20 Aralık 2017 Çarşamba
HAYVANLARI MAL GİBİ GÖRENİN KENDİSİ MALDIR! | Bedri Baykam | 19 Aralık 2017
Bugün size dev rüşvetler alıp,
ardından utanmadan aramızda dolaşarak sırıtmaya devam eden
yüzsüzlerden; demokratik hukuk devletinde farklı görüşlere
saygı duymadan, elinde tuttuğu gücü rakiplerini tehdit etmek için
kullananlardan; yaptığı yolsuzluklarla yakalanıp bunun üzerinin
örtbas edileceğine emin olanlardan; dün söylediklerini, ertesi
gün inkar etmeyi adet haline getirenlerden; kendi suçlarını yok
sayıp, kandırılmış garibanları hedef tahtası haline
getirenlerden; belediye ve ihaleleri yol geçen hanı haline
getirenlerden söz etmeyeceğim. Bugün konumuz maalesef,
insan denilen vahşi yaratığın her türlü işkencesinin bedelini
en korkunç şekilde ödeyen hayvanlar...
Hayvanlara eziyet edenler, onlar
üzerinden para kazanmak için yapılan katliamlara ortak olanlar, bu
konuda utanmadan bir de ukalalık yapanlar, VE bu affedilmez suçlara
imza atanları pasif şekilde seyredenler, hepsinden tiksiniyorum. Bu
insanların aramızda yaşıyor olmalarından dolayı bir vatandaş
olarak büyük utanç yaşıyorum.
Bu arada tekrar üstüne basarak
söylüyorum. EN AZ ŞİDDET UYGULAMALARINI YAPANLAR KADAR, ALÇAKÇA
BU EZİYETLERİ SEYREDENLER DE SUÇLULAR.
BAZI ALÇAKLIKLARIN DÖKÜMÜ
Zaten hepsini biliyorsunuz. Buna rağmen
örnek olarak bazı alçaklıkları size hatırlatacağım.
--Muğla’da Haziran ayında arabanın
arkasına bağlanan ve sürüklenen köpeği vatandaşlar müdahale
edip kurtardı. Hatırladınız mı?
--Ekim ayında Eyüp Belediyesi’nin
kulakları küpeli zararsız köpekleri topladığı ve bu köpeklerin
hiçbir barınma merkezinde de bulunamadığı konusu, hayvan
severlerin gündemini sarstı. Hatırlıyor musunuz?
--Kütahya Hayvan Barınağı’nda aç
bırakılan köpekler, yavru bir köpeği parçalayarak kafasını
kopardılar. Barınak kendi haline bırakılmış, kim aç kim tok,
nasıl yaşarlar kimsenin umurunda değil... Biliyor muydunuz?
--8 Ekim tarihli haberde çocuk
parkında Benek adlı bir köpeğe tecavüz ederken bir adam
yakalandı. Hayvan severler feryat ettiler diye... Hatırlıyor
musunuz?
--Yakın zamanda, Aralık başında
Erzincan Orduevi Nizamiyesi’nde bir askerin yumruk ve tekmeyle
işkence ederek öldürdüğü kedi olayının videosunu hatırlamamak
mümkün mü?
O olayı gerçekleştiren sapık daha
sonra serbest bırakıldı. Neler hissettiniz o gün?
--Marmaris’te geçen yılın Kasım
ayında, yerde hareketsiz yattığı görülen kedinin defalarca
tecavüze uğradığı tespit edildi. Genital bölgesinde yırtık ve
kanama vardı. Hatırladınız mı?
--Gaziosmanpaşa’da yine bir kedi
tecavüzü olayı yaşandı. Aynı Gaziosmanpaşa’da 18 yaş altı
iki gencin, iki köpeğe kedileri canlı olarak parçalattıkları
belgelendi. Hatırladınız mı?
--Çorlu’da geçen günlerde otlaması
için boş bir alana bağlanan at tecavüze uğradı, E.Ç. isimli
sapık gözaltına alındı. Hatırlayabildiniz mi?
--Eskişehir’de Osmangazi
Üniversitesi’nden M.C.A. isimli öğrencinin bir kahveden ödünç
aldığı kediyi işkence yaparak öldürdüğü iddia edildi ve
Eskişehir Dördüncü Asliye Ceza Mahkemesi’nde dava açıldı.
Kendisi tutuksuz yargılanıyor.
--Geçen yıl Metropolitan Galası’nda
şarkıcı Rihanna’nın giydiği son derece lüks olarak üretilmiş
dev kürk giysinin üretimi için 50 hayvan vahşi şekilde
öldürüldü. Rihanna ise yüzlerce paparazziye o gösterişli giysi
ile fotoğraf çektirmekle meşguldü. Şov, hayvan ve insan
haklarından daha önemliydi yıldız şarkıcı için...
--Antalya’da E.K. isimli biri
arabasını köpeklerin üzerine sürerek onları ezdi ve yalnız
1097 TL idari para cezası ödedi. Hatırladınız mı?
--Antalya’da kimliği belirsiz
kişiler yaşam savaşı veren üç köpeği zehirledikten sonra
patilerinden tel örgülere astılar. Üç köpek can çekişerek
öldü. Biliyor muydunuz?
--Isparta’da ipe bağladıkları
köpeğin kulaklarını kesen iki vahşi, bu fotoğrafları üstelik
bir de övünerek paylaştılar. Hayvan koruma derneği bu
fotoğraflar hakkında suç duyurusunda bulundu, işkence
sahiplerinin H.K. ve N.Y. oldukları tespit edildi.
--Konya’da Cumra ilçesinde yaşadığı
öğrenilen M.Ö. isimli saldırgan kulağını kestiği yavru köpek
ile poz verdi. Hatırladınız mı?
--Nöroloji uzmanı olduğu iddia
edilen Kocaeli Üniversitesi’nden sahte bir insan, sahte profesör
başıboş köpeklerden birine saldırarak onu bıçaklayarak
öldürdü.
--Kozmetik hayvan deneyleri, tavşanlar
üstünde onlara akıl almaz zarar veren gözlerini çalışmaz hale
getiren sonuçlar doğuruyorlar. Deneyler sonucunda hayvanların
başına gelen en hafif olay bu. Yarın kozmetik mağazalarına
girdiğinizde hatırlayacak mısınız?
--Bozburunda Ethem ve Sinem Dirvana’nın
köpekleri, yaklaşık iki ay önce hayvan düşmanı bir komşuları
tarafından zehirli etle öldürüldü, katil ayrıca köpeğin
sahiplerine de saldırdı. Hatırladınız mı?
Hepimiz biliyoruz ki bu saydığım
örnekler basına yansıyanların sadece ufak bir bölümü, ne yazık
ki örnekler sonsuza dek çoğaltılabilir. Kim bilir şu anda ben bu
yazıyı oluştururken ve daha sonra sizler bu yazıyı okurken, kaç
tane daha vahşet yaşanacak, kaç hayvan insanların sapık ruhları
nedeniyle katledilecek...
Unutulmaması gereken en önemli
noktalardan biri şu: 1970’lerde yapılan araştırmalarda, birçok
seri katilin, çocukken hayvanlara işkence edip öldürdükleri
belgelenmiştir. Bizim insan olmamız ve sözde daha mükemmel bir
beyine sahip olmamız, dünyayı paylaştığımız diğer canlılara
karşı bu alçakça cinayetleri işleme hakkı vermiyor bize.
İnsanlardan başka, yaşam ve yemek güdüsü dışında, canice
birbirini öldüren ve başka hayvanları öldüren bir başka canlı
yok. İnsanlar maalesef bu evrenin yüzkarası. Yarın öbür gün
gücü eline geçiren robotlar devreye girerek, “gereksiz ve son
derece kötü kalpli ve son derece sapık, şiddete kendini mahkum
etmiş bu insan denilen canlıların yeryüzünde gerek yok”
kararı alırlarsa ve bizi toptan imha ederlerse hiç şaşırmam.
“ÖNCE İNSAN” SLOGANININ
YANLIŞLIĞI
Kendi partimin bir İstanbul Belediyesi
sloganı vardı: “Önce İnsan” diye... İyi niyetle
konmuştu bu slogan şüphesiz. Ama ben hiçbir zaman sevemedim:
Şayet bunun anlamı “önce insanların sorunlarını halledelim,
sonra diğerlerine bakarız” gibisinden bir şey ise, bir kere
hiçbir zaman insanların sorunları bitmez. Sorunları bitse bile bu
sıraya konulacak ve önceliğin insana verileceği bir konu değil.
Bu dünyada birlikte yaşıyoruz, hiçbirimizin önceliği yok.
Dolayısıyla “önce tüm şu insanların problemlerini kentte A
dan Z ye çözelim, ardından doğa mı korunacak, hayvan mı, öyle
bir gün gelirse, o zaman bakarız, hele bir dur bakalım”
cümlesinin bir anlamı yoktur. Çünkü böyle bir gün
gelmeyecektir. Hiçbir zaman.
Ayrıca kimin şunu söyleme hakkı
olabilir ki? “Biz insanlar, daha zeki, daha karmaşık, daha
mükemmel varlıklarız. Dolayısıyla hayvanları da, doğayı da
dümdüz edebiliriz gerekirse, çıkarımız öyle buyuruyorsa...”
Tam tersine “önce insan” olmak,
hayvanları ve doğayı koruyacak kadar üstün insan olmaktan geçer.
Yeryüzünü beraber paylaştığımız, bu dünyaya bizim gibi
öylesine atılmış ve hasbelkader “gelmiş” olan bu güzel ve
hisli yaratıkları bizler korumak durumundayız. Onların güç,
zeka veya nefeslerinin bittiği yerde, bizler bu fedakar, tatlı,
komik, keyifli ve paylaşımcı yaratıklara kucak açmak, onların
sorunlarına ve dertlerine çare ve merhem taşımak durumundayız.
Hem de bu eylemin bize mutluluk getirdiğini hissederek!
PARLAMENTO’DAN BEKLENEN
Bir sürü alçağın, kanunların şu
andaki utanç verici halinden istifade ederek, Kabahatler Kanunu’nda
“mala zarar vermek” veya “yere tükürmek”le
aynı cezaya maruz kalacaklarını bilmeleri, hayvanları öldürüp
işkence ve tecavüz ettikten sonra elini kolunu sallaya çıkıp
gidebilmesi bu ülkenin akıl almaz bir ayıbıdır. Parlamento’da
yalnız muhalefet değil iktidarın da, bu utanılası rezil duruma
Türk halkı önünde son vermeleri, hayvanları öldüren alçakların
insanları öldüren alçaklarla aynı şekilde cezalandırılmaları,
yasaların derhal değiştirilerek bu suçların artık ceza
kanununda en ağır şekilde yerlerini bulmalarını sağlamalılardır.
GÖRÜNMEZ KAHRAMANLAR
Peki bir de hayvanların hakları ve
güzel yaşamaları için her gününü feda eden görünmez
kahramanlardan bahsetmek lazım. Patili Köy’ü kuran Volkan-Canan
Koç, dostlarımızın çektikleri acıları unutturmak ve güzel bir
yaşam sürmeleri için gece-gündüz çalışan Işkın Moğol Alçı,
Eda Menzilci Kuru, Sibel Molu, Ayberk Ayar, Aleyna Özgat, HAYTAP,
instagramda @buaradabennian, @engelsizhayvanlar ve benim buraya
yazamadığım daha niceleri... Buradan hepsine candan teşekkür
ediyorum. Peki bizlerin yapması gereken nedir? En azından canı
gönülden çalışan bu insanlara yardım etmek, Patili Köy’e,
barınaklara, ormanlara battaniyeler mamalar götürmek... Zaman
ayırıp fiziki olarak onlara katılıp köpeklere, kedilere, tüm
hayvanlara sevgi götürmek... Patifood veya Ormana Mama’nın web
sitesine girip KUMBARALAR bölümünden hepsine tek tuşla mama
gönderebilirsiniz. Önemli olan sizin içinizde olan istek, her
türlü yardımınızı bekliyorlar.
9 Aralık 2017 Cumartesi
KUDÜS GÜNDEMİ, ZARRABZEDE VE MAN-ZEDE AKP’YE OKSİJEN Mİ? | Bedri Baykam | 07.12.2017
Dünya
bu sefer Amerikan Başkanı Trump’ın Kudüs’ü İsrail’in
başkenti ilan etmesiyle çalkalanıyor. AKP iktidarı da, aynen CHP
ve birçok başka ülke ile beraber, bu habere karşı büyük
tepkiler verdi. Öte yandan da AKP iktidarı, belki birkaç haftadır
kendisini bu kadar sıkıştıran ulusal ve uluslararası gündemde
rahatlamış oluyor. Yanlış anlamayın, kimseye “AKP
bu olaya sevindi”
filan demiyorum, alakası yok! Ama insan iki şeyi de ekliyor
kaçınılmaz şekilde: Birincisi, gündem işte böyle bir şey.
İster siyasi, ister magazinel bir skandal, bir oksijen darlığı,
adı ne olursa olsun, fark etmez. Bir iktidarı veya kişiyi ablukaya
almışken, bir anda yeni bir vaka geliyor, ve o ağır gündemi
süpürüveriyor! İkincisi, biraz daha dizi film tadında: Hani AKP
hep kandırılıyor ya, işte o bitmez tükenmez seride, son kandıran
yine İsrail ve ABD. İsrail ile daha geçtiğimiz aylarda yoğun
çiçek açmış bir bahar yaşamıştık, ABD ile ise, güya “hiç
olmadığı kadar”
yakındık. Ama işte ne var ki yine “kandırılmış
taraf”
oluyor AKP’liler...
Aynen
Zarrab konusunda ve daha sayısız vakada olduğu gibi...
ASLINDA
SENARYO HEP AYNI
Aslında
AKP’yi haftalardır sıkıştıran gündem konusunda hep aynı şeyi
konuşuyoruz. Kılıçdaroğlu’nun sunduğu belgelerde de,
Wikileaks’ten sızanlarda da, New York’ta hortlayan 17/25 Aralık
iddialarında da dört bir yandan aynı bilgiler akıyor. AKP’li
siyasetçiler ve aile efratları -en azından bir kısmı- akıl
almaz bir düzeyde para trafiği içine boğulmuş durumdalar! Bu ne
dünya, ne de Türkiye tarihinde pek görülmüş bir olay değil.
Maalesef o para kah 1 sterlinlik şirketlerin hesabına, kah ayakkabı
kutularına, kah para sıfırlamak üzere alınan koca koca
dairelere, kah saatlere, kah Man adası dekontlarına
gidiyor-geliyor. Yani Amerika’da da, İstanbul’da, Ankara’da da
yıllardır hep aynı şeyi konuşuyoruz. Bazen bir gemicik
oluveriyor, filo oluveriyor, bazen yurtdışında başka birinin
oğlu-kızı başka gemiler alıyor, şirketler açıyor-kapıyor!
Sonra “herkes
ticaret yapar, n’olacak! Ticaret yasak mı?” gibi
sözler duyuyoruz.
Evet,
bir bakanın, başkanın çocukları kırtasiye veya bir spor salonu
açabilir. Ama dünyanın hiçbir yerinde devleti yöneten
başkanların, bakanların, başbakanların çocukları bu şekilde
ülkeler arası, üst düzey, siyasetin atar damarlarını yararak
geçen uluslararası petrol, enerji, ağır taşımacılık, devlet
ihaleleri, kaynağı ve ne yaptığı belirsiz işlerle uğraşamaz.
