20 Ekim 2012 Cumartesi

SAĞILACAK İNEKLER BORSASI.. / Bedri Baykam / Genc Sanat'ta yayinlanan son makalesi..




DÜNYA SAHNESİNE ÇIKARKEN TÜRK ÇAĞDAŞ SANATI’NIN ERGENLİK SİVİLCELERİ!
                                                                                                         Bedri Baykam

 TAM HERŞEY İYİ GİDİYOR DERKEN...
Çağdaş sanat piyasası mı dediniz? Onu bizim kuşak ve bir önceki kuşağın sanatçılarının çabası kurdu. Daha otuz yıl önce, Türkiye’de resim denince akla gelen tek rekabet, klasik ve empresyonist resimlerin kendi aralarındaki çekişmesiydi. Bizlerin yaptıkları ya burun kıvrılan ya bıyık altından alay edilen ya da anlaşılmadan bakılan bir “acayip nesne”den ibaretti. Bu arada “tutucu” figüratif sanatçıların baskısı da bizleri “doğmadan öldürmek” isteyen kararlı bir yoğunluktaydı. “Resme yazı yazılır mı?”, “Resimde siyaset olur mu?”, “Niye çıplaklık ve seks sizin için bu kadar önemli?”, “Bu resimde neyi anlatmak istediniz?”; bunlar gibi onlarca sorunun yanıtını verdiğimi çok iyi bilirim şaşkın bakışlarla bizi izleyen Nazmi Ziya, Eşref Üren ve Hoca Ali Rıza alıcılarına.
Genç sanatçılar yani bizden sonraki kuşak, bizim açtığımız sanatsal yolları, piyasayı seçti. O patika, yavaş yavaş toprak yola, oradan asfalta ve şehirlerarası otobana dönüştü. En azından görünüşe bakılırsa durum böyle...
Artık, birden bugüne atlarsak, 7-8 yıldır özel sanat müzelerimiz var, dış bağlantılarımız var, koleksiyonculuğa atılan holding patronlarımız var, galericiliğe soyunan koleksiyonerlerimiz var. Müze kurmaya karar veren ve bu modaya uyan daha da büyük koleksiyonerlerimiz var. Müzayede evi açan, müzayede furyasına katılan sanat tacirlerimiz var. Basının da damarlarına kan akıttığı bu çok hızlı gelişen özel durum olumlu mu? Tabii ki olumlu! Gazete sütunlarına baksanız, milyonlar havada uçuşuyor, her şey mükemmel gidiyor, piyasalar fırlıyor, müzayede evleri Türk resmini sürekli Dubai ve Londra arası gezdiriyor, her gün yeni meraklı potansiyel koleksiyonerler, bu yeni “booming” piyasaya akın ediyor! “Bundan iyisi can sağlığı” dediniz değil mi?

LONDRALI RESMİNİZİ NİYE ALSIN?
Ama tabii arada bazı yol kazaları da olmadı değil, özellikle de son dönemlerde. Hadi şu ya da bu yerel müzayedede işlerin iyi gitmemiş olması, anlık unutturulabilir veya geçiştirilebilir bir şey gibi olsa da, daha ağır vukuatlar da meydana geldi. Mesela ilkbahar sonunda yaşanan  “Londra’da uluslararası Müzayede evinin Türk Çağdaş Sanatı Müzayedesi %70 oranında satılmadı” dedikodusunun yaz öncesi yarattığı şok etkileri yadsınabilir cinsten değil.
Aslında yolları ulusal ve uluslararası planlarda birçok açıdan kesişen bu müzayede dünyalarının özellikle yurtdışı ayağının sağlık raporu hakkında söylenecek onca şey var. Türk Çağdaş Sanatı’nın yurt dışına taşınmasının ana hedefi nedir? Yabancı koleksiyonerlere Türk Çağdaş Sanatı’nı sunmak. İyi de yaratılan ortam daha çok “Türk koleksiyonerlere Türk Sanatı’nı Londra’da satmak” üzerine kurulu! Yani Türk sanatçılarının eserleri parlak sunumlarla özenli bir şekilde Türk alıcılara sunuluyor, hemen ardından aynı hanımefendi ve beyefendiler uçaklara doldurulup Londra’ya taşınarak, oradaki salonlarda %85’inin Türkler’den oluştuğu bir kitle önünde satılıyorlar. Böylece enteresan bir şekilde Türk alıcıların iç rekabet alanı, “enternasyonal” boyutlara ulaşmış oluyor. Aralarındaki tatlı çekişmeyle, kimi fiyatlar çıkarken, kimileri de bu ortak hareket planı dışında kalıp mıhlanıyorlar. Ama sonuçta bu “çıkış” başarılı olmuşsa, Türk Medyası’nda “Türk Çağdaş Sanatı Londra Borsası’nı salladı” gibi başlıklarla yer alırken, kimsenin aklına “peki alıcıların kaçı yabancıydı?” sorusu gelmiyor veya bu soru nezaket içinde kaynatılıyor! İşte bu koca hazırlıksızlığın bedeli olarak geldi, son Londra başarısızlığı. Hem de inanın başarıya ulaşmak için, müzayede evinin bazı koleksiyonculara “kimi sergileyelim istersiniz?” diye bir çeşit ön satış nabız yoklaması yapmalarına rağmen!! Sonuçta, bu ülkede herkes ister Türk Sanatı’nın her piyasada ilgi görmesi ve değer bulmasını ama bunu oluşturmanın şartları var. Siz gerekçeli olarak Türk Çağdaş Sanatı’nın köklerini ve onu bugünlere ulaştıran dallarını, soyağacının tüm saçaklarını doğru analiz edemezseniz, olay havada kalır! Bir sanat eserinin kalıcı bir koleksiyon parçası olabilmesi, o işin o ülkede sanat için ne anlam ifade ettiği ile ilgilidir. Artık hepimizin bildiği  ve “Maymunların Resim Yapma Hakkı” (1994) kitabımda kök ve detaylarına inerek anlattığım gibi, Batılı sanat kurumlarının, bugüne kadar Batılı olmayan ülkelerin modern ve çağdaş sanat tarihlerini yakından incelemek gibi bir alışkanlıkları zaten yoktu. Son 15-20 yılda bienaller ve diğer sanat buluşmalarının biraz daha uluslararasılaşmasıyla renklenen bu ortamın bizim açımızdan da başka bir ciddiyet aşamasına gelmesi lazım.  Yani Batı’da büyük müzelerde Osman Hamdiler üzerine bugüne kadar 5-6 ana kuşağı temsil eden ana dalgaları, bağlantıları ile komplekssiz ve gerçekçi bir şekilde savunamazsanız, Tate, Saatchi, Royal Academy veya Hayward Gallery gibi köklü, prestijli ve yerleşik kurumlarda sergileyemezseniz bunu ciddi büyük kataloglarla destekleyemezseniz, bu işler için ciddi bir tanıtım bütçesi ayırmazsanız, Batılı alıcı kalkıp o salonlara girip niye zamanını ve parasını harcasın ki! Kendinizi onun yerine koyun, neden yapsın bunu? Dolayısıyla umarız ki yakın bir gelecekte büyük müzayede evleri, en başarılı organizasyonlarını Türk Sanatı adına yaparlar ama bunu gerçek yörüngesinde olması gereken alıcılara yönlendirmeyi sağlayarak...
Türk Çağdaş Sanatı’nın hak ettiği gerçek seviyede dünyaya sunulamamasının ana nedeni, tabii ki Türkiye Cumhuriyeti’ni son 60-70 yılda yöneten Hükümetlerin (ve onların Kültür Bakanlıkları’nın) bu konuda, sanata hiç bir ciddi bütçe ayırma ihtiyacı duymamaları ve Türk sanatçılarını uluslararası arenada yapayalnız bırakmış olmaktan hiç bir rahatsızlık duymamalarıdır. Atatürk’ün, Cumhuriyet’in henüz yeni kurulmuş yıllarında bile sanata yaptığı katkı ve yatırımları hatırlarsak, söz ettiğimiz süreçteki diğer siyasilerin bu konudaki akıl almaz ilgisizlikleri daha da ortaya çıkar. Bu gerekçeli “zaaf” vurgusunu hatırlattıktan sonra, bu gerçekler ışığında konumuza dönelim.

