27 Temmuz 2016 Çarşamba

AYIN KARANLIK VE ÇİRKİN YÜZÜ... | Bedri Baykam | 26.07.2016


FETÖ’cü darbeye karşı çıktık. Kendi halkını kurşun yağmuruna tutabilen, tankları üstüne sürebilen alçak ve vicdansız insanların darbe girişimlerini lanetledik. Yine Türkiye üstüne kimin hangi oyunları sahnelediğini algılamak için bilgi ve yorum antenlerimizi sonuna kadar açtık. 15 Temmuz günü ve gecesi neler yaşandığına bakıp anlayamasak bile ipuçlarından yola çıkarak parçaları birleştirdik ve traji-komediden dramaya seyreden akışın parçalarını birleştirmeye çalıştık. Şehitlerin her birinin kahredici hikayelerini dinleyip gözlerimiz yaşardı. Ama bunların hiçbiri, Türkiye’de şu an yaşanmakta olan cadı avının içine düştüğü çirkin tabloları doğrulamaz.
Size ve bana göre demokrasi uğruna kendini feda eden gençler, subaylar, teyzeler birer şehit olabilir. Bu benim de kullanmayı seçtiğim tanımlamadır. Ama bu “bu tanımı kullanmayanlar alçaktır, toplumdan tasfiye edilmelidir, linç edilmelidir” anlamına gelmez. Çünkü bu şekilde düşünmeye başlarsanız, ortada ne demokrasi, ne çoğulcu düşünce sistemi, ne de özgür tartışma ortamı kalır. O zaman şunu demiş olursunuz: “Bir devlet büyüğü çıksın ve bir metin veya açıklama yazarak neler söylememiz gerektiğini bildirsin. Biz de ister 15 Temmuz hakkında, ister başkanlık sistemi hakkında aynı kelime, mantık ve açıklamalarla aynı görüşleri ezberleyerek görüş bildirelim”. Bu papağanlığa birçok ad verebilirsiniz ama herhalde “demokratik tartışma” diyemezsiniz. Habertürk kanalında, “şehit” kelimesini kullanmadığı için hakkında medya ve sosyal medya yoluyla linç girişimi başlatılan Prof. Dr. Nurşen Mazıcı’nın başına gelenler, ülke olarak “ayın karanlık yüzüne” nasıl teslim olduğumuzu bize en iyi şekilde kanıtlıyor. Bu tartışma bir kahvede başlayıp oradan polisiye bir olaya dönüşse, başka bir durum olurdu. Ama demokratik bir tartışma ortamı yarattığını iddia eden bir haber kanalı bu ilkelliğe düştüğü zaman, konu farklı boyutlara taşınıyor. Mazıcı benim gibi veya orada bulunanlar gibi düşünmeye, aynı kelimelerle bir olayı betimlemeye zorlanamaz. Bunun bir haber kanalında özrü yoktur. Habertürk ve tüm diğer kanallara sesleniyorum: Bu teslimiyetçiliğin sesi olacaksanız, gerçekten penguen belgeseli yayınlamanızı tercih ederim. Çünkü Habertürk’ün bu olayla tartışma platformlarının saygınlığına düşürdüğü gölge çok üzücü. Burada popülizme kaymadan bir özür dilenmesi ve bu hatanın bir ders olarak işe yaraması gerekiyor. Aksi takdirde yarın başkaları çıkıp “sen nasıl ‘Reis’ tanımlamasına kaşı çıkarsın?” veya “sen nasıl kurucumuzdan ‘Atatürk’ adıyla bahsetmezsin?” veya “sen nasıl Gezi’de verdiğimiz canlardan söz ederken onlar için şehit tanımlamasını kullanmazsın?” veya “sen nasıl ‘Allah” adını anarken c.c. demeden söze başlarsın?” diye aynı baskıları kurarlar, stüdyoları dağıtmakla tehdit ederler. Marmara Üniversitesi’nin olayın ardından kuyunun dibinin dibine düşerek “Mazıcı hakkında soruşturma açılacağını” panik içinde duyurması, rezaletin boyutlarını genişleten ek bir utanç vesikası. Onlar da bu beyanlarını düzeltene kadar, bir “üniversite” olma vasıflarını kaybettiler.
Benim gibi düşünmeyen -hatta bu da yetmez- aynı kelimeleri kullanmayan ölsün” mantığı, Ortadoğu/şark demokrasi parodilerinin akmış makyajı gibi. Bunların “Basın Bayramı” gününe denk geldiği ve bir de darbenin “medya özgürlüğü sayesinde” durdurulabildiği ballandıra ballandıra anlatıldığı süreçte, herhalde referans yapılan “basın bayramı özgürlüğü” bu değildi! Habertürk mantığı ve sansürcülüğü ile konuya yaklaşırsak, darbe günü haberlere de sansür gelse o kahramanlık destanları nasıl gerçekleşecekti?
İşte böyle bir halet-i ruhiye çerçevesinde, bu ülkede diyanet kimi ölülere cenaze hizmeti veya mezarlıkta yer vermeyeceğini söyleyebiliyor. Bir başkası “hainler mezarlığı” açmaktan söz edebiliyor. Bir diğer “insan”, “bu sitede şu numarada oturan falan kişi, Zaman gazetesi okuyarak terör örgütünü finanse etmiştir, kendisini bu sitede istemiyoruz” diyecek kadar beyin kaybına uğradığını açığa vurabiliyor. Bu tavırların, 12 Eylül’den önce Cumhuriyet okurları hakkında “katli vaciptir” fetvası çıkaranlardan ne farkı var? Bir başkası, “Profesör Doktor Tayfun Uzbay” çıkmış, “Aziz Sancar derhal 15 Temmuz’u kınamalıdır” diye açık çağrı yapıyor! Nedir bunun mantığı? Sancar’a zorla bir şey yaptırma keyfi mi? Sancar bir gün açıklama yapmak isterse yapar, yapmazsa yapmaz. Yapmazsa Prof. Uzbay nasıl tepki verecek? Referandum isteyip “Nobel’ini iade etsin” diye kampanya mı başlatacak? İnsanların insanları biraz rahat bırakabildiği bir Türkiye, bir dünya olamaz mı? Koca koca profesörler, gazeteciler, meslektaşlarına ne yapıp ne yapmayacaklarını, neyi nasıl söyleyip söylemeyeceklerini tebliğ etmeye kalkışıyorlar... Ekranda ya da yazılı medya üzerinden! Allah akıl fikir versin... Herhalde 15 Temmuz konusunda bir tepki eksikliği yok toplumumuzda, değil mi?


MİLYONLARIN CHP MİTİNGİNE İHTİYAÇLARI VARDI
Tepki derken, CHP’nin düzenlediği miting, son derece etkili oldu. Tabii ki çeşitli eleştiriler her zaman getirilebilir, benim de var. Ama hepsinden mühimi, geniş sol muhalefet kanadının bir araya gelebilmesi ve özgüven tazeleyebilmesiydi. O meydanı dolduran yüzbinlerin, belki yarım milyonun ötesinde, ekranlardan gözü yaşararak o sahneleri izleyen her yaştan milyonlarca laik demokrat Cumhuriyetçi’nin buna fazlasıyla ihtiyacı vardı. “Bakın biz de buradayız, kimseden korkumuz yok” diyebilmeleri çok önemliydi. İşte yıllardır CHP için söylediğimiz “dev bir milyonluk miting düzenlemeli” sözleri, buna işaret ediyordu...


HAZİRAN HAREKETİ’NİN DESTEĞİ ARTIK SİNERJİ YARATMALI
Bu paragrafı açmadan önce Kılıçdaroğlu’nun konuşmasına getirmek istediğim birkaç yapıcı eleştiriyi vurgulamak istiyorum. Erdoğan’ın olayın 3-4 gün ardından yaptığı, “Taksim’e Topçu Kışlası’nı tabii ki yapacağız, cami de yapacağız, opera binası da yapacağız” sözleri açık bir meydan okuma ve ağır provokasyondu. İnsan, tüm partilerin desteğiyle darbenin engellenmiş olduğu bir ortamda, halkın huzurunu hiçe sayarcasına Gezi olaylarını başlatan umursamaz kararları tekrar dayatmaya kalkmaz. Ayrıca AKM’yi, Atatürk’ün adı ile tasfiye etmek ve stadlara uygulandığı gibi “Arena Opera” (!) ismi koyarak yerine yeni bir tepki abidesi dikme planını kimileri anlayamamış gibi. “Bakın işte ne güzel opera binası yapacakmış” diyorlar! İşte Kılıçdaroğlu, Taksim Meydanı’nda konuşmasını yaparken bunlara hiç değinmedi. Gezi’den söz etti ama önümüzdeki günler için öne sürülen meydan okumayı yanıtsız bıraktı -ki, buna hakkı yoktu. Önümüzdeki süreçte, Kılıçdaroğlu’nun bu konularda çok daha hassas ve atılgan olması lazım.
Orada Haziran Hareketi’ne katılan tüm arkadaşlara sesleniyorum: Artık siyasetin ve seçim sandıklarının matematikle olan ilişkisinin farkına varalım lütfen. Gezi günlerinin spontan ruhunda bir partiye ait olmayan, bağımsız bir asi ruh vardı ve iyi ki de vardı. Ama artık o muhalefetin somut bir partiye gerçekçi güç olarak akıtma vakti geldi. Sevgili “Gezici gençlerin” artık siyaseti ciddiye alıp CHP’yi laiklik ve özgürlük taleplerinin merkezine koyarak hem sandıkları, hem de CHP’nin tutucu sistemlerini sarsmaları lazım. Bu sinerjinin olumlu bir taşma yaratmaması mümkün değil. Yeter ki herkes o niyetle işe başlasın. Zaten CHP yönetiminin yıllardır tekrarladığım şu mantıkla konuya bakması gerekir: “Benim dışımda başka bir muhalif sepete gidip heba olacak her bir oyu ölesiye kıskanırım, izin vermem. Her ne pahasına olursa olsun o insanları ikna ederim”. Tek bir oy, bir milletvekili değiştirebilir; tek bir milletvekili, bir tasarının 367 desteğe ulaşıp ulaşmamasına neden olabilir... CHP’nin kendi oylarına, gençliğin küskün ve boşa giden oyları eklendiğinde, günümüz Türkiyesi’nde çok güzel bir toprak kayması yaratır.


DURUMUN ÖZETİ:
Artık herkes aklını başına toplayarak idam diye hukuksuzca tepinen gözü dönmüşlerin ve sokak kabadayılarının baskılarına pabuç bırakmadan, nesnel tavırlar içinde, yarınlarda herkesi utandıracak linç kampanyalarından uzak durmalıdır. Gazetecilerin de göz altına alınmaları, tutuklanmaları bu ülkede ne ilk, ne de sondur. “Nazlı Ilıcak tutuklanmış” diye sevinenler varsa, bilsinler ki çok yanlış bir yoldalar. Karşımızda görüşlerine katılmadığımız, korkunç tepki verdiğimiz gazeteciler olsa bile kimse onlara terörist ve çete reisi muamelesi yapamamalı. Yoksa yarın da başkaları “Reis” bağımlısı veya “Atatürk sevdalısı” gazetecilere aynı muameleyi reva görürler. Türkiye şayet darbeyi durdurup demokrasiyi öne çıkardığına inanmak istiyorsa, o zaman ona göre hareket etmelidir. Bu da en başta şuradan başlar: Medya ve muhalefet, bize bilinçaltı olarak verilen “AKP darbeye karşı darbe yaptı” psikolojisinden bir an önce çıkmalı, iktidarın her hamlesi -şu anda OHAL geçerli olsa da- OHAL kurallarının limitlerine çekilmelidir. Yoksa bu ülke, FETÖ darbesini AKP’nin önünü kayıtsız şartsız açmak için durdurmadı, değil mi?


22 Temmuz 2016 Cuma

DARBE GİRİŞİMİ VE OHAL HAKKINDA UPSD BASIN BİLDİRİSİ

No: 2016/53                                                                                                                                                                         22.07.2016


DARBE GİRİŞİMİ VE OHAL HAKKINDA UPSD BASIN BİLDİRİSİ

15 Temmuz 2016, Cuma gecesi Cumhuriyetimize, devletimize karşı yapılan anti-demokratik, ilkel, akıldışı, trajikomik FETÖ’cu darbe girişiminin karşısında durduğumuzu, bu ilkel dayatmayı asla ve katiyen kabul etmediğimizi-etmeyeceğimizi, UNESCO resmi partneri International Association of Art, Türkiye Ulusal Komitesi, Uluslararası Plastik Sanatlar Derneği (UPSD) Yönetimi olarak Türkiye’ye duyurmayı görev biliriz. UPSD olarak, “Sivil Darbe” de dâhil olmak üzere, demokrasiye ve rejime yönelik her darbeye karşı olduğumuzu bu vesileyle üstüne basarak bir daha toplumumuza duyururuz.

Bizler daima insan hak ve özgürlüklerinin, demokrasinin, insan yaşamının, düşünce özgürlüğü ve özgür sanatın yılmaz birer savunucusuyuz. Basın özgürlüğüne, demokrasiye, insan hak ve hukukuna, laik ve Cumhuriyet devleti anlayışının savunulmasına, korunmasına, Atatürk ilke ve inkılâplarının yaşatılmasının gerekliliğine inanan sanatçılar olarak, yaşadığımız vahim olayların derin üzüntüsü içindeyiz.

270’e yakın vatandaşımızın korkunç şartlarda yaşamını kaybettiği elim olayların ardından TBMM’deki muhalefet parti temsilci ile liderlerin birlikte ve derhal aynı akıl ve mantık ile meseleyi kınıyor olmaları bizleri umutlandırmıştır. Bütün parti liderlerine teşekkür ediyoruz. Ancak olayın sonrasını da düşünerek, hak ve özgürlüklerin, demokratik, laik devlet anlayışının korunması için gerekli somut çabaları iktidar partisinden ve Cumhurbaşkanı’ndan beklemek de her vatandaşın hakkı. Savunduğumuz temel değer Cumhuriyet ve demokrasi olduğuna göre, bu darbe girişimine verilen tepki oranında, gerçek temel hak ve özgürlükleri yükseltmek ve geliştirmek de herkesin görevi. Bu şartlar altında ülkemizde alınan ve dün TBMM’de kabul edilen 3 aylık “OHAL” kararı maalesef bildiğimiz gibi her an çeşitli zaaflarla yüklü veya kötü niyetle fırsat kollayan kimi şahıs ve oluşumlar açısından suistimallere açık ve demokrasimiz açısından tehlikeli bir durum yaratmıştır. “OHAL”, iddia edildiği gibi demokratik şartları hızla tesis etmek yerine, tersine her uygulamasıyla halkı huzur, barış ve demokrasiden uzaklaştıran bir gerginlik ve ağır baskı vesilesi olacaksa, bunun toplumumuza sağlayacağı iyileştirici bir yarar olmaz. Bu nedenle devlet birimleri, muhalif oylara karşın kabul edilen OHAL’in, her uygulama ve düzenlemede son derece özenli ve dikkatli olmalı, suçlu arayışının bir “muhaliflere cadı avı” sendromuna dönüşmesinin kesinlikle önüne geçmesi lazımdır.

Ne yazık ki, darbe girişimi sonrası sözde “Demokrasi Bekçiliği” adına sokağa çıkan kitlelerin içinde, toplumun farklı katmanlarına sataşan, saldıran, saldırgan tavırlar gösteren, şeriatçı bayraklara sarılan ve sosyal medyada tehdit-kin yağdıran bir grup ortaya çıkmıştır. Yetkililerimiz öncelikle genç askerlerimize yönelik yapılmış linç girişimlerini de göz önüne alarak, derhal iç huzurumuzu tehdit eden bu duruma el koymalıdır.

Yine bizleri üzen başka bir nokta şudur: Yaşanan elim olaydan sonra, siyasi partiler tam bir söz birliği içinde ve toplum demokratik birlik arayışındayken, Cumhurbaşkanı’nın yine ısrarla Gezi günlerine meydan okurcasına “Topçu Kışlası’nın inşa edileceği, Taksim’e camii yapılacağını”ısrarla anlatması ve yine bizleri tepkiye itercesine, Atatürk Kültür Merkezi’nden söz etmeden “Opera Binası” yapılacağını bildirmesi, vahim ve düşündürücüdür. Türkiye’de toplumun, artık daha fazla gerginlik ve ayrıştırmaya katlanacak takati yoktur. Bu nedenle, iktidar ve muhalefetin somut diyaloglara girerek yeni kavgalardan ülkemizi uzak tutması lazımdır.

Özellikle bu tavrın, devletin ve Kültür Bakanlığı’nın başta tiyatro, opera ve bale olmak üzere tüm sanat kurumlarını tasfiye etmek istercesine bizlere yaşattığı bir sürecin peşinden gelmesi son derece önemlidir. Halen çeşitli kurumlarda yer alan ve muhalif kimlikleriyle bilinen birçok sanatçı hakkında inandırıcı olmaktan uzak gerekçelerle soruşturma açan ve ceza yağdıran bir anlayış vardır. Bu tavrın artık derhal terkedilmesi ve sanatçılara reva görülen bu ilkel tavrın tarihe gömülmesi lazımdır. Aksi takdirde “demokrasi zaferi” iddiaları ile geçen darbe girişimi sonrası dönem tabii ki inandırıcı olmaz.

Artık bu ülkede, demokrasi, barış ve huzurdan söz eden herkesin, ciddi ve güvenilir şekilde sözlerinin arkasında durması, sanat ve düşünce ortamının hak ve özgürlüklerine karşı, en az kendi bölgelerine tanıdıkları saygı ve özgürlüğü göstermesi lazımdır.

Ayrıca başta PKK ve IŞİD olmak üzere, ülkenin barışını, güvenliğini ve huzurunu tesis etmek için diğer terör örgütleriyle de sürekli olarak sahada mücadele veren değerli TSK mensuplarına ve polislerimize de sahip çıkılması, yaşanan vahim olayların toplumun bu kademelerinde güven ve diyaloğu yerle bir etmemesi gerekir. Kimse şunu unutmamalıdır ki, hangi siyasi anlayıştan olursa olsun, kentlerimizde huzur  içinde yaşayıp çalışabilmemiz ancak asker ve polisin başarılı görevleriyle mümkün olabilir.

Darbe girişimi yüzünden olağanüstü ve kahramanca bir direnç gösteren ve yaşamını kaybeden kıymetli TSK mensuplarımızı, polislerimizi, güvenlik güçlerini, her yaştan vatandaşlarımızı, şehitlerimizi sevgi, saygı ve rahmetle anıyor, ailelerine sabır ve metanet diliyoruz. Kalbimiz onlarla beraber...

Bizler, bu vesile ile, ülkemizde sanat ve özgür düşüncenin toplumun aydınlanmasında temel ana rolünden feragat etmeden hangi şart altında olursa olsun, kararlılık ve inançla mesleğimizin tüm gerekleri doğrultusunda çalışmaya devam edeceğimizi değerli halkımıza ve kamuoyuna saygıyla duyururuz.

Saygılarımızla…

Bedri Baykam

UPSD Başkanı
IAA Dünya Başkanı
IAA -UNESCO resmi partneri

UPSD Yönetim Kurulu

Bahri Genç
Tijen Şikar
Murat Havan
Fazilet Kendirici
Ceylan Mutlu
Aslı Özok

20 Temmuz 2016 Çarşamba

AKLA ZİYAN BİR 15 TEMMUZ AMATÖR MÜSAMERESİNİN BİLANÇOSU | BEDRİ BAYKAM | 19.07.2016

Dünya tarihinin tartışmasız en trajikomik “darbe”si cumayı cumartesiye bağlayan gece yaşandı. Yeryüzü oluştuğundan beri daha absürd, daha rezil bir “darbe girişimi” görülmemiştir. Akla ziyan, amatör bir müsamere olarak bile sınıfta kalacak bu seviyesiz saçmalık, o gece gözlerimizin önünde etrafa cerahat saçarak uzadı gitti. Siz hiç özellikle kendini o maçı oynamış gibi gösteren, ama kazanmamak için her şeyi yapan bir takım gördünüz mü? “-mış gibi yapmak” diye bir deyim vardır dilimizde; 15 Temmuz gecesi yaşanan olaya yakıştıracak başka bir tanım bulamıyorum. Benim de hakkımda hazırladıkları iğrenç uydurma iddialardan sonra aleyhlerinde davacı olduğum ve onca başka aydın-gazeteci-yazar hakkında en uydurma, en çirkef iddiaları hazırlayabilmiş FETÖ, her kılığa girebilen, her senaryo ile toplumun her kademesine en beklenilmedik anda saldırmayı DNA’sına yerleştirmiş, hırsı aklından evvel giden bir çete... Atatürkçü yazarlar, TSK, Fenerbahçe derken, bu sefer toptan devlete saldırıp ele geçirmeye çalıştılar. Sonuçta 15 Temmuz gecesi de yine o malum hırslarına mağlup oldular! Kendi Parlamentoları’na ve kendi halkına silah ve bombaları doğrultarak utanılası bir “ilk”in faili oldular bu ülkede...


TARİHİN PALYAÇOLUK ZİRVELERİNE TIRMANAN TRAJİKOMEDİ
Önce olayın yapılış saatinden başlayalım. Bu konuya da zaten bir çok yazar parmak bastı. Her ne gerekçeyle olursa olsun, 22:30’da darbe yapıyorum diye yola çıkan bahtsız sefillerle kimi kıyaslayabilirsiniz ki? Mesela gece 03:00’te, ana okuluna giden bebelerin evine dayanıp kapıyı panikle açan annelere “teyzeciğim, çocukları bana verin, ben hepsini toplayıp doğum günü pastası keseceğim” diyen mahallenin abisi ile bu darbeciler arasındaki beyincik ebadı, kıyaslanabilir durumdadır. Boğaziçi Köprüsü’nü tek yönlü olarak bloke ettiği andan itibaren, darbecinin beyni her yeni hamleyle birlikte o bizim abininkinden daha da geri kalmaya başlıyor. Nedir o köprü? İktidarın oksijen tüpü mü? O anda halkı yolda perişan edip, küfür yiyerek mi darbecilik oynayacaksın? İlkokul çağında mısın da, bu zihni sinir fikirleri icat etmeye kalkıyorsun? Neyin kumandanısın? Bu beyinle evdeki TV kumandasını bile kullanamazsın sen! Ayrıca bu çağda hala “darbe” yaparak halkı arkasına alabileceğine inanan cahil gerçekten kaldı mı? Demek FETÖ’cularda da görüntüde bile ruh, çağı yakalayamamış (!)
O gece aklıma ilk gelen “mantıklı yorum” (!) şuydu: Herhalde Fethullah Gülen buradaki adamlarına Türkiye saatini düşünerek “darbe saat 04:00’te olsun” demiş, ama onun konuşlanmış adamları bunu “Hazret 04:00 dedi, bizim saate göre bu akşam 21:00 ediyor, Haydin Yallah” deyip işe koyulmuş, böylece zaten tarih ve demokrasi kitaplarının yüzkarası olmak dışında, bir de maskarası olmuşlardır. Başka bir açıklama bulamıyorum! Peki, köprü dışında hangi komedi noktasına gidiyorlar? TRT binasına! Herhalde Evren’e danışmışlar önceden, o da onlara kendi marifetlerini böyle anlatmış. İyi de yıl 2016, TRT’yi izleyen, bazı yandaşlar dışında kimse kalmadı ki! Millet 800 farklı TV kanalında, Twitter’ında, Facebook’unda... Ama akla ziyan takım 3-5 genç askeri TRT’ye yollayarak işi bitirdiğini sanıyor! Saat farkı şakası dışında akla gelen tek açıklama, darbeyi saat 03:00 olarak planlamalarına rağmen, bilgi sızması olduğu için hızlı hareket etmeye zorunlu kalmaları... Dünkü Sözcü’de bildirinin darbeyi aslında 03:00 olarak gösterdiği belirtiliyor. Yani son anda darbeden vazgeçeceklerine, İngilizce deyimle “abort” edeceklerine, (abortion=kürtaj) komedi filmi çekimlerine start vermişler!

MİT SAAT 16:00’DAN BERİ DARBEYİ BİLİYORMUŞ, ZİRVENİN HABERİ OLMAMIŞ!
Bu gece 01:00 haberlerinde ve gün boyu, CNNTürk’te , MİT Müsteşarı’nın saat 16:00’da devlet kademelerine darbe istihbaratını haber verdiği detaylarıyla anlatıldı. Hatta, sözde alınan önlemlerle beraber... İyi de bu taze bilginin özrü kabahatinden büyük mü desek, ne desek? Madem böyle bir kesin istihbarat veya yoğun şüphe devreye girmiş, o zaman neden Cumhurbaşkanı ve Genelkurmay Başkanı üst düzeyde korumaya alınmadı? Türkiye bu kadar güçsüz bir ülke mi? Daha dün Cumhurbaşkanı, “ben öldürülmekten veya kaçırılmaktan son anda, 10-15 dakika farkla kurtuldum” demedi mi? Peki, öyleyse MİT bu bilgiyi neden zirvede koruması gereken kişilere ulaştırmadı? Son haberler “ulaştırıldı” diyor bir yandan. Yok ülke hava sahası askeri uçuşa kapatılmış, yok birlik ve tank hareketleri yasaklanmış... İyi de Cumhurbaşkanı’nın saat 20.00’den önce haberi olmuyor, onda da korunamıyor bile... Tesadüfen kurtuldum diyor... Bunu bırakın Türkiye’de, dünyada mazur gösterebilecek tek kişi var mı? Sanmıyorum... O zaman biz en iyisi bu konuyu MİT, Cumhurbaşkanı ve Genelkurmay Başkanı arasında bırakıp kendi işimize bakalım. Çünkü bu tarif ettiğimiz durumun mantıkla veya istihbaratla bir ilişkisi yok. Bizi ve herkesi aşar... Aralarında aradan 4 gün geçtikten sonra oturup anlaşıp, birbirlerine durumu inandırıcı şekilde aktarabilirlerse, ne mutlu onlara! Daha inanılmazı, o gece konuyu ne bakanlar biliyor, ne de düğünde derdest edilen büyük kuvvet komutanları!
Bu arada tüm TV’ler açık, hepsi yayına devam ediyor ve her birinde hala bu “kalkışan” bir avuç “hırs mağlubuna” inanmamaları konusunda yayın yapılıyor. Bu yayınlar sayesinde birçok noktada sivil, asker, resmi, herkes nihayet gardını almış oluyor! Cumhurbaşkanı’nın oteli, kendisi ayrıldıktan bir saat sonra basılıyor. Uçağı veya indiği havaalanı Allah’tan bombalanmıyor, Atatürk Havalimanı’ndan da yapılan göstermelik 1-2 saat işgalden sonra çekiliyorlar. Sözde darbe yaptıklarını sanıyorlar, ama Genelkurmay Başkanı ve bazı kuvvet komutanları dışında tutukladıkları veya tutuklamaya kalkıştıkları tek hükümet üyesi veya üst düzey insan yok. Hem de hiç birine saat 16:00’da alınan istihbarat ulaştırılmamış olmasına rağmen... Ayrıca hiçbir darbenin tarihte halka karşı yapılamayacağını bilmeyenler, bir cuma gecesi Köprü’den sonra havalimanında da halkın bedduasını alıp iyice batmaya devam ediyorlar. Tabii her kanalda yedikleri küfür ve alay da işin cabası! Beyinleri maşallah 0 kilometrede!


MEDYANIN DEMOKRASİ SINAVI” ESAS ŞİMDİ BAŞLIYOR
Meşhur bir laf vardır ve ne hikmettir ki, en çok bu topraklarda rağbet edilir ona: “Bir yalan, ne kadar büyük, ne kadar grotesk olursa, o kadar çok inananı vardır” diye... Maşallah, beklenilmedik bir refleksle o gece gerçekten büyük bir sınav veren sevgili medyamıza, Hükümet bile teşekkür etmek durumunda kaldı. Nasıl “bir gün herkesin hukuka ihtiyacı olacak” dediysek, işte o zatlar da “bir gün herkesin özgür medyaya ihtiyacı olacak” gerçeği ile karşı karşıya kaldılar. Ama medyamızın “demokrasi ile sınanması” aslında daha bitmedi, yeni başlıyor... Çünkü dört gün boyunca “kalkışma”nın artık ezberlediğimiz haber ve yorumları ile bu konuyu kapsama alanına aldım sanmak yetmez! Yukarıda MİT ile ilgili sorduklarım dahil, alttakilere kadar sayısız soru yanıt bekliyor...
Şimdi değerli medyamızın acilen yanıtını araması gereken sorularla kuşatılmış durumdayız: Mesela bu darbeyi Ordu’nun küçük bir kısmının yaptığı söyleniyor. Hadi diyelim %10-15’i... Yanılıyorsak da öğrenelim. Belki % 5, bilemem. Her neyse, demek ki Ordu’nun yüzde 80 veya %90’ı o anda rejime ve Cumhurbaşkanı’na bağlıydı. Peki Ordu’nun bu ezici çoğunluğu neden 5 saat boyunca devreye girip tepki veremedi? Herhalde dizi seyretmiyorlardı! Bu sorunun yanıtı aramaya değmez mi? Onlar yerine TV’de Cumhurbaşkanı’ndan emir alan halk mı siper olmalıydı? Üstelik o anda MİT’in 7-8 saattir bildiği bir konuda! Ülkenin başkenti ve en büyük kentinin hava sahasını koruyacak herhangi bir sistem yok mu? Örneğin Washington, Londra veya Buenos Aires’in hava sahası bu kadar uzun süre saldırıya uğrasa, onlar da böyle seyreder miydi? Peki ya o sokakların durumu? 1. Ordu köprüye 300 asker yollayıp bu fiili duruma müdahale edemez miydi? Bu ülkenin vatandaşları olarak, bu soruyu sormak, bizim hakkımız değil, görevimiz!


YANITI OLMAYAN BAŞKA SORULAR ORTADA GEZİNİYOR
Bir diğer akla ziyan soru daha geliyor, sıkı durun. Bütün gazetelerde vardı: Hava Kuvvetleri Komutanı Abidin Ünal ve en yüksek rütbeliler, “o” gece Moda Deniz Kulübü’nde bir düğündelermiş. Otopark yetkililerine göre, saat 23:22’de otopark pistine inen (Kaynak: Hürriyet ve NTV) bir askeri helikopterden gelen kamuflaj üniformalı askerler içeri dalıp komutanlarla yaşanan kargaşa sonucu, onları kaçırıp hareket etmişler. İyi de, “darbe”nin kamuoyu önünde kör parmağım gözüne yapılış saati 22:30 civarı... 45-50 dakika boyunca tüm dünya Türkiye’deki darbe girişimini canlı izlerken, bizim en yüksek rütbeli askerlerimizin konudan nasıl hala haberleri yoktu? Bu gerçekten bulvar tiyatrolarında bile rastlanılmayacak kadar abartılı bir fıkraya benziyor. Sokaktaki adamın Twitter’i izlediği kadar ülke istihbaratını takip etmeyen insanlara mı emanet ettik kendimizi ve ülkeyi?
Hadi diyelim ki MİT, kim-kimden taraf emin olamadığı için haberi nerelere ne kadar yayacağını bilemedi. İyi de o anda dünya-alem biliyordu darbe girişimini!
Ardından ülke çapında müsamere devam ederken, siyasiler “millet” kartını devreye sokmaya çalıştılar. İşte bunu anlamam imkansız! Yani ordunun ezici çoğunluğu elinde, ama sen silahsız sivilleri, kurbanlık koyun gibi makinalı tüfeklerin, tankların önüne atıyorsun. Bu nasıl bir mantık, pek anlamıyorum. Bu kadar sivilin şehit düşmesinin ardında, MİT’in gerekli bilgiyi doğru mercilere gereken yıldırım hızında yayamaması ve düşüncesizce alınmış bu diğer karar var.
İşte başlarında tek yüksek rütbeli subay olmadan sahaya sürülen zavallı emir erlerinin kaderine bırakılan bu acayip “kalkışmanın” doğurduğu sorulardan küçük bir kesit. Elinde tüfekle “tatbikata gidiyorsun” diye sahaya sürülen genç asker ve karşısında demokrasi için ölmesi talep edilmiş siviller... Patlayan silahlar, küfürler, yumruklar, tekmeler, tanklar... Sonuç, ağır bir bilanço. Bu arada siyasilerin ardından tüm ülkenin camilerinde tekrar tekrar okunan ezanlar, verilen selalar ile sokağa çağrılan halk... Bunun laik demokratik bir rejime ve ülkenin iç huzuruna nasıl potansiyel bir tehdit oluşturabileceği olasılığını da belirtmeden geçemeyiz.
Şuna inanın ki, hiç komplo meraklısı bir insan değilim. Hatta “bu olay kime yaradı?” mantıksızlığından da hiçbir zaman hareket etmem. Ama burada tartıştığımız verileri kendisine ısrarla ve sükunetle sorup yanıtlarını aramayanlar beyinsizdir.


AĞIR GECENİN ARDINDAN YAŞANANLAR...
Halkın olayın en sıcak anında sahaya sürülerek demokrasiye sahip çıkması ne kadar güzelse, ne yazık ki görüntülere yansıyan şekilde, gencecik askerlerin linç edilmeleri ve değerli ordumuzun hakaretlere uğraması da bir kadar korkunç ve üzücü. İtiraf edelim, halkımızın büyük çoğunluğu erinden komutanlarına, askerlerimizi o tablolar içinde seyrederken içleri kanadı, gözyaşı döktüler... Ordu, bu Cumhuriyet’in temel taşında vardır. “Kafa kesilme” iddiasının doğruluğu veya yanlışlığı konusuna girmek istemiyorum. Ben o iddianın yanlış çıkmasını tercih ederim. Ama tabii sonuna kadar araştırıldıktan sonra bu yanıtın verilmesi lazım. Bu veya linçlere katılanların da en az darbe girişimcileri kadar ağır şekilde cezalandırılmaları gerekir. Halkın demokrasiyi korumak için bayrak ve sloganlarla, o gece kendini sokağa atması ne kadar doğal ve haklı ise, bu sloganlarda kimi unsurların haddini aşıp agresif bir AKP taraftarlığı veya ağır bir yobazlıkla, kendilerinden olmayan düşünce, kişi ve parti üyelerine saldırmaları da bir o kadar affedilemez. Çünkü bu kin, nefret ve şiddete çağrı suçlarının, darbeden aşağı kalır tarafı yok! Sosyal medyada okuduğum sayısız bildirim ve fotoğraflarda, videolarda gördüğüm salyaları akan kimi yobazlar, daha birkaç hafta önce yıldönümünü andığımız Sivas’ın ne yazık ki acı bir hatıraya dönüşmediğini, her an hortlayabileceğini bize tekrar kanıtladı. “Sokağa çıkın” çağrısı, üzücüdür ki kimi noktada, İslami Devrim gösterilerine dönüştü. Tekbirlerle, adeta Gezi günlerinin acısını çıkarmaya çalıştılar. Sonuçta o günlerde bir kere gördüğümüz için içimizin kalktığı o “palalı” tipolojisi, tekil olmadığını, ülkede ne yazık ki onca “palalı” yetiştirildiğini bize kanıtlayarak geri döndü. Sanki hiç askerlik yapmamışçasına, kendilerine üstleri tarafından verilen emirleri mecburen uygulamaktan başka suçu olmayan gencecik insanlara reva görülen ağır hakaret, saldırı, aşağılama ve işlenen cinayetler gerçekten korkunçtu.

ORTAK BİLDİRİ
Gecenin sonucu, gurur verici kritik anı, tüm muhalefetin gayet vakur ve bilinçli bir refleksle, anında “darbeye hayır!” demeleri. Bu konuda Kılıçdaroğlu, Bahçeli ve HDP Grup Başkan Vekili İdris Baluken’in hızlı tepkileriyle darbeyi siyasi olarak dayanaksız hale düşürmelerini gerçekten kutlamak lazım.
Dört partinin ortak bildirisinde dikkat çeken noktalar vardı. Birincisi o sabah bu işlemlerin hızla yapılabilmiş olması güzel bir gelişmeydi. Bu arada Bahçeli’nin o inatçı söyleminde bu sefer ısrar etmeyip HDP ile aynı bildiriye imza atması, işin sevindirici kısımları arasındaydı. Bunu 15 ay önce yapabilseydi, başka bir Türkiye’de yaşıyor olacaktık! Ama bir başka dikkat çekici nokta, bildirinin “laik, demokratik, hukuk devleti”nden söz etmemesiydi. Hatta ayrı ayrı ne laiklik, ne de hukuk devleti gündemdeydi bildiride... Kılıçdaroğlu, altına imzasını attığı bu bildiriye keşke “laiklik” tanımını koydurabilseydi.


İDAM VE SİLAHLANMA: AĞIR TEHLİKE İÇEREN TALEPLER
AKP, bu vesileyle yalnız FETÖ’cülerin değil, her muhalif gruptan insanın ister TSK, ister yargı, ister bürokrasiden ayıklanmaları işine girişirse, kimse buna şaşırmaz. Bu arada hangi hukuksuzlukların devreye girebileceğine de bakmak lazım. Örneğin Anayasa Mahkemesi’nin iki üyesinin, Alparslan Ertan ve Erdal Ercan’ın gözaltına alınabilmesi, bu konuda dehşet verici bir hamle. Çünkü normalde AYM kararı olmadan AYM üyeleri hakkında işlem yapılamaz. Bu üyeler hakkında önce gözaltı geldi, ardından daha ancak dün AYM kararı çıktı. Bu tavır Yekta Güngör Özden’in yorumuyla da, Taha Akyol’un yorumuyla da hukuka uygun değil. Çünkü muhalefete tahammülsüzlük AKP’nin DNA’sında var. Bu tahammülsüzlük, AKP seçmeni ve üyelerinde de olduğu için, meydanlarda kan içicilerin “idam isteriz” diye bağırıp ölüm sloganları atması da yine kimseyi şaşırtmadı. Başbakan’ın ve Cumhurbaşkanı’nın “halkımız isterse gündeme alırız” sözleri ağır popülizm kokuyordu: Hangi halkın isteği? Mesela ben ve sayısız arkadaşım, idam cezası istemiyoruz. O zaman bizim dediğimizi yapsın Sayın Cumhurbaşkanı! Medyada bir çok gazetecinin, kendilerine manşet çıksın diye “idam cezası” kartını sürekli sıcak tutmalarını esefle karşılıyorum. Birincisi, idam cezası olan ülkeler, hiçbir surette AB üyesi olamazlar. Herhalde bu olay nedeniyle AKP bile AB ile köprüleri toptan atmaya kalkışamaz. Ayrıca daha mühim nokta, idam cezası kana susamış bir güruh tarafından tekrar yasalaşsa bile, bu “kalkışma” için geçerli olamaz. Çünkü çıkarılan yasalar, geriye yönelik uygulanamazlar. Ha, uygulansa ne mi olur? İşte o zaman bu yönetim, 12 Eylül hukuksuzluğunun ortasına düşer. Erdal Eren’in yaşını illegal şekilde büyüterek onu idama yollamaktan farklı olmaz. Evrensel hukuka saygılı hiçbir ülke bu dayatmaları affetmez.
İdam olayına balıklama atlayan diğer parti ise yine MHP oldu. Partinin Grup Başkanvekili Erkan Akçay idama olan somut desteklerinin gerekçelerini saydıktan sonra “Vatan hainleri, teröristler, idam cezasının olmayışından cüret bulmuşlardır. (…) Biz, Milliyetçi Hareket Partisi olarak diyoruz ki vatan hainlerinin, teröristlerin ve terör elebaşlarının kalemi artık kırılmalıdır”. Ne kadar ilginç değil mi? Bir insanın canını almak için sabırsızlanan bu ilginç zat, kalem kırma imgesinin bile, Türk Hukuk’nda hakimin “Bu kararı bir kez daha almak istemiyorum, bu kararı aldığım kalemi kırarak da bunun son olmasını diliyorum” anlamında kullanıldığını bile bilmiyor. İtiraf edeyim onun adına yüzüm kızardı. Ayrıca “idam” diye tempo tutanlar veya “hak ettiler” diyenler şunu bilmelidir ki, o sehpalar bir kere kurulduğunda kimin canını alacağı hiç belli olmaz. Bu oyunlara hiç yeltenmemek, en sağlıklı çözümdür.
Çok tehlikeli başka bir çıkış, Cumhurbaşkanlığı Başdanışmanı Şeref Malkoç’tan geldi. O da “darbeye teşebbüs edenlere karşı milletin meşru müdafaa hakkını savunması için ruhsatlı silah verilmesinin önünün açılması lazım” demeye cüret etti. Bunun nasıl bir cinayetler dizisi veya iç savaşın önünü açacağını hesaplayamadan edilmiş sorumsuz sözlerdi...


AKP AÇISINDAN BİLANÇO
FETÖ çetesinin yarattığı darbe girişimi ile bir rejim depremi geçiren Türkiye’de iktidarın sahibi olan AKP’ye sormak lazım: Bugün darbeyi yapmış olan komutanların çoğu, şurada 7-8 yıl önce Balyoz davasının uydurma senaryoları ile alaşağı ettiğiniz namuslu subayların yerine geçirdiğiniz ve şimdi FETÖ’cü olduğunu yine sizin söylediğiniz subaylar değil mi? Hani şu “ne istediler de vermedik?” dediğiniz o bahtsız Hoca’nın adamları... Hani sizi kandırmışlardı ya... Hani biz Atatürkçü yazarlar hakkında olmadık hayali senaryolar dayatmışlardı... Türkiye’nin yaşadığı bu içler acısı senaryolar ve verdiği ağır insan kayıplarında, işte bu kandırılmanın ağır sonuçları var. Şimdi önümüzdeki YAŞ ve MGK kapsamında Türkiye’yi yönetenler, Balyoz ve diğer davalarda suçsuzlukları kanıtlanmış ama emekliye sevkedilmiş veya terfi ettirilmemiş gerçek komutanlarının durumunu acil olarak masaya yatırmalıdır. Aksi takdirde PKK, IŞİD, Suriye üçgeninde her köşede her an bekleyen tehlikelerle mücadele edecek Ordumuz, son 15 Temmuz kalkışmasının ardından sahaya sürecek yetkili donanımlı komutan bulamaz!


ERDOĞAN: BİR TAŞLA 8 KUŞ!
Gelin hızla sayalım:
1) Artık yurt dışında RTE tüm iddiaların aksine, darbe engellemiş bir demokrasi şampiyonu olarak görüldüğüne inanıyor.
2) Bu vesileyle TSK’yı, yargıyı, bürokrasiyi istediği gibi temizleyerek kendi ekiplerine yer açacak
3) Aynen eskisi gibi, artık kendisi şikayet edilen bir Başkan veya diktatör değil, tersine demokrasi mağduru, saldırıya uğramış, destek hak eden bir insan konumuna geçti!
4) 17/25 Aralık iddialarının artık ancak çöpe gidebileceğini, çünkü bunları hazırlayanların silahlı bir çete olduğunun bu olayla kanıtlandığını düşünüyor.
5) TBMM’nin çıkarabileceği idam yasası, artık siyasetin üstünde Demokles’in kılıcı gibi sallanacak ve muhalefeti caydırıcı bir unsur haline gelebilecek.
6) En azından bir süre, muhalefetin sesi kısılacak, destek metinleri ve demeçleriyle AKP, içte ve dışta nefes alacak.
7) Diploma konusu, artık büyük oranda gündemden düşecek, bahsedenler “paralelcilikle” suçlanabilecek!
8) Ve en önemlisi, en azından RTE’nin görüşüyle, Başkanlık ve Yeni Anayasa yolu bu vesileyle kılıfına uydurulup açılmış olacak.
Şimdi Erdoğan’ın tüm umudu, bu 8’li pakette...


VE MUHALEFET...
Muhalefetin acil olarak kendini 15 Temmuz tebrik ve dayanışma kutlamalarından çıkarıp o konu ortak bildiride halledildiğine göre, gerçek işlevini hatırlaması lazım. Aksi takdirde, Erdoğan bu gri günlerde ilerleyebileceği çok boşluk bulur. Umarım her bir lider, yarından tezi yok, “sana olan muhalefetimizin %1 azalması için hiçbir gerekçe yok. Bu darbe kalkışmasını, başka şekilde kullanmaya kalkma, ülkenin sorunları ve hukuksuz yapısı aynen olduğu yerde duruyor” demeyi ihmal etmez. Bizler mi? Yine bu antidemokratik grupların hiçbirinde yer almamanın gönül rahatlığını yaşıyoruz...


13 Temmuz 2016 Çarşamba

ÇAĞDAŞ TÜRK İNSANI, SANATIN DEĞERİNİ IŞİD KADAR BİLMİYOR! | Bedri Baykam | 13.07.2016




Yazının başlığını okurken çoğunuzun isyan ettiğini biliyorum. Baştan söyleyeyim, bu dikkat çekmek için konmuş bir tuzak değil. Ama ne kadar tepki gösterirseniz gösterin, şunu bilin ki bu yazıyı okuduktan sonra o başlığa da, bana da hak vereceksiniz. Bakalım haklı çıkacak mıyım?

Geçen haftaki yazımı okumamış olabilirsiniz. Elinizde yoksa, ODATV sitesinden bulabilirsiniz: “Şimdi Sanatın Zamanı mı?” başlıklı yazı, şu anda okuduğunuz yazının girişi sayılabilirdi. Sanatın zor dönemlerde öncelikler sırasında nasıl sona düştüğü, halbuki Avrupa’da savaş yıllarında bile insanların sanata nasıl tutundukları, Atatürk’ün savaş sonrası Cumhuriyet kurulurken resme, operaya, sahne sanatlarına, sinemaya nasıl sahip çıktığı gibi birçok veriyi hatırlatan bir yazıydı. Sonuçta “Her zaman, sanat zamanıdır” diyerek, sanatı yok saymak veya ondan uzaklaşmak için bahane arayanlara toplu bir yanıttı.

Gelelim sizin büyük ihtimalle açık provokasyon saydığınız bu başlıklı yazıya...

Öncelikle bir noktaya dikkatinizi çekerim: “Çağdaşlar, IŞİD kadar sanatı sevmiyor” demedim, “IŞİD kadar değerini bilmiyor” dedim. IŞİD tabii ki sanatı sevmiyor. Ama sanatın ne kadar önemli, değerli olduğunun farkındalar; kendi sapık dünyalarında her türlü deformasyondan geçirerek kafalarına göre yorumladıkları din olgusuna sanatı nasıl karşıt ve büyük bir rakip olarak gördükleri ortada. Onlar için heykeller, müzeler, sanatsal her türlü iz yok edilmeli, patlatılmalı, yakılmalı, yıkılmalı. Yani sanat, onların gözünde en önemli hasımlarından biri. Herhalde bu konuda anlaştık sizlerle: Hiç sevmiyorlar! Ama değerini ve önemini, ilk çağlardaki izlerinden itibaren biliyorlar.

Gelelim bizim kesime... Artık adına ne derseniz deyin, onları da sayalım: Çağdaş insanlar, beyaz Türkler, Atatürkçüler, liberaller, CHP’liler, DSP’liler, diğer partililer, magazin elitleri, yıldızlar... Saymaya devam etmeyeyim. Buradan ne çıkarmamız lazım? IŞİD’in, aşırı yobazların, tutucuların sevmediği sanatı, onlar sevecek, sahiplenecek diye düşünürsünüz değil mi? Bakın orada da, şu ayrımı yapmam lazım: Sahne sanatları olarak sayabileceğimiz sinema, tiyatro, konser, hatta opera ve bale bu saydığım kesimler tarafından seviliyor. Peki ya plastik sanatlar? Resimler? Heykeller? Çağdaş sergiler? Çağdaş sanat kitapları? Onlar bu büyük ailenin kara koyunları! “Sözde sevilen”, “sözde değer verilen”, “sözde uzaktan korunan”, saldırıya uğradığında adet yerini bulsun diye veya samimi duygularla sahip çıkılan çook uzak hısımlar gibi...

Yani anlayacağınız, biz çağdaş sanatçılara, yobazlar “hasım” diye bakıyorsa, çağdaş insanlar da “hısım” diye bakıyorlar! Şimdi de diyeceksiniz ki, “Nereden çıktı, abartıyorsun! Mesela sergi açılışları kalabalık geçiyor, meydanlara heykeller yapılıyor, sanatçılar itibar görüyor”.



İŞTE BÜTÜN BUNLAR KOCA BİR YANILSAMA!

Evet arkadaşlar, artık aynaya bakma zamanı. Bütün bunlar koca bir yalan, yanılsama! Bakın, siz hiç genel merkezi sanat eserleriyle dolup taşan bir parti gördünüz mü? Tabii yurt içinden söz ediyorum. Siz hiç CHP veya DSP’nin iktidar veya ortağı olduklarında, “Biz bu ülkede tek bir modern sanat müzesi olmamasından rahatsızlık duyuyoruz, bu utanca derhal son veriyoruz” dediklerini duydunuz mu? Hali vakti yerinde koca koca ailelerin kaçının -hani çoğu zaman kapital evliliği yapar gibi en az kendileri kadar zengin damat-gelin arayan aileler var ya- çocukları evlenirken onlara en değerli hediye olarak “resim” aldıklarını duydunuz? Bunun yerine elmas, zümrüt, pırlanta, at, kat, yat, araba... ya da koca bir ada alındığını duymuşsunuzdur çok! Halbuki zaman tünelini uzun vadede en iyi geçen yatırımın sanat olduğunu, en değerli mirasın sanat eseri olduğunu bilmeleri gerekirdi! Ama ne gezer! Hep lafta kalır sanata verilen önem. Ata’mızın o güzel sözleri hep hatırlatılır: “Sanatsız kalmış bir toplumun hayat damarlarından biri kopmuş demektir”. Herkes sergi açılışına gidip şarap içmeye, sohbet etmeye ve Atatürk’ün bu sözlerini hatırlatmaya bayılır. Ama kendisi bu sözlerin gereğini yapmaz. Çünkü Atatürk’ten sonra hiçbir hükümet döneminde eğitimde sanata verilen önem sürdürülmemiş ve ne yazık ki bu konu küçük bir grubun ilgi alanın şeklinde kalmıştır. Eğitimde ve hayatımızda sanatın yeri onlarca yıl boyunca ıskalanmıştır. 1940’larda, CHP’nin parti bilgilendirme gazetesi yayınlanırken tüm ön ve arka kapağında neler vardı biliyor musunuz? Türk sanatçılardan nü resimler! Bunu şimdi yapmaya kalksanız, maazallah ülke birbirine girer, “delirdiniz mi, partiyi batıracaksınız!” diye nutuk atılır. CHP’nin biz sanatçılara en yakın olan ismi, eski Kültür Bakanı dostum Ercan Karakaş’tır. Bu son dönemde seçilmeyen Karakaş, MYK’dan Kültür Platformu yöneticisi titriyle düşünce yerine.... hiç kimse atanmamış, o koltuğu makamıyla birlikte lağvetmişlerdir! CHP’nin de bundan duyduğu, duyacağı bir rahatsızlık olmamıştır. CHP’li belediyeler, sağ olsunlar, biz sanatçılara ve derneklere sergi salonu açarak katkı sağlarlar. Ama siz hiç içine girdiğinizde duvarları satın alınmış eserlerle kaplı ve biriktirdiği eserleriyle müze kurmaya çalışan bir Türk belediyesi gördünüz, duydunuz mu? Duyduysanız lütfen bana haber verin, ziyaret edip o keyfi ben de yaşayayım. Belediyeler arada heykel siparişi verip meydanlara güzel çağdaş eserler yerleştirirler. Heykel kültürü ne de olsa siyasetin şanındandır. Halkın gözünde direkt puan kazandırır. Ama resim veya çağdaş sanat merakları yoktur. Sergi açarlar, kokteyl verirler, ama kesinlikle eser satın alma “suçunu” işlemezler (!). Ne olur ne olmaz! Sonra dedikodu çıkar, yobazın biri “bak aha bu adam, resme, hatta bir videoya para vermiş yahu!” diye onu işaret etmeye kalkar. Ya da belediyelerin açtığı harika çağdaş sanat salonlarında şu milletvekilinin ricasıyla eşinin ve arkadaşlarının suluboya resimlerinin sergilenmesi istenir. Yahut bir Parti Meclisi Üyesi’nin “ricasıyla” gelininin el işleri veya seramik takıları o salonlara oturtulmaya çalışılır. Sonra o çağdaş sanat salonuna bakan sorumlu ve örnek profesyonellikte bir hanımefendi “bu işler öyle olmaz” diye itiraz edince, tez elden kellesi uçurulur. O büyük emeklerle hazırlanan sanat merkezlerinde, neden her kuşaktan sanatçıya ait ciddi sergiler açılması gerektiğini bilmezler. Sorarım kendilerine: O sıfatlarla kalkıp torpille yeğeninizi Fenerbahçe’ye veya Kartalspor’a zorla santrfor yapabilir misiniz? Ama konu sanat olunca buna göz yumulur, bu mekanizmalar devreye sokulur. Ne de olsa bu arkadaşların gözünde sanat o kadar da önemli veya dokunulmazlığı olan bir alan sayılmaz. Hem zaten o yöneticiler, belediyenin maaşlı elemanları değil midir? Nasıl kalkıp “hayır” diyebilirler koca sıfatlı siyasilere? Ayrıca o belediyelerde “sanatsal aktivite” deyince hemen akıllara çoğu sahil şeridinde olan çeşitli şenlikler kapsamında sergiler, imza günleri gelir. Yanlış anlamayın, bunlar da çok önemli ve değerlidir. Ama ne yazık ki orada bile yine belediye ismi vermeden, Trakya’da bu yazın başında yaşanan bir üzücü olaya parmak basmak istiyorum. En değerli şair-yazarlarımızdan Küçük İskender’in orada nasıl hak etmediği bir mağduriyete itildiğini birinci elden detaylarıyla biliyorum. Halbuki bu genç şair, yazar ve filozoflarımızın bizi önümüzdeki kuşaklara taşıyacak düşünürler olduğunu bilmeden “aktivite” olsun diye bu tip festivaller düzenlenemez. Kendisi hala bir özür bekliyor! Bunu yalnız o belediyenin yetkililerine değil, partinin MYK’sına bilgi olarak veriyorum. Bu tip festivaller de elbette değerlidir, ama hangi kuşaktan olursa olsun, sanatçılara kalıcı bir şeyler kazandırırsa ve hakkı verilerek düzenlenirse... Sonuçta, “bizim kesimler” için sanat tabii ki “güzel ve makbul bir şeydir”, yeter ki işin ucu paraya dokunmasın! Yani anlayacağınız “Biz sanatçıyı çok severiz, ama onun nasıl yaşayacağı bizi ilgilendirmez. Sergi açar, kokteylini yaparız. Bu onur da onun için yeter de artar bile!” Paraların ise, özellikle müteahhitlere aktarılması, bitmez tükenmez çeşitli yol, kaldırım, duvar, bina, her türlü beton, asfalt, çelik için saklanması lazımdır. Bütçede sanat eseri gideri diye bir kalem yoktur! Siyasi örnekleri en çok kendi partim CHP üstünden veriyorsam bunun nedeni, sanata parlamentoda en çok ve hatta tek değer veren parti bile bu durumda diye hatırlatmak içindir... Hem de hangi dönemde biliyor musunuz? AKP’nin sanat ortamı ile her gün takıştığı, her gün yeni bir çapanoğlunun can sıktığı, iktidarın sanatı ve sanatçıyı “yok” saydığı bir ortamda yaşanır bunlar. Bu “kritik” olgunun kimlere hangi sorumluluklar ve fedakarlıklar eklediği düşünülmez bile! Oysa maddi olarak en az imkana sahip Vatan Partisi’nin galerisi, yayınları ve orijinal eserleriyle nasıl kendi çapında büyük çabalarla sanata sahip çıkabildiğini de görüyoruz.

Antalya’da, Göcek’te, şurada burada otellere milyarlar yatıranlar, duvarlara en ucuzundan fotoğraflar veya fason üretilmiş basit dekoratif resimler asarlar. Mermere, İtalyan mobilyalara, hatta Fransız mimarlara para su gibi akıtılır, ama “boyacıya” para kaçırılmamalıdır! Resim koleksiyoneri olarak bilinen birçok işadamı da, kendi aralarında ne yazık ki kurdukları komik “birleşik akıllılar kulüpleri”ndeki cehalet yüklü dedikodularla, kendilerini müzayedecilerin spekülatif oyuncağı haline getirmişlerdir. Tek hedefleri, hala resim alıyorlarsa, ucuza iş kapatmaktır. Türk çağdaş sanatçılarının en güzide işlerini almak değil, birbirlerinin ellerinden ucuza iş kapmaktır hedefleri. Ya da “piyasa kötü” deyince, ellerini ovuşturarak fiyatların daha da düşmesi, sanatçıların adeta zorda kalacakları anların kollanması söz konusudur. Ne yazık ki bu ülkede “işler kötü, siyaset kötü, iktidar sanata düşman, sanatçılara bu zor günlerde sahip çıkılmalı-çıkalım” diyen koleksiyoner veya sanatsever sayısı, herhalde bir elin parmaklarını geçmez.



ANADOLU’DAN HENÜZ İLK TELEFON GELMEDİ!

Size söz veriyorum, bu ara başlığı daha sonra bir açık mektupta, bir makale başlığı olarak da göreceksiniz. Bir ilçemiz olan Alanya’dan Tufan Karasu’nun kendisi ve dernekleri adına, 25 yıl önceki çok başarılı ve somut sonuçlar getiren aktivitesini bir kenara koyalım, Anadolu’da, bizim kesimden henüz ilk çağdaş sanat talebi telefonu gelmemiştir. Bu benim deneyimim. Türkiye’de o şikayet ettiğimiz İstanbullu alıcılar ve birazcık da Ankaralı bazı sanatseverler olmasa, Çağdaş Türk resmi diye bildiğiniz işler de üretilemeyecekti! Çağdaş Sanat İstanbul’a sıkışıp kalmıştır! Halbuki biliyorsunuz Anadolu’da ne kaplanlarımız, ne aslanlarımız var, değil mi? Hani yaratıcı fabrikaları, büyük inşaatları ve girişimcilik ruhlarıyla, ABD’yi veya Avrupa’yı dize getirmiştir bu isimler... İşte bu örnek başarı hikayelerinin sahipleri, kendi topraklarında veya diğer ülkelerde evler, hanlar-hamamlar, oteller, arabalar, jetler alırlar... Ama bu kişiler dahil hala “peki duvarlarımıza neyi niçin asalım arkadaş?” sorusunu sormayı bilen olmamıştır. Halılar, akraba fotoğrafları, şelale resimleri, kaligrafiler veya İznik çinileri resimlerin yerini asırlardır fazlasıyla doldurmuştur zaten. Bir ülkenin nabzının önce sanatı ve sanatçısıyla attığını ne yazık ki öğrenememişlerdir.

Yani uzun lafın kısası şöyle diyebiliriz: Bu arkadaşlara göre Atatürk haklıdır. Sanat atar damarımızdır. Ben de Türkiyemizi, Cumhuriyetimizi seviyorum, fikirlerini sayıyorum, ama ne yapalım, anlamıyorum, ilgilenmiyorum, kendi özel hayatımda sanatı yok saymaya devam ediyorum” demiş olurlar, farkında olmadan.Her şeye harcanan para mubahtır, ne derseniz deyin helaldir, ama sanata harcana para zaten... kimseler duymasın ama enayiliktir” cümlesi bilinçaltlarının yansımasıdır.



AMERİKALI TÜRKLER’İN SANATTAN KAÇIŞLARI!

Peki en az 3-4 kuşaktır ABD’de yaşayan Amerikalı Türkler’e ne diyeceksiniz? Hadi diyelim ki, Anadolu kaplanlarımız, kültürel olarak kurak bir iklimde yaşadıklarından bu durumdadırlar. Peki doğduklarından beri müzeler, tiyatrolar, TV’lerde sanat belgeselleri arasında büyümüş, komşularının evinin her zerresinde sanat görmüş bu dostlarımız, Los Angeles’ta, Miami’de, New York’ta yaşayıp nasıl olur da Türk sanatçılara olan ilgisizliklerinden hiç bir rahatsızlık duymazlar? Bu sorunun yanıtını ben 30 yıldır kendime veremiyorum. Dünyanın en iyi doktorlarının, mühendislerinin en iyi üniversitelerde okumuş çocukları bile aynı yoldan gidip apartman, villa, lüks araba alır, ama sanat eseri almaz. Ülkesinin sanatçılarının eserleriyle “hava atabileceği”, böylece o kültür mücadelesi alanında mesela genç bir sanatçısına da oksijen verebileceği aklının ucundan geçmez. Soruyorum bu kardeşlerime: Bu durum sizin açınızdan övünç dolu bir tablo mu? İtalyan, Alman veya Yunan toplumlarının bu konularda ABD’de neleri başardığını hiç duymadınız mı? Hiç onlara imrenmediniz mi? Geçmişte veya bugün Amerika’nın eğlence veya yiyecek-içecek sektöründe en büyük şirketlerini zirveden yöneten, milyar dolarlara tek başına yön veren birkaç ünlü ismimizin de ne yazık ki aynı hatalara düştüğünü biliyor muydunuz?



KİM HAKLIYMIŞ?

Bu yazıyı daha sayfalarca uzatabilirim. Ama sanırım anladınız beni. Sanata ve sanatçıya değer ve önem veren bir ülke bu şekilde mi davranır? Bu kadar mı “ölürlerse ölsünler, nefesleri kesilirse daha iyi teslim olurlar” diye düşünür? Çağdaş Türkler teorik olarak, hatta bazen pratikte de, sanatçıyı severler. Ama tavırları, mesela evcil hayvanları çok sevip onların açlık susuzluklarıyla ilgilenmeyen sözde hayvanseverler gibidir. Veya bitkileri çok sevip kendi bitkilerinin nasıl beslendiğiyle ilgisi olmayan insanlara benzerler. IŞİD’in sanattan nefret ettiği oranın onda biri kadar sanatı sevselerdi, Türkiye’de sanat ve sanatçılar bu durumda olmazlardı. Sanatı sözde seven ama özde bu kadar uzak duran, üstelik bir de Atatürk’ün öğretisinden geçmiş başka bir toplum yoktur. Sanatçısının nasıl bu mesleği sürdürebileceği, nereden para kazanacağı ile bu kadar ilgilenmeyip, gencecik sanatçıların daha üniversiteden çıktıkları anda, “Yahu ben bu ülkede baltayı taşa vurdum, maddi karşılığı olmayan bir meslek yapıyorum” demesine umursamazca dudak büken başka bir ülke olamaz! Her sanatçının ve sanatçı adayının bir atölye kirası ödeyeceği, boya satın alacağı, yemek yiyeceği ve kendini geliştirmek için seyahat etmesi gerektiği unutulur, yok sayılır. Galiba üzülerek de olsa kabul etmeniz lazım ki, başlıktaki iddiamda haklı çıktım... Gerçekten yazık! Siz mi? Bence bu utancı şimdi burada gömerek, kendi devriminize koşabilirsiniz! Genç Türk sanatçıların, hatta yaşayan üç kuşaktan ruhu genç değerli sanatçıların, yıllardır bu bayrağı taşıyan inatçı aydınların sizi sabır ve son bir dirençle beklediklerini göreceksiniz!


ANTİPATİ ŞAMPİYONU MURRAY,WİMBLEDON’U 2. KERE KAZANDI! | Bedri Baykam


Murray hıçkırıklarla muzaffer bitirdiği Wimbledon finalinde, 25 yaşındaki genç rakibi Kanadalı Milos Raonic’i 3 sette 6/4, 7/6, 7/6 yenerek dünyanın en prestijli tenis turnuasını 2. defa kendi aktifine geçirmeyi başardı. Tabii tenis turneleri içinde kalan son büyük çim turnuası olarak bilinen Wimbledon’a artık çim demek biraz zor. Çünkü bugünkü final dahil, son turlarda, çimin arka çizgiyle buluştuğu tüm alanlar ve civarı, neredeyse turnuanın 2. haftasından itibaren topları kötü zıplatan bir toprak saha halini alıyor. Oyuncuların artık eskisi kadar fileye çıkmayıp bir çok puanı geride oynamaları da belki bu olguyu hızlandırdı. Sonuçta bugünkü finalde geriye düşen uzun toplardaki bir çok yanlış zıplama, oyuncuları arada deli etmeye yetti.



CENTİLMEN RAONİC, KÜFÜRBAZ ANDY’YE KARŞI!

Size önden itiraf etmem lazım ki, ben bu yazıyı salt bir tenis eleştirmeni ve eski tenisçi olarak değil, tuttuğu oyuncu kaybetmiş bir koyu taraftar olarak yazıyorum. Raonic, 2008’den beri profesyonel turda oynuyor ve ilk büyük başarılarını almaya başladığı 2011 yılından beri sürekli olarak tenis dünyasının en iyileri arasında. Bu turnuada 6 numaralı seribaşı olan Raonic, geçen yıl da dünya klasmanında ilk dörtte yer almıştı. Sonuçta son derece efendi, işimi yapan, tenisini oynayan, sahaya hiç bir negatif enerji taşımayan bir oyuncu Raonic. Son derece centilmen, sakin ve iyi anlamda “profesyonel”... Karşısındaki rakibi Murray’e gelince... Ne diyeceğimi bilemiyorum. Bir sporcu bu kadar mı antipatik olur? Bu kadar mı sahada kendi ekibine, kendisine ve bazen herkese küfrederek bu “asil” sporu ifa, ya da... iğfal eder!! Bu kadar mı fizik olarak imaj fakiri bir şekilde kendisini milyonların önüne en kötü saç-başla çıkar? Rakibinin kazandığı her puandan sonra Murray’i izlerken izleyici ister istemez hep şu sonuca varıyor: “demek rakibi almamış puanı, Murray vermiş. Ya hakem yüzünden, ya dizi yüzünden, ya bir seyirci yüzünden, ya yağmur yüzünden... Rakip hiç bir şey “kazanmış” olamaz!



MAÇIN AKIŞI

Maçın ilk seti başlarken buna benzer sebeplerle neredeyse bir futbol fanatiği gibi Raonic’i tutuyordum. Kanadalı tenisçinin servisiyle başlayan oyunda, her iki isim de servis kıramadan skor 3/3’e kadar geldi. O noktada Murray 15-40’ta ilk servis kırma puanını kaçırsa da. 2.sinde Raonic, nispeten kolay bir forehand voleyi fileye takarak servisini kaybetti. İlk setin sonuna kadar da rakibine kaptırdığı bu avantajı geri alamayınca, Murray ilk seti 41 dakikada 6-4 kazanmayı başardı.

2. sete yine Raonic başladı ve ilk setin kopyası gibi gelişen bu sette skor 3/3’e kadar karşılıklı kazanılan servislerle geldi. Bu noktada Murray yine rakibinin servisini kırma puanına ulaşınca, set benzerliğinin abartılı olacağını düşündüm. Ama Raonic bu durumu kurtardı. Aynı Raonic, 4/4’te de yine iki kez servisini kaybetme noktasına geldi ve yine işin içinden çıkmayı başardı. Her iki tenisçi de, 6/6’ya kadar birbirlerini rahatsız edemediler ve eşitlik bozulmadı. Tie-break’e başlayan Raonic oldu ve ilk puanda nefis bir servis çıkardı. Murray topu zar zor çeldi.  İşte o kolayca ezeceği basit topu Raonic alakasız bir şekilde backhandiyle fileye taktı ve servis puanını kaybetti. Arkası çorap söküğü gibi geldi ve Murray tie-break’i 7-3, seti de böylece 66 dakikada 7/6 alarak maçı 2-0’a taşıdı.

3. Sete farklı olarak Murray başladı. Bu sefer 2/2’de oyunu 15-40’a getiren Raonic oldu. İlk break ball’ı rakibini dışarı atan bir sert servisle kurtaran Murray, ikinci kritik puanda ralide üstünlük sağlayarak zor durumdan sıyrıldı. Bu setin sonuna kadar, aynen 2. Sette olduğu gibi taraflar birbirlerinin servisini kırmayı başaramadılar. Bu tie-break ya maça heyecan getirip Raonic’i tekrar oyuna sokacak, ya da Şampiyonluk 2. defa büyük Britanyalının olacaktı. Benim gibi “Raonicciler” yine büyük hayal kırıklığı yaşadılar! Aynen 2.set tie-break’in kopyası gibi, Murray yine bir anda kendini 5-0 önde buldu ve rakibinin fileye taktığı bir backhand’le de şampiyonluğunu gözyaşları içinde ilan etti.  Büyük Britanyalı tenisçi, böylece 2 milyon paund ödülü kazanmanın ötesinde, 1968 sonrası “açık tenis döneminde Wimbledon’u en az 2 kez kazanan 12. Tenisçi olmanın hazzını yaşadı.

Bitmez tükenmez hırsıyla da eminim kendisine hemen yeni hedefler koydu!



MURRAY NEDEN MAÇI ALDI?

Raonic, şu anda profesyonel tenis turunda, John İsner ve Ivo Karlovic’le beraber en sert ve en iyi servislere sahip tenisçi. Wimbledon’da da bu yıl ilk 6 maçında servisten direkt 137 puan yazdı, ki bu da maç başına 23 ace civarı ediyor! Halbuki bugünkü finalde Raonic, galiba 8 ace de kaldı! Böyle bir finalde kimse bunu beklemezdi. Bunun ilk nedeni tabii Raonic’in ilk defa böylesine büyük bir final oynuyor olmasının getirdiği psikolojik baskı. Bir diğer nedeni de Murray’in finalde Alman tankı mükemmeliyetinde çalışan servis karşılamaları ve backhandiyle yazdığı direkt puanlar. Raonic herhalde içinden isyan etmiştir rakibinin vurduğu olağandışı toplara, passing-shotlara.. Bunun sonucunda Raonic’in gereksiz hatalar yüzdesi de çok arttı. Filede vole ve smaçlarla kazandığı puanları böylece fazlasıyla çoğunlukla kendi basit hatalarından verdi. Murray’in inatçı ve sert geri oyunu onun aldığı riskleri arttırdı, mağlubiyeti hazırladı. Raonic, bir çok puanda hazırlamadığı toplarla fileye çıkıp üst üste moralini bozan passing shotlar yedi. Ayrıca kötü servisin getirdiği moral bozukluğu, tie-breaklerde fazlasıyla çöküşü hazırlayan güvensizliğin mimarı oldu. Ama Raonic, maçı kaybetti, gönülleri kazandı. Wimbleon’a önümüzdeki yıllarda adını yazdıramazsa yazık olur..



LENDL-MURRAY İLİŞKİSİ:TENCERE/KAPAK DURUMLARI!

Bana o kadar antipatik geldiğini söylediğim Murray’in bu önemli şampiyonada hocası kimdi dersiniz? 1980’lerin soğuk buzkesen şampiyonu Çek İvan Lendl. Kendi döneminin en antipatik tenisçisi olan Lendl, Fransız Açık’ta santrkorta maçını oynamaya girdiği zaman, resmen santrkort neredeyse boşalır, herkes yan kortlardaki maçları izlemeye giderdi! Lendl’in Murray’i büyük turnualarda önceki kadın tenisçi Amelie Mauresmo’nun ardından  çalıştırdığını duyunca şaşırmasam da, “bu kadarına pes” dedim! İki insan negatif emerji konusında bir birbirini, bu kadar mı iyi tamamlar! Bu kadar mı seyircilerin hayranlık ve nefret ilişkisi yaşadığı iki insan tencere kapağını bulmuş misali bir araya gelir?



MURRAY’İN “NİŞANLISI” KİM’İN TRAJİK KÜFÜR GAFI:

Murray’in artık sahalarda kanıksanan bağırış çağırışına, küfürlerine insanlar alıştı da, bunu da sollayan bir traji komedi yaşandı Wimbledon’da! Murray’in “kraliyet ailesi gelini” tipolojili sevgilisi-nişanşlısı-eşi, Kim Sears, Murray’in Berdych ile oynadığı maçta, Çek tenisçiye yine küfrediyordu, hem de ...Çekliğini öne çıkaran ırkçı ağır sözlerle! Durun daha bitmedi! Bunları yaparken aynı Murray locasında biraz uzağında kim svardı? Üstteki paragrafta kimliğini aktardığımız Çek eski şampiyon Ivan Lendl! Durun gülmeye başladınız ama biraz daha sabredin? Bugünkü maçta Murray’in küfürlerinden kim nasibini aldı? Ivan Lendl! Sebep mi? Tie-break oynanırken tualete gitmeye mecbur kalmış, yerini 2-3 dakika terk etmiş de ondan! Yanlış anlamayın, belki bilmezsiniz, tenisçiler eşlerinin antrenörlerinin anne-babalarının yerlerini terk etmesine dayanamazlar, orasını bilen tenisçiler bilir, hepimiz bu duyguyu yaşamışızdır. Ama Wimbledon sitesinde jurnal olacak kadar, kendi antrenörünüze milyonlar seyrederken sövemezsiniz! Ama Murray yapar mı, yapar! Kim tutar onu!

Siz yine de bakmayın benim bütün anti-propagandama!  Adam 2. Kere Wimbledon kazanmış, daha ne olsun? Olacak o kadar artık, o kazanacak, dedikodulara da katlanacak!

6 Temmuz 2016 Çarşamba

ŞİMDİ SANATIN ZAMANI MI?! | Bedri Baykam | 5 Temmuz 2016


Bugün bayram... Değerli halkımızın bayramını kutlarım. Umarım kırgınlar barışır, muhtaçlara yardım edilir, aramızdan ayrılmış büyüklerimiz ve şehitlerimiz ziyaret edilir, ruhları şad olur, barışseverlerin arzu ettiği o mükemmel dünyaya adım adım yaklaşırız. Sizlere ve tüm yakınlarınıza, ailenize en candan mutluluk dileklerimi iletiyorum.
Bayramın ilk günleri Bodrum’dayım. Belki de sizler bu satırları okurken, Yalıkavak’ta Art Suites Galeri’deki sergi açılışımda olacağım; iki ay boyunca da sergi devam edecek.
Bugün yine düşündüm gündemimizi, yazımın köşelerini belirleyecek olan karanlık olayları, bir hafta önce IŞİD’in patlattığı o iğrenç intihar bombacılarını, sürgündeki Suriyeliler üzerinden oynanan kirli oyunları, onları AKP militanına çevirme çabalarını, bu içler acısı durumun da malum emel(ler) için kullanılma durumunu ve daha nice olumsuzluğu.. Normalde yine bu salı da benzer konuları yazmamı beklersiniz. “Canım şimdi bu kadar felaket varken sanat mı yazılır, şimdi sırası mı?” diyeceksiniz. Kendinize göre de haklı olacaksınız. Ama bu hafta ben tersine karar verdim.


BUGÜN VE HER GÜN SANAT ZAMANI!
Çünkü artık anladık ki, ne bizim ülkenin ne de dünyanın olumsuzlukları, bu zaman diliminde bitmeyecek. Bu kaderimiz. Biz demokrasi kelimesine utanıp sıkılmadan ters takla attıran bölücülerin, sözde türban mağduriyetinden yola çıkıp hukuk devletini yok edecek kadar ileri giden yobazların cirit attığı, gizlice (!) İslami terör örgütlerine militan yetiştiren sözde çocuk Kuran kamplarının birilerinin korumasıyla ülke içine yayıldığı bir ortamda yaşıyoruz. Ve bu yarın değişmeyeceği gibi, benim yaşam dilimimde de değişmeyecek. Artık bunu anladım. Sağ olsun merkez sağ-sol partilerimizin tüm geçmiş liderleri! Geçelim...
İşte bu yüzden bugün inat ve ısrarla sanat yazacağım, sanat konuşacağım. Her ne kadar bu size “yanlış zamanlama” olarak gelse de, bence tam tersine tam zamanı! Çünkü “zamanı değil” diyenlere baksak, o “ideal zaman” hiç gelmeyecek. Yani bu hesaba göre bu ülkenin ressamları, heykeltıraşları, tüm çağdaş sanatçıları, müzisyenleri üretemeyebilir, aç kalabilir, ölebilir, yok olabilir, meslek değiştirebilir. Çünkü onlar bu olumsuz ötesi ortamda demek ki “Müslüman mahallesinde salyangoz satmaya çalışıyorlar”. Halbuki bugün değeri yok, zamansız, lüzumsuz olarak görülen ve öncelik sırasında son deliğin dibine itilen sanat, felsefe, şiir, roman bir ülkenin namusudur, akıp giden zamanda arkada bıraktığı evrensel ölümsüz değerlerdir. Tarih, Fransa veya dünyanın zor yıllarda yaşadığı felaketler kadar -veya onlardan çok daha fazla- aynı tarihlerde, 19. yüzyılda, Verlaine ve Rimbaud’nun yazdığı şiirleri, Monet, Pissarro, Degas, Van Gogh veya Gauguin’in yaptığı resimleri hatırlar. Bugünün Türkiyesi’nde de insanlarımız istedikleri kadar İnAli, BinAli sendromları ile meşgul olsunlar, geriye kalacak olan pırıltılar çağdaş sanatçılarımızın işleri olacak. Küçük İskender gibi, Cezmi Ersöz gibi, Kürşat Başar gibi genç yazarlarımızın kitapları; Fazıl Say, Pekinel kardeşler veya Levent Üzümcü, Orhan Aydın, Nilüfer Açıkalın gibi dostlarımızın müzik veya sahne performansları; üç kuşaktan sayısız değerli meslektaşlarım olan çağdaş ressamlar, sanatçılar; Ataol Behramoğlu, Ferhan Şensoy, Genco Erkal, Müjdat Gezen, Tarık Akan gibi bu makaleye sığamayacak kadar çok değerli aydınımızın ürettikleri ve duruşlarıdır, kalanlar...


ATATÜRK HANGİ ORTAMLARDA SANATA YOĞUNLAŞTI?
Sanat her dönemde Atatürk için bir öncelik olmuştur. Harpten büyük hasarlarla çıkmış genç Cumhuriyet’i inşa ederken sahne sanatlarına, tiyatroya, operaya ve resme, güzel sanatlara devlet adına bütçeden çok ciddi paralar ayırmış ve büyük emek harcamıştır. O günlerde Atatürk de rahatlıkla “Biz şimdi bir yandan isyanlarla boğuşup, diğer yandan açlıkla mücadele ediyoruz, daha yeni kuruluyoruz. Şimdi resmin, operanın sırası mı?” dememiştir. Dünyada da sanata önem veren ülkeler yaşadıkları savaşların hemen ardından operalarını, kültür binalarını hemen yeniden inşa etmişlerdir. Sanatçılar en zor günlerde de, bombardıman altında olsalar bile atölyelerini, kalemlerini canlı tutup üretmiş ve gerçek sanat severler onları desteklemeye devam ederek “the show must go on” cümlesinin sahne sanatlarına ve tüm sanatlara yerleşmesine olanak sağlamışlardır. Keza 11 Eylül sonrası Amerika’da da veya yakın dönemlerde Ortadoğu ülkelerinde de sanatçılar inatla ve ısrarla yollarına devam etmektedirler.
Atatürk, İnönü ve o dönemin devlet adamları bunu dememiştir ama daha sonra gelen tüm yöneticiler demiştir! Buna Ecevit de dahildir. Onun döneminde bile bir modern sanat müzesi kurma girişimi olmamıştır. Herhalde “şimdi sırası mı?” sendromuna takılmış veya belki akla bile gelmemiştir. Bugünkü siyasilerimizin de aklına dahi gelmediğini yaşayarak görüyoruz. Hem de AKP siyasetçilerinden söz etmiyorum, CHP’den söz ediyorum (Zaten etnik siyaset batağına saplanmış HDP veya AKP ile tutuculuk yarışına girmiş MHP’den bu konularda hiçbir şey beklenemez).
Atatürk kıt kanaat devlet bütçesiyle dönemin değerli Türk ressamlarından, Osman Hamdi’den Şeker Ahmet Paşa’ya, Nazmi Ziya’dan Namık İsmail’e, Avni Lifij’den Feyhaman Duran’a, İbrahim Çallı’dan Ali Avni Çelebi’ye yüzlerce eser aldırırken, Avrupa’nın göbeğinde Hitler, Alman, Avusturyalı ve bazı Fransız ressamların eserlerini toplatıp “dejenere sanat” (Entartete Kunst) diye sergiledi! Yani “işte böyle bir rezillik yaşanıyor, uzak duralım” diyerek, bunu “utanç örneği” olarak gösterdi... Kimbilir, kendi ıskalanmış sanatçılık kariyerinin hangi kuyruk acısı da bu tarihin karanlığına gömülen eylemin arkasındaki faktörlerden biriydi!? Almanya dev sanatçılar çıkarmış, ama Atatürk gibi bir çağdaş devlet adamı çıkaramamıştı.


HİTLER-IŞİD PARALELLİZMLERİ
Bugünlerde dünya ne yazık ki bu sefer yobazların heykellere ve sanat eserlerine -ve tabii insanlara- olan saldırılarıyla boğuşuyor. IŞİD ve Hitler katliamları arasında çok fark bulabiliriz. Ama bir tek büyük yakınlık vardır. Çıkış noktası ister köktendincilik, ister ağır faşizm olsun, arada dev bir ortak nokta var: Tahammülsüzlük, özgürlüğe düşman olma ve özgür düşünceye, bağımsız yaratıcı insan beynine son nefesini verdirene kadar saldırmak... Tek tip insan modeli ile, ister Nazi prensipleri, ister Ku Klux Klan ırkçılığı, ister IŞİD köktendinciliği ile saldırmak, başka hiçbir düşünce veya görme biçimini kabul etmemek, büyük ortak paydaları.
Sonuçta bizler de bugün, devlet katında karşılığı olmayan bir sanat yapıyoruz. Kültür Bakanlığı’nın bizlerle hiçbir ilişkisi yok. Çünkü, mazallah sonra “artizlik yapma lan” denilen takıma destek vermiş görünürler. Ben başka türlü izah edemiyorum yaratılan umursamaz boşluğu. Oysa toplumun “en anlaşılmayan”, “en gereksiz” ama değerli nesneleri bizim elimizden çıkıyor.

Sevgili arkadaşlar, bu yazı, konunun ilk bölümüydü. Haftaya –Allah korusun- olağandışı bir felaketle karşılaşmazsak, esas sizi ilgilendiren 2. bölümünü okuyacaksınız. Çünkü ne yazık ki bizim kesimin de zaafları, suça iştirakleri, farkında olmadan içine düştükleri umursamaz ortam da az buz bir negatif katkı sağlamıyor! Yani bizim Atatürkçü kesimin, partilerin, belediyelerin, işadamlarının, her kesimden halk katmanlarının içine düştükleri ağır hataları da haftaya okuyacaksınız. Özeleştirilere ve kendinizi sorgulamaya hazır olun. Tekrar iyi bayramlar!