu gayet rahat kazandı. 5/6’da Djokovic’in servisinde, Thiem rallinin üçüncü vuruşunda, maç boyu tekrarladığı gibi müthiş çapraz düz vuruşla oyunu noktaladı. İşte o anda santrkortta izleyicilerin büyük çoğunluğu sevinçle havaya fırlarken böylece olası bir haksızlık yaşama geçememiş oldu. Thiem, bu unutulmaz efsaneler arasına giren maçı kazanırken özellikle maç boyu kısa vuruşları ve çok sert açılı geri vuruşlarıyla, rakibinin adından ve sanından etkilenmeden cesaretle sonuna kadar inanarak oynamanın ödülünü aldı.
Maçın dün devam edilmemiş olması gaftan öte bir skandaldı. Böylece Thiem, rakibi Nadal’ın karşısına çıkmasına 22 saat kala korttan pestil gibi yorgun çıkarken, acaba hala bu skandalın kahramanlarından hesap sormayı düşünüyor muydu, merak ettim. Sonuçta toprak kort terminatörü İspanyol boğası, karşısında neredeyse kendisinden on yaş daha genç, geleceğin bir numarası ile karşılaşacak. Bu maçı yarın sakın kaçırmayın! 



PARİS’TE YARI FİNALDE SKANDAL: DJOKOVİC NASIL BAŞHAKEMİ OLDU BİTTİYE GETİRDİ? | Bedri Baykam | 07.06.2019



Nadal, her şeye rağmen beklenildiği gibi Federer’i rahat bir şekilde yendikten sonra, sıra ana tabloda işgal ettikleri yerin hakkını vererek yarı finale çıkan iki diğer ismin maçına geldi: Sırp Djokovic ve Avusturyalı Thiem. Burada da beklenen, bu maçı Djokovic’in belki tek set vererek kazanmasıydı. Zaten ilk dört favorinin beklenilen sıralarda yarı finale çıkmaları, teniste her zaman görülen bir olay değil. Mesela bu sene Paris’te kadınlarda ilk dört favorinin hiçbiri yarı finali göremedi. 
Gözümüzde, Federer ve Nadal’ın arkasından geldiği için hep genç görünen ama artık 32 yaşında olan Djokovic ve kendisinden on yaş daha genç olan rakibinin maçı beklenilen ritimde başlasa da, Avusturyalı oyuncu rakibinin servisini üst üste kırdı ve seti beklenilmedik bir şekilde 6/2 ile kapadı. Bu herkes için bir sürprizdi.
Djokovic, bundan sonra rüzgârdan ciddi olarak rahatsız olduğunu belirtti ve hakemden maçın tatil edilmesini istedi. Tabi bu talebi ciddi bir karşılık bulamadı. Çünkü ortada yıldırım tehlikesi veya büyük bir fırtına yoktu. 
İkinci setin başında Thiem, üç kere rakibinin servisini kırma şansını kullanamadı, ondan sonra ise 3/2 Djokovic öndeyken ve servisinde 30-0 ileride iken yağmur başlar başlamaz bu fırsatı bekleyen Sırp raket anında pılını pırtısını toplayıp hakeme yan gözle bile bakmadan soyunma odasına kaçtı! Bu tenis oynamış herkes tarafından onun adına tartışmasız büyük bir şans olarak nitelendi. Ancak ara yalnız 10 dakika kadar sürünce yağmur, tozu bastırdığı ile kaldı. Djokovic 30/30’u görmesine rağmen Avusturyalı oyuncu servisine tutunmayı başardı. Ardından Djokovic biraz adına yakışır puanlar oynayarak tam çizgileri buldu ve 4/3 öne geçti. O noktada Thiem önemli mental hatalar yaptı. İnisiyatifi ele alması gereken birçok noktada fileye çıkmaktan çekindiği için rakibinin arkadan oyunun kontrolünü eline almasına olanak verdi. 15/40’ta ilk defa servis kırma puanına erişen Sırp raket, Thiem bir forehand’i dışarı atınca 5/3 öne geçmeyi başardı ve ardından kendi servisinde rahatça seti 6/3’le bitirdi. 
Üçüncü setin ilk oyununu aldıktan sonra Thiem, nefis bir savunmanın ardından harika bir kısa topla rakibinin servisini kırma fırsatını ele geçirdi. Bu puan turnuvanın en iyileri arasında yer alacak bir sayıydı. Ama ardından üst üste basit hatalar yaparak skorun 1/1’e gelmesine neden oldu. Thiem, ardından kendi servisinde vitesi yükseltti ve oyunun iplerini elinde tutmak istediğini gösterircesine kolayca kazandı. Arkasından aynı hızla rakibinin servisini çok güçlü bir geri oyunla kırdı ve 3/1 öne geçti. O noktada şaka gibi yağmur yeniden başlar başlamaz, Sırp raket hakemle göz teması bile kurmadan rakibini alarak adeta korttan kaçtı.

SKANDAL NASIL YAŞANDI?
Önce naklen yayını yapan Eurosport, Türkiye saati ile 18.15’ten itibaren maçın tekrar başlayacağını belirtiyor, ardından birden Boris Becker’den gelen bir “iç” haberle, Djokovic’in turnua mekanından ayrılmakta olduğunun bilgisi etrafa yayılıyor. Bunun hemen ardından da turnua yönetimi, maçın yarına ertelendiği haberini resmi olarak veriyor.
Şimdi, bakın şu andan itibaren yazdıklarım yarım asırlık profesyonel tenis tecrübem ve bilgime dayanıyor, olayın “kahramanları”ndan gelen birebir söylem ve gözleme değil.
Hibir oyuncu, adı ister Djokovic olsun, ister Thiem, ister geçmişte Rod Laver, istisnasız hiçbir oyuncu “hava kötü maç çok kesildi, en iyisi biz bunu yarın oynayalım” deme hakkına sahip değildir. Saha uygun ve hava şartları tekrar müsait olduktan sonra, hava da kararmadıysa, o günkü maçlar bitene kadar devam eder. Hava kararması veya mesela saha veya tribünlerde yaşanacak olağanüstü bir güvenlik veya ağır disiplin ihlali ve kaos yaşanması dışında, hiçbir güç maç(lar)ın akışını durduramaz. O ülkenin cumhurbaşkanı gelse de durduramaz, Spor Bakanı gelse de. Her turnuanın bir disiplini, her günün parası ödenmiş biletleri ve seyircisi vardır. Her turnuanın bir ciddiyeti vardır. Daha doğrusu normalde vardır. Bugün Roland Garros bunları biraz kaybetti. Çünkü, size verdiğim kesin bilgidir: maç yarına kalacak denildikten sonra saha müsaitti ve 1,5 saat yağmur yağmadı. Arkasından kısa bir sağanaktan sonra en az 1 saat maç devam edebilirdi. Dolayısıyla yaşanan, bir slam turnuasında görülmemiş üzücü bir olaydı. Yarın bize verebilecekleri hangi ek bilgi bu yargımı değiştirebilir, çok merak ediyorum. Bence hiçbir şey! 

Olasılıkları gözden geçirelim... 
İLK ALTERNATİF, bize yansıyan ve genel tenis dünyasının yansımasını yaşadığı şekilde, Djokovic’in “işler kötü gittiği için” maçı bugün bırakıp yarın devam etmek istemiş olmasıdır. Bu tabii ki rezalet ötesi bir iflas getirir böylesine büyük bir turnuaya... Bir slam turnuası, “Dingo’nun Ahırı değildir”. Köklü, asır devirmiş geleneklerin devamıdır. Kimsenin dünya 1 numarası oldu diye bir ayrıcalığı olamaz. Hiç kimsenin kapris hakkı yoktur. 
İKİNCİ ALTERNATİF: her iki oyuncu da “yarın devam edelim” demiştir.
Hiç fark etmez, ikisi de bunu istemiş olsa da, turnuanın başhakemi bunu kabul edemez. Gerekçeler yukarıda belirtilenlerle aynıdır. Maçlar “force majeure”ler dışında, başladığı gün biter, bunu hiçbir güç değiştiremez. 

THİEM VE EKİBİ HANGİ TEPKİYİ VERDİ? 
Bu sorunun yanıtını bilmiyoruz henüz. Djokovic bu şekilde davrandıysa, Thiem ekibinin bu dayatmayı boynu bükük kabul etmiş olması, tam bir tecrübesizlik ötesi anti-profesyonellik örneğidir. Thiem’in ekibi ile konuştuktan sonra “ben pazar final oynayacaksam, cumartesi yorulmak istemiyorum, kazansam da kaybetsem de bugün oynamam lazım” demesi ve sözlerinin arkasında durması lazımdı. Turnua yönetiminin de ya Djokovic’i oynamaya ikna etmesi ya da oynamayı reddederse, hükmen mağlup ilan etmesi lazımdı. 
Şayet Thiem ve ekibi, kendi kararlarıyla Djokovic’in oldu bittiye getirme stratejilerine “he” dediyseler, Thiem’in yarın derhal tüm ekibini değiştirmesi lazım. Setler 1/1 iken 3. sette 3/1 ilerideyken servis atacak formda bir Thiem, kendisi dahil herkesle kavga halinde olan bir Djokovic’in bu ucuz kaçışını nasıl seyreder, nasıl izin verir? Ayrıca sakat da değildir, hasta da değildir Sırp şampiyon. Bu tipik bir formsuzluk ve kötü giden maçın ayarını değiştirmek için yapılmış basit taktik hamlelerden biridir! Her profesyonel bunları bilir. 

İLK SKANDAL BASIN ODASINDA YAŞANMIŞTI
Thiem, bu turnuada daha önce başka bir rezalet daha yaşamıştır. Ana röportaj odasında basınla konuşurken, kendisinden salonu terk etmesi istenmiş ve Serena Williams’ın basın toplantısına yer açması gerektiği belirtilmiştir. Bu da ayrıca korkunç bir gaf olarak 2019 turnuasına damgasını vurmuştur. Aynı Thiem, bugünkü rezalete ve küstahlığa tepki veremiyorsa, suç kendisinde değil, ekibindedir, daha doğrusu ekibi yoktur. Hiçbir kuvvet tecrübeli bir menajere, bir hocaya bunları dayatamaz.
Uzun lafın kısası: Roland Garros, bu alternatiflerden hangisi olmuş olursa olsun faka basmıştır ve imajından maalesef ciddi anlamda bir şeyler kaybetmiştir. 
Hangi biletlerin parası hangi şekilde geri ödenirse ödensin, bu rezalet pek kolay örtülemez. Bugün-yarın Cumartesi günü Thiem, maçı bu noktadan kaybederse, bunun sebebi turnua yönetimi ve kendi ekibidir. Bu yazık olur. Roland Garros’un imajı açısından umarım Avusturyalı tenisçi bu maçı yarın kazanır.


6 Haziran 2019 Perşembe

KİM BU ADSIZ KAHRAMAN? LÜTFEN YARDIM EDİN... | Bedri Baykam | 06.06.2019



Sosyal medyanın zamanımızı “çaktırmadan” yuttuğu kesin. Sosyal medyaya girip de aksini söyleyen yalan söylüyordur. Artık insanlar bekleme salonlarında, tualetlerde, plajlarda, otobüslerde, dolmuşlarda ellerinin uzantısı gibi gördükleri akıllı telefonlarıyla haşır neşirler. Ne yazık ki kitap okuyan insanlar azalmış görünüyor. Umarım böyle gitmez, yoksa yazarlar artık karşılıklı birbirlerinin kitaplarını okumakla yetinecekler!
Ben sosyal medya düşmanlarından değilim. Eskiden basın organları şu ya da bu sebeple veya ihmal nedeniyle bir aktivitenizi yazmazlarsa, o salon boş kalırdı; ne konuşmacılardan ne de konudan insanların haberi olmazdı. Şimdi ise basından bağımsız olarak buna benzer etkinlikler için düğmeye basarsanız karavana çekmezsiniz. Ben toplumla alışverişi çok olan bir profesyonel kategoride olduğum için, yalan söylemeyeyim, sosyal medyadan memnunum. Yeter ki, yanınızdaki dostları ihmal etmeyin!
Aynı sosyal medya gibi, televizyonlara da karşı değilim. Bizi dünyaya bağlayan bu hatlar sayesinde en inanılmaz spor karşılaşmalarını istediğimiz yerde izliyoruz, inanılmaz derecede başarılı emek verilmiş belgeseller, harika filmler görebiliyoruz, dünyada olup bitenleri takip edebiliyoruz. Ama tabii her şeyi dozunda yapmak lazım.
Konuyu şöyle bağlayacağım: Günlük alışkanlıklarımız arasında sosyal medyadan bize gelen çok şaşırtıcı, ilginç, çarpıcı paylaşımları başka dostlarımıza iletip onlara da bu keyfi yaşatmak gibi bir alışkanlığımız var. Ben de geçen hafta bana imzasız gelen harika bir metni çeşitli dostlarımla paylaştım. Bu arkadaşlardan biri günlük rutinde yaptığımız bu işlemi benim bir yazım sanmış ve “Bedri Baykam’dan muhteşem bir anlatım” diyerek bunu etrafına yaymış! Ertesi gün bu çok farklı yerlerden önüme düşünce, o güzel yazının her yere gittiğine sevindiğim kadar, yanlış şekilde benim imzamla yayıldığını görerek bu yanlışlığı düzeltmek istedim. Facebook ve Twitter hesaplarıma hemen düzelti koyduğum gibi, bana bu maili WhatsApp’tan yollayan arkadaşlarıma da aynı uyarıyı ilettim. Ertuğrul Özkök bana mesaj atıp sordu, ona da durumu bu sözlerle aktardım. Hatta dün kendisi de yazmış köşesinde...
Her okuyanı etkileyebilecek bir güçte olan bu yazıya denk geldiniz mi bilmiyorum, burada tekrar paylaşıyorum ve artık öğrenmek istiyorum bu muhteşem yazıyı kim kaleme aldı? Lütfen yardım edin bana ve bu adsız kahramanı bulup hakkını verelim. Çünkü 30 yıldır toplumumuzu kemiren ayrımcılık, mezhepçilik, saldırgan milliyetçilik başta olmak üzere, her türlü sosyo-politik hastalığı o kadar sade bir dille teşhis etmiş ki... İnsan ancak “helal olsun” diyebiliyor. Keyifle okuyun...