PİYASAYI TERSTEN İNŞA ETMEK İSTEYEN UYANIK ALICILAR
İşte bu yurtdışı sorunlarının ve “yurtiçi” piyasasının krizlerinin buluştuğu tek ana nokta var: Kim hangi eseri “niye” alsın? Gerekçe ne? Gerekçenin içeriği ne kadar kabul edilebilir? Bu yapıtlar neden birer “koleksiyon parçası” olma vasfını, hangi sanat tarihsel veya güncel gerekçelerle taşımaktadırlar? Bu soruların somut yanıtları bulunmadan sağlıklı bir yere varılamaz ve her başarı (veya başarısızlık) sözde ve havada kalır.
Söz edilen alımlar, hızla hisse senedi toplar veya yeni zenginlere kütüphane doldurur gibi oluşturulan koleksiyonlar, çoğunlukla müzayedelerde “toplu ayin, toplu histeri” seanslarında herkesin birbirini göz ucuyla süzdüğü ve bayrak sayısının heyecan dalgasına ve sayısına baktığı oturumlarda yapılıyor.
Resimler podyumda yürüyüş yapan güzeller gibi gezdirilirken, bu yapıtları o anda on saniye kadar süzen gözlerin, onlar hakkında ne kadar bilgi sahibi olduğu da çok tartışmalı konulardan. Yani güzellik yarışması örneğinden ilerlersek, hiç olmazsa modelin kaşı, gözü, göğüsleri, bacakları kriter olarak alınacak. Hadi kıyafetli geçişte de belki hava, zerafet, genel kültür veya kişisel beğeni devreye girecek. Sanatta ise o müzayede salonlarında, bu ortama hızlı giren insanların, geldikleri para ve iş dünyası piyasasından, bir çeşit “menkul kıymetler borsası” refleksleri taşıdıklarını görüyoruz. Yani “hangi hisse çıkıyor hangisi iniyor, hangisi umut vaat ediyor, hangisi şişmiş” vs gibi. İşin özünde ise, bu kişilerin büyük çoğunluğu, bu resimleri, o hisse senetlerini tanıdıkları gibi tanımıyorlar. Burada ana karar verici faktörler “mimetizm”, “dedikodu” veya bazen hazırlanan yapay heyecan dalgaları. Nasıl mı? Mesela “tarihi” yapay şekilde üretmeye çalışanlar var. Şu ya da bu ünlü sanatçının geçmişine, ilk yıllarına, önemli ilk dalga çalışmalarına piyasada ulaşmak zor, zahmetli veya masraflı gelebilir. Zamanı geri alıp, Picasso’nun ilk pre-kübist skeçlerini yaptığı Montmartre’daki Bateau-Lavoir atölyesine dönebilmek de henüz mümkün değil. Ama biraz kurnaz olunursa, kazanacak tayları önceden sezebilmiş olmak yerine, bunları gönül rahatlığıyla “saptamak” da mümkündür! Yani yolu tersinden giderek de bu “mucize” başarılabilir! Nasıl mı? X galerisinin elindeki genç Y sanatçısından üç koleksiyoner hızla yedişer resim alır, bu toplu alım ayinini şaşkın gözlerle izleyen, müzayede salonunu dolduran nezih kitlenin önünde aralarında anlaşıp eserleri 3, 5, 10, 20 misli arttırmaya girişebilirler!
Zaten genelinde birbirini kopya etme ve “genel hava izleme” trendi egemen… Yani, Fransızlar’ın “folie auto-entretenue” dedikleri, birbirinden beslenen bir delilik…

RESİM DÜNYASINI “İMKB” SANANLAR
Bu ortamın içine balıklama dalan veya birkaç yıldır bu sularda yıkanan insanların dillerindeki sorular veya iddialar, “resim” ile ilgili değil. Daha çok “İMKB” mantığı devreye giriyor. Burada en tehlikeli kesim, resme kısa vadeli yatırım gözüyle bakan, bugün beşe alıp, yarın altıya satmaya kalkan zihniyet. Resmin uzun vadede kesinlikle en iyi yatırım olduğunu, orta vadede de çok iyi bir “dönüşü” olabileceğini öğrenmeye sabır ve kültürleri yeter mi bilmiyorum ama onların kısa vade için zorladıkları spekütalif ticaretin verdiği zarar tartışılmaz.
 Geçen gün bir koleksiyoner dostuma rastladım, aniden ”Piyasa nasıl gidiyor?” diye sordu. Soru, “Yeni resimlerin nasıl gidiyor?” değildi. Bir diğeri, şu ya da bu sanatçının fiyatlarının fırlaması ya da hasbelkader her hangi bir müzayede ortamında öne sürülen şu ya da bu resmine alıcı çıkmaması yüzünden ona kızgındı (!) veya kafasına göre bir çeşit hesap soruyordu! Rastladığım başka bir galericiye ise, elindeki sanatçılardan birine muhakkak kapsamlı bir kitap yapması gerektiğini vurguladım. Yanıtı ilginçti: “Artık kimse kitap mitap bunlara bakmıyor, internetteki müzayede satış fiyatlarına bakıp, alıp almama kararı veriyorlar hepsi bu ve yapacak hiçbirşey yok artık bu konuda.”

BİR MÜZAYEDEDE NE, NİÇİN ALINABİLİR?
Gerek kişisel açılardan, gerek genel tanımlamada sanat-değer-tarih ilişkisinin nasıl konulduğu açılarından, işin püf noktalarına geldik. O kadar çok söylenecek şey var ki! Hangisinden başlasak... Öncelikle “Resim koleksiyonerliği, müzayedelerden iş toplanarak mı yapılır?” sorusuyla başlayalım/yüzleşelim. Bir müzayedede, bir sanatçının işleri niye vardır? Ya bir vefat ya da koleksiyon elden çıkarma işl”eminde o müzayede evine verilmiştir, ya bu ülkede bir sanatçının “borsasını” yükseltmek isteyen bir galerici tarafından verilmiştir ya da müzayedeci bir sanatçıdan eser almıştır. O müzayedenin “genel kokteyli” öyle oluşturulmuştur. Peki, normal bir koleksiyoner, bir ressamın ortada gezen herhangi bir işini mi alır? Yoksa belirli nedenlerle, birçoğu arasından seçerek, tercihen değişik dönemlerini de bilerek mi alır? Müzayedelerde ortada tek tük gezen bazı çok özel “Paris Ekolü” veya “öncü-soyut” işler arayabilirsiniz. Veya şu ya da bu ressamın çok az bulunan bir döneminden son örnekler veya eskizler peşinde olabilirsiniz. Ama atölyesinde üç yüz, galerisinde yirmi resim bekleyen bir sanatçının kaderine razı olarak “elde ne varmış, bakalım” mantığı, koleksiyoner açısından temellendirilemez, ciddi bir tavır olarak görülemez. Louis Vuitton çanta arayan bir hanım, ikinci el satıldığını duyduğu her hangi bir kırmızı bir orta boy çantaya mı gider, yoksa o markaya düşkünse mağazadan bin bir çeşit ve renk arasından mı seçer? “Aliye Hanım vefat etti” diye piyasaya sunulan ikinci el bir Louis Vuitton çantanın peşinde özellikle koşan bir kadın bulamayacaksınız. Ancak o çanta Jackie Kennedy veya Greta Garbo’ya ait ise veya üretimden kalkmışsa ve hiçbir yerde bulunmuyorsa, o müzayedede talipleri çıkar, hatta bu kişiler birbirleriyle çekişmeye girerler. Aynı şey satışa çıkan ikinci el bir Mercedes için de söylenebilir. Ne bir sanatçının, ne de bir firmanın genel değer skalasını ortada gezinen bir-iki ürünün fiyatı belirlemez.
Sanatçının eserleri, çeşitlilik veya bolluk arama işi dışında, ayrıca birbirlerinden çok farklıdır. Çünkü, her resim ayrı bir varlık, ayrı bir güç, ayrı bir düşünce yansıtır. Her biri ayrı bir yıl, ayrı bir ürün, ayrı bir dünyadır. Bu ve buna benzer binbir gerekçeyle bir ressamın tesadüfen “piyasaya” arz edilen şu ya da bu işinden onun “rayicini” çıkarmak veya “ne edip, etmediğini” her iki yönde de belirlemek mümkün değildir. Bir sanatçının işi o gün, özel nedenlerle rekabette olan veya birbiriyle çekişen iki kişi nedeniyle galeri fiyatının üç misline satılabilir. Bu, artık fiyatının o bareme tırmandığını göstermez. Ya da bir ressamın iki işinin “ucuza gitmesi” veya ortamda alıcı bulmaması da artık kendisinin para etmediği anlamına gelmez. Özellikle “topladığı” sanatçıların genel fiyatını düşürmeye çalışan alıcıların varlığını, artık çok insan biliyor. Bunlar komikten öte, cehaletten beslenen, ukalalıklarla gelişen, içi tamamen boş yargılardır. Veya bir sanatçının yeni ve “farklı” bir yapıtını anlamadığı veya gülünç bulduğu için almayan “alıcı”, o işin “değerini” mi saptamış olur? De Kooning’in “Woman” serisinin ilk desenlerini, örneklerini anlayamayan kişi, bu yapıtları “ezmiş” mi olur? Sanatçıların kariyerlerine değil, aralarında oluşturdukları anlık manipüle edilmiş borsalara bakarak “değer” saptandığını sanan insanlar, bu dünyaya paraşütle atılmış, sanat tarihinin varlığından habersiz, bir resmin neden para edebileceği konusundaki gerçek kriterlerle hiçbir ilişki kuramamış kişilerdir.

BİR RESMİ “DEĞERLİ” KILAN FAKTÖRLER NELERDİR?
Değeri oluşturan ana faktörler nelerdir? Burada belki üç paralel sanat tarihsel, bir de alıcıya göre kişisel kriterden söz edilebilir. Birinci tarihsel soru, “Tüm ismi, kariyeri göz önüne alındığında, sözü geçen yapıt, o sanatçının kendi tarihçesinde nereye oturmaktadır? Neden önemlidir veya değildir? Hangi dönemin ürünü, hangi önemli yapıtının veya döneminin habercisidir?”. Bu, sanatçının kişisel tarihidir. İkinci soru da “Bu sanatçı (ve ikinci aşamada bu yapıt) kendi ülkesinin sanat tarihinde nereye oturur? Ne kadar kalıcı olabilir?”. Daha ender sorulan üçüncü soru: “Bu sanatçı ve bu yapıtının dünya sanat tarihine girme ihtimali var mıdır? Yurt dışında ne kadar toz kaldırır?” Bu soruların “kulak dolgunluğu” yanıtları dışında, izi sürülebilecek birçok verisi vardır. Özetle “track-record” denilen bu izler arasında kaç yıldır sergi açtığı, nerelerde açtığı, kaç resim yaptığı, kaç sattığı, işlerinin yıllar üstünden hangi merdiven tırmanışlarıyla bugünkü fiyatlarına geldiği, hangi ünlü (yerli veya uluslararası) eleştirmenlere konu olduğu, hangi kitaplarda değinildiği, hangi müzelerde sergilendiği, hangi büyük sergilere davet edildiği, hangi yeni soluğun taşıyıcısı olduğu, hangi iddiayı kariyerine taşıdığı, ülkesinde hangi konumda olduğu gibi sayısız veri vardır. Dördüncü ve bunlardan farklı olan kişisel kriter ise, koleksiyonerin bu sanatçıdan ne kadar haz aldığı, onun yapıtlarından hangi dönemlerini ne kadar sevdiği, renk, doku, içerik, kavram açılarından yapıtla ne kadar ilişki kurduğunun yanıtlarıdır.
Türkiye’de toplu dedikodu mekanizmalarıyla bir şekilde kör topal yürüyen müzayede piyasalarında bu soruların yanıtları bulunamaz. O ortama sunulan herhangi bir Louis Vuitton çantayı merceğe alan kişi, o markanın gerçek koleksiyoneri olamaz. Ancak kolay bulunamayacak, mesela 1920 model tekil bir Louis Vuitton antika valiz, müzayedelerin gerçek aranan parçası olabilir. Yoksa gerçek koleksiyoner-alıcı, aradığı malın -halen varsa- kaynağına gider.  Hem farklı yapıtları, hem bunların taşıyıcı yayınları, hem satış noktasının gerekçelendirmelerini topluca görmek, değerlendirmek için zaten koleksiyoner kendi seçtiğini, kendi zevkini, kendi beğenilerini, kişisel duyu ve düşüncelerini beraber eriterek oluşturabildiği oranda “koleksiyoner” sıfatını hak eder. Yoksa olsa olsa “rüzgara göre eğilen bürokratlar” gibi ne taraftan lodos eserse, oraya eğilen köksüz ağaçlar gibi devrilir giderler. Hem de ayaklarının yerden kesildiğini fark edemeden, “Bir dakika ya, daha düne kadar bana parsel parsel sattığınız orman buralarda değil miydi?” şaşkınlığıyla donakalarak… Çünkü nasıl “Bienal Sanatı”na benzeyen yapıtlar ortada geziyorsa, dekoratif, evrensel, şık ve köksüz yapıtların moda ışıklarına kanarsanız, bu parıltı sizi uzun vadeye taşımaz...

