Türkiye
Büyük Millet Meclisi’nin 100. kuruluş yıldönümünde
Cumhuriyetimiz’in kurucusu Atatürk’e, silah arkadaşlarına ve
kanları, canları,
malları
pahasına onlara destek olan
Anadolu’nun
cefakar halkına şükranlarımı
sunarak yazıma başlamak istiyorum.
TBMM, Türk halkının
geleceğine 100 yıldır yön veren meclisimiz, kağıt üstünde
teorik olarak değil, ter, kan,
gözyaşı ve emekle kurulmuş bir
Anadolu mucizesidir. Cumhuriyetimiz’in
arkasında ülkesini kurtarmak için vücudunu siper etmiş sayısız
şehidin kanı, aziz hatırası, kaybolan gençlik hayalleri ve bir
halka mal olