DÜNYA SAHNESİNE ÇIKARKEN TÜRK
ÇAĞDAŞ SANATI’NIN ERGENLİK SİVİLCELERİ!
Bedri Baykam
TAM HERŞEY İYİ GİDİYOR DERKEN...
Çağdaş sanat piyasası
mı dediniz? Onu bizim kuşak ve bir önceki kuşağın sanatçılarının çabası kurdu.
Daha otuz yıl önce, Türkiye’de resim denince akla gelen tek rekabet, klasik ve
empresyonist resimlerin kendi aralarındaki çekişmesiydi. Bizlerin yaptıkları ya
burun kıvrılan ya bıyık altından alay edilen ya da anlaşılmadan bakılan bir “acayip nesne”den ibaretti. Bu arada “tutucu” figüratif sanatçıların baskısı
da bizleri “doğmadan öldürmek” isteyen
kararlı bir yoğunluktaydı. “Resme yazı
yazılır mı?”, “Resimde siyaset olur mu?”, “Niye çıplaklık ve seks sizin için bu
kadar önemli?”, “Bu resimde neyi anlatmak istediniz?”; bunlar gibi onlarca
sorunun yanıtını verdiğimi çok iyi bilirim şaşkın bakışlarla bizi izleyen Nazmi
Ziya, Eşref Üren ve Hoca Ali Rıza alıcılarına.
Genç sanatçılar yani bizden
sonraki kuşak, bizim açtığımız sanatsal yolları, piyasayı seçti. O patika,
yavaş yavaş toprak yola, oradan asfalta ve şehirlerarası otobana dönüştü. En
azından görünüşe bakılırsa durum böyle...
Artık, birden bugüne
atlarsak, 7-8 yıldır özel sanat müzelerimiz var, dış bağlantılarımız var,
koleksiyonculuğa atılan holding patronlarımız var, galericiliğe soyunan
koleksiyonerlerimiz var. Müze kurmaya karar veren ve bu modaya uyan daha da büyük
koleksiyonerlerimiz var. Müzayede evi açan, müzayede furyasına katılan sanat
tacirlerimiz var. Basının da damarlarına kan akıttığı bu çok hızlı gelişen özel
durum olumlu mu? Tabii ki olumlu! Gazete sütunlarına baksanız, milyonlar havada
uçuşuyor, her şey mükemmel gidiyor, piyasalar fırlıyor, müzayede evleri Türk
resmini sürekli Dubai ve Londra arası gezdiriyor, her gün yeni meraklı
potansiyel koleksiyonerler, bu yeni “booming”
piyasaya akın ediyor! “Bundan iyisi can
sağlığı” dediniz değil mi?
LONDRALI
RESMİNİZİ NİYE ALSIN?
Ama tabii arada bazı
yol kazaları da olmadı değil, özellikle de son dönemlerde. Hadi şu ya da bu
yerel müzayedede işlerin iyi gitmemiş olması, anlık unutturulabilir veya
geçiştirilebilir bir şey gibi olsa da, daha ağır vukuatlar da meydana geldi. Mesela
ilkbahar sonunda yaşanan “Londra’da uluslararası Müzayede evinin Türk
Çağdaş Sanatı Müzayedesi %70 oranında satılmadı” dedikodusunun yaz öncesi
yarattığı şok etkileri yadsınabilir cinsten değil.
Aslında yolları
ulusal ve uluslararası planlarda birçok açıdan kesişen bu müzayede dünyalarının
özellikle yurtdışı ayağının sağlık raporu hakkında söylenecek onca şey var.
Türk Çağdaş Sanatı’nın yurt dışına taşınmasının ana hedefi nedir? Yabancı
koleksiyonerlere Türk Çağdaş Sanatı’nı sunmak. İyi de yaratılan ortam daha çok
“Türk koleksiyonerlere Türk Sanatı’nı
Londra’da satmak” üzerine kurulu! Yani Türk sanatçılarının eserleri parlak
sunumlarla özenli bir şekilde Türk alıcılara sunuluyor, hemen ardından aynı
hanımefendi ve beyefendiler uçaklara doldurulup Londra’ya taşınarak, oradaki
salonlarda %85’inin Türkler’den oluştuğu bir kitle önünde satılıyorlar. Böylece
enteresan bir şekilde Türk alıcıların iç rekabet alanı, “enternasyonal” boyutlara ulaşmış oluyor. Aralarındaki tatlı
çekişmeyle, kimi fiyatlar çıkarken, kimileri de bu ortak hareket planı dışında
kalıp mıhlanıyorlar. Ama sonuçta bu
“çıkış” başarılı olmuşsa, Türk Medyası’nda “Türk
Çağdaş Sanatı Londra Borsası’nı salladı” gibi başlıklarla yer alırken,
kimsenin aklına “peki alıcıların kaçı
yabancıydı?” sorusu gelmiyor veya bu soru nezaket içinde kaynatılıyor!
İşte bu koca hazırlıksızlığın bedeli olarak geldi, son Londra başarısızlığı. Hem
de inanın başarıya ulaşmak için, müzayede evinin bazı koleksiyonculara “kimi sergileyelim istersiniz?” diye bir
çeşit ön satış nabız yoklaması yapmalarına rağmen!! Sonuçta, bu ülkede herkes
ister Türk Sanatı’nın her piyasada ilgi görmesi ve değer bulmasını ama bunu
oluşturmanın şartları var. Siz gerekçeli olarak Türk Çağdaş Sanatı’nın
köklerini ve onu bugünlere ulaştıran dallarını, soyağacının tüm saçaklarını
doğru analiz edemezseniz, olay havada kalır! Bir sanat eserinin kalıcı bir
koleksiyon parçası olabilmesi, o işin o ülkede sanat için ne anlam ifade ettiği
ile ilgilidir. Artık hepimizin bildiği
ve “Maymunların Resim Yapma Hakkı”
(1994) kitabımda kök ve detaylarına inerek anlattığım gibi, Batılı sanat
kurumlarının, bugüne kadar Batılı olmayan ülkelerin modern ve çağdaş sanat
tarihlerini yakından incelemek gibi bir alışkanlıkları zaten yoktu. Son 15-20
yılda bienaller ve diğer sanat buluşmalarının biraz daha uluslararasılaşmasıyla
renklenen bu ortamın bizim açımızdan da başka bir ciddiyet aşamasına gelmesi
lazım. Yani Batı’da büyük müzelerde Osman Hamdiler üzerine bugüne kadar 5-6 ana
kuşağı temsil eden ana dalgaları, bağlantıları ile komplekssiz ve gerçekçi bir
şekilde savunamazsanız, Tate, Saatchi, Royal Academy veya Hayward Gallery gibi
köklü, prestijli ve yerleşik kurumlarda sergileyemezseniz bunu ciddi büyük
kataloglarla destekleyemezseniz, bu işler için ciddi bir tanıtım bütçesi
ayırmazsanız, Batılı alıcı kalkıp o salonlara girip niye zamanını ve parasını
harcasın ki! Kendinizi onun yerine koyun, neden yapsın bunu? Dolayısıyla
umarız ki yakın bir gelecekte büyük müzayede evleri, en başarılı
organizasyonlarını Türk Sanatı adına yaparlar ama bunu gerçek yörüngesinde
olması gereken alıcılara yönlendirmeyi sağlayarak...