İnek Şaban mesela…
Neydi acaba mezhebi?
Alevi miydi Belgin Doruk, Sünni miydi Ayhan Işık?
Kürt kökenli miydi, yoksa Çerkez miydi Sadri Alışık?
Şakayla karışık sormuyorum bunları…
Kaçımız biliyordu veya doğrusu hiç merak eden olur muydu, Sami Hazinses'in Ermeni olduğunu?
Türkan Şoray, Fatma Girik, Filiz Akın, Hülya Koçyiğit, dört yapraklı yonca… İster türbanlı ol, ister çarşaflı, saçlarını örtmedikleri için sevmeyen var mıydı onları?
Ömercik'e kahrolmayan Musevi, Ayşecik'e gözyaşı dökmeyen Rum var mıydı?
Hulusi Kentmen gibi dedesi olmasını kim istemezdi ki… Peki, hiç kimse düşündü mü bugüne kadar, Hulusi Kentmen'in umreye gidip gitmediğini?
Bizans'ı haşat eden Cüneyt Arkın yabancı düşmanı mıydı?
Hem Karaoğlan, hem Tarkan, yani Kartal Tibet neciydi?
Kaptan Ediz Hun, subay İzzet Günay, savcı Fikret Hakan, polis Ekrem Bora, şafak bekçisi pilot Göksel Arsoy, Jön Türkler'imiz… Osmanlı aleyhtarı mıydı?
Mirasını komple Mehmetçik Vakfı'na bırakan Zeki Müren, darbeci miydi?
Milli duygularımızı doruğa çıkaran efsane film “Bir Millet Uyanıyor”un görüntü yönetmeni Kriton İlyadis, hangi milletin uyanışını anlattı o filmde, Japon milletinin mi?
Emel Sayın'la Tarık Akan'ın şarkılar söyleyerek el ele dolaşmasına sevinmeyen…
Bıraktık mezhebi kökeni filan, Adile Naşit'i Münir Özkul'u sevmeyen insan, insan mıdır?
Siyah beyaz ama, rengarenk değil miydik?
Gençler, sorun büyüklerinize…
Şu veya bu ayrımı var mıydı mahallede?
Elbette farklı farklıydık ama, hepimiz değil miydik?
Birlikte üzülür birlikte sevinir, birlikte güler birlikte ağlamaz mıydık?
Lefter'e milli takım kaptanlığını mesela, Niko'ya ay yıldızlı formayı Lozan Antlaşması gereğince mi vermiştik?
Var mı o günleri özlemle iç çekerek anmayan?

Sevgili okurlarım, siz de merak etmediniz mi bu esrarengiz yazarı? Lütfen kendisi kesin şekilde ortaya çıksın, teşekkür edelim, haftaya size buradan kendisini tanıtayım. Hele onca aklımıza sığmayan olayın başımıza dayatıldığı şu son aylarda, şu bayram günlerinde bundan daha iç açıcı, daha gözümüzü yaşartıcı bir metin bulamazsınız!
Evet biz o günleri yaşadık! Çok şanslıyız! Hiçbir politikacı o günlerde biz ve onlar diye toplumu bölmezdi. Hiçbiri sanatçıları küçümseyerek onlara saldırmazdı. Hiçbiri mizah dergilerinde veya tiyatro sahnelerinde kendisi ile dalga geçilmesinden rahatsız olmazdı, tersine bu gösterileri izlemeye , alkışlamaya giderlerdi. Hiç kimse komşusunun etnik kökenini öğrenmeye çalışıp dedikodu üretme sevdasına düşmezdi. Silahlı terör örgütlerinden uzak durmak dışında hiç kimse kimin sağcı veya solcu olduğuyla uğraşmaz, dostlukların güzel yanlarını geliştirmeye bakarlardı.
Şimdi bakıyorum, 20-25 yaşında gençler, ömürleri yalnız bu ayrılıkların yarattığı örümcek kafa ortamının kavga gürültüsünde geçmiş... Bir de buna spor ve özellikle futbolu, hatta basketbolu bir kavga, kin kusma ve hesaplaşma vesilesi olarak gören mankafaları eklediğimizde ortaya çıkan tablo dehşet verici... Bu nedenle bunları en güzel ve en sade dille anlatan bu arkadaşımızı arıyoruz. Çocuklarımıza veya torunlarımıza bu güzelliklerle dolu “eski Türkiye”yi hissettirmek için...
İyi bayramlar sevgili okurlarım! Lütfen sürat yapmayın, fazla yemeyin, biraz kitap okuyun, birkaç yıldır görüşemediğimiz arkadaşlarınızı arayın, hatta küs olduğunuz birini hatırlayıp barışın... Hepinize güzel Ege’den kucak dolusu sevgi ve saygılar!