GERÇEK KOLEKSİYONERİ 3. SINIF PİYASA VİRÜSÜNDEN AYIRAN NEDİR?
            Gerçek koleksiyoner, rüzgara göre değil, gerektiği zaman rüzgara karşı alım yapandır. Bir ressamın veya bir dönemin ucuzunu değil, -New York’ta ünlü MOMA (Modern Sanat Müzesi)’nın her zaman yaptığı gibi- iyisini, sanat tarihsel olarak güçlüsünü gerekirse pahalısını arayan insandır. Akımların bağlantılarını, yapıtların, dönemlerin kökenlerini araştıran, okuyan, beynini işin içine sokan, kaynakça arayan kişidir. Her şeyden önce kendi koleksiyonuna aldığı eseri sever ve onun arkasında durarak korur. Gerçek koleksiyoner, her şeyden önce kendine güvenir. Başka biri bir ressamdan aldı diye hemen kendi de alan, sattı diye satan kişi, papağan veya maymun koleksiyonerlikten öteye geçemez, amatör bir borsacı seviyesinde takılır kalır. Hormonlu piyasanın, içeriğini tanımadan ürünlerini aldığı bir iletkeni veya bir kobayı olur. Hepsi birbirine benzeyen ama hiçbiri birşeye benzemeyen fabrikasyon ameliyatlı burunlar ve silikonlu dudakların nankör dünyasına esir düşen genç mankenlerin kaderine benzer, başka tür bir ortaklığa itildiklerini göremezler.
Gerçek koleksiyoner, o yapıt alınmaya değiyorsa, herşeyden önce sanatçısı değdiği için bunun alınmaya değer olduğunu bilendir. Dolayısıyla gerçek içerik ve değer saptaması, o sanatçının hangi ürününün o alıcıya uyup uymadığı, atölye veya galerisinde belli olur. Mabet orasıdır. Gerçek koleksiyoner, sanatçı veya sanatçı-galerici ikilisi ile sürekli iletişimde kalıp, bu ilişkiyi beslediği oranda kendini ve oluşturduğu koleksiyonu besler. Her sanatçı geçmişi ve geleceği ile bir dünyadır. Beyni, karmaşık ve zengin bir labirenttir. Kendi ömür üstünden esas çalışma alanıdır. Gerçek sanatçıyı takip eden koleksiyoner, veya hepsi bir arada koleksiyoner, sanatçı ve galericisi onun yolculuğunda sanatçıyı içerikli ve zengin diyalogla besler. Beraber bir yansımalı “ekip” oluşturabilme ihtimalleri bile gündeme gelebilir.
Sonuçta sanatçı, görsel bulgularını, dehasını, kabiliyetinin karşılıklarını ve kabulünü, bir “mecène” (mesen: sanat destekçisi) havası da taşıyabilen koleksiyonerde ve kendisine gerçek anlamda değer veren galericisinde bulabildiği oranda, o güven ortamının da verdiği güçle atölyesine gerçekten kapanıp, ruhunu ve düşüncelerini, gelecek dünyasına teslim eder. Burada galericiler konusundaki ayrım çok önemli: Çünkü sanatçıya “hızla sağılacak inek” gibi bakan galerici ile, onun kariyerini düşünerek hamlelerini seçen galerici arasındaki fark, gündüzle gece farkı gibidir.  Gerçek bir galeri, uzun soluklu bir sanatçı, sorumlu bir sanat tarihçi gibi davranarak bu ortamda hızlı para getirisinin dışında hangi değerlerin ön planda kalacağını bilir ve inandığı sanatı sergiler. Sanatçılar şaraba benzer. En taze ürünleri, en hoş tadı bırakan, en çarpıcı işler olabilir ya da olgunluk dönemlerinde, en oturmuş, en gelişmiş işlerine yönelirler. Dedikodulara dayanarak sanatçıların yalnız şu ya da bu dönemlerini arayanlar, onun “yeni ve taze” ürettiği işler, henüz eskimediği için bunlara bakmadan sırt çeviren insanlar, gerçek anlamda hiçbir sanatçının koleksiyoneri olamazlar. Yalnız tek bir dönemini topladığı sanatçının bile, tüm kariyerini izlemeye mecburdur gerçek bir koleksiyoner. Ne dar görüşlü, ne önyargılı olma hakkı vardır. Özellikle de yeni düşünsel ve estetik sunumların connaisseurler tarafından bile ancak zaman içinde algılanabildiğini bilir.
Uzun lafın kısası, bir vur-kaç borsası değildir “sanat dünyası”. Esas adı da “resim piyasası” filan değildir.

SANAT DÜNYASI VE RESİM BORSASININ FARKI!
O “piyasa”, geçici sığ tüccarların oluşturduğu, sığır eti piyasası benzeri, sanal, hormonlu, gösteriş meraklı kültür yoksunu “nouveaux-riches” piyasasının ta kendisidir. Bir “komedi-korku” filmi benzeri tavırlarla, müzayedelerde kendi aralarında ellerini kaldırıp indiren insanların önemli bir kısmı, olsa olsa kendi aralarında futbol yorumladığını sanan yaşlı teyzeler gibi olabilirler. Yani kaleciyi yakışıklılığına, santrforu eğitimine, hakemi gömleğinin kolasına göre puanlayan, ama yorumlarını çok ciddiye alan tuhaf (!) insanlar!
Hiç kimse bu piyasaya toy veya “yuppie” hızlı borsacılar gibi ne kadar kurnaz ve zeki olduğunu, “yatırımını nasıl iki yılda beşe katladığını” göstermek için girmesin. Hisse senedi piyasasında kalsın. Sanat dünyasına, marifetli tefeci kriterleri, uyanıklık ve el çabukluğu gösterileriyle girmesin. Beraber hareket ederek ucuza kapatılan toplu karar alımlarının, borsa şişirme seanslarının “altı boş” olduktan sonra, bu manevralar ve yanlış hesap Bağdat’tan döner. Piyasa o anı yutmuş ve hazmetmiş görünür. Ama tarihi kandıramazsınız. Üzerine “çok hoş, çok frapan, çok şık duruyor”dan başka hiçbir şey kaleme alamayacağınız işler, nereye kadar gider? Pompalanan bu gaz yüklü ortamlara teslim olan galericiler de bu yapay koleksiyoner furyasının dönem taşıyıcısı olmaktan öteye gidemezler. Para hayatta kesinlikle her şey değildir. Sanat dünyasında ise hiç değildir. Kapitalizmin gücü ile “piyasaya dalarak” istediği alanda at koşturacağını sananlar çok yanılırlar. Herşeyden önce sanata ve gerçek sanatçılara karşı biraz daha saygılı ve mesafeli olmayı öğrenmeye mecburdurlar. Biraz mütevazı kalmanın, bu dünyada sayılamayacak kadar çok yararı vardır. Elinde para olan ve kapitalizmin gücüyle bu “piyasayı” alelacele alt üst edebileceğini sananlar, bu ortamın basit ve yoz bir hisse senedi piyasası olmadığını öğrenmeye mecburdurlar. Yurtdışında kuşaklara dayanan köklü bir sanat koleksiyonculuğu geleneğinden gelen sanat aristokrasinin nasıl gösterişten uzak ve sanata saygılı olduğunu araştırabilirler.

SANAT DÜNYASINDA HERKES KENDİ İŞİNİ YAPSA...
Aynı şekilde, burada sıkça adı geçen müzayede evleri, normalde sanatın değerinin artması, yaygınlaşması ve sanat tarihsel gerçeklerin yerine oturması konusunda çok olumlu bir rol üstlenmesi gereken kurumlardır. Kendisini “galericiler” yerine koymak yerine, “müzayedeye değer” parçaları, gerekçeleriyle beraber sanat ortamına sunmayı göze alabilseler, bunu hedefleseler, Türk Sanatı’nda taşlar çok daha yerine oturabilir. Türkiye’de bu rolü üstlenebilecek köklü müzayede evleri mevcuttur. Müzayede evleri, galericiliğe soyunmak yerine kendi görevlerini yapmalıdırlar. Galeri sergilerinin sanatçıları ve yeni dönem eserlerini ortaya savunarak koyan sunumları olmadan, bu “taze” işlerin doğum sonrası hemen müzayedelere alınması, absürd ve herkese zararı olan bir sistem içi gaftır. Sanat dünyasında, galericilerin, müzecilerin, müzayede evlerinin, eleştirmenlerin, sanatçıların, birbirini tamamlayan farklı işlevleri ardır. Birbirinin alanına saygı, değer yargılarının oturmasına yardımcı olacaktır. Mesela galericilerin de her biri müzayedeciliğe soyunsa, müzayede evleri bundan herhalde fazla keyif almazlardı. Bir müzayede evi, ne bir galeridir, ne de bir müze. Bu farklı kurumların varlığı, birbirine alternatif olmaya çalışmadan, birbirini desteklemelidir. Son yıllarda Türkiye’de müzayede evlerinin işin her açıdan dozunu kaçırıp, neredeyse galerilerin varoluş nedenini sorgulatacak bir yoğunluk aramaları, uzun vadede, kendilerine bile bir sorun teşkil edecektir.

KANEPEYE UYGUN RESİM ALANLAR DAHA SAMİMİYDİ!
Size bir itirafta bulunacağım: Hani 80’ler hatta 90’larda alay edilen bir alıcı türü vardı ya? “Kanepesine uygun resim alıyor” diye bol bol dalga geçilen... İşte onları bile bazen arıyorum desem inanır mısınız bana? Çünkü hiç olmazsa o aileler, ne bilip ne bilmediklerinin farkındalardı! Olmadıkları bir şahıs rolüne, kalıbına sığmaya çalışmıyorlardı! “Biz buyuz, bu resmi  sevdik, bununla yaşayabiliriz, şöminenin üstüne sığıyor, mavi kanepemle de asorti halinde” diyorlardı tüm iyi niyet, dobralık ve saflıklarıyla! Kıyaslarsam bugün cahil-ukalalıklarına bürünmüş, kokteyllerde fink atan, uyanıklığını kanıtlayacak “mal” bulma merakıyla gezinen borsacılardan üç-beş kere daha gerçek ve sempatik bile geliyorlardı bana!
Daha dün bu “resim borsasına” koleksiyoner veya galerici olarak balıklama atlamaya karar verip iki günde kendini kırk yıllık sanatçı veya galericilerin doğal olarak (!) önünde görme sendromu, ağır bir hastalıktan başka bir şey değildir. Üç tane yabancı bağlantı, iki usta mimarla dizayn edilen şık “space”ler veya İngilizce galeri isimleri ve portföyde zaten hazır bulunan elden ele dolaştırılan zengin potansiyel alıcılar listesi, olsa olsa bu değerli zatları sanat dünyasının eğreti eki, yaması yapar. Onları bu dünyanın lideri yapamayacağı gibi, saygın, kabul gören bir unsuru bile yapmaz. Her yeni, önemli ve zengin “resim alıcısı” aynı anda iki yılda hem “koleksiyoner” hem “galerici” hem olup, oradan da “müzeciliğe” transfer olamaz! Bir çocuğu dokuz ay yerine özel sebeplerden altı buçuk ayda doğurabilirsiniz. Ama dört ya da beş ayda doğurmaya kalksanız, acelenizden sakat bir bebek yaratırsınız. Kimse bu dünyaya kendini güçlü gördü diye sahte peygambercilik oynamaya gelmesin. Bu “piyasayı” -demin de belirttiğim gibi- hızla sağılacak bir inek olarak görenler, ardından iskambil kağıdı kuleleri gibi devrilip gitmişlerdir. Burada sanatı bilen, yıllardır bu meslekte olan galericilerle, bu “moda”dan nasibini almak için bu işe dalan “art-business” meraklılarını ayırt etmek gerekir.

ELEŞTİRİ YERİNE BASIN BÜLTENLERİ!
Medyanın siyasi ve düşünsel iflasının bu yozlaşmada da tabii ki rolü var. İktidardan korkan, siyasal bağımsızlığını çöpe atmış bir merkez medya mantığı, bundan da önce sanatsal gerçek yorum haklarını kullanmaktan vazgeçerek kapitalle arasını iyi tutmak adına “eleştirmen” koltuğunu çöpe atmış, sanat-kültür sayfalarını basın bültenleri ve halkla ilişkiler düzeyinde röportajlara açtı. Dolayısıyla, zaten artık sunulan işin bir sağlaması, bir aranır gerekçesi, bir sorgulanması  mevzu bahis değil! Kapital ve reklam ilişkilerinin, medya ve holding patronları dostluklarının  belirlediği alanlar haline dönüşebiliyor sanat sayfaları...
“Açtım kondu, yaptım oldu” mantığı egemen. Günümüz iktidarının siyaset anlayışına da bir hayli paralel ve uyumlu bir tavır değil mi bu!
Hızlı para döngüsü adına oluşturulan parlak sunumlar, çağdaş, havalı, güncel sanata benzeyen “gibicilik” oynayan “işler” ve üzerinde pek bir düşünce üretilemeyecek dekor parçaları... Sanatı taşımak istedikleri nokta bu. “Birini tutuklayalım, ardından suçunu buluruz” mantığı gibi “Şu sergiyi asıp hızla satalım, ardından bir şeyler yazacak birini -halen okuyan kaldıysa- uydururuz” dönemi bu…

PEKİ BU ORTAMDA GENÇ SANATÇILAR NE YAPIYOR?
İşin daha acı kısmı, birçok genç sanatçının da bu akıma elektrik çarpmışçasına katılmaları. Düşüncesi, ifade özgürlüğü nasıl iflas ettirilmiş, hangi gazeteciler hapisteymiş, hangi uydurma sahte kanıtlarla kimler kaç ay ya da kaç yıl hapiste kalmış, savaş çıkmak üzereymiş kime ne? Nasıl olsa işler tıkırında görünüyor ve ekonomi sanki hala dönüyor. Yeni galeriler arasında yaşanan, karşı devrimi hiç algılamamışçasına hala Atatürk ve Cumhuriyet karşıtı işlere prim vermek ve savunmak, ne ilginçtir ki hala “in”! Allah akıl fikir versin! Özgürlük, demokrasi, insan hakları, hürriyet kavramlarını düşünmeyen ya da anlamayan, yalnız para bilen bazı sanatçı meslektaşlarımız var. Halbuki biraz tarihi deşseler, gerçek sanatçı için üzerinde durduğu “pozisyon” taşının, banka hesaplarından daha önemli ve daha kalıcı olduğunu görecekler. Bu “duruş” kuş bakışıyla, kim olduğunu, nerede durduğunu, neyi kime borçlu olduğunu, tüm kökleriyle bilen ve bunlara ihanet etmenin kendi bindiği dalı kesmekten başka bir şey olmadığını bilen bir duruş. Aç ya da tok olmaktan çok daha önemlidir bu. Yakın tarihimizde söylenmiş, ”Gerekirse yeni bir dünya kurulur ve Türkiye bu yeni dünyada yerini alır” sözlerini kim, kime, ne zaman, niçin söylemiş; bunları bilmesi gerekir. Çünkü aynı cümleyi her an kendisi de sarf edebilecek insandır gerçek sanatçı. İsterse milyar doları olsun, alıcısının karşısında kendini ezdirmeyen, kendini ondan aşağı görmeyen kişidir... Maalesef kimi genç sanatçılarda görülen bu tatmin olmaz hızlı para kazanma, her ne pahasına olursa olsun hızlı tanınma ve kendini salt paraya endeksleme hırsı, alarm verici boyutlardadır.

SAHTE TARİHİN KALPAZANLARI
Kendi siyasal ve sanat tarihsel aidiyetlerinin ne olduğunu, bulunduğu noktayı kimlere borçlu olduğunu ve nereden geldiğini bilir. Küratörlük ve sanat tarihçiliğin tartışılmaz önemini ve köklerini inkâr ederek tepeden inme yapay senaryolarla kendilerini, şımarıkça bu meslek üzerinden ülke sanat ortamına dayatma yolunu seçen kimi bahtsızların yerini, artık kapital üzerinden “piyasa” yönetmenliği yapan ve işi birbirini okşamak-tokatlamak olan, “yeni-köksüz” başka bir tipoloji almıştır. Halbuki kökün yoksa, bir soyağacına ait değilsen, sen ya çalıntısın ya uydurmasın ya da gibi gibicilik yapıyorsundur. Sanat ortamında bunları bilen ve buna saygı gösteren insan sayısında hızla azalma yaşandığını kim inkar edebilir? Sanat ortamına enjekte edilen bu aceleci, piyasacı ve oportünist furyayla beraber, utanç verici derecede saptırılmış “Çağdaş Türk Sanatı” hakkında üretilen sahte ve uydurma kitaplar “bozuk düzenden nasibini almak isteyen“ yeni kuşak bazı sanatçıların ve onların maddi destekçilerinin bir tezgahıdır. Tarihin resmî ve tescilli olarak kayıt altına alınmamasının bu kadar istismar edildiği başka bir ülke bulamazsınız. Dünyanın başka hiçbir ülkesinde, çağdaş “güncel” sanatı, bu kadar damdan düşme, köksüz, 90’ların ortasında hasbelkader başlamış, geçmişi kimliksiz bir alan olarak gösteren, “İpini Koparmış” (!), “Kullanıcı Kılavuzu” tipolojisinde sahte tarih üreten koca ciltli kitaplar bulamazsınız! Geçmişini tanımayan ve ona saygısı olmayan bu sahte öncü sanatçılar dizisinin mumu, ancak yatsıya kadar yanar! Bu ülkede sanatın büyük dönüşümü, 70’lerin sonu ve 80’lerde gerçekleşmiştir, son 20 yılda değil! Türk Sanatı’nın 70’lerin sonu 80’lerin başı ve tüm 80’ler boyunca geçirdiği dev dönüşümü görmemek veya yok saymak için insanın omurgasız bir devekuşu olası gerekir. Dünyanın başka hiçbir ülkesinde bu seviyesizlikte yayınlar piyasaya sorumsuz bir şekilde sunulamaz.
Tabii işin farklı başka yöntemleri de var. Yarım yamalak ve sahte tarih üreten bir kitapta bile belli bir ölçüde emek, zaman ve para yatırımı vardır. Bunlara “tenezzül etmeden” bir günde ortaya çıkıp “Benim resimlerim artık beheri 2 milyon dolar” diye şakıyıp bunu kanıtlamaya çalışmak için de sahte alıcı isimleri ortaya döken soytarılar bile mevcuttur.
Bu traji komedilein sahneye konulabilmesinin ana nedeni, ortada gezen yeni bir “sanat adamı” tipolojisidir. Sanatçıları, eserlerinin gücü ve iddiasıyla değil, yıllık cirolarıyla ele alan bir insan türü. Bilmem mesela şunu hatırlatmamızın bu arkadaşlara hiçbir katkısı olur mu? Modern resmin tartışılmaz babalarından Edouard Manet’nin ölümüne beş yıl kala piyasaya müzayedeye çıkan işlerinden yalnız biri 700 franga satılmış, diğerlerl “elde kalmıştır”. Bugün ortada birinin elden çıkarmak isteyeceği satılık tek bir Manet bile bulamazsınız. Müzayedeler, aynı zamanda burjuvaların çoğu yaşayan sanatçı hakkında yaptıkları dev hataların tarihçesidir!
Vurgulanması gereken en önemli sonuç şu: Burada öne çıkardığımız sistem hatalarında ısrar edilirse, sanatı piyasa zorlamalarına, yapay pompalamalar ve ölümcül hormonlar eşliğinde boğdurma operasyonu bu şekilde sürerse, genç Türk Sanatı hiç beklemediği ve hak etmediği bir şekilde  “çıkıştayım” zannederken, “özlük hakları” elinden alınarak boşluktan uçuruma düşecek! Çünkü kökeni nereden geldiği belli olmayan bir yapıya kimse saygı duymaz ve çöküşü engellenemez. Bu düzenin bu kadar yozlaşmaya açık olmasının arkasında, Türkiye’de en eski (ve tek!) Modern Sanat Müzesi’nin yalnız 8 yıllık olmasının getirdiği meydan boşluğu vardır. Bu kadar açık tarih kalpazanlığına cüret eden insan sayısının bolluğunun nedeni budur.

DIŞ FUARLARIN PRESTİJİ BÜYÜK TURLARI!
Bir diğer hatırlatmayı da galericilerimize ve koleksiyonerlerimize yapmak kaçınılmazdır: Türkiye’de çağdaş sanata ayrılan “alım bütçesi” her yıl giderek artan özendirmelerle, hem de dev bütçelere, Batılı sanatçılara doğru kayarken, bu ”al-sat” kültürel ticareti ne yazık ki diğer yönde hiç aynı oranlarda yapılamamaktadır. Bu makalenin önceki bölümlerinde vurguladığım gibi, “Türk sanatını değerli ve aranır” kılacak gerçek toplu çıkışlar, devletin ve özel sektörün zaafları ve Batı’nın malum ön yargıları nedeniyle gerçekleştirilemezken, bu “Batılı alımlar” cirosunun büyük oranlarda artmaması hiç de şaşırtıcı değildir. Türk alıcıları, bu ters ticarette, “ihracat açığındaki dengesizlikleri” fark edemezlerse, kendi topraklarını kurutacaklar, kaş yapayım derken göz çıkaracaklardır.
Bu “dış alımlar”, istisnalar dışında genel olarak iki şekilde gerçekleşmektedir. Ya dediğimiz gibi  Türk Galerilerinin getirdiği yabancı sanatçıların satışı, ya da tam bir haçlı seferine gider gibi gerçekleşen toplu veya ayrı çıkılan dış fuar gezileridir. Tabii ki Türk koleksiyonerlerinin güncel fuarları takip etmeleri, bilgi ve deneyimlerini arttırmaları ya da yeni önemli dış eserler satın almaları sonuçta olumsuz değil, tabii ki olumlu puanlarıdır. Ancak ortada şöyle bir nokta da dikkat çekiyor: Bu dış geziler öyle bir yoğunluk ve neredeyse “kanuni mecburiyet” ritminde yapılmaktadır ki, sanki yılboyu sırayla, en azından New York Armory Arco, Basel, Frieze ve Miami’ye gidilmezse, o koleksiyoner ayıplanacak veya çaptan düşmüş 2. sınıf konumuna  gerileyecektir. Bu tavrı anlamak pek mümkün gelmiyor bana. Ve 0 dan 100 kilometrey hıza çıkan araba misali oluşmuştur bu hız. Şu farkla ki, 5-10 sene önce, ortada bu trendden eser yokken, bir zoraki özenti moda gibi ortama çöküvermiştir bu olgu. Uzun lafın kısası, işin dozunu kaçırınca, biraz yapaylık ve “yarıştırma” kokmaktadır bu seyahatler,...
ARTIK GERÇEK BİLANÇOLARI ÇIKARMA ZAMANI
Türk sanat ortamı, artık bu aşırı hızlı kabuk değişimi furyasının gerçek artı ve eksilerinin bilançosunu çıkarmaya, neyin doğru neyin yanlış olduğunu tartışmaya açmaya mecburdur. Ne Batılı ortamlarda ne yurt içinde sanatın gücünü para ile harmanlayarak, bir saman balyasının üstünde yere sağlam basmak mümkün değildir. Yoksa Batı’ya tek yönlü yağ çekerek kendi içinde gerçek bir dünya oluşturmak yerine, dış stratosferlerde patlayıp gidecek bir zepline binmekten öteye gidemeyiz. Türk sanat ortamı, sanatçısıyla, koleksiyoneriyle, galericisiyle ani yıldırım parlamalarını terkedip artık içeride ve dışarıda sabırla kendi sağlam yapısını kataloge ederek yükseltmelidir. Bu devleti yöneten hükümetlerin henüz tek bir modern-çağdaş sanat müzesi kurmamış oldukları, ama AKP’nin ülkenin en görkemli camiyi Çamlıca’ya kondurarak 100.000 cami barajını aştığı şu günlerde, Türk Sanatı’nı belgeleme görevi, özel girişimlere kalmıştır. Bu bağlamda, Yahşi Baraz’ın geçen aylarda yayınlanan ve 37 yılı aşkın galericilik faaliyetlerinin tüm bilançolarını ortaya döken “Yahşi Baraz’ın Türk Sanatına Yön Veren Büyük Sergileri” başlıklı üç ciltlik eser, çok önemli bir inşa çabasının kalıcı belgesidir. Bu büyük toplu çıkışlar ve araştırmalar, kalıcı yayınlar ve sergiler eşliğinde yapılmadan, bu çabalar yurtdışına taşınmadan, bu yaldızlı ve bol reklamlı medyatik sözde piyasa patlamaları hiçbir yere varamaz.
15 Nisan’da “Dünya Sanat Günü” vesilesiyle Adnan Çoker ve Komet’e UPSD olarak ömür üstünden başarı ödülü verdik. Bunu bir “taze-eski-genç” sanatçıya söyleyip onu da törene davet ettim. Rahatsız olup, şakayla karışık bir tonla “Artık onlar eskidi, biraz yeni isimlere bakın” dediğinde şaşırmadım. “Fast Food” anlayış öyle bir noktaya taşınmıştı ki, adına “kariyer-onur-başarı” ne derseniz deyin, ömür üstünden verilecek ödüllerin bile daha hızlı erişilip, iki ayda doğan çocuk misali, elli yıl harcamadan elde edilmesi lazımdı. Devir, fiber hızlı internet devri değil miydi? Neydi bu bizdeki tutuculuk? Bıkmamış mıydık bu dinozorlardan?

Yazılı medyada yazarın izni olmadan yayınlanamaz..

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Not: Yalnızca bu blogun üyesi yorum gönderebilir.