Türk Çağdaş Sanatı’nın
hak ettiği gerçek seviyede dünyaya sunulamamasının ana nedeni, tabii ki Türkiye
Cumhuriyeti’ni son 60-70 yılda yöneten Hükümetlerin (ve onların Kültür
Bakanlıkları’nın) bu konuda, sanata hiç bir ciddi bütçe ayırma ihtiyacı duymamaları
ve Türk sanatçılarını uluslararası arenada yapayalnız bırakmış olmaktan hiç bir
rahatsızlık duymamalarıdır. Atatürk’ün,
Cumhuriyet’in henüz yeni kurulmuş yıllarında bile sanata yaptığı katkı ve
yatırımları hatırlarsak, söz ettiğimiz süreçteki diğer siyasilerin bu konudaki
akıl almaz ilgisizlikleri daha da ortaya çıkar. Bu gerekçeli “zaaf” vurgusunu hatırlattıktan sonra, bu
gerçekler ışığında konumuza dönelim.
PİYASAYI
TERSTEN İNŞA ETMEK İSTEYEN UYANIK ALICILAR
İşte bu yurtdışı
sorunlarının ve “yurtiçi” piyasasının
krizlerinin buluştuğu tek ana nokta var: Kim hangi eseri “niye” alsın? Gerekçe ne? Gerekçenin içeriği ne kadar kabul
edilebilir? Bu yapıtlar neden birer “koleksiyon
parçası” olma vasfını, hangi sanat tarihsel veya güncel gerekçelerle
taşımaktadırlar? Bu soruların somut yanıtları bulunmadan sağlıklı bir yere
varılamaz ve her başarı (veya başarısızlık) sözde ve havada kalır.
Söz
edilen alımlar, hızla hisse senedi toplar veya yeni zenginlere kütüphane
doldurur gibi oluşturulan koleksiyonlar, çoğunlukla müzayedelerde “toplu ayin, toplu histeri” seanslarında
herkesin birbirini göz ucuyla süzdüğü ve bayrak sayısının heyecan dalgasına ve
sayısına baktığı oturumlarda yapılıyor.
Resimler podyumda
yürüyüş yapan güzeller gibi gezdirilirken, bu yapıtları o anda on saniye kadar
süzen gözlerin, onlar hakkında ne kadar bilgi sahibi olduğu da çok tartışmalı
konulardan. Yani güzellik yarışması örneğinden ilerlersek, hiç olmazsa modelin
kaşı, gözü, göğüsleri, bacakları kriter olarak alınacak. Hadi kıyafetli geçişte
de belki hava, zerafet, genel kültür veya kişisel beğeni devreye girecek. Sanatta
ise o müzayede salonlarında, bu ortama hızlı giren insanların, geldikleri para
ve iş dünyası piyasasından, bir çeşit “menkul
kıymetler borsası” refleksleri taşıdıklarını görüyoruz. Yani “hangi hisse çıkıyor hangisi iniyor, hangisi
umut vaat ediyor, hangisi şişmiş” vs gibi. İşin özünde ise, bu kişilerin
büyük çoğunluğu, bu resimleri, o hisse senetlerini tanıdıkları gibi
tanımıyorlar. Burada ana karar verici faktörler “mimetizm”, “dedikodu”
veya bazen hazırlanan yapay heyecan dalgaları. Nasıl mı? Mesela “tarihi” yapay şekilde üretmeye
çalışanlar var. Şu ya da bu ünlü sanatçının geçmişine, ilk yıllarına, önemli
ilk dalga çalışmalarına piyasada ulaşmak zor, zahmetli veya masraflı gelebilir.
Zamanı geri alıp, Picasso’nun ilk pre-kübist skeçlerini yaptığı Montmartre’daki
Bateau-Lavoir atölyesine dönebilmek de henüz mümkün değil. Ama biraz kurnaz
olunursa, kazanacak tayları önceden sezebilmiş olmak yerine, bunları gönül
rahatlığıyla “saptamak” da mümkündür!
Yani yolu tersinden giderek de bu “mucize”
başarılabilir! Nasıl mı? X galerisinin elindeki genç Y sanatçısından üç
koleksiyoner hızla yedişer resim alır, bu toplu
alım ayinini şaşkın gözlerle izleyen,
müzayede salonunu dolduran nezih kitlenin önünde aralarında anlaşıp eserleri
3, 5, 10, 20 misli arttırmaya girişebilirler!
Zaten genelinde
birbirini kopya etme ve “genel hava
izleme” trendi egemen… Yani, Fransızlar’ın “folie auto-entretenue” dedikleri, birbirinden beslenen bir delilik…
RESİM
DÜNYASINI “İMKB” SANANLAR
Bu ortamın içine
balıklama dalan veya birkaç yıldır bu sularda yıkanan insanların dillerindeki
sorular veya iddialar, “resim” ile
ilgili değil. Daha çok “İMKB” mantığı devreye giriyor. Burada en tehlikeli
kesim, resme kısa vadeli yatırım gözüyle bakan, bugün beşe alıp, yarın altıya
satmaya kalkan zihniyet. Resmin uzun vadede kesinlikle en iyi yatırım olduğunu,
orta vadede de çok iyi bir “dönüşü” olabileceğini
öğrenmeye sabır ve kültürleri yeter mi bilmiyorum ama onların kısa vade için
zorladıkları spekütalif ticaretin verdiği zarar tartışılmaz.
Geçen gün bir koleksiyoner dostuma rastladım, aniden ”Piyasa nasıl gidiyor?” diye sordu. Soru,
“Yeni resimlerin nasıl gidiyor?” değildi.
Bir diğeri, şu ya da bu sanatçının fiyatlarının fırlaması ya da hasbelkader her
hangi bir müzayede ortamında öne sürülen şu ya da bu resmine alıcı çıkmaması
yüzünden ona kızgındı (!) veya kafasına göre bir çeşit hesap soruyordu!
Rastladığım başka bir galericiye ise, elindeki sanatçılardan birine muhakkak
kapsamlı bir kitap yapması gerektiğini vurguladım. Yanıtı ilginçti: “Artık
kimse kitap mitap bunlara bakmıyor, internetteki müzayede satış fiyatlarına
bakıp, alıp almama kararı veriyorlar hepsi bu ve yapacak hiçbirşey yok artık bu
konuda.”
BİR
MÜZAYEDEDE NE, NİÇİN ALINABİLİR?
Gerek kişisel
açılardan, gerek genel tanımlamada sanat-değer-tarih ilişkisinin nasıl
konulduğu açılarından, işin püf noktalarına geldik. O kadar çok söylenecek şey
var ki! Hangisinden başlasak... Öncelikle “Resim
koleksiyonerliği, müzayedelerden iş toplanarak mı yapılır?” sorusuyla
başlayalım/yüzleşelim. Bir müzayedede, bir sanatçının işleri niye vardır? Ya bir
vefat ya da koleksiyon elden çıkarma işl”eminde o müzayede evine verilmiştir,
ya bu ülkede bir sanatçının “borsasını”
yükseltmek isteyen bir galerici tarafından verilmiştir ya da müzayedeci bir
sanatçıdan eser almıştır. O müzayedenin “genel
kokteyli” öyle oluşturulmuştur. Peki, normal bir koleksiyoner, bir ressamın
ortada gezen herhangi bir işini mi alır? Yoksa belirli nedenlerle, birçoğu
arasından seçerek, tercihen değişik dönemlerini de bilerek mi alır? Müzayedelerde
ortada tek tük gezen bazı çok özel “Paris
Ekolü” veya “öncü-soyut” işler arayabilirsiniz.
Veya şu ya da bu ressamın çok az bulunan bir döneminden son örnekler veya
eskizler peşinde olabilirsiniz. Ama atölyesinde üç yüz, galerisinde yirmi resim
bekleyen bir sanatçının kaderine razı olarak “elde ne varmış, bakalım” mantığı, koleksiyoner açısından
temellendirilemez, ciddi bir tavır olarak görülemez. Louis Vuitton çanta arayan bir hanım, ikinci el satıldığını duyduğu her
hangi bir kırmızı bir orta boy çantaya mı gider, yoksa o markaya düşkünse
mağazadan bin bir çeşit ve renk arasından mı seçer? “Aliye Hanım vefat etti” diye piyasaya sunulan ikinci el bir Louis
Vuitton çantanın peşinde özellikle koşan bir kadın bulamayacaksınız. Ancak o
çanta Jackie Kennedy veya Greta Garbo’ya ait ise veya üretimden kalkmışsa ve
hiçbir yerde bulunmuyorsa, o müzayedede talipleri çıkar, hatta bu kişiler
birbirleriyle çekişmeye girerler. Aynı şey satışa çıkan ikinci el bir Mercedes
için de söylenebilir. Ne bir sanatçının, ne de bir firmanın genel değer
skalasını ortada gezinen bir-iki ürünün fiyatı belirlemez.
Sanatçının eserleri,
çeşitlilik veya bolluk arama işi dışında, ayrıca birbirlerinden çok farklıdır.
Çünkü, her resim ayrı bir varlık, ayrı bir güç, ayrı bir düşünce yansıtır. Her
biri ayrı bir yıl, ayrı bir ürün, ayrı bir dünyadır. Bu ve buna benzer binbir
gerekçeyle bir ressamın tesadüfen “piyasaya”
arz edilen şu ya da bu işinden onun “rayicini”
çıkarmak veya “ne edip, etmediğini”
her iki yönde de belirlemek mümkün değildir. Bir sanatçının işi o gün, özel
nedenlerle rekabette olan veya birbiriyle çekişen iki kişi nedeniyle galeri
fiyatının üç misline satılabilir. Bu, artık fiyatının o bareme tırmandığını
göstermez. Ya da bir ressamın iki işinin “ucuza
gitmesi” veya ortamda alıcı bulmaması da artık kendisinin para etmediği
anlamına gelmez. Özellikle “topladığı”
sanatçıların genel fiyatını düşürmeye çalışan alıcıların varlığını, artık çok
insan biliyor. Bunlar komikten öte, cehaletten beslenen, ukalalıklarla gelişen,
içi tamamen boş yargılardır. Veya bir sanatçının yeni ve “farklı” bir yapıtını anlamadığı veya gülünç bulduğu için almayan “alıcı”, o işin “değerini” mi saptamış olur? De Kooning’in “Woman” serisinin ilk desenlerini, örneklerini anlayamayan kişi, bu yapıtları
“ezmiş” mi olur? Sanatçıların kariyerlerine değil, aralarında oluşturdukları anlık manipüle edilmiş borsalara bakarak “değer” saptandığını sanan insanlar, bu
dünyaya paraşütle atılmış, sanat tarihinin varlığından habersiz, bir resmin
neden para edebileceği konusundaki gerçek kriterlerle hiçbir ilişki kuramamış
kişilerdir.
BİR
RESMİ “DEĞERLİ” KILAN FAKTÖRLER NELERDİR?
Değeri oluşturan ana
faktörler nelerdir? Burada belki üç paralel sanat tarihsel, bir de alıcıya göre
kişisel kriterden söz edilebilir. Birinci tarihsel soru, “Tüm ismi, kariyeri göz önüne alındığında, sözü geçen yapıt, o
sanatçının kendi tarihçesinde nereye oturmaktadır? Neden önemlidir veya
değildir? Hangi dönemin ürünü, hangi önemli yapıtının veya döneminin
habercisidir?”. Bu, sanatçının kişisel tarihidir. İkinci soru da “Bu sanatçı (ve ikinci aşamada bu yapıt)
kendi ülkesinin sanat tarihinde nereye oturur? Ne kadar kalıcı olabilir?”. Daha
ender sorulan üçüncü soru: “Bu sanatçı ve
bu yapıtının dünya sanat tarihine girme ihtimali var mıdır? Yurt dışında ne
kadar toz kaldırır?” Bu soruların “kulak
dolgunluğu” yanıtları dışında, izi sürülebilecek birçok verisi vardır.
Özetle “track-record” denilen bu
izler arasında kaç yıldır sergi açtığı, nerelerde açtığı, kaç resim yaptığı, kaç
sattığı, işlerinin yıllar üstünden hangi merdiven tırmanışlarıyla bugünkü
fiyatlarına geldiği, hangi ünlü (yerli veya uluslararası) eleştirmenlere konu
olduğu, hangi kitaplarda değinildiği, hangi müzelerde sergilendiği, hangi büyük
sergilere davet edildiği, hangi yeni soluğun taşıyıcısı olduğu, hangi iddiayı
kariyerine taşıdığı, ülkesinde hangi konumda olduğu gibi sayısız veri vardır.
Dördüncü ve bunlardan farklı olan kişisel kriter ise, koleksiyonerin bu
sanatçıdan ne kadar haz aldığı, onun yapıtlarından hangi dönemlerini ne kadar
sevdiği, renk, doku, içerik, kavram açılarından yapıtla ne kadar ilişki
kurduğunun yanıtlarıdır.
Türkiye’de toplu
dedikodu mekanizmalarıyla bir şekilde kör topal yürüyen müzayede piyasalarında
bu soruların yanıtları bulunamaz. O ortama sunulan herhangi bir Louis Vuitton çantayı
merceğe alan kişi, o markanın gerçek koleksiyoneri olamaz. Ancak kolay bulunamayacak,
mesela 1920 model tekil bir Louis Vuitton antika valiz, müzayedelerin gerçek aranan
parçası olabilir. Yoksa gerçek koleksiyoner-alıcı, aradığı malın -halen varsa-
kaynağına gider. Hem farklı yapıtları, hem bunların taşıyıcı
yayınları, hem satış noktasının gerekçelendirmelerini topluca görmek,
değerlendirmek için zaten koleksiyoner kendi seçtiğini, kendi zevkini, kendi beğenilerini,
kişisel duyu ve düşüncelerini beraber eriterek oluşturabildiği oranda “koleksiyoner” sıfatını hak eder. Yoksa
olsa olsa “rüzgara göre eğilen
bürokratlar” gibi ne taraftan lodos eserse, oraya eğilen köksüz ağaçlar
gibi devrilir giderler. Hem de ayaklarının yerden kesildiğini fark
edemeden, “Bir dakika ya, daha düne kadar
bana parsel parsel sattığınız orman buralarda değil miydi?” şaşkınlığıyla
donakalarak… Çünkü nasıl “Bienal Sanatı”na
benzeyen yapıtlar ortada geziyorsa, dekoratif, evrensel, şık ve köksüz
yapıtların moda ışıklarına kanarsanız, bu parıltı sizi uzun vadeye taşımaz...
GERÇEK
KOLEKSİYONERİ 3. SINIF PİYASA VİRÜSÜNDEN AYIRAN NEDİR?
Gerçek koleksiyoner, rüzgara göre
değil, gerektiği zaman rüzgara karşı alım yapandır. Bir ressamın veya bir dönemin ucuzunu
değil, -New York’ta ünlü MOMA (Modern Sanat Müzesi)’nın her zaman yaptığı gibi-
iyisini, sanat tarihsel olarak güçlüsünü gerekirse pahalısını arayan insandır.
Akımların bağlantılarını, yapıtların, dönemlerin kökenlerini araştıran, okuyan,
beynini işin içine sokan, kaynakça arayan kişidir. Her şeyden önce kendi
koleksiyonuna aldığı eseri sever ve onun arkasında durarak korur. Gerçek
koleksiyoner, her şeyden önce kendine güvenir. Başka biri bir ressamdan aldı diye hemen kendi de alan, sattı diye
satan kişi, papağan veya maymun koleksiyonerlikten öteye geçemez, amatör bir
borsacı seviyesinde takılır kalır. Hormonlu piyasanın, içeriğini tanımadan
ürünlerini aldığı bir iletkeni veya bir kobayı olur. Hepsi birbirine benzeyen
ama hiçbiri birşeye benzemeyen fabrikasyon ameliyatlı burunlar ve silikonlu
dudakların nankör dünyasına esir düşen genç mankenlerin kaderine benzer, başka
tür bir ortaklığa itildiklerini göremezler.
Gerçek
koleksiyoner, o yapıt alınmaya değiyorsa, herşeyden önce sanatçısı değdiği için
bunun alınmaya değer olduğunu bilendir. Dolayısıyla gerçek içerik ve değer saptaması, o
sanatçının hangi ürününün o alıcıya uyup uymadığı, atölye veya galerisinde
belli olur. Mabet orasıdır. Gerçek koleksiyoner, sanatçı veya sanatçı-galerici
ikilisi ile sürekli iletişimde kalıp, bu ilişkiyi beslediği oranda kendini ve
oluşturduğu koleksiyonu besler. Her sanatçı geçmişi ve geleceği ile bir
dünyadır. Beyni, karmaşık ve zengin bir labirenttir. Kendi ömür üstünden esas
çalışma alanıdır. Gerçek sanatçıyı takip eden koleksiyoner, veya hepsi bir
arada koleksiyoner, sanatçı ve galericisi onun yolculuğunda sanatçıyı içerikli
ve zengin diyalogla besler. Beraber bir yansımalı “ekip” oluşturabilme ihtimalleri bile gündeme gelebilir.
Sonuçta sanatçı,
görsel bulgularını, dehasını, kabiliyetinin karşılıklarını ve kabulünü, bir “mecène” (mesen: sanat destekçisi) havası
da taşıyabilen koleksiyonerde ve kendisine gerçek anlamda değer veren
galericisinde bulabildiği oranda, o güven ortamının da verdiği güçle atölyesine
gerçekten kapanıp, ruhunu ve düşüncelerini, gelecek dünyasına teslim eder. Burada
galericiler konusundaki ayrım çok önemli: Çünkü
sanatçıya “hızla sağılacak inek” gibi
bakan galerici ile, onun kariyerini düşünerek hamlelerini seçen galerici
arasındaki fark, gündüzle gece farkı gibidir. Gerçek bir galeri, uzun soluklu bir sanatçı,
sorumlu bir sanat tarihçi gibi davranarak bu ortamda hızlı para getirisinin
dışında hangi değerlerin ön planda kalacağını bilir ve inandığı sanatı sergiler.
Sanatçılar şaraba benzer. En taze ürünleri, en hoş tadı bırakan, en çarpıcı
işler olabilir ya da olgunluk dönemlerinde, en oturmuş, en gelişmiş işlerine
yönelirler. Dedikodulara dayanarak sanatçıların yalnız şu ya da bu dönemlerini
arayanlar, onun “yeni ve taze” ürettiği
işler, henüz eskimediği için bunlara bakmadan sırt çeviren insanlar, gerçek
anlamda hiçbir sanatçının koleksiyoneri olamazlar. Yalnız tek bir dönemini
topladığı sanatçının bile, tüm kariyerini izlemeye mecburdur gerçek bir
koleksiyoner. Ne dar görüşlü, ne önyargılı olma hakkı vardır. Özellikle de yeni
düşünsel ve estetik sunumların connaisseurler
tarafından bile ancak zaman içinde algılanabildiğini bilir.
Uzun lafın kısası,
bir vur-kaç borsası değildir “sanat
dünyası”. Esas adı da “resim
piyasası” filan değildir.
SANAT
DÜNYASI VE RESİM BORSASININ FARKI!
O “piyasa”, geçici sığ tüccarların
oluşturduğu, sığır eti piyasası benzeri, sanal, hormonlu, gösteriş meraklı
kültür yoksunu “nouveaux-riches”
piyasasının ta kendisidir. Bir “komedi-korku”
filmi benzeri tavırlarla, müzayedelerde kendi aralarında ellerini kaldırıp indiren
insanların önemli bir kısmı, olsa olsa kendi aralarında futbol yorumladığını
sanan yaşlı teyzeler gibi olabilirler. Yani
kaleciyi yakışıklılığına, santrforu eğitimine, hakemi gömleğinin kolasına göre
puanlayan, ama yorumlarını çok ciddiye alan tuhaf (!) insanlar!
Hiç kimse bu piyasaya
toy veya “yuppie” hızlı borsacılar
gibi ne kadar kurnaz ve zeki olduğunu, “yatırımını
nasıl iki yılda beşe katladığını” göstermek için girmesin. Hisse senedi
piyasasında kalsın. Sanat dünyasına, marifetli tefeci kriterleri, uyanıklık ve
el çabukluğu gösterileriyle girmesin. Beraber hareket ederek ucuza kapatılan toplu
karar alımlarının, borsa şişirme seanslarının “altı boş” olduktan sonra, bu manevralar ve yanlış hesap Bağdat’tan
döner. Piyasa o anı yutmuş ve hazmetmiş görünür. Ama tarihi kandıramazsınız.
Üzerine “çok hoş, çok frapan, çok şık
duruyor”dan başka hiçbir şey kaleme alamayacağınız işler, nereye kadar
gider? Pompalanan bu gaz yüklü ortamlara teslim olan galericiler de bu yapay
koleksiyoner furyasının dönem taşıyıcısı olmaktan öteye gidemezler. Para
hayatta kesinlikle her şey değildir. Sanat dünyasında ise hiç değildir.
Kapitalizmin gücü ile “piyasaya dalarak”
istediği alanda at koşturacağını sananlar çok yanılırlar. Herşeyden önce sanata ve gerçek sanatçılara karşı biraz daha saygılı
ve mesafeli olmayı öğrenmeye mecburdurlar. Biraz mütevazı kalmanın, bu
dünyada sayılamayacak kadar çok yararı vardır. Elinde para olan ve kapitalizmin gücüyle bu “piyasayı” alelacele alt üst edebileceğini sananlar, bu ortamın
basit ve yoz bir hisse senedi piyasası olmadığını öğrenmeye mecburdurlar. Yurtdışında
kuşaklara dayanan köklü bir sanat koleksiyonculuğu geleneğinden gelen sanat
aristokrasinin nasıl gösterişten uzak ve sanata saygılı olduğunu
araştırabilirler.
SANAT
DÜNYASINDA HERKES KENDİ İŞİNİ YAPSA...
Aynı şekilde, burada
sıkça adı geçen müzayede evleri, normalde sanatın değerinin artması,
yaygınlaşması ve sanat tarihsel gerçeklerin yerine oturması konusunda çok
olumlu bir rol üstlenmesi gereken kurumlardır. Kendisini “galericiler” yerine koymak yerine, “müzayedeye değer” parçaları, gerekçeleriyle beraber sanat ortamına
sunmayı göze alabilseler, bunu hedefleseler, Türk Sanatı’nda taşlar çok daha
yerine oturabilir. Türkiye’de bu rolü üstlenebilecek köklü müzayede evleri
mevcuttur. Müzayede evleri, galericiliğe soyunmak yerine kendi görevlerini
yapmalıdırlar. Galeri sergilerinin sanatçıları ve yeni dönem eserlerini ortaya
savunarak koyan sunumları olmadan, bu “taze”
işlerin doğum sonrası hemen müzayedelere alınması, absürd ve herkese zararı
olan bir sistem içi gaftır. Sanat dünyasında, galericilerin, müzecilerin,
müzayede evlerinin, eleştirmenlerin, sanatçıların, birbirini tamamlayan farklı
işlevleri ardır. Birbirinin alanına saygı, değer yargılarının oturmasına
yardımcı olacaktır. Mesela galericilerin de her biri müzayedeciliğe soyunsa, müzayede
evleri bundan herhalde fazla keyif almazlardı. Bir müzayede evi, ne bir galeridir, ne de bir müze. Bu farklı
kurumların varlığı, birbirine alternatif olmaya çalışmadan, birbirini
desteklemelidir. Son yıllarda Türkiye’de müzayede evlerinin işin her açıdan
dozunu kaçırıp, neredeyse galerilerin varoluş nedenini sorgulatacak bir
yoğunluk aramaları, uzun vadede, kendilerine bile bir sorun teşkil edecektir.
KANEPEYE
UYGUN RESİM ALANLAR DAHA SAMİMİYDİ!
Size bir itirafta
bulunacağım: Hani 80’ler hatta 90’larda alay edilen bir alıcı türü vardı ya? “Kanepesine uygun resim alıyor” diye bol
bol dalga geçilen... İşte onları bile bazen arıyorum desem inanır mısınız bana?
Çünkü hiç olmazsa o aileler, ne bilip ne bilmediklerinin farkındalardı! Olmadıkları
bir şahıs rolüne, kalıbına sığmaya çalışmıyorlardı! “Biz buyuz, bu resmi sevdik, bununla yaşayabiliriz, şöminenin üstüne
sığıyor, mavi kanepemle de asorti halinde” diyorlardı tüm iyi niyet,
dobralık ve saflıklarıyla! Kıyaslarsam bugün cahil-ukalalıklarına bürünmüş,
kokteyllerde fink atan, uyanıklığını kanıtlayacak “mal” bulma merakıyla gezinen borsacılardan üç-beş kere daha gerçek
ve sempatik bile geliyorlardı bana!
Daha dün bu “resim borsasına” koleksiyoner veya galerici
olarak balıklama atlamaya karar verip iki günde kendini kırk yıllık sanatçı
veya galericilerin doğal olarak (!) önünde görme sendromu, ağır bir hastalıktan
başka bir şey değildir. Üç tane yabancı bağlantı, iki usta mimarla dizayn
edilen şık “space”ler veya İngilizce
galeri isimleri ve portföyde zaten hazır bulunan elden ele dolaştırılan zengin
potansiyel alıcılar listesi, olsa olsa bu değerli zatları sanat dünyasının
eğreti eki, yaması yapar. Onları bu dünyanın lideri yapamayacağı gibi, saygın,
kabul gören bir unsuru bile yapmaz. Her
yeni, önemli ve zengin “resim alıcısı” aynı anda iki yılda hem “koleksiyoner”
hem “galerici” hem olup, oradan da “müzeciliğe” transfer olamaz! Bir çocuğu
dokuz ay yerine özel sebeplerden altı buçuk ayda doğurabilirsiniz. Ama dört ya
da beş ayda doğurmaya kalksanız, acelenizden sakat bir bebek yaratırsınız.
Kimse bu dünyaya kendini güçlü gördü diye sahte peygambercilik oynamaya
gelmesin. Bu “piyasayı” -demin de belirttiğim
gibi- hızla sağılacak bir inek olarak görenler, ardından iskambil kağıdı
kuleleri gibi devrilip gitmişlerdir. Burada sanatı bilen, yıllardır bu meslekte
olan galericilerle, bu “moda”dan
nasibini almak için bu işe dalan “art-business”
meraklılarını ayırt etmek gerekir.
ELEŞTİRİ
YERİNE BASIN BÜLTENLERİ!
Medyanın siyasi ve
düşünsel iflasının bu yozlaşmada da tabii ki rolü var. İktidardan korkan,
siyasal bağımsızlığını çöpe atmış bir merkez medya mantığı, bundan da önce
sanatsal gerçek yorum haklarını kullanmaktan vazgeçerek kapitalle arasını iyi
tutmak adına “eleştirmen” koltuğunu
çöpe atmış, sanat-kültür sayfalarını basın bültenleri ve halkla ilişkiler
düzeyinde röportajlara açtı. Dolayısıyla, zaten artık sunulan işin bir
sağlaması, bir aranır gerekçesi, bir sorgulanması mevzu bahis değil! Kapital ve reklam
ilişkilerinin, medya ve holding patronları dostluklarının belirlediği alanlar haline dönüşebiliyor
sanat sayfaları...
“Açtım
kondu, yaptım oldu” mantığı
egemen. Günümüz iktidarının siyaset anlayışına da bir hayli paralel ve uyumlu
bir tavır değil mi bu!
Hızlı para döngüsü
adına oluşturulan parlak sunumlar, çağdaş, havalı, güncel sanata benzeyen “gibicilik”
oynayan “işler” ve üzerinde pek bir
düşünce üretilemeyecek dekor parçaları... Sanatı taşımak istedikleri nokta bu. “Birini tutuklayalım, ardından suçunu
buluruz” mantığı gibi “Şu sergiyi
asıp hızla satalım, ardından bir şeyler yazacak birini -halen okuyan
kaldıysa- uydururuz” dönemi bu…
PEKİ
BU ORTAMDA GENÇ SANATÇILAR NE YAPIYOR?
İşin daha acı kısmı,
birçok genç sanatçının da bu akıma elektrik çarpmışçasına katılmaları.
Düşüncesi, ifade özgürlüğü nasıl iflas ettirilmiş, hangi gazeteciler
hapisteymiş, hangi uydurma sahte kanıtlarla kimler kaç ay ya da kaç yıl hapiste
kalmış, savaş çıkmak üzereymiş kime ne? Nasıl olsa işler tıkırında görünüyor ve
ekonomi sanki hala dönüyor. Yeni galeriler arasında yaşanan, karşı devrimi hiç
algılamamışçasına hala Atatürk ve Cumhuriyet karşıtı işlere prim vermek ve
savunmak, ne ilginçtir ki hala “in”! Allah
akıl fikir versin! Özgürlük, demokrasi, insan hakları, hürriyet kavramlarını
düşünmeyen ya da anlamayan, yalnız para bilen bazı sanatçı meslektaşlarımız
var. Halbuki biraz tarihi deşseler, gerçek sanatçı için üzerinde durduğu “pozisyon” taşının, banka hesaplarından
daha önemli ve daha kalıcı olduğunu görecekler. Bu “duruş” kuş bakışıyla, kim olduğunu, nerede durduğunu, neyi kime
borçlu olduğunu, tüm kökleriyle bilen ve bunlara ihanet etmenin kendi bindiği
dalı kesmekten başka bir şey olmadığını bilen bir duruş. Aç ya da tok olmaktan
çok daha önemlidir bu. Yakın tarihimizde söylenmiş, ”Gerekirse yeni bir dünya kurulur ve Türkiye bu yeni dünyada yerini alır”
sözlerini kim, kime, ne zaman, niçin söylemiş; bunları bilmesi gerekir. Çünkü
aynı cümleyi her an kendisi de sarf edebilecek insandır gerçek sanatçı. İsterse
milyar doları olsun, alıcısının karşısında kendini ezdirmeyen, kendini ondan
aşağı görmeyen kişidir... Maalesef kimi genç sanatçılarda görülen bu tatmin
olmaz hızlı para kazanma, her ne pahasına olursa olsun hızlı tanınma ve kendini
salt paraya endeksleme hırsı, alarm verici boyutlardadır.
SAHTE
TARİHİN KALPAZANLARI
Kendi siyasal ve
sanat tarihsel aidiyetlerinin ne olduğunu, bulunduğu noktayı kimlere borçlu
olduğunu ve nereden geldiğini bilir. Küratörlük ve sanat tarihçiliğin
tartışılmaz önemini ve köklerini inkâr ederek tepeden inme yapay senaryolarla
kendilerini, şımarıkça bu meslek üzerinden ülke sanat ortamına dayatma yolunu
seçen kimi bahtsızların yerini, artık kapital üzerinden “piyasa” yönetmenliği yapan ve işi birbirini okşamak-tokatlamak
olan, “yeni-köksüz” başka bir
tipoloji almıştır. Halbuki kökün yoksa, bir soyağacına ait değilsen, sen ya
çalıntısın ya uydurmasın ya da gibi gibicilik yapıyorsundur. Sanat ortamında
bunları bilen ve buna saygı gösteren insan sayısında hızla azalma yaşandığını
kim inkar edebilir? Sanat ortamına enjekte edilen bu aceleci, piyasacı ve
oportünist furyayla beraber, utanç verici derecede saptırılmış “Çağdaş Türk Sanatı” hakkında üretilen
sahte ve uydurma kitaplar “bozuk düzenden
nasibini almak isteyen“ yeni kuşak bazı sanatçıların ve onların maddi
destekçilerinin bir tezgahıdır. Tarihin resmî ve tescilli olarak kayıt altına
alınmamasının bu kadar istismar edildiği başka bir ülke bulamazsınız. Dünyanın
başka hiçbir ülkesinde, çağdaş “güncel”
sanatı, bu kadar damdan düşme, köksüz, 90’ların ortasında hasbelkader başlamış,
geçmişi kimliksiz bir alan olarak gösteren, “İpini Koparmış” (!), “Kullanıcı Kılavuzu” tipolojisinde sahte tarih
üreten koca ciltli kitaplar bulamazsınız! Geçmişini tanımayan ve ona saygısı
olmayan bu sahte öncü sanatçılar dizisinin mumu, ancak yatsıya kadar yanar! Bu ülkede sanatın büyük dönüşümü, 70’lerin
sonu ve 80’lerde gerçekleşmiştir, son 20 yılda değil! Türk Sanatı’nın
70’lerin sonu 80’lerin başı ve tüm 80’ler boyunca geçirdiği dev dönüşümü
görmemek veya yok saymak için insanın omurgasız bir devekuşu olası gerekir. Dünyanın
başka hiçbir ülkesinde bu seviyesizlikte yayınlar piyasaya sorumsuz bir şekilde
sunulamaz.
Tabii işin farklı
başka yöntemleri de var. Yarım yamalak ve sahte tarih üreten bir kitapta bile
belli bir ölçüde emek, zaman ve para yatırımı vardır. Bunlara “tenezzül etmeden” bir günde ortaya çıkıp
“Benim resimlerim artık beheri 2 milyon
dolar” diye şakıyıp bunu kanıtlamaya çalışmak için de sahte alıcı isimleri
ortaya döken soytarılar bile mevcuttur.
Bu traji komedilein
sahneye konulabilmesinin ana nedeni, ortada gezen yeni bir “sanat adamı”
tipolojisidir. Sanatçıları, eserlerinin gücü ve iddiasıyla değil, yıllık
cirolarıyla ele alan bir insan türü. Bilmem mesela şunu hatırlatmamızın bu
arkadaşlara hiçbir katkısı olur mu? Modern resmin tartışılmaz babalarından
Edouard Manet’nin ölümüne beş yıl kala piyasaya müzayedeye çıkan işlerinden
yalnız biri 700 franga satılmış, diğerlerl “elde kalmıştır”. Bugün ortada
birinin elden çıkarmak isteyeceği satılık tek bir Manet bile bulamazsınız.
Müzayedeler, aynı zamanda burjuvaların çoğu yaşayan sanatçı hakkında yaptıkları
dev hataların tarihçesidir!
Vurgulanması gereken
en önemli sonuç şu: Burada öne çıkardığımız sistem hatalarında ısrar edilirse,
sanatı piyasa zorlamalarına, yapay pompalamalar ve ölümcül hormonlar eşliğinde
boğdurma operasyonu bu şekilde sürerse, genç Türk Sanatı hiç beklemediği ve hak
etmediği bir şekilde “çıkıştayım” zannederken, “özlük hakları” elinden alınarak
boşluktan uçuruma düşecek! Çünkü kökeni
nereden geldiği belli olmayan bir yapıya kimse saygı duymaz ve çöküşü
engellenemez. Bu düzenin bu kadar yozlaşmaya açık olmasının arkasında,
Türkiye’de en eski (ve tek!) Modern Sanat Müzesi’nin yalnız 8 yıllık olmasının
getirdiği meydan boşluğu vardır. Bu kadar açık tarih kalpazanlığına cüret eden
insan sayısının bolluğunun nedeni budur.
DIŞ
FUARLARIN PRESTİJİ BÜYÜK TURLARI!
Bir diğer
hatırlatmayı da galericilerimize ve koleksiyonerlerimize yapmak kaçınılmazdır:
Türkiye’de çağdaş sanata ayrılan “alım
bütçesi” her yıl giderek artan özendirmelerle, hem de dev bütçelere, Batılı
sanatçılara doğru kayarken, bu ”al-sat”
kültürel ticareti ne yazık ki diğer yönde hiç aynı oranlarda yapılamamaktadır.
Bu makalenin önceki bölümlerinde vurguladığım gibi, “Türk sanatını değerli ve aranır” kılacak gerçek toplu çıkışlar,
devletin ve özel sektörün zaafları ve Batı’nın malum ön yargıları nedeniyle
gerçekleştirilemezken, bu “Batılı alımlar”
cirosunun büyük oranlarda artmaması hiç de şaşırtıcı değildir. Türk alıcıları,
bu ters ticarette, “ihracat açığındaki
dengesizlikleri” fark edemezlerse, kendi topraklarını kurutacaklar, kaş
yapayım derken göz çıkaracaklardır.
Bu “dış alımlar”, istisnalar dışında
genel olarak iki şekilde gerçekleşmektedir. Ya dediğimiz gibi Türk Galerilerinin getirdiği yabancı
sanatçıların satışı, ya da tam bir haçlı seferine gider gibi gerçekleşen toplu
veya ayrı çıkılan dış fuar gezileridir. Tabii ki Türk koleksiyonerlerinin
güncel fuarları takip etmeleri, bilgi ve deneyimlerini arttırmaları ya da yeni
önemli dış eserler satın almaları sonuçta olumsuz değil, tabii ki olumlu puanlarıdır.
Ancak ortada şöyle bir nokta da dikkat çekiyor: Bu dış geziler öyle bir
yoğunluk ve neredeyse “kanuni mecburiyet” ritminde yapılmaktadır ki, sanki
yılboyu sırayla, en azından New York Armory Arco, Basel, Frieze ve Miami’ye
gidilmezse, o koleksiyoner ayıplanacak veya çaptan düşmüş 2. sınıf
konumuna gerileyecektir. Bu tavrı anlamak
pek mümkün gelmiyor bana. Ve 0 dan 100 kilometrey hıza çıkan araba misali
oluşmuştur bu hız. Şu farkla ki, 5-10 sene önce, ortada bu trendden eser yokken,
bir zoraki özenti moda gibi ortama çöküvermiştir bu olgu. Uzun lafın kısası, işin
dozunu kaçırınca, biraz yapaylık ve “yarıştırma” kokmaktadır bu seyahatler,...
ARTIK GERÇEK BİLANÇOLARI ÇIKARMA
ZAMANI
Türk sanat ortamı,
artık bu aşırı hızlı kabuk değişimi furyasının gerçek artı ve eksilerinin
bilançosunu çıkarmaya, neyin doğru neyin yanlış olduğunu tartışmaya açmaya
mecburdur. Ne Batılı ortamlarda ne yurt içinde sanatın gücünü para ile
harmanlayarak, bir saman balyasının üstünde yere sağlam basmak mümkün değildir.
Yoksa Batı’ya tek yönlü yağ çekerek kendi içinde gerçek bir dünya oluşturmak
yerine, dış stratosferlerde patlayıp gidecek bir zepline binmekten öteye
gidemeyiz. Türk sanat ortamı, sanatçısıyla, koleksiyoneriyle, galericisiyle ani
yıldırım parlamalarını terkedip artık içeride ve dışarıda sabırla kendi sağlam
yapısını kataloge ederek yükseltmelidir.
Bu devleti yöneten hükümetlerin henüz tek bir modern-çağdaş sanat müzesi
kurmamış oldukları, ama AKP’nin ülkenin en görkemli camiyi Çamlıca’ya
kondurarak 100.000 cami barajını aştığı şu günlerde, Türk Sanatı’nı belgeleme
görevi, özel girişimlere kalmıştır. Bu bağlamda, Yahşi Baraz’ın geçen aylarda
yayınlanan ve 37 yılı aşkın galericilik faaliyetlerinin tüm bilançolarını
ortaya döken “Yahşi Baraz’ın Türk
Sanatına Yön Veren Büyük Sergileri” başlıklı üç ciltlik eser, çok önemli
bir inşa çabasının kalıcı belgesidir. Bu büyük toplu çıkışlar ve araştırmalar,
kalıcı yayınlar ve sergiler eşliğinde yapılmadan, bu çabalar yurtdışına
taşınmadan, bu yaldızlı ve bol reklamlı medyatik sözde piyasa patlamaları
hiçbir yere varamaz.
15 Nisan’da “Dünya Sanat Günü” vesilesiyle Adnan
Çoker ve Komet’e UPSD olarak ömür üstünden başarı ödülü verdik. Bunu bir “taze-eski-genç” sanatçıya söyleyip onu
da törene davet ettim. Rahatsız olup, şakayla karışık bir tonla “Artık onlar eskidi, biraz yeni isimlere
bakın” dediğinde şaşırmadım. “Fast
Food” anlayış öyle bir noktaya taşınmıştı ki, adına “kariyer-onur-başarı” ne derseniz deyin, ömür üstünden verilecek
ödüllerin bile daha hızlı erişilip, iki ayda doğan çocuk misali, elli yıl
harcamadan elde edilmesi lazımdı. Devir, fiber hızlı internet devri değil
miydi? Neydi bu bizdeki tutuculuk? Bıkmamış mıydık bu dinozorlardan?
Yazılı medyada yazarın izni olmadan yayınlanamaz..