Demokratik bir hukuk devletinde, bir başkanın damadının enerji
işinde suyun başını tutması akla bile getirilemez. Bunu bir
başkan denese, o ülkenin demokratik hukuk kuruluşları buna bir
gün izin vermez. Buna biri yeltense, iki gün iktidarda kalamaz! AKP
hükümeti, ayrıca belki dünyanın gelmiş geçmiş en çok para
harcayan, en lüks içinde yüzen iktidar partisi. Ve ilginç bir
şekilde hiçbir şey, bu servet arayışına son vermiyor...”Nedir
bu dinmeyen açlık?”
sorusu, ister istemez akla geliyor!
AKP
PANİK YAPTI...
Kılıçdaroğlu’nun
sunduğu belgelere karşı, AKP’liler ne diyeceklerini şaşırdılar.
O kadar kısa zamanda organize de olamadılar. Biri çıktı “hepsi
sahte”
dedi. Diğeri çıktı, “bunlar
Türkiye’den gelen para değil, tersine Türkiye’ye giren
paralar” dedi.
Sonra Erdoğan çıktı,
“n’olacak ya, bunlar ticaret belgesi, ticaret yapma yasağı mı
var sanki” dedi.
Herkesin takip ettiği gibi, her biri ayrı telden çaldılar.
Senkronize, birbirini tutan mantıklı yanıtlar gelemedi. Organize
olamadılar. Bir de beklendiği gibi hemen
“Bu
belgeler nereden geldi, kim verdi size bunları?” dediler:
Belgeler sahteyse, zaten soru yanlış. Buna inanıyorlarsa, onları
CHP’nin imal ettiğini düşünmeleri lazım. Belgeler doğruysa, o
sorunun önemi ikincil hale gelmiyor mu? Sonuçta CHP’nin dediği
şu oluyor: “Sen
benden kanıt istemedin mi? Ne bekliyordun? Yoksa Bilal ya da geçici
Başbakan Yıldırım mı verecekti kanıtı? Niye gocunuyorsun?
Kendinden emin şekilde bunlar uydurma diyerek bize yükleniyorsun
ya? Hani savcıları göreve davet etmiştin? Neden parlamentoda
soruşturma komisyonu oluşturma teklifimizi reddettiniz? Nedir bu
paniğiniz? İnsan bu kadar kendinden emin olsa, o sahte dediğiniz
belgeleri suratımıza vurmak için bile olsa, o komisyonu kurdurmaz
mı?”
Aslında
FETÖ’yü tüm sorumlu noktalara AKP’nin, her ikazla alay ederek
yerleştirdiğini bilmeyen yok! Ne kadar hatırlatsak azdır,
“ne istediler de vermedik”
sözlerini.. Bunları bu halkın unutmasını istiyorlar ama bu bir
türlü olamıyor dijital çağda! 17/25’te ortaklık bozulduktan
sonra anti-FETÖcü olarak kendini aklayabileceğine inanan
AKP’liler, devletin tüm kademelerine Fethullah’ın adamlarını
yerleştirdiklerini belleklerinden çıkarmışa benziyorlar. Sonra
da gördüğümüz şu: “Efendim
Ali Bey, Bank Asya’da hesap açmış, Veli Bey, şu FETÖ okulunda
öğretmenmiş, onlarla uğraşıp, hıncımızı onlardan
çıkaralım!” Sen
git o Bank Asya’yı aç, herkese methet, FETÖ’yü tüm ekibinle
başımızın üstüne çıkar, sonra da sana inanıp bu gruba
katılan kandırılmış garibanları suçlu ilan et!
AKP
FETÖ’YE ÇOK ŞAŞIRMIŞTI (!)
17/25
Aralık tarihlerinde FETÖ yolsuzluk kanıtları ile AKP’ye
saldırdığında, iktidar partisi çok şaşırdı. Gören zanneder
ki karşılarında bir “çete” olduğunu ilk defa duydular. Yahu
MGK siz iktidara geldikten iki yıl sonra, bunların devletin her
kademesine sızmış, planlı programlı, karanlık hedefli bir yobaz
çete olduğunu elinize raporla vermedi mi? Her gün düşman gözüyle
baktığınız ve nasıl sustururuz diye uğraştığınız o dürüst
gazeteciler, her Allah’ın günü size FETÖcülerin
rezilliklerini, kirli çamaşırlarını tüm çıplaklığıyla
anlatmadılar mı?
CHP
yönetimi Parlamento’da sizi sayısız defa ikaz etmedi mi?
Atatürkçü veya solcu yazarlar, onca kitabı kimin hakkında
yazdılar? Sağır sultan bile anladı da bir onlar anlayamadılar!
FETÖ,
terör örgütü çıktı. Çete çıktı. Bir tek onlar şaşırdı.
Biz biliyorduk... MGK, halk, gazeteciler, muhalefet Partileri, herkes
biliyordu. Bülent Arınç şimdi kalkmış diyor ki, “Efendim
FETÖ’nün kandıramadığı 80 kişi vardı”
Bülent Bey de anlaşılan kendi kendini bayağ kandıranlardan!
İktidarın
tüm aklama çabalarına rağmen, halkımızın en az yarısı, bu
FETÖ çetesinin durumlarının vahametinin fazlasıyla farkındaydı.
İnternet
ortamında bu konuda biraz gezinen herkes, yıllar boyu, Erdoğan’dan
Gül’e, Arınç’tan büyük karşıtı Gökçek’e, Bekir
Bozdağ’dan Binali Yıldırım’a, tüm AKP’lilerin nasıl
FETO’yu övmek için acımasızca birbirleriyle yarıştıklarını
bilir. İnsan şimdi 15 Temmuz alçaklığından sonra, bu yüzlerce
dakika süren yağcılık yarışına kızsın mı, gülsün mü,
ağlasın mı, bilemiyor...
KANDIRILMA
VAGONLARI PEŞPEŞE!
Atatürkçü
değerlere, kurumlara, gazetecilere, yazarlara FETÖ planlı şekilde
saldırırken, Türk Ordusu’nun erinden generaline her kademesini
paramparça etmek için, o çete ile AKP yönetimi göz yaşartıcı
bir uyum içinde çalışırken, tam bir işbirliği yaparken, her
türlü kumpas, yalan dolan ve sahtekarca üretilmiş delil ile,
genel kurmay başkanı dahil TSK’nın her değerli mensubu FETÖcü
savcılar, yargıçlar ve polislerin işbirliğiyle Silivri’de
süründürülürken, Başbakan, bugün kırmızı bültenle tüm
dünyada aradığı Zekeriya Öz’lerin eş-savcısı ilan ediyordu
kendisini. Herhalde
o günlerde kandırma treninin içinde sıra Zekeriya’nın
vagonundaydı. O konuda her düşündüğümüzde, o trenin bayağ
uzun olduğunu ve “her vagonun” çok önemli sahipleri olduğunu
görüyoruz! Zekeriyalar, Ruslar, Amerikalılar, İsrail, Kürtler,
PKK, IŞİD... İşte şizofreniye varan bu “her gün aldatılma”
hallerinden dolayı, bir yandan Türk Ordusu oluk oluk kan
kaybederken, diğer yandan ülkenin en değerli askerleri ve
yazarları, yıllarca bu çetenin işbirliği ile zindanlarda
tutuldu.
Taaa ki 17/25 Aralık sonrası -aslında bildiğiniz gibi- sırf bu
sefer AKP’ye diş gösterdiler diye gerçekler kabak gibi ortaya
çıkınca... AKP’yi
herkes kandırdı. En son da Zarrab kandırdı. Sonuçta herhalde bu
konuda, Nasrettin Hoca’nınkilerden çok daha fazla fıkraya
konu olacaklar!
Şimdiden ortaya bir Zarrab’la başlayan tuluat çıktı sosyal
medyada.
Daha
düne kadar Rıza Zarrab, tüm devlet erkanının baş adamı idi.
Protokolde İran Dışişleri Bakanı gibi Türk bakanların yanı
başından ayrılmıyordu. 17/25’ten sonra rüşvetçi kaçakçı
Zarrab’ın el konulmuş tüm paralarının yalnız iadesi
sağlanmadı, bir de rüşvetçinin el konulmuş parasına faiz
ödenmesi sağlandı! Yeminle söylüyorum, bu kadarı Kemal Sunal
komedi filmlerinde bile görülemez!
Ne oldu şimdi diye düşünmekten kendini alıkoyamıyor insan. Daha
düne kadar sevgili vatandaşları olarak gördükleri Rıza
Zarrab’ın halini vaktini tespit etmek için, panik içinde
Amerika’ya notalar veriyorlardı. Hem de övüne gerine “Bir
değil iki nota verdik Amerika’ya”
diyerek... “Vatandaşımızı
iade edin”
diye her kapıyı çalarak...
BÜYÜK
MUHALİF BAHÇELİ MEĞER GELECEĞİ TOPTAN OKUMUŞ!!
Sizi
de güldüreyim biraz hadi: Umarım sosyal medyada o kısa videoya
rastlamışsınızdır! Sayın Bahçeli var ya? 14 Haziran 2016’da,
kendisi, başımıza bela olan Zarrab hikayesinin geçeceği
çetrefilli yolların her birini size ikaz etmiş! Ve bir de üstüne
demiş ki, “Dost
nasihati veriyorum, ne olur ne olmaz, gelin şu sıralar ABD’ye
gitmeyin. Sık sık giderseniz sonra karşımıza neyin çıkacağını,
kimin ne yapacağı belli olmaz! Başınıza neyin geleceği belli
olmaz, alimallah bu İranlı kaçakçı alayınızı Amerika’da ele
verirse, okyanus ötesinde yandaş hakim ve savcı da bulamazsınız!
Büyük bir skandalın faili olmaktan da kurtulamazsınız. Şansınızı
fazla zorlamayın!” Vallahi
helal olsun demekten başka şansımız var mı Devlet Bey’e?
Kendisi sizinle takımınızın başına gelecek her felaketi önceden
bilmiş detaylarıyla ama aksine bakın ki, bir kendi başına neler
gelip, nasıl 180 derece dönüş yapmayı başaracağını
bilememiş! Allah iyiliğinizi versin Devlet Bey, iyi güldürdünüz
bizi! Merak ediyorum bu videonuza sosyal medyada rastladınız mı
hiç?
Biliyor
musunuz aslında Devlet Bahçeli’nin U dönüş rekorlarından çok
daha dramatiği, MHP grubu! Bahçeli yakın geçmişte Tayyip’e ve
“İranlı Kaçakçı”ya saydırıyor, alkışlıyorlar; sonra
Zarrab’ı koruyup Kılıçdaroğlu’na saydırıyor, onu da
alkışlıyorlar. Şimdi Zarrab ve Kılıçdaroğlu’na saydırıyor,
yine alkış, alkış, alkış! Lütfen söyler misiniz bana, bu
takım elbiseli insan görünümlü alkışçıların içinde aslında
otomatiğe kurgulanmış robotlar mı var? Bu beyefendilerin hiç
kendilerine ait, özgün inandıkları fikir var mı? Şaka
yapmıyorum, merak ediyorum.
17/25’i
HORTLATAN ZARRAB!
Amaaa!
Bir konu var ki, devamlı kaçtığınız ve tehditlerinizle
medyada da seslendirilmesini engellediğiniz. İşte o fellik fellik
kaçtığınız konuyu dillendirme vakti geldi. İsteseniz de
istemeseniz de! Bakın hani o sesler, kayıtlar, kutucuklar,
sıfırlamalar var ya!
Nedir
şu anda Amerika’da yaşanan biliyor musunuz? Hani apar topar
örtbas edip herşeyin inkar edildiği 17/25 olayları var ya! İşte
o iddiaların üzeri apar topar Türkiye’de örtülebilir. Ama
gurbet ellerde burada olduğu gibi arzu edilen kararları verecek
hakim ve savcılar tabii ki kolay kolay bulunamaz!! Yani sayın
Bahçeli A’dan Z’ye haklıymış! Bizi dinlemediniz, bari onu
dinleseydiniz!
Bütün
o yolsuzlukların nasıl yapıldığını bizlere, tüm dünyaya
aktaranın, iktidarın eski ortağı FETÖ çetesi olması,
AKP’lileri tüm o iddialar karşısında aklıyor sanıldı. Ama ne
var ki eski ortaklarının iddialarını, Zarrab tekrar taaa
Amerikanya’da bir kere daha kirli çamaşır olarak döküverdi
ortaya! Bu gerçeği değiştiremez kimse artık! O iddialar, bu
sefer Halk Bankası avukatı tarafından teyid edilerek tam hortladı!
VE
DEĞİŞEN GÜNDEM!
AKP’lilerin
o her gün savunarak 17/25 olaylarından sonra zorla özgürlüğüne
kavuşturduğu Zarrab, şimdi iktidarı, o yok saymaya çalıştığın
bataklığın ta dibine çekiyorDU.
Mızrak çuvala sığmaMIŞTI.
Bakın burada üstü örtüldü sanılan mızrak, okyanusu delip,
ABD’den hortlayıp çıktMIŞTI!
İsteyen Zarrab’ı “casusluk ve devlet sırlarını satmak”la
suçlayabilirDİ.
Ama CHP’nin “Peki
o zaman aranızdan kim niye verdi bu devlet sırlarını şu
rüşvetçiye?”
(ya da Bahçeli’nin deyimiyle şu kaçakçıya!) sorusuna yanıt
bulamazDI...
ERDOĞAN
ARTIK KENDİNİ İSLAM ALEMİNİN SÖZCÜSÜ İLAN EDECEK
Neden
bu paragrafta geçmiş zaman kullandığıma gelince:
Sonuçta,
tekrar ediyorum: Hiçbir şekilde buna sevinmemesine, ve hatta
üzülmesine karşın, şimdi AKP ve Erdoğan’ın elinde bir koz
var: Erdoğan
artık kendisini bu Kudüs davasının doğal lideri ilan edecek ve
bunu kesinlikle kendisi böyle görüp, dünyanın da bu algıyı
kabul etmesini sağlamak isteyecek.
Zaten Papa ve diğer herkesle görüşmek için şimdiden sıraya
girdi. Bu durum, Kılıçdaroğlu’nun gündeme taşıdığı
iddiaların biraz 2. plana düşmesini kaçınılmaz kılacak.
Erdoğan “Dünya
İslam Ülkeleri Sözcüsü” sıfatını
resmen almış gibi... Uluslararası planda, bu yeni büyük gündemle
beraber durumun yarattığı kahraman olarak yola çıkacak. Din ve
siyaset tarihinin birbirine dolaştığı Ortadoğu’nun o
asırlardır süren kurumaz savaş ve polemik bataklığı, artık
maalesef dünyanın her yerinde yeni terör eylemleri, yeni büyük
tehditler yaratarak varlığını sürdürmeye devam edecek. Hamas
“Trump
cehennemin kapılarını açtı”
derken, maalesef yeni karanlık eylemlerin doğrudan habercisi
oluyor. İntihar bombacılarını devreye sokmak için bahane
bekleyen yalnız IŞİD değil, her terör örgütü ellerini
ovuşturuyor.
New
York mahkemelerinde süren Zarrab davasında ise hakimin ve jürinin
bu yeni gündemden ne kadar etkilenip etkilenmeyecekleri, hepimiz
için bir soru işareti olarak kalmaya devam ediyor.
TRUMP
DA ERDOĞAN KADAR “İÇ NEFES” ARIYOR
ABD
başkanı Trump’ın da, en az Erdoğan kadar kendi ülkesi içinde
yaşadığı bir huzursuzluk ve destek kaybı var. Başta
New York Times olmak üzere, Amerikan kamuoyuna yön veren medya
organlarının Yahudi lobileri ve sermayesinin elinde olması, bu
“muhalif” gazetelerin her gün Trump’ı fena halde
hırpalamasına karşı, Trump bu karşı hamleyi yaptı.
Ama bu kararla ülkesi içinde de ne kadar ciddi bir destek bulacağı
tartışılır. Bu hamle kimi Yahudilere şirin gözükse de, aslında
terör ve huzursuzluk dalgalarına yaptığı açık çağrıyla,
aslında bir intihar kararı olarak da görülebilecek. Böyle bir
Trump-Filistin inatlaşmasının bedeli, salt Amerikan halkının
değil, tüm dünya halklarının önüne konmuş saatli bir bomba...
Sonuçta
o nefes ve destek arayışının ters tepeceği kesin denebilir.
Çünkü bu ağır provokasyonla, Trump ülkesinin güvenliğini
ateşe attı.
Siyaset
Türkiye’de kendi içindeki baş döndürücü hızının dışında,
artık dünya konjonktüründen de bir o kadar etkilenen bir dönme
dolap...
1 Aralık 2017 Cuma
CHP-AKŞENER DİYALOGUNA ARTIK HER ZAMANKİNDEN DAHA ÖNEMLİ! | Bedri Baykam | 28.11.2017
Biliyorum,
Türkiye’de gündem o kadar hızlı ki, geçen hafta Meral Akşener
hakkında bu sütunumda kaleme aldığım yazının yanıtlı
devamını verirken, Kılıçdaroğlu’nun grup toplantısında
siyasi gündemimize düşürdüğü bomba ortalığı toz dumana
boğdu, depreme neden oldu! CNN’de duydum: “AKP’den iddia ve
belgeler yalanlanmış, sahtelermiş, paralar da zaten esas oradan
Türkiye’ye gönderiliyormuş.” İyi de belgeler sahteyse, Mann
adasından Türkiye’ye para gönderildiğini nasıl
kanıtlayabiliyormuş? VE orada hangi işten kazanılmış o para?
Aslında
şu andan itibaren Türk siyasetinde atılacak adımlar, muhalefetin
dirsek temasının daha da yoğun olması gereken şu dönemde artık
daha da önemli. Dolayısıyla CHP ve İYİ Parti arasında artık
yanlış anlamaların değil, rekabete rağmen doğal yapıcı
diyalogların öne çıkması gerekecek. Bu nedenle, bugün ana
gündem olmayan bu temasların sağlığı açısından, bu yazının
ışık tuttuğu teorik veya pratik gerçekler herkes için
anlaşılmalı.
Geçen
haftaki yazımın başlığı “Meral
Akşener Erdoğan’ın Yanı Başındaki Bahçeli’nin Yerini mi
Almaya Çalışıyor?”
idi. Yazma nedenim, Akşener’in Hürriyet’te 18 Kasım’da
yayınlanan “CHP ile ittifak yapmayız “ başlıklı
röportajıydı. Şunları söylüyordu Akşener: “Cumhurbaşkanlığı
seçimi hadisesinden baktığım zaman CHP kendi adayını çıkarmalı.
Biz çıkaracağız, MHP de keşke çıkarabilse ama anlaşılıyor
ki çıkarmayacaklar. HDP adayını çıkarmalı ve AK Parti de
adayını gösterecek. Çoklu aday seçmenin oyunu isteyerek koyduğu
bir alandır. Görüldüğü kadarıyla 4 adaylı seçim olacak. CHP
ile cumhurbaşkanlığı adaylığı konusunda ittifak yolu arar
mısınız derseniz, açık bir şekilde ‘hayır’ derim. Beni
aday olarak arkadaşlarımız arzu ediyor. Ben iddialı bir insanım.
Adayım ama parti kurulları tartışacak. 100 bin imza ile gelecek
bir adayım, ama kararı tartışarak alacağız. Milletvekilliği
seçiminde ise Demokrat Parti gibi partilerle işbirliği içinde
olabiliriz.
Ben
Sayın Erdoğan’ın düşmanı değilim. Cumhurbaşkanı’nın
başkaları tarafından dayak yemesini istemem ama Cumhurbaşkanı’nın
da Türkiye’nin tüm fertlerinin Cumhurbaşkanı olmasını istemem
de hakkımdır.”
Siyaseti yıllardır yakın takip eden bir insan olarak, bu söylemin
oluşturabileceği tehlikenin farkındaydım. Çünkü Akşener her
partinin zaten beklendiği gibi aday çıkarmalarını istediğini
açıkladıktan sonra, “CHP
ile ittifak yapmayız”
açıklamasını, “ama
2. turda destekleriz”
cümlesiyle değil, detaylı olarak okuduğunuz gibi Erdoğan için
sarf ettiği dostane cümlelerle bitiriyordu. Bu sefer de, makalemde
bu durumun düşündürdüklerini açıkladım. Burada CHP ile 2. tur
işbirliği hiç gündeme gelmediği gibi, tam tersine,
Cumhurbaşkanına karşı büyük bir dostluk gösteriyor ve bir
çeşit dolaylı dayanışma sözleri sarf ediyordu. O gün Akşener
Fox Tv’de bu konuda verdiği ve Hürriyet’e yansıyan demeçte
beni ve bu yazıyı okuyan onca “hayır”cıyı üzmüştü. Yazım
çıktıktan sonra Akşener bana bir yanıt yolladı: “Sn.
Baykam OdaTv’de yazdığınız makalenizi dikkatle okudum. Sanırım
yanlış anlama olmuş. Bana sorulan soru ‘Cumhurbaşkanlığı
seçiminde CHP ile bir ittifak yapar mısınız’ şeklindeydi. Ben
cevabımda bu ittifaka hayır diyeceğimi, hatta tek aday ben olsam
bile doğru bulmadığımı ifade ettim. Sebebi ise yeni bir Ekmel
Bey vakası olur endişemdir. CB birinci turunda CHP , İYİ parti,
HDP hatta imkan olursa Saadet partisi aday çıkarmalıdır. Birinci
tur sonunda ikinci tura CHP adayı kalırsa şartsız olarak tüm
gücümüzle destekleyeceğimizi ifade ettim. Bu görüşümün
gerçekçi olduğuna inanıyorum. Ayrıca hayır blokunu incitecek
hiç bir söz ve tavrım ve tavrımız olmadı, olmayacak.”
Kendisine şu yanıtı verdim:
“Sayın
Akşener, çok nazik yanıtınız için teşekkür ederim. Keşke her
siyasi sizin gibi bu kadar net olsa.. Bu yanlış anlama doğrudan o
zaman Hürriyet’in/basının hatası. Çünkü mesela ‘İkinci
tura CHP adayı kalırsa şartsız olarak tüm gücümüzle
destekleyeceğiz’ sözleriniz hiç yer almadı o demeçte. Halbuki
son derece önemli, hatta o demecin en önemli ve çarpıcı sözleri
olurdu. Üstelik o sözleri okuyan herkes, sizin 2. turdan söz
ettiğinizi zanneder. Çünkü zaten sizin ve CHP’nin ilk tura
ayrı ayrı aday olarak gireceğinizi herkes biliyor. Bu düzeltmeyi
önümüzdeki haftaki yazımda aynen kullanacağım. Yazdıklarınız
beni toplumsal genel muhalefet açısından mutlu etti ve
umutlandırdı. Toplumun bu vesileyle doğru görüşlere ulaşacak
olması güzel bir şey. Umarım önümüzdeki dönemde görüşme
fırsatımız olur. Türkiye için çıktığınız bu yolun hayırlı
olmasını dilerim. Saygılarımla”
Kendisi
bana yine nazik bir yanıt yolladı ve yakında görüşme
dileklerimizle konuyu kapattık. İYİ Parti’nin yönetim katında
olan isimlerden çok eski yakın dostum Aydın Sezgin’le de konuyu
görüşerek, bu yanlış anlamaların önüne geçilmesinin
gerekliliğini konuştuk. Çünkü bu dönemde ve özellikle şu
günlerde CHP-İYİ Parti diyalogunun her şeyden daha önemli
olduğunu herkesin artık görmesi lazımdı. Sosyal medyada ise,
dostum Tuncay Erciyes, yine aynı gün Akşener’in Etv’de
yayınlanan şu röportajını dikkatime yolladı. Orada Sn. Akşener
şunları dile getiriyordu: “2019
Cumhurbaşkanlığı seçiminde (...) benim inancım şu: CHP bir
aday çıkarmalı, kim olursa olsun, İYİ Parti bir aday çıkarmalı,
zaten AKP bir aday çıkaracak, HDP bir aday çıkaracak –öyle
görünüyor. CHP ile beraber bir aday çıkarmanın yanlış
olduğunu düşünüyorum, onlar açısından da, bizim açımızdan
da, Türkiye açısından da, ama 2. tura kim kalırsa bu hayır
blokundan elbette ki biz sonuna kadar onun yanında durup
çalışacağız, bu başka birşey. Ama 1. turda bütün siyasi
partiler adaylarını çıkarabilmeli diye bakıyoruz biz, yani daha
evvel yaşadığımız bir travmadan dolayı”.
Gerçekten
benim o gün o yerel televizyon veya küçük kanalda yayınlanan
röportajı görmemem ve aynı gün Fox Tv haberi üzerinden
Hürriyet’in yaptığı habere güvenmem, ortaya o yorumu çıkardı.
O yorum, Hürriyet habere göre doğru yazılmıştı. Çünkü 2.
turda birleşmeden hiç bahsedilmeyen bu metinde, tam tersine herkesi
ayrı aday çıkaracağı ve CHP ile ittifak yapılmayacağı
vurgulanıyordu.
Yazıda
da belirttiğim gibi kimse zaten ilk turda CHP ve İYİ Parti
arasında bir ittifak beklemediği için ister istemez bu ittifak
yapmayız sözleri, 2. Tur için söylendiği intibaını veriyordu
doğrudan. Hürriyet’te o haberi kim toparladı, kim yazdı
bilmiyorum ama sonuçta aynı gün, Etv’deki içerik, Hürriyet’te
hiç yoktu. Halbuki Akşener, tereddüde mahal vermeyecek şekilde 2.
turda hayır bloku ile dayanışmaya gideceğini belirtiyordu.
Buradan çıkaracağımız ilk ders, en yüksek tirajlı gazetenin
böyle bir haberine bile güvenilmemesi gereği. Ben bu dersi kendi
adıma aldım. Hatam, Hürriyet’in ilk sayfadan verdiği habere
güvenmekti. İkinci bir kaynaktan kontrol etmem lazımdı. İkinci
vurgulamak istediğim nokta, Akşener’in gösterdiği son derece
medeni tavır. Bir yayın organının neden olduğu bir yanlış
anlamaya rağmen, bu kadar kritik bir konuda soğukkanlılığını
koruyan Akşener, beni aynı gün bizzat kendisi bilgilendirerek,
kendisinin ve partisinin gerçek duruşunu dikkatime sundu. Ben de
kendisine teşekkürler ederek bu bilgiyi kullanacağımı söyledim.
İYİ Parti, tabii ki ilk turda Akşener’i tek başına aday
çıkarmalı. Tabii ki aynı şeyi CHP ve diğer partiler de yapmalı.
Bu garabet seçim sistemi, yani 100.000 imza şartı olmadan, her
isteyen aday olabilmeli.
Sonuçta
daha fazla adayın çıkması, Erdoğan’ın doğal olarak ilk turda
seçilememesi anlamına gelecektir. Ancak 2. turda başta CHP ve İYİ
Parti olmak üzere, hayır blokunun aralarındaki ayrımlara
bakmaksızın beraber hareket etmeleri, hem doğal bir ittifak, hem
de hayır diyen milyonlarca seçmene saygı açısından mantıklı,
zorunlu ve kaçınılmaz bir işbirliğini işaret ediyor. Her
liderin, bu perspektif doğrultusunda, kullandıkları her kelimeye
dikkat etmeleri lazımdır. Bu dikkat, olmazsa olmaz bir şarttır.
Sayın Akşener’e gösterdiği hızlı hassasiyet, uygar söylem ve
soğukkanlılığı için tekrar teşekkür eder, tüm hayırcıları
sonuna kadar aralarından su sızdırmayacak bir aritmetik
dayanışmaya davet ederim. Ayrıca gereksiz şekilde geçmiş yol
ayrılıkları ve kan davalarının hiçbir şekilde gündeme
taşınmaması lazım. Bu aklı olsan herkes için geçerli. Çünkü
2. turda tüm HAYIRcılar tek vücut olmaya mecbur olacakları için,
bu dayanışmayı içten çökertecek ne sağdan ne de soldan
sorumsuzlara ihtiyaç var!
23 Kasım 2017 Perşembe
YOKSA AKŞENER, ERDOĞAN’IN YANIBAŞINDAKİ BAHÇELİ’NİN YERİNİ Mİ ALMAYA ÇALIŞIYOR? | BEDRİ BAYKAM | 22.11.2017
Bu yazı, İyi Parti hakkında uzun bir
araştırma ya da bir analiz yazısı değil. Bu yazı, son derece
basit ve gerçekçi bir şekilde, dolambaçlı bir yol kullanmadan
İyi Parti’yi kendisiyle, toplumla ve ezcümle siyaset arenası ile
yüzleşmeye davet ediyor. Ele alacağımız çıkış noktası,
Meral Akşener’in geçen Cuma günü verdiği “CHP ile ittifak
yapmayız!” demeci... Akşener’in burada “ittifak”
konusunu tam olarak ne anlamda kullandığını anlamak mümkün
değil. Değişecek bir seçim kanunu çerçevesinde partiler arası
yapılabilecek ve ne anlama geleceğini kimsenin şu anda tahmin
edemeyeceği ittifaklardan mı bahsediyor? “CHP ile
Cumhurbaşkanlığı adaylığı konusunda ittifak yolu arar mısınız
derseniz, açık bir şekilde hayır derim” diyen
Akşener, herhalde CHP ile ilk turda ortak aday çıkarma konusundan
söz ediyor olamaz! O zaman Cumhurbaşkanlığı seçiminin 2.
turunda “CHP ile ittifak yapmam” diyorsa, Parlamento’dan
da ayrı bir hükümet ve başbakan çıkmayacağına göre,
Akşener’in nereye doğru yöneldiği konusu, büyük sürprizlere
gebe.
GEÇMİŞTE MHP ÜZERİNDEN YAPILAN
ÖLÜMCÜL HATALAR
Şu anda insanlar İyi Parti’nin AKP
karşısında muhalefet yapmak amacıyla kurulan, MHP’de süren
antidemokratiklik ve saraya hizmet meraklılarına karşı, MHP
tabanı üzerinden bu eğilimlere karşı çıkan sağlam bir merkez
sağ parti olduğu havası ile yaşıyorlar. Aynen daha önce
rahmetli İlhan Selçuk’un “Soldaysanız CHP’ye oy verin,
sahada iseniz MHP’ye ve bu şekilde AKP’ye muhalif olun”
dediği günler yaşanıyor sanki.
O günlerde rahmetli Selçuk’a karşı
çıkmıştım ve MHP’nin güvenilmez bir parti olduğunu, hiçbir
şekilde AKP’ye karşı bir muhalefet yapmayacağını, ilk
fırsatta en kritik noktalarda AKP ile beraber hareket edeceğine
inananlardan olduğumu söylemiştim. Zaman ne yazık ki beni haklı
çıkardı. O günlerde de, daha sonra da...
Türkiye’nin bugün yaşadığı
acı dolu, akıl almaz demokrasi iflasının kökeninde en önemli
olgulardan biri, MHP’nin seçmenlerinin en az yarısına ihanet
edişi ve en olmadık anlarda artık toplumda yerleşmiş tanımıyla
AKP’ye stepnelik görevi yapması. Bunu da zaten bilmeyen kalmadı.
LAİK SAĞ PARTİ GÖRMEYEN TÜRKİYE
Tabii bu arada daha geniş anlamda bir
hatırlatma da yapabiliriz, hatta yapmamız şart: Türkiye 70
yıla yaklaşan çokpartili demokratik hayatında bir adet “laik ve
demokrat” merkez sağ parti görmedi. Ne Adalet Partisi, ne ANAP,
ne Doğru Yol bu konuda sınavı geçtiler. Her biri tam tersine
özetle, “Biz de biraz dincilik-dindarlık hattında
oynarsak yobaz partilere giden oyları durdurabiliriz”
zannettiler. Tabii ki sonuç koca bir hüsran oldu. Bu konuda, bu
partilere doğrudan muhalif olmama rağmen her birini özenle ikaz
ettim. Turgut Özal’ı da, rahmetli İsmet Sezgin’i de (DYP),
Gökberk Ergenekon’u da (DYP) rahmetli Adnan Kahveci’yi de (ANAP)
ikaz ederek saatlerce konuştum. Uğraş tabii ki beyhudeydi,
kendilerini çok uyanık partiler olduklarına inandırmışlardı.
Bu tavırları sayesinde oy kaybı yaşamayacaklarına inanıyorlardı.
Çok saf ve ne yazık ki tarihi perspektiften yoksunlardı. Bunun
tartışılacak bir yönü yok, sonuçlar ortada: Merkez sağa ait
%50 oy, son dönemlerde masal oldu.
Son zamanlarda çoğu insan ülkede son
yıllarda yaşanan onca ağır dram senaryolarından ve demokrasi
açısından felaket sonuçlar doğuran iki referandumdan ve ordunun
başına gelen affedilmez müsebbibi malum kumpaslardan sonra, artık
bazı şeylerin değişeceğini, Türkiye’de tek adam ve tek parti
hükümranlığı isteyen malum güç odaklarının nihayet 2019’da
yalnız bırakılacağına inandı. Bunun da Türkiye sevgisiyle
yaşayan bazı kitleler için anlamı, MHP’den Akşener’le
beraber kopan ve yeter diyerek Erdoğan’a karşı bayrak açan
insanların, nihayet artık laik-sağ parti olarak görebileceği bir
oluşuma imza atıldığı inancıydı. Bu nedenle de herkeste bir
umut belirdi. Türk siyasetini tıkayan, 2015 seçimlerinin güzel
sonuçlarını iptal eden, kendisini ardından başkanlık sistemi
reklamcılığına atayan Devlet Bahçeli ve onun MHP’sinin yerine,
o oyların çoğunu bünyesinde toplayacak bir yeni muhalif parti,
olsa olsa hayırlara vesile olabilirdi! Bu arada Akşener’in
imajını ve hitabet kabiliyetini gözle görülür şekilde
arttırması, özellikle bir kadın siyasetçi olarak çok değişik
halk katmanlarında güven oyu alması ve sonunda da partileşmesini
tamamlaması birçok umuda ışık yaktı. Halk kafasında ülke
siyasetini tıkayanBahçeli’nin yerine Akşener’i yerleştirip,
bir umudun kapısını ittiğine inanmak istedi. Doğruyu söylemek
gerekirse de, Akşener verdiği demeçlerle bu umudu sıcak tutmayı
başardı. Daha şurada bir hafta kadar önce AKP iktidarını
eleştirirken söylediği lafları hatırlayalım: “2010’da
FETÖcü oldular, 2011’de bebek katili PKK’nın başına eş
oldular, ‘ne büyük bilge’ dediler, 2017
referandumunda milliyetçi oldular, şimdi de Atatürkçü oldular.
Ama yersen!”.
SİYASET’TE MATEMATİĞİN EZİCİ
GÜCÜ
Bakın, siyaset zeka ve tecrübe
gerektirdiği kadar, ilkokul düzeyinde başarılı bir matematik
öğrencisi olmayı gerektirir. Sakın şaka yaptığımı sanmayın!
Rakamların, toplama-çıkartmaların acıması yoktur. Hesabınızı
doğru yapmazsanız, matematik sizi ezer geçer. Ülkeleri yok eder,
demokrasileri tarihe gömer, siyasi kariyerleri bitirir. Ne kadar
ilginçtir ki, çoğu zaman siyasi hırslar, insanları en basit
ilkokul matematiğini yapamayacak hale düşürdüğü için ülkeler
kaoslara teslim olur. Sonra ilerde, burada sık sık hatırlattığım
gibi, örneğin hem sol partilerin hem de merkez sağ partilerin
Türkiye’de toplama ve çıkarma yapmayı bilmemesinin sonucunda
1994 yerel seçimlerinden itibaren Tayyip Erdoğan efsanesi başlar!
Bütün ikazların, fazlasıyla sözde liderlerin gözüne soka soka
yapıldığı o acı dönemin sonucunda, ne yazık ki Türkiye’de
demokrasi, hırsı ve koltuk sevdası vatan-millet-devlet bilincinin
önünde giden siyasiler yüzünden uçurumdan aşağı
yuvarlanmıştır.
Şimdi bunları neden hatırlattığıma
gelince...
MERAL AKŞENER’DEN, ATAOL
BEHRAMOĞLU GİBİ MUHALİFLER
SİYASİ MATEMATİKTE NE BEKLİYORDU?
Tabii ki Akşener’in parti kurmuş
olmasını ve bazı geniş kitlelere umut vermesini, CHP’liler
sevinç gösterileriyle karşılamayacaktı; “ana muhalefet
partisi” olarak... Ama aslında işin matematiğini biraz
düşününce, CHP’nin de tabii ki normalde muhalefete güç
taşıyacak bu gelişmeden mutlu olması lazımdı, çünkü ancak
böyle bir perspektifte AKP’nin iktidarı terk etmesi veya
muhalefetin Haziran 2015’te olduğu gibi, mutlu sona matematiksel
ve fiili olarak en azından yaklaşması gündeme gelebilirdi.
Yakın dostlarımdan ve Sanatçılar
Girişimi sözcülüğünü eşzamanlı olarak kendisi ve Orhan
Aydın’la beraber yürüttüğümüz sevgili Ataol Behramoğlu’nun
45 gün kadar önce çıkan iki yazısında “Meral Akşener
gerçeği” öne sürülmüş ve Meral Akşener’i
desteklemenin, Türkiye’de siyasetin normalleşmesi açısından ne
kadar önemli olduğu vurgulanmıştı. Şimdi Behramoğlu’nun
yazısından bazı bölümler okuyalım:
“Asıl önemli olan bütün
kanatlarıyla ‘sol’un bu hareketi nasıl görüp değerlendirdiği.
Hiç kimse bu soldan kendi
hedeflerinden vazgeçerek Akşener hareketinin kuyruğuna takılmasını
istemiyor ve beklemiyor.
Bunu Akşener’in kendisi de
istemez ve beklemez.
Fakat iktidarı gasp etmiş olan
despotik gücü, en zayıf yanından vurarak alt etmek için bu
hareketi desteklemek, yanında yer almak gerektiğini görmemek için
de siyaseten kör olmak gerekiyor.” Ardından da kendisine
yönelen oklara karşı yine olgun ve sakin bir yanıt daha
yayınladı, “Meral Akşener’i desteklemek” yazısında.
Özetle malum “Eli kanlı faşistlerden medet mi umuyorsun?”
saldırılarına karşı, Ataol verdiği yanıtta kendisine yönelen
hakaretlerin düzeysizliğine işaret ettikten sonra şunları
vurgulamıştı:
“(...) Olumlu tepkiler ise
genellikle, yazımın amacının bir insanı ve bir hareketi övmek
değil, demokrasiyi savunmak, despotik yönetime karşı muhalif
güçleri birlikteliğe çağırmak olduğu noktasında birleşiyor.
Doğrusu da budur.
Beni bu gün ilgilendiren,
kaygılandıran, ne geçmiş, ne uzak ve belirsiz bir gelecek, fakat
ülkemizin bu günü, şu anda yaşanmakta olanlar ve doğuracağı
sonuçlardır.
***
Despotik yönetimin “ABD
karşıtı”, “anti
emperyalist” bir “vatan savaşı”
vermekte olduğunu düşünenlere göre, Akşener’i
desteklerken aslında ABD’yi savunuyormuşum.
Ben herhangi bir ülkeyi, devleti
değil, bütünüyle Batı’yı, aydınlanma düşüncesini
savunuyorum.
Ülkemizin Batı blokundan
koparılarak belirsiz bir Avrasya’ya sürüklenmesini, dağılıp
yok olmasına gidecek yolun başlangıcı olarak görüyorum.
Cumhuriyet devrimlerinin temelini
Batıcı, aydınlanmacı değerler oluşturur. Bu günkü despotik
yönetim içinse bu değerler hiçbir önem taşımıyor.
Avrasyacılık da onlar için, hedeflerindeki (bu yönde de çok adım
attıkları ve atmakta oldukları) karanlıkçı yönetim için bir
araç, amaçlarına ulaştıklarında kaldırıp atacakları bir
koltuk değneğidir.
***
Meral Akşener hareketinin bir ABD
projesi olduğunu düşünmüyorum.
Bu hareket, Türkiye’nin
normalleşme gereksiniminin sonuçlarından biri olarak doğdu ve bu
nedenle de güçlenmektedir.
Ve yine bu nedenle despotik
yönetimin sayısız engeliyle karşılaşmaktadır.
Bunları görmemek, anlamamak, “reel
politika”dan hiçbir şey anlamamak demektir.
ABD projesi ise şu anda
iktidardadır.
Bu iktidar, yaklaşan yerel
seçimleri ve sonrasındaki kader seçimlerini kaybetmemek için
şimdiden hamle üstüne hamle yaparken; muhalefet güçlerinin
birlikteliğini sağlamak ve “hayır”
cephesini koruyup güçlendirmek için düşünce üretip çaba
harcamak yerine geçmişe takılıp kalındığını; ağız
dalaşıyla, hakaretleşmeyle vakit geçirilip tatmin olunduğunu
görmek, ülkenin geleceği adına insanı ister istemez bir an için
de olsa karamsarlaştırıyor…
***
Sayın Akşener’in geçmişi beni
bu gün ilgilendirmiyor.
Yerinin ve zamanının geldiğini
düşündüğünde bu konuda savunmasını ve gerekiyorsa
özeleştirisini yapabilecek birikimde ve açıklıkta bir kişiliğe
sahip olduğunu düşünüyorum.
Ve ısrarla, önemle tekrar
ediyorum:
Despotik yönetimden kurtuluş ancak
güçlü, kararlı bir muhalefet cephesiyle gerçekleşebilir.
Akşener hareketi, referandum
oylamasında da görüldüğü gibi, bu cephenin önemli bir unsuru
olmaya adaydır.
Bu nedenle de despotik yönetime
karşı olan herkesçe desteklenmesi gerekir.”
YOĞURDU ÜFLEYEREK YEME ALIŞKANLIĞI
Belki biraz uzun bir alıntı oldu, ama
ifade etmek istediklerim açısından gerekliydi. Sevgili Behramoğlu,
matematiksel olarak muhalefet kanadının Akşener’e ihtiyacı
olduğunu ve bu güçlerin birleştirilmesi gerektiğini vurgularken,
akıl ve mantık yolundan ilerliyordu haklı olarak. Kendisine
saldıranları da geçmiş tıkanmışlıklardan iyi tanıdığım
için önem vermedim. Örneğin bu mantığa göre, 2015 Haziran
seçimleri sonucunda, CHP, MHP, HDP ortak hükümet kurmaya
kalksalardı, bu zatlar “vay sen şimdi bölücülerle ortak
mısın?”, “vay sen şimdi faşistlerle ortak mısın?”
şeklinde bunu engelleyerek AKP iktidarının sürmesini mi
savunacaklardı? Ancak siyasette yoğurdu üfleyerek yemeyi
öğrendiğim için topa girmeden evvel, Akşener hareketini biraz
daha izlemek istedim. Çünkü ulaşmaya çalıştığımız nokta,
hiç de küçümsenecek bir çıkış değildi: Laik, demokrat ve
Erdoğan’ı karşısına alan, almayı göze alan bir sağ hareket
söz konusuydu. Hele Akşener’in müftülerin nikah kıyma yetkisi
ile donatılmasına verdiği şu tepki, son derece umut vericiydi:
"Müftülere nikah yetkisi; laik ve tek hukuktan
vazgeçmektir". Mustafa Kemal Atatürk ve Cumhuriyet
dönemi Türk kadınlarının katıldığı resepsiyondan fotoğraf
paylaşan Akşener, "Cumhuriyet'in kurucu değerleri
ile hesaplaşmaya çalışanlara öncelikle asil Türk kadınları
izin vermeyecektir" dedi. İşte bu sözler,
gerçekten bir kırılma noktası teşkil edebilir, sağ siyaset
belki ilk defa laik bir lider adayına sahip olabilirdi.
AKŞENER’İN TEHLİKELİ RAYDAN
ÇIKMA İŞARETİ: “CHP İLE İTTİFAK YAPMAYIZ”
İşte her şey bu size anlattığım
eksen ve rayında giderken, Erdoğan’ın baş destekçisi Bahçeli,
panik içinde son sondajların ardından resmi ittifak arayışlarına
girmişken, ilk defa somut olarak %10 barajının nihayet aşağı
çekilmesi tartışılmaya başlamışken, ibreler yavaş yavaş
Haziran 2015 ortamında AKP’nin işinin zorlaşacağı bir hatta
yaklaşırken, Akşener herhalde yaşlı kurtlardan birinden ani bir
brifing aldı, veya birileri grup halinde gelerek kendisinden bazı
ricalarda bulundular! O kadarını ben bilemem artık. Bildiğim
tek şey varsa Meral Akşener’in beş gün önce verdiği demeçle
en azından şimdilik bir çuval inciri berbat ettiği! Bunu
Akşener’in tecrübesizliğine vereceğiz desem doğru olmayabilir;
tecrübeli bir siyasetçi ama belki tecrübesiz bir lider...
Aklıma gelen diğer şey Milliyetçi Cephe ve “kutsal ittifak”
damarlarının o siyasi bölgede kabardığı ve 1970’lerin
mantığıyla “şimdi sen kalkıp komünistlerle işbirliği mi
yapacaksın?” (!) diyen bazı aklı evvellerin Akşener’in
yörüngesini yerle bir ettiği...
AKŞENER NE DEDİĞİNİN FARKINDA
MI?
İşte bu soruya tam cevap veremiyorum.
Çünkü sözde yeni bir muhalefet partisi kuran ve halkın nabzını
tuttuğunu iddia eden, sağda solda aylardır koca koca laflar eden
bir insan bu kadar anlamsız ve dengesiz bir laf söyleyemez.
“CHP ile ittifak yapmayız!”
demecinden sonra, Akşener ve partisinin nasıl siyaset yapacağı
konusunda bazı soruları kendimize sormamız lazım. Çünkü bence
Akşener bu demeciyle, kendisini muhalefet hattından kopardı!
Siyaset iktidar olmak ve ülkeyi
yönetmek için yapılır. Meral Akşener tek başına kendisinin
ve/veya partisinin %50 + 1 oy alacağına inanmakta mıdır? Böyle
bir masal anlatılamayacağına göre bu alternatifin üstünü çizip
B şıkkını düşünmemiz lazım. Akşener kendini merkez sağ
olarak tanımlasa bile, sonuçta MHP’nin bir kanadından yola
çıkmış bir siyasetçi olduğu düşünülürse, esas
Cumhurbaşkanlığı 2. turunda ittifak yapmak isteyeceği kardeş
partisi HDP olmayacak. Demek ki bu şıkkın da üzerini çizeceğiz.
O zaman C şıkkını düşünelim: Bahçeli ve MHP’nin %10
barajını aşmaları şu anda gayet imkansız göründüğüne göre
Akşener’in, eski partisi ile bir mucize sonucu arası düzelse ve
barışsa bile 2. turda liderliğe ulaşacak bir ittifak yapmaları
mümkün değil. O zaman kalıyor bize D şıkkını düşünmek.
Yani küçük partileri... Akşener’in, kendisini yakın hissettiği
Parti “Demokrat Parti” imiş. Ama rakamsal olarak o partinin
varlığıyla yokluğu bir. Yani öyle bir güçbirliğinin etkisi
sıfıra yakın. Öte yandan zaten kendisini Amerikancılıkla
suçlayan Vatan Partisi ile bir güçbirliği yapması da bir seçenek
değil. Zaten Vatan Partisi’nin oy durumu da buna müsait değil.
Peki o zaman Saadet Partisi veya Türkiye Komünist Partisi gibi ama
yüzde 0.1, ama yüzde 1, ama yüzde 3 oy olacak küçük partiler
dışında herhangi bir seçenek de zaten kalmıyor!
AKŞENER’İN EN GERÇEKÇİ
İTTİFAK KAPISI: ERDOĞAN’IN AKP’Sİ
Kalmıyor mu? Yok dostum,
yanılıyorsunuz bir alternatif kalıyor, hem de ne alternatif!
Akşener’e koskoca Tayyip Erdoğan alternatifi kalıyor! Aksini
söyleyebilen var mı? Akşener CHP ile ilgili aynı talihsiz
demecinde satır aralarında “Ben Sayın Erdoğan’ın
düşmanı değilim, Cumhurbaşkanı’nın başkaları tarafından
dayak yemesini istemem ama Cumhurbaşkanı’nın da Türkiye’nin
tüm fertlerinin Cumhurbaşkanı olmasını istemek de hakkımdır”
cümlesini de kullandığına göre, demek ki içinde cumhurbaşkanına
karşı birden ilginç bir koruma içgüdüsü uyandı! Şimdi
mantık ve matematiğimizi son defa çalıştıralım. Akşener
iktidar olmak ve ülkeyi yönetmek için siyaset yaptığına ve
saydığımız hiçbir parti ile bunu başaramayacağına, geriye tek
parti kaldığına göre demek ki sayın Akşener’in gönlünde
yatan aslan, AKP ve Erdoğan! Bu da belki kendisi açısından Devlet
Bahçeli’den hıncını almak için en sağlam yöntem. Yani sen
misin bana MHP’de siyaset yaptırmayan? Sen misin beni ihraç eden?
O zaman ben de seni AKP ile sürdürdüğün üstü kapalı
ortaklıktan ihraç ederek senin yerine geçerim! Anlaşılan, İYİ
Parti’nin liderinin “Erdoğan’ı iktidardan indirmek” gibi
bir önceliği yok! Bunu öğrenmiş oluyoruz bu demeçten...
Şimdi bana diyebilirsiniz ki, “Amma
da uçmuşsun, coşmuşsun! Amma da spekülasyon yapıyorsun”.
Ben de size diyorum ki, o zaman geriye başka unuttuğumuz hangi
alternatif kalıyor?
Kimbilir,
kullandığı bu sözler, şaka amaçlı değilse, sağ partilerden
kayacak yeni isimleri çekerken verilen bir geçici ödün, veya blöf
mü? Başka tek alternatif var, o da Akşener’in yaptığı
kaba hatanın farkına varıp, lafından dönmesi ve CHP’yi de
kendisinin en çok ittifak görüşmesi yapma olasılığı olan
partilerden biri olarak tekrar kabul etmesi... Aksi takdirde
kendisine saygı ve demokratik açıklıkla ve tüm yapıcı iyi
niyetiyle yaklaşan ister Behramoğlu olsun, ister demokrasi arayan
sade saygıdeğer vatandaşlarımız, her biri çok büyük bir hayal
kırıklığı yaşar. O bedeli de herkes öder. Akşener, bu
kavgalardan “Başkan’ın yeni yardımcısı” olarak çıksa
bile, o da imajıyla ve güven kaybıyla bu bedeli öder.
Siyaset bu kadar acımasız ve
rakamlara bağlı bir dikenli yoldur.
17 Kasım 2017 Cuma
ECEVİT’İN DEMOKRASİMİZE TAŞIDIĞI ÖLÜMCÜL FATURALAR|BEDRİ BAYKAM | 14.11.2017
Son günlerde, Erdoğan’ın Ecevit’e
saldırmak üzere seçtiği, Bill Clinton’la çekilmiş
fotoğraflarından yola çıkarak Karaoğlan’ı korumak için
birçok siyasetçimiz ve yazarımız seferber oldu. Birçoğu kendine
göre haklı savlarla genel bir tarihçi gibi, CHP’nin eski
liderini, Kıbrıs fatihi günlerini ve haşhaş konusunda Amerika’ya
çektiği resti hatırlattı. Ayrıca Ecevit’i Beştepe’ye ve her
saldırgana karşı korudular. Kemal Kılıçdaroğlu haklı bir
şekilde Ecevit’in bir dürüstlük abidesi oluşunu da dile
getirmeyi ihmal etmedi. Halk ise, bugünkü liderlerle Karaoğlan’ı
karşılaştırmaya gerek bile görmeden saygısını her mecradan
dile getirdi. Keşke Ecevit bugün sadece bu güzel şeylerle
hatırlanabilseydi...
ŞU ÜÇ GÜNLÜK DÜNYADA BIRAKILAN
İZLERİN KAÇINILMAZ MUHASEBESİ...
Şu dünyada kaç günlük ömrümüz
var, belli değil. Başkanı olduğum UPSD’nin Yönetim Kurulu
Üyelerinden Murat Havan, yaklaşık bir ay önce bir salı günü
Doğuş Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi Dekanı Prof. Dr.
Nazan Erkmen ile görüşecekti. Ne yazık ki biz o tarihte, 17 Ekim
2017’de, aynı Salı günü sevgili Erkmen’i toprağa verdik. Çok
değerli bir sanatçı ve akademisyeni kaybettik. Ben Erkmen’i her
zaman güler yüzü, yapıcılığı ve çalışkanlığı ile
hatırlayacağım. Mekanı cennet olsun. Hayat acımasız ve kendi
başına buyruk Rus ruleti gibi... Kimin kaç saniyesi, kaç gün,
kaç ay daha vakti kaldı, bilen de yok. Ölümsüzmüş gibi
projeler kurgulayıp yaşıyoruz, kendimize hedefler koyuyoruz,
programlar çiziyoruz, ama ipler elimizde değil.
Yaşamdan ayrıldığımızda
arkamızdan muhasebemizi yapacak olanlar acaba ne diyecekler, bunu
her canlı biraz düşünür. Gerek örf ve adetler, gerek toplumsal
kimlikler, gerek din, vefat edenlerin arkasından iyi konuşmamızı
talep eder. Bizler de çoğunlukla buna uymaya çalışıyoruz. Tabii
tarihe ve ülkelere yön vermiş siyasiler söz konusu olduğunda,
onlar hakkında daha objektif ve kalıcı yorumlar yapmaya mecbur
kalıyoruz. Yoksa, bugün Atatürk’ün veya İnönü’nün,
Demirel’in veya Özal’ın veya yarın günümüz liderlerinin
eleştirilmediği bir siyasi tarih değerlendirmesi yapmak mümkün
olabilir mi?
ECEVİT’İN SİYASETE GİRİŞİ
NASIL OLDU?
Ecevit hakkındaki bu yazıda yapacağım
hatırlatmaları da, aynı objektiflik ve tarihe karşı dürüstlük
açısından değerlendirmenizi rica edeceğim. Bu eleştirilerin her
birini, rahmetli Ecevit yaşarken de, muhalefetteyken de, son
başbakanlığı döneminde de, kendisine basından yöneltmiş
olmanın rahatlığı ile bu yazıyı kaleme alacağım.
Ecevit’i çocukluğumdan beri
yakından ve sahnenin içinden izlediğim için, konuyu herhalde en
yakından bilenlerden biriyim. CHP siyasetinin en üst seviyede
çizildiği birkaç evden biri, bizimkiydi. Babam, Ecevit’i,
kendisi ısrarla yalnız Ulus Gazetesi’nde yazar kalmak istediğini
söylerken siyasete kazandıran insandı. Dr. Suphi Baykam, CHP
Gençlik Kolları’nın Kurucu Genel Başkanı olurken, Ecevit de o
yönetim kurulunda Genel Sekreter olmuştu. Ecevit nedense bu somut
izler bırakan onurlu ilk adımı hatırlamazdı ve siyasete girişini
hep 1957 Ankara Milletvekili olarak kayda geçirirdi. Gerisini
merak edenler, babamın hatıratını içeren ve Alptekin Gündüz’ün
kaleme aldığı “En Sevdiği Güneşti” kitabından
okuyabilirler. CHP’de Ortanın Solu, sanıldığı gibi 70’leri
değil, 1965 yılını merkez alan bir çıkıştır.
TOPLUM BUGÜN KARAOĞLAN NOSTALJİSİ
İÇİNDE, PEKİ BEN NİYE FARKLI DÜŞÜNÜYORUM?
Toplumun sol, demokrat, Atatürkçü,
ulusalcı kesimleri bugün onun adını duyunca genelde son derece
güzel duygular hisseder. Ben ise, bugün toplumumuzun, Ecevit’in
hatalarının bedelini ödeye ödeye bitiremediğini düşünüyorum.
Peki sorabilirsiniz, “Niye bu oyunbozanlığı yapıyorsun?”
Önce bunun nedenini izah etsem iyi olur sanırım. Aklımdaki ve
arşivimdeki gerçekleri sizinle paylaşmamın iki nedeni var. İlki,
genç insanların bunu okuyup şunu anlamaları: “Demek ki öyle
abartılı tutarsızlıklar yaparak ülkeyi yönetirsek, bu faturalar
bize kabus gibi geri gelir ve işin içinden sıyrılamayız.
Kariyerin içinden geçerken baştan sona dikkatli ve tutarlı
olmalıyız.” İkincisi ise, deneyimli lider veya lider adayı
politikacıların, bu yazıyı okuduktan sonra, bunu yaşamları
üzerinden bir ders kabul ederek yola devam etmeleri. İleride nasıl
anılacakları, aldıkları kararlar ve arkalarında bıraktıkları
izlerden oluşuyor. İyi anılmak istiyorlarsa, yaşarken de bunu
bilerek adımlarını atacaklar.
1970’Lİ YILLARIN AĞIR ECEVİT
SENDROMLARI
Ecevit’in ağır bir egoya sahip
olduğunu anladığımda, 14 yaşındaydım. Gezmiş ve
arkadaşlarının başını çektiği olaylar dizisi sonucunda,
Demirel hükümeti 12 Mart Muhtırası’yla istifa etmişti. Ecevit
ise, 12 Mart’ın ardından, “Bu muhtıra bana karşı verildi”
diyerek, CHP Genel Sekreterliği’nden ayrılmıştı! Haberlerde
bunu duyduğumda “ne alaka?” diyerek küçük dilimi yuttuğumu
hatırlıyorum... O günleri yaşayan objektif insanlar bilir. Böyle
bir yorumla kendini merkeze alıp, hayali dev aynasına yerleştirmek
kolay bir kurgu değildi. Bu karar, onu İnönü’nün ardından “3.
Adam” rotasına girmesini bekleyen kitleler için de ayrı bir
şoktu.
Ecevit, bu gerekçeli istifasının
ardından militarizmle veya generallerle mi uğraştı? Hayır,
hedefi İsmet Paşa oldu!
Ecevit yıllar sonra İnönü’ye
karşı açtığı bu savaşı şöyle izah eder: “İnönü, 12
Mart’ta istifa etmememi istemiş ve istifa edersem demokratik sol
hareketin yara alacağını ifade etmişti. Bunun üzerine ben
İnönü’nün demokratik sol hareketi desteklemekten vazgeçmeye
kararlı olduğu sonuncuna vararak kesin mücadele açmaya karar
verdim.” Herhalde İnönü, bu mantığa göre, güya vazgeçmek
istediği parti politikasını tam tersine sürdürebilmesi için
Genel Sekreteri’ni istifasını geri almaya zorlayan tek adam
olarak çelişkiler tarihine geçiyor!
ECEVİT, “HİZİPÇİ”
KELİMESİNİ SİYASİ LİTERATÜRÜMÜZE NASIL SOKTU?
Kendisini açıkça veliahtı olarak
seçmiş olan ulusal bir kahramana karşı savaşarak büyümeye
karar veren Bülent Bey, böylece “hizip” kelimesini çağdaş
siyasi literatürümüze sokan politikacı olma şerefine de
erişiyor! İnönü, bu konuda 24 Ocak 1972 tarihli Cumhuriyet’te
şu sözleri söylüyor: “İhtilaf bir Ecevit-İnönü
ihtilafıdır. Ecevit hizipçilik yürütüyor. İstifa etmiştir.
Ama partiyi idare etmektedir. Partideki buhranın sebebi budur.”
Ecevit, böylece Paşa tarafından “hizipçi” olarak damgalanarak
yıllarca sürecek uzun bölücülük serüvenine atılmış oluyor.
Ardından 12 Temmuz 1971 tarihinde Ecevit, Paşa’nın kendisine
yönelttiği “bölücülük” iddialarına karşı cevaben, 61
Anayasası’na bağlılığını ifade ettikten sonra “Böyle
söylentilerin gerçekle ilgisi yoktur. Bu durumda partiyi bölmeye
kalkışmak Ortanın Solu hareketine de, Türk demokrasisini kurtarma
ve yaşatma çabalarına da büyük kötülük olur” diyerek
kendini savundu. İnönü ise, ardından gelen süreçte, “’Tarih
akımını kimse durduramayacaktır’ teranesi altında, CHP’yi
kendine özgü ve bugüne kadar ona şerefle, kudretle, tesirle görev
yapması imkanını vermiş temellerinden kaydırmaktır.
Davranışlarındaki ‘Parti içi meçhul, memleket için meçhul’
dediğim husus budur” dedi. Genel Sekreter Kemal Satır ise
Ecevit’i, “Atatürk’e karşı reddi miras yapmakla,
devrimleri ‘biçimsel devrim’ adı altında küçümsemekle ve
aydın-halk ikiliği yaratmakla” suçlayacaktı.
Bunun ardından tarihi 1972 Kurultayı’na giderken, İnönü
ekibini anti-demokratiklikle suçlayan Ecevit, şunları dile
getiriyordu: “Vereceğimiz karar şudur: Demokratik bir partinin
kanunlara saygılı üyeleri mi olacağız, yoksa kapı kulları mı
olacağız?”
1990’LARIN ANTİ-DEMOKRATİK
ECEVİT’İ
Üstteki cümleyi okursanız, ne
zannedersiniz? Siyasi literatürümüzde parti içi demokrasinin
ödünsüz kahramanı artık Ecevit olacaktır, değil mi? Ne
gezer! 1972 Kurultayı’nı tartışmalı şekilde kazanan Ecevit,
Parti’yi 70’lerde bir süre iktidara taşımayı başarmış,
1980 darbesinin ardından gelen dönemde ise, CHP kapatıldıktan
sonra yerine kurulan partilere hiç girmeyerek, eşiyle bir çeşit
“Karı-Koca Partisi” kurmuştur. Yapılan tüm yalvarmalara
rağmen, ne SHP’ye, ne de daha sonra CHP’ye yaklaşmayı kabul
etmiş, akıl almaz şekilde “sosyal demokrat-demokratik sol”
ayrımı yaratarak, solu kendi içinde bölünmüş tutmaya adeta
yemin etmiştir. Parti içi demokrasiye gelince, Ecevit, “DSP’ye
gelen herkesin bu partinin üslubunu içine sindirmesi gerekir”
diyerek, bu kavram yerine, tüm muhaliflerin en seri şekilde tasfiye
edildikleri bir sistem yaratmıştır. Mümtaz Soysal’lar,
Kesebir’ler, Tanla’lar, daha sonra Sema Pişkinsüt’ler, liste
uzar gider...
27 MAYIS YORUMLARI VE KENDİ
TARİHİNİ İNKAR
“Dünya bir araya gelse birleşmem”
inadındaki Ecevit, ne ilginçtir ki, siyasete döneceği 1986
referandumunun ardından, “endirekt” bir Turgut Özal destekçisi
haline gelir. Bunun da yolu, tabii ki 27 Mayıs Devrimi’nin
inkarından geçecektir!
Bakın Ecevit, 30 Mayıs 1960 tarihli
Ulus Gazetesi’nde 27 Mayıs’ı nasıl savunmuştur:
“Milli Birlik Komitesi’nin
meclisin feshini de, meclise karşı bir darbe saymak mümkün
değildir. Çünkü gene Anayasa Komisyonu’nun belirttiği gibi
milleti temsil etmesi gereken TBMM, siyasi iktidar tarafından hakiki
bir teşrii organ olmaktan çıkarılarak şahıs ve zümre
menfaatine hizmet eden bir parti grubu haline getirilmiş olmak
suretiyle, fiilen münfesih hale gelmişti.”
Aradan dokuz yıl geçmiş, 1969’a
gelinmiş... Ecevit yine aynı tutumunu sürdürmekte, 27 Mayıs’ı
övmektedir:
“Ordumuz ihtilali yapmıştır.
Ama ne zaman ve ne için yapmıştır? Demokrasi yıkıldığı zaman
demokrasiyi yeniden kurmak için yapmıştır. Demokrasiyi
eskisinden daha sağlam temeller üzerinde yeniden kurduktan sonra da
bütün rizikolarını göze alarak iktidarı bırakmıştır. Eğer
ordumuzda iktidar için iktidar hevesi bulunsaydı, 27 Mayıs’la
eline geçmiş olan iktidar fırsatını kaçırmazdı.”
Sonra filmi Özal dönemine, 1990’a
sardığımızda... Bakın Ecevit bu sefer 1990 yılında 3 Haziran
tarihli Nokta Dergisi ve 27-28 Mayıs tarihli Milliyet’te 27 Mayıs
hakkında bakın tam tersine neler söylüyor:
“...Eğer biraz sabredilseydi,
toplumla gitgide bütünleşen bu gençlik hareketi kendi başına
demokrasiyi kurtararak kalıcı ve sağlam bir temele kavuşacaktı
ve daha sonraki askeri müdahalelerin yolu açılmamış olacaktı.
Fakat silahlı kuvvetlerdeki bir
grup buna izin vermedi. Sanırım bunda askeri toplumsal değişimde
öncülüğü sivillere kaptırmaktan duydukları kaygı da etken
olmuştu.
Askerler ‘demokrasiyi kurtarma’
iddiasıyla harekete geçtikleri halde, demokrasiyi büsbütün
önleyici girişimlerde bulundular.”
Ne yapabiliriz
ki, gördüğünüz gibi, anlaşılan oportünizmde sınır yoktur!
Aradan 30 yıl geçmişse, demek ki insan her dediğini inkar
edebilir. Yalnız şöyle bir sorun da vardır: Ecevit, o dönemde,
1960’ı takip eden aylarda, salt bu satırları yazan bir gazeteci
değildir. Aynı zamanda sorumluluk alarak Parlamento’ya, Kurucu
Meclis’e girmiş, 27 Mayıs Devrimini fiilen destekleyen bir
siyasetçidir. Devrimi övmekle kalmamış, o rejimin maaş alan,
dokunulmazlık hakkına sahip bir politikacısı olmuştur.
87’den 90’ların başlarına kadar
SHP’ye karşı üst üste solda yenilgiler alan DSP, onun bu bölücü
rolünü çok iyi değerlendiren Özal’ın kendisi için koruyucu
yasalar çıkarmasıyla ayakta kalır. Daha sonra da Özal’ın
çokça eleştirilen cumhurbaşkanlığı adaylığı sırasında,
diğer partiler aralarında anlaşıp “sine-i millet”e dönme
kararı alırken, Ecevit bu şekilde oluşacak boşlukla yapılacak
bir uydurma seçime katılmamak için söz vermez. “Hele siz bir
istifa edin, biz o konuyu o zaman görüşürüz” gibi
inanılmaz bir cümle kullanır. Böylece, Özal’ın
Cumhurbaşkanlığına mani olmak için “sine-i millet”’e dönme
alternatifi suya düşer. Özal rahat nefes alarak koltuğa çıkar,
Ecevit yine tüm diğer seçimlerde olduğu gibi solun aleyhine
çalışmıştır.
TAYYİP ERDOĞAN EFSANESİNİN ANA
KÖKENİ OLARAK ECEVİT
Gelelim o korkunç 1993-1994
sürecine... Yaklaşan ‘94 yerel seçimlerinde, solu birleştirip
Refah Partisi tehlikesini zamanında durdurmak için Taban Operasyonu
hareketini başlatmıştık. Kurucu ve sözcüsü bendim. Geniş bir
yelpazede büyük dernekler, sendikalar, aydınlar o çatı altında
buluşup sol partilere çağrı yapmışlardı. İlk yanıt kesin
şekilde Ecevit’ten geldi: Özetle “Bizi yok sayın, hiçbir
birleşme girişiminin içinde bulunmayacağız” diyordu.
Baykal ve Karayalçın da, sanki Ecevit’in bu kapıları
kapatmasından güç alarak rejimin ciddi tehlikede olduğunu açıkça
belirtmemize rağmen birleşmediler. Sonuç mu? RP, Ankara ve
İstanbul’u 1994 Mart’ında sırasıyla % 27.33 ve % 25.19 gibi
komik rakamlarla kazandı ve hala elinde tutuyor! Ecevit, adeta
kendisine yalvaran makaleler döşenen yazarları, evine ayağına
giden akademisyen profesörleri terslemeyip solda birliğe
yanaşsaydı, sol, açık farkla her iki kenti de, ülkedeki
belediyelerin çok büyük kısmını da kazanmış olacaktı!
(Ankara’da ise SHP-CHP işbirliği de yetiyordu, ama tüm ölümcül
ikazlarımıza rağmen intiharı tercih ettiler)
SON DÖNEMLERİNDE “FETHULLAH
GÜLEN HAYRANI” OLARAK ECEVİT!
Saymakla bitmez... Aslında her şeyi
genişçe ele alarak bir kitapta buluşturmayı hak eder bu konu.
Ecevit, sebep olduğu belediyelerle
gelen seçim hezimetine rağmen pişmanlık duyacağına, yeni
kavramlar icat ederek solu bölmeye devam etmiştir. Kadınların
Ankara’daki “şeriata karşı yürüyüş”ünü gülünç
demagojilerle deforme ederek “bunu dine karşı bir tavır”
olarak afişe eden Ecevit, “dine saygılı laiklik”
kavramının da mucitliğini üstlenmiştir! Cumhuriyet’in henüz
73. yılında iken bu kavramı yumurtlayarak, tüm laik-demokrat
Atatürkçüleri böylece Erbakan’ın arzuları doğrultusunda
“dinsiz veya dine saygısız” ilan etmiştir. Solun
parlamentoda gündeme getirmesi gereken kararlar, onun yüzünden
1990’larda ancak MGK’larda alınabilmiş, onlar da uygulanmadığı
için ülke darbe sendromları ve şeriat başkaldırıları arasına
sıkışıp kalkmıştır.
Örneğin hangimizin aklına gelirdi
ki, 1999 yılında ülkeyi inleten Fethullah kaset krizi henüz
üzerinden belki yarım sene geçmeden unutulmuş gitmiş olacak da,
ülkemizin saygıdeğer başbakanı bir “sivil toplum
örgütü lideri”(!) olarak gördüğü bu büyük
insanı her Allah’ın günü öve öve bitiremeyecek, onunla el
ele, kol kola pozlar vererek kendisini solun gözünde zararsız bir
hayırsever milliyetçi olarak gösterecekti! Hadi itiraf edin
bakalım, hanginiz bu kadarını beklerdiniz? Veya solda birliği
sürekli reddeden bu insanın, sağ partilerle bir dörtlü
koalisyona nasıl evet dediğini de tarih unutmaz...
KEŞKE ECEVİT....
Keşke Ecevit, 1970’lerde liderliği
süresince dağa taşa adı yazılan o efsanevi “Karaoğlan”
kimliğiyle kalabilseydi... Keşke Ortanın Solu’nun 70’lerdeki o
ikinci rüzgarından sonra, kitlelere kapsama alanını genişleterek
güven verebilseydi... Keşke 80 Darbesi’nden önce Parlamento’da
sağ liderlerle de diyaloga girip, ısrarla anti-terör yasalarını
çıkartıp, belki o darbeye mani olabilseydi... Keşke 80
Darbesi’nden sonra gemisine sahip çıkan kaptan olarak, solu DSP
ile böleceğine, CHP’nin tekrar açılması için mücadele veren
ana kişi kalsaydı... Keşke 80 sonrası tam tersine solda birlik
için çabalayıp, Türk siyasetinin ekseninin %35 sağa ve aşırı
sağa daha da kaymasına engel olabilseydi ve fakir kitleleri soldan
umut besleyemez bir köşeye sıkıştırmasaydı... Keşke ödünsüz
laiklik kavramına sadık kalıp, “dine saygılı laiklik”
gibi bir kavram uydurmasına (sanki diğerleri saygısızmış gibi)
ve tarikat liderleriyle flörte tenezzül etmeseydi... Keşke
toplumun ve diğer sol partilerin tamamı ile inatlaşarak, kendini
eşiyle beraber iki kişilik bir politbürodan oluşan bir DSP’ye
kilitlemeseydi. Keşke son Başbakanlık döneminde, hakkını
arayan işçilere meydan dayağı atan polislere hükmedip mavi
gömleğine ihanet etmeseydi. Keşke, keşke, keşke... Tarih
yalnız bunlarla bile, eski hatalarına rağmen çok farklı akar,
Türk demokrasisi bugün içine düştüğü bu ağır bunalım
noktalarında olmazdı.
SONUÇ: KALICI VE DEĞİŞMEZ BİR
HAYAL KIRIKLILIĞI
Varsın sayın Kılıçdaroğlu,
siyasetin dışında ve uzağında olduğu o yıllardan, Ecevit’i
“demokrasinin Karaoğlan’ı, mavi gömlekli umudu” olarak
tanımaya devam etsin. Ama ben gencecik beyinlerin, bu bilgilerin
uzağında kalarak Ecevit’i solun romantik ve buğulu gözlerle
anılan muhteşem ve yeri doldurulmaz lideri olarak görmelerini
kabul edemem. Tarih denilen alan ve verilere dayalı bir kayıt
merkezi varsa, gerçekler suyun yüzeyine çıkmaya mahkumdur. Size
bugün burada bilinmeyen iddiaları veya büyük sırları
anlatmadım. Herkesin ulaşabileceği bilgileri hatırlatarak, bir
portre çizdim. İnönü’nün Partisi’nden istifasına neden
olması, Ecevit’e çıkaracağım faturaların en hafifi. İnsanlar
“dönem değişti, lider de değişmeliydi” diyerek kesip
atabilirler. Ama, darbeden sonra gemisini terk edip gitmek, solun
birliğine yıllarca tüm ikazlara göz kapayarak engel olmak,
siyasal kavramları ters yüz etmek, kendi kökenlerini inkar etmek,
tarikatçıları “başımızın üzerine” yerleştirmek
affedilebilir gaflar veya zaaflar değildir. Bugün yaşadığımız
her türlü anti-demokratik siyasal iflasın doğrudan kökenidir.
GENÇLERE VE GÜNÜMÜZ
SİYASETÇİLERİNE BİR ÖĞÜT: Değişen gündemlerin sizi
hasbelkader kurtardığı ortamlara güvenerek siyaset yapmayın.
“Dün dündür, bugün bugündür” diyerek
siyaset yapmayın. Çizginizi koruyarak siyaset yapın. Yoksa beter
durumlara düşersiniz.
1 Kasım 2017 Çarşamba
KENNEDY CİNAYETİ DOSYALARI: KOMPLO ATEŞİ SONSUZA DEK SÖNMEZ! | Bedri Baykam | 31.10.2017
- Bu hafta okuyacağınız yazı, normalden uzun. Doğrusunu isterseniz bayağı uzun. Ancak size garanti edebilirim ki makalemi, Kennedy hakkında belgelerin açıklandığı (!) şu günlerde heyecanla, sıkılmadan okuyabileceğiniz, açılan belgelerin neden bu denli yetersiz olduğunu size tüm detaylarıyla bir polisiye hikaye tadında yazdım.-
Geçtiğimiz hafta sonu dünya tekrar
“vadesi dolan” Kennedy cinayeti belgelerinin önemli bir kısmının
kamuoyuna açıklanması ile çalkalandı. İlk gün, büyük
Amerikan medyaları, yine haber özetlerinin arasına Oswald’ın
suçluluğu tartışılmazmış gibi işaretler ve kelime seçimleri
yerleştirip, 54 yıldır sürdürdükleri uysal ve meraksız komplo
örtücülüğe aynen devam ettiler. Mesela Ergenekon savcısının
hazırladığı iddianame tarzı, tüm suçu her zerresiyle Oswald’a
dayatmak için o zavallı “Case Closed” (Dava Kapandı) kitabını
yazmış olan Posner, hemen öne çıkarıldı. (Ulaşmak istediği
sonuçtan yola çıkarak kanıt ve belgelere bakan bu Zekeriya
Öz’vari adam, 2010 yılında abartılı intihal/kopyala
yapıştırcılıkları ortaya çıkınca, yazdığı Daily Beast
gazetesinden şutlanmıştı.) Konuyu hiç bilmeyen yeni kuşaklar,
neler döndüğünü anlamaya çalışırken, konunun meraklıları
her “salınan” belgede aydınlatıcı bir “hikmet” aradılar.
Benim elime geçen az sayıda belgeden, öylesine kulağıma kar suyu
kaçıranlar arasında yalnız şunlara rastlayabildim: Cinayetten 25
dakika önce, İngiltere’de Cambridge News Reporter gazetesine
telefon eden belirsiz bir isim, pek yakında patlayacak bomba bir
haber için Amerikan Büyükelçiliği’ni aramaları gerekeceğini
söyleyip telefonu kapatmış.
Dikkatimi çeken başka bir haber ise,
The Councilor dergisinin editörü Ned Touchstone, FBI’ın gizli
bir kaynağı tarafından ırkçı, beyaz şiddet yuvası Ku Klux
Klan örgütünün şövalyelerinden biri olarak tespit edilmiş.
Touchstone, Kennedy’den sonra başkan olan, yardımcısı Lyndon
Baines Johnson’un da siyasi kariyerinin başlarında Klan üyesi
olduğunu tespit ettiklerini bir görüşmede belirtmiş.
(Bu haber, iki farklı dikkatimi çeken
belge ile de örtüşüyor:
İlki FBI’ın, Teksaslı bazı
politikacıların Kennedy’ye bir suikast düzenlemek üzere
hazırlık içinde olduklarını anlatan bir belge, diğeri de
Sovyetlerin bütün bu komplonun arkasında Kennedy’den sonra
başkanlık koltuğuna oturan Johnson’un olduğuna inandıklarını
gösteren bir belge. Bu iki belgeyi kişisel deneyimlerimle
desteklemek istiyorum: 1965’te 8 yaşımdayken New York sergime
gittiğimde, cinayet henüz iki yıl önce işlenmişti. Babamın
yakın arkadaşı Dr. Nevzat Karataş herkesin şüphelerinin Johnson
üzerinde yoğunlaştığını ifade etmiş, cinayetten önce adı
bile duyulmamış bu yardımcının kim olduğunu anlamak için
insanların kentin telefon defterinde adını aradığını
aktarmıştı.
Uzun bir yazının sonunda ulaşacağınız
sonuçları size önceden söyleyeyim, ondan sonra analizi biraz daha
rahat, kahvenizi içerek okuyun.
- Trump’ın, son anda belgelerin ciddi bir kısmını Amerikan güvenlik kurumlarının baskısı ve ikazları nedeniyle açıklanmasını ertelemesi: Aradan neredeyse tam 54 yıl geçti, hala CIA ve FBI ve belki Beyaz Ev (Evet Saray değil, Ev) güvenlik danışmanları, bir çok belgenin “Ulusal Güvenlik” gerekçesiyle hala saklı kalması gerektiğini söyleyebiliyorlarsa, lütfen herkes biraz mantığını başına toplasın. Dünyaya 54 yıldır inandırılmaya çalışılan “Oswald tek katil” masalının doğru olabilme ihtimali sizce var mı? Oswald şayet Amerikan resmi görüşünün tek kişilik bağımsız çılgın katiliyse, onunla ilgili hangi bilgi bugün Amerikan güvenliğini tehlikeye düşürebilir sizce? Acaba New Orleans’ta son oturduğu mahallede bakkalının kızını hamile bırakmış da, gizlice kaçıp gitmiş mi o şehirden? Yalnız bu bilgi bile, konu hakkında pek bir şey bilmeyen insanları ortada bir abartılı anormal durum olduğunu algılamalarına yeter de artar bile!
- Bu basına ve kamuoyuna 54 yıl sonra verilen 2800 civarında ayrı bilgi dosyası hakkında, henüz çok az bir kısmını okumama rağmen, size şimdiden söyleyebilirim ki %99.5 ihtimalle aydınlatıcı bir “bomba” bilgi çıkmaz. Zaten o bilgi olsa, o da “Ulusal Güvenlik” adı altında hemen sümen altı edilirdi. Amerikalı bir siyasi araştırmacı olan Larry Sabato, durumu “dağınık şekilde sizi bekleyen bir milyon parçalı bir puzzle’a benzetmiş! Tabii bu durumda ortalığa “deli dumrul” gibi akan yeni dağınık bilgilerin konuya ışık tutabileceğinden emin olamıyoruz. Özellikle ciddi bir şaşırtıcı bilgi getirip düğüme bir gevşeme taşıyabilecek “hassas bilgiler” ısrarla -en azından ilkbahara kadar- gizli tutulmaya devam edecekse... Bu milyon parçalık puzzle o kadar aşılmaz bir kale durumunda ki, koca New York Times, milyonlarca okuyucusuna çağrı yapmış: JFK cinayetinin bağımsız araştırmacılarından, şu ya da bu nedenle onlara anlamlı gelebilecek bir bilgi veya fotoğraf yorumları olursa, bunu hemen kendileriyle paylaşmalarını rica etmişler.
- Aslında JFK cinayeti konusunda yeterince araştırma yapmış ve mantığını kullanmaktan kaçınmayan ufku açık insanlar açısından, ortada 54 yıl sonra gelebilecek bölük pörçük bilgilerden çok daha önemli zaten elde hazır bekleyen çuvallar dolusu bilgi var. Bunları beyninde taze odacıklarda tutmayı başarabilenler için, olay zaten “resmi” olarak çözülmese de, tüm çıplaklığıyla ortada duruyor. Mesela ben bu insanlardan biriyim. “Dünyayı Değiştiren 8 Saniye” sergim için, okumadığım kitap, görmediğim film kalmadı bu konuda. İki kere Dallas’a ve New Orleans’a gittim. Şeytanın avukatlarıyla bu konuda resmen satranç oynadım. Bütün bu verileri bilmesine rağmen “Bu cinayette hiçbir komplo yok. Deli Oswald, tek başına gelmiş cinayeti öylesine işlemiş” diyen çıkmaz mı? Tabii çıkar. Nasıl mı? Nasıl dünya rezaleti Ergenekon ve Balyoz davalarında, FETÖcü savcılara keyifle inanıp, sabah akşam aydınlarımızı ve askerlerimizi suçlayan 2. Cumhuriyetçiler ve ardından Yetmez ama Evetçiler yok muydu? İşte nasıl onlara inanan bahtsızlar çıktıysa, Warren Komisyonu masalına inanıp, işi Oswald’a ihale edip dosyayı kapatmaya meraklı o kadar sorumsuz veya artniyetli insanlar yaşıyor ki dünyada, “pes” diyip sayfayı çevirmek kalıyor size!
AMERİKA’DA JFK PARANOYASI HALA
YAŞIYOR!
Bakın size belki zor inanacağınız
bir şey söyleyeyim: Bugün uçağa atlayıp Dallas’a gitseniz, ve
Texas School Book Depository (TSBD) ve çevresinde, Kennedy’nin
vurulduğu yerlerde biraz gezinip, birkaç saat geçirip, insanlarla
konuşup olayın derinine inmeye kalksanız ya siz fotoğraf çekerken
biri görüntüye girmemek için kaçar, ya çevrenizde peydahlanan
gözlüklü bazı insanlardan rahatsız olursunuz ve takip ediliyorum
hissi alırsınız. Ben şahsen FBI’ın o bölgede rutin olarak
keşif yaptığına yemin edebilirim. Mesela çevredeki insanlarla
cinayet hakkında konuşmak isteseniz, bazıları bunu hiç istemez,
bazıları da isim vermek istemez! Kennedy cinayeti konusunda emin
olun Amerika’da paranoya, fişlenme korkusu, hepsi hala dimdik
ayakta!
YENİ KUŞAĞA VE BELLEK TAZELEMEK
İSTEYEN HERKESE ÇILDIRTICI HATIRLATMALAR!
Hani Oswald’a “suikasti tek başına
yapan delinin biri” deniyor ya... Bakalım gerçekler neler
söylüyor! Bir siyasi gezi düşünün ki, gelen tehditler ve
suikast ihbarları yüzünden yapılıp yapılmaması defalarca
tartışma konusu oluyor. Buna rağmen John F. Kennedy, Fort Worth,
Dallas, Austin ve Johnson City’den oluşan o seyahate çıkma
kararı alıyor. Başkan, Dallas’a tüm ikazlara rağmen vardığında
kendisini bekleyen kentte en büyük gazetelerden birinde, Dallas
Morning News’de çıkan tam sayfa ilan, sanki bir savcılığın
verdiği idam kararı gerekçeleri gibi... “Amerikan Gerçekleri
Bulma Komitesi” başlıklı bir saldırı ilanında, Komite Başkanı
Bernard Weissman imzalı metin en küstah ve saldırgan dille JFK’e
12 soru yöneltiyor. Kennedy’yi Monroe doktrinini bırakıp,
Moskova ruhuna dönüş yapmakla suçlayan metnin geneli tüyler
ürpertiyor. Yine aynı gün, sokakta el ilanları dağıtılıyor
özgürce (!) Bu imzasız kağıtların başlığında Kennedy’nin
önden ve yandan fotoğraflarının altında “İHANETTEN ARANIYOR”
cümlesi yer alıyor. Suç dökümünde, Anayasa’ya ihanet, ABD’nin
güvenliğini tehlikeye düşürmesi, Komünist provokasyon kokan
ırkçı gösterilere olanak tanımış olması ve Amerikalılara
sürekli yalan söylemesi gibi iddialar yer alıyor. Yani JFK’in
Dallas Love Field havaalanına iniş yaptıktan sonra içine yürüdüğü
sıcak ortam bu.
KORUMA GARDI NASIL ISRARLA
DÜŞÜRÜLDÜ?
Tüm bu siyasi gerginliğin yanısıra,
o gün uçaktan indiği andan itibaren halkın gösterdiği büyük
sevgi seli arasından, öğle yemeğine geçerken yol alacağı
güzergahta, koruma kalkanının hangi noktalarda ve ne şekilde yok
edildiği üzerinde düşünmeye değer. Bir gece önce, Kennedy’nin
korumaları, (Clint Hill hariç) Fort Worth’de sabahın erken
saatlerine kadar Cedar Bar’da eğlenirken, güvenlik kodlarının
en önemlilerinden birisini yok sayıyorlardı. Başkanın o günkü
yol güzergahı, sihirli eller tarafından değiştirilmiş, Main
Street’ten dümdüz giderek Stemmons Freeway’e çıkmak yerine,
kortejin Main’den sağa Houston’a, oradan da solu takip ederek
TSBD önünden çok keskin bir dönüşle ilerideki köprünün
altından geçerek Stemmons Freeway’e yani otobana çıkması
gündeme alınmıştı. Bu başlı başına bu kadar tehdidin
ortadında yarı intihar demekti çünkü Başkan’ın limuzininin
hızı böylece, saatte 10 km’ye kadar düşmüş oluyordu. Burada
asıl anlaşılması gereken nokta ise, Kennedy’ye hazırlanan
suikastin, önceden tebliğ edilen güzergahta değil, son anda
değiştirilende konuşlanmış olmasıydı. Yani son anda
değiştirilen güzergahı, “yalnız suikastçi Oswald” nereden
biliyordu? Tesadüfe bakın ki, bu yol değişiminde söz sahibi
olanlar arasında olan Dallas Belediye Başkanı Earle Cabell,
Kennedy’nin 1,5 yıl önce CIA’den uzaklaştırdığı, bu
istihbarat kurumunun 2 numaralı ismi Charles Cabell’in kardeşiydi!
Bu arada Başkan’ın gardının düşürülmesi konusunda hiçbir
detay göz ardı edilmemişti. Mesela Limuzinin sağından ve
solundan onunla beraber gitmesi gereken motosikletli polislere
“arkada kalmaları” söylenmişti! Bir de bunun üstüne
limuzinin sağ ve sol yanındaki pedestaller üzerinde ayakta durması
gereken polislere de “buna gerek olmayacağı” söylenmişti. Ama
bununla DA yetinilmemiş, Başkan’ın arabasının hemen arkasında
olması gereken basın ve TV muhabirlerini taşıyan araba, 6. sıraya
itilmişti. Anlaşılan münasebetsiz görüntüler pek
istenmiyordu!! Arka sıralara atılan arabalar arasında... Başkan’ın
korumaları da vardı dersem tepkiniz herhalde argoya doğru kayar
değil mi? Kennedy’nin tüm gardı düşürüldü ve kaderin
ağlarını örmesine olanaklar sonuna kadar tanındı. Halk
sokaklarda, korkulanın ve tehditlerden duyulanın tam tersine,
çılgınca bir nümayiş yapıyordu Kennedy’nin geçtiği her
noktada... Texas Valisinin eşi Mrs. Connally, o gürültünün orta
yerinde gülümseyerek Kennedy’ye döndü ve “Artık Dallas’ın
sizi sevmediğini söyleyemezsiniz değil mi sayın Başkan?” diye
sordu. Bu Kennedy’nin duyduğu, kendisine söylenmiş ve algıladığı
son cümleydi. Araba neredeyse durma noktasına gelecek kadar
yavaşlayarak sola doğru o sert virajı aldı ve o yolda belki 35-40
metre gitti. İlk kurşun o anda patladı ve herkesi ıskaladı.
Kennedy “Neydi bu yahu?” der gibi baktı etrafa. Ne kadar
ilginçtir ki, o anda Başkan’ın limuzınini kullanan ajan hiç mi
hiç hızlanmadı. Tam tersine yavaşladı sanki... Sonra toplamda
kimine göre 6-7, bana göre belki 8 saniyede herşey oldu bitti.
8 SANİYE’NİN ÖNCESİ VE
SONRASINDA, NELER OLMUŞ OLABİLİR?
TSBD yani Texas Okul Kitapları
Deposu’nda çalışan Oswald, o gece karısından ayrı Dallas’ta
yaşadığı evde değil, Dallas’ın dışında, Marina’nın
yaşadığı Ruth Paine’in evinde kalmış ve büyük ihtimalle bir
süre önce posta siparişi ile aldığı Mannlicher Carcano marka
tüfeği beraber çalıştığı arkadaşının pikapında getirmiş,
ona da taşıdığı şeyin perde kornişleri olduğunu söylemişti.
Diyelim ki, dünyanın en çelişkili
yaşamına ve geçmişine sahip olan bu çılgın genç cinayeti tek
başına işleyecek olsaydı, altıncı katta yeleştiği yerden
Başkan’ın arabası Houston’dan kendisine doğru yaklaşırken
ateş eder, onu rahatlıkla alnından vururdu. Halbuki limuzin,
Houston’dan sola döndüğünde, artık viraja yaklaştığı için
yavaşlayacak bir araba değil, ilerideki otobana Başkanı götürmek
için yavaş yavaş hızlanacak ve de ondan uzaklaşan bir araba, bir
hedef. Tek nişancı olsa, hangi sniper bu seçim hatasını yapardı
lütfen bana söyler misiniz?
Konu üzerine profesyonel şekilde
eğildiğim son çeyrek asırın tecrübesiyle konuşuyorum: İki
veya üç noktadan, en az 5-6 el ateş edildi. Yani 6. Kat dışında,
biraz ilerdeki Çimenli tepeden ve belki TSBD’nin arkasında
bulunan Dal-Tex binasından. Konunun yalnız 3 kurşun olamayacağı
da zaten savcı Jim Garrison 1967’de yeniden açtığı davada
resmen kanıtlandı. Garrison, “sihirli kurşun” teorisiyle, tek
katil iddialarını çöplüğe yolluyor. Şöyle ki, Kennedy’ye
isabet etmeyen o ilk kurşun, yolda sekip orada duran James Tague’in
yanağını sıyırıyor. Bu bilinen kayıtlı bir durum. Son
kurşunun da JFK’in beynini dağıttığını biliyoruz. Demek ki
meşhur Warren Komisyonu’nun bulgularına göre yalnız üç kurşun
atıldıysa, elimizde Kennedy ve Connally’deki diğer tüm yaraları
açıklayacak yalnız tek kurşun kalıyor. İşte sihir ve keramet
(!) orada başlıyor.
- Sihirli Kurşun ilk olarak Kennedy’nin sırtından, aşağıya doğru 17 derecelik bir açıyla vücuda giriyor. Birinci yara...
- Sonra yukarıya doğru hareket ederek Kennedy’nin vücudunu boğazından terk ediyor. Bu, ikinci yara...
- Kurşun 1,6 saniye havada hareketsiz kaldıktan sonra önce sağa, sonra sola dönerek Connally’nin vücuduna doğru ilerleyip sağ koltuk altının tam arkasından giriyor. Üçüncü yara...
- Bu kez 27 derecelik eğimle aşağıya doğru yönelen kurşun Connally’nin beşinci kaburga kemiğini kırarak göğsünün sağ tarafından dışarı çıkıyor. Dördüncü yara...
- Vücuttan çıkan kurşun sağa dönerek Connally’nin sağ bileğine giriyor. Beşinci yara...
- Kurşun Vali’nin dış kol kemiğini kırarak bilekten dışarı çıkıyor. Altıncı yara...
- Olağanüstü bir U dönüşü yapan kurşun son olarak Connally’nin sol bacağına saplanıyor. Yedinci yara...
Tüm
bu akıl almaz çelişkili resmi yorumları Oliver Stone’un
unutulmaz JFK filmi, aslında en güzel şekilde anlatıyor. Kennedy
davasında uzman Adli Tıp Patolojisti Dr. Cyril Wecht, konuya
oldukça esprili bir şekilde, Warren Komisyonu Raporu’nun
kütüphanelerde kendine belgeseller veya tarihi kitaplar
raflarında değil, ancak Güliver’in Seyahatleri ve Huckleberry
Finn gibi hayali hikayeler arasında yer bulabileceğini söyleyerek
yaklaşıyor.
Demek ki “en az 5, belki 7 kurşun
atıldı” diyenler haklı ve o 7-8 saniyede kimse üç kurşundan
çok atamayacağına göre, Oswald ateş etmiş olsa bile tek kişi
değil -ki ben daha çok tüfeği 6. kattaki başka bir atıcıya
taşıdığına inanıyorum.
CİNAYET SONRASI GERÇEĞİN ÜSTÜNÜ
ÖRTMEK İÇİN YAPILAN ÇABALAR
Cinayet işlendikten yalnız birkaç
saat sonra, 6. katta bulunan silahın sahibinin Oswald olduğu
saptanıyor ve kayıtlı ikametgahında şok geçiren karısı ve Ms.
Paine varken yapılan aramada tabii ne Oswald ne silahı
bulunabiliyor. Oswald, Dallas’ta kaldığı odaya uğrayıp,
tabancasını alıyor ve kendisine durmasını söyleyen Tippit
isimli bir polisi de iddialara göre vurup kaçıyor. Yolda cirit
atan polis arabalarından saklanmaya çalışırken, tedirgin
hareketlerle herhangi bir sinemaya filmin ortasından girip, orada
polisler tarafından yakalanıyor. Ondan sonraki birkaç saatte
Dallas Polis Merkezinde sorgulanırken de katil olduğunu reddedip
“Ben yem olarak kullanıldım” anlamına gelen, “I’m just a
patsy” sözünü ısrarla kullanıyor. Buna rağmen Türkiye’de
ve tüm dünyada, ertesi gün sabah halka ulaşan gazetelerde “tek
katil” olarak Oswald’ın adı yayınlanıyor. Yani asrın
cinayeti, 5-6 saat içinde kanıtsız olarak, suçlamayı rededen tek
kişiye, daha o zamandan ihale edilmiş! Bu arada başka neler
yapılıyor dersiniz? Cinayetin en büyük delili olan JFK’in
giydiği kıyafetler, hastanede el konularak yok ediliyor. Cinayetten
6-7 saat sonra uçakla Washington’a dönerken oldu-bittiye
getirilerek “Başkanlık yemini” eden Johnson’un emriyle
Başkan’ın limuzini yıkamaya yollanıyor! Zaten takip eden 24
saatte, durumdaki her verinin, varılmak istenen sonuca uygunluğu
resmen hazırlanıyor. Önce 6. katta bulunan Mauser tüfek, acilen
“Mannlicher Carcano” olarak kayıtlarda değiştiriliyor.
Dünyanın en önemli başkanı öldürülmüş, demek soruşturmayı
yürüten polisler, ele geçirdikleri sözde cinayet silahının
markasını anlamaktan ve okumaktan acizler, yerseniz! Ardından, ilk
gün 6. katta yapılan aramada bulunan boş kovan sayısı 2 iken,
ertesi gün bir yeni heyecanla (!) 3.sü bulunuveriyor.
Başkan’ın naaşı cinayet günü
kavga konusu olduktan sonra, apar topar Washington’a Bethesda
askeri hastanesine götürülüyor otopsi için. Otopside neler
yaşandığını anlatmak için ayrı kitap yazmak lazım. Şu
kadarını bilin ki, katılan Dr. Humes, o ortamda gizli ajanların
odaya girip yaptıkları baskıdan yılarak günün sonunda elindeki
kendi el yazısıyla yazdığı otopsi raporlarını yakıyor.
Boğazdaki “giriş yarası”, çıkış yarasına benzesin diye,
genişletiliyor. Beynin arkasındaki occipital bölgedeki ağır
çıkış yarası, dev hasar göz ardı ediliyor. Çünkü ispat
edilmeye çalışılan şey, beyni dağıtan kurşunun önden
girmediği!
Daha aynı cinayet günü yaşanırken
olanlar arasında şunlar var: Cinayetin hemen sonrasında, Başkan’ın
arabasının geçtiği noktanın ön sağında yer alan çimenli tepe
bölümünden silah sesleri duyan ve hatta duman çıktığını
görüp oraya koşuşturan yoldaki izleyicilere, FBI kimliklerini
tutan ajanlar mani oluyorlar, “buraya giremezsiniz şimdi” diye
kovalıyorlar. Aynı şekilde, cinayet mahallinde olup ifadesi
alınanlardan “Çimenli tepeden ateş edildi” diyenlere büyük
baskı konuyor ve hatta tehdit ediliyorlar. “Üç kurşundan daha
fazla atıldı” diyenlere “Hayır, siz yankı duydunuz. Yalnız
üç kurşun atıldı” diye fırça çekiliyor sorguyu yönetenler
tarafından. Olay mahallindeki herkesten kameraları toplanıyor ve
sonra bir daha ortaya çıkmıyorlar.
OSWALD'IN PLANLI İNFAZI, CANLI
YAYINDA NASIL GERÇEKLEŞTİRİLDİ?
Oswald’ın kayda alınmış net bir
sorgusu yok. Elimizde yalnız, Dallas Polis Merkezi’nde o
kalabalığın ortasında, bir yerden diğerine götürülüp
dururken, basının kaşısına çıkarılıp, onların sorularına
yanı verdiği görüntüler var. Cinayet Cuma günü işlendikten
sonra, Pazar günü Oswald’ın Dallas Polis Merkezi’ndeki
hücresinden Şehir Hapishanesine transferi gerçekleştirilecek. O
gece biri Polis Merkezi’ne telefon edip, Oswald’ın bu transfer
sırasında öldürüleceğini ihbar ediyor. Ama bu telefonu kimse
ciddiye alıp değerlendirmiyor. Aslında bu transferi kimsenin ruhu
duymadan yapmak için sanki ihbara gerek mi var? Buna rağmen Oswald,
iki ajan arasında, elleri kelepçeli olarak Polis Merkezi’nin
bodrum katından indirilip arabaya binmek üzere onlarca kişi
arasında yürütülürken “Oswald” diye bağırarak ona hamle
yapan Carousel Club isimli gece kulübü sahibi Jack Ruby tarafından
midesine sıkılan tek kurşunla infaz ediliyor. Gizlice
götürüleceğine, kurbanlık koyun gibi yüzlerce onca kişinin
ortasına çıkarılan Oswald’a daha sonra ambulansta, mide
kanamasını hızlandıracak, ölümü kaçınılmaz kılacak kalp
masajı yapılıyor! Birkaç saat sonra, JFK’in de götürüldüğü
Parkland hastanesinde can veriyor.
DÜNYANIN EN BÜYÜK İZ
KARIŞTIRICISI OLARAK OSWALD
Lee Harvey Oswald, sanki tüm yaşamını
“insanlar arkamdan araştırma yaptıklarında, buldukları her
bilgiyi iptal edip, ters yönde farklı yollara da girsinler, hep
başlangıç noktasına dönsünler” mantığıyla ve çabasıyla
yaşamış. Bulabildiğim en önemli veri, tüm ergenlik yıllarını,
“I Led Three Lives” (Üç Yaşam Sürdürdüm) dizisini izleyip
etkilenerek geçirdiği... Bu dizide Herbert Phildricks isimli FBI
ajanı olan bir reklam müdürü, aynı zamanda Amerikan Komünist
Partisi üyesiydi ve bu üç farklı yaşamda çarmıha gerilmiş
yaşıyordu. Oswald gerek Sovyetler’e iltica ederken, gerek soğuk
savaşın ortasında ABD’ye dönerken, kendisini Castro karşıtı
veya destekçisi gösterecek eylemlere girişirken, hedefi sanki
tarihin en büyük kafa karıştırıcısı olmaktı. Oswald’ın
masum olmadığı malum. Yoksa kafayı tarihle ve ABD-Sovyetler
gerilimiyle bozmuş bir insan, niye Başkan’ın geçişini iyi bir
yerden seyretmeyip, o anda kafeteryada kola içtiğini iddia etsin?
Niye cinayetten sonra “araştırmaya” gönüllü katılan
binlerce insandan biri olmak yerine, hızla olay yerini terk edip,
evine 5 dakika uğrayıp, tabancasını alıp kendini sokaklara
atsın?
GERÇEKLERİ BİLMEK İSTEMEYEN
DERİN AMERİKA
Cinayetten sonra olanları hızla
gözden geçirelim. Ertesi haftanın başından itibaren ABD, Vietnam
politikasını toptan değiştiriyor. Çekileceğine, asker sayısını
arttırıp, orada çamurun içine “tam saha pres” dalıyor!
Böylece Kennedy’nin savaş halinde olduğu Pentagon, CIA ve FBI
derin nefes alabiliyorlar. Aynen büyük silah tüccarları ve
kapitaller gibi... Amerika ve tüm dünyanın aydınları, işçileri,
genç insanları Türkiye dahil ağlarken, onlar bayram yapıyorlar.
Çünkü derin ABD’nin önünü tıkayan, CIA’yi bin parçaya
bölmekle tehdit eden, FBI’ın çete başı Edgar Hoover’i
görevden alacağı artık herkes tarafından bilinen büyük engel,
“sistemin baş belası” ortadan kaldırılmış durumda! Ayrıca
Rotschild ailesinin Amerikan Merkez Bankası adına dolar basma
hakkını geri alması böylece sağlanıyor ve İsrail’in Kennedy
tarafından önü kesilen atom bombası sevdasının da tekrar önü
açılıyor. İşin ilginci, olayların hiçbir safhasında Kennedy
ailesi, ortaya hiçbir ağır baskı koymuyor. Bu arada, cinayetin
bir komplo sonucu olduğunu savunan, ya da bu doğrultuda
kullanılabilecek tüm şahitler teker teker yok ediliyor! İnanılmaz
yöntemlerle... Ne Robert ne de Ted Kennedy, ne eşi Jackie, olayın
örtbas edilmesine karşı herhangi bir savaş vermiyorlar. Sanki
başlarına gelecek büyük felaketlerin farkındalar.
Gelelim en beterine: Oswald’ın
katili Ruby, kendisini sorguya gelen kukla Waren Komisyonuna “Burada
size gerçekleri anlatamam, herşeyi açıklayacağım, beni
Washington’a transfer edin” diye adeta yalvarıyor. Earl
Warren’in yanıtı hızlı ve sade: “Seni Washington’a transfer
edecek ne paramız var, ne de güvenliğimiz.” İşte ABD’nin JFK
cinayetine bakışının özeti bundan daha iyi ifade edilemez! O
anda “derhal” deseler, Ruby, belki Oswald’ı önceden nasıl
tanıdığını CIA ile ilişkilerini, kendisine mafya tarafından
Oswald’ı öldürmesi için nasıl baskı yapıldığını, son
gece Polis Merkezi’ne gelen ihbar telefonunu aslında kendisinin
yaptığını ve daha nice gerçekleri anlatacak. Ama Amerika,
gerçekleri bilmek istemiyor, işin özeti bu. Çünkü o gerçeklerin
özeti, 22 Kasım 1963’te yapılan açık darbenin ta kendisi!
GELELİM TEKRAR BUGÜNE:
Şimdi Trump’ın açıkladığı veya
açıklamadığı belgeler konusunda tekrar bugüne döndüğümüz
zaman, neden sanıldığı kadar önemli olmadığını ve göreceli
kaldığını bilmem size anlatabildim mi? Çünkü bugün o
belgeleri medyada veya istihbarat katında değerlendirecek olan
Amerikalılar, 1963’ten size aktardığım trajikomik sabotajları
ve komploları yapan derin Amerika’nın devamından ibaret!
Aralarında zaman kavramından bağımsız gizli bir antlaşma var!
Onlar, yani FBI ve CIA baş a olmak üzere, tüm istihbarat
birimleri, tersine olayın örtbas olmasını istiyorlar hala!
Onların bugün size doğruları aktarmak için büyük bir çaba
içinde olduğuna inanıyorsanız, buyrun devam edin. Bazı işe
yaraması olası belgeleri de, Nisan 2018’de de bize
aktaracaklarına inanmıyorum. Hele Trump’ın ABD’sinin, JFK’in
böyle bir aşırı sağ darbeyle devre dışı bırakıldığını
kabul etmeleri mümkün değil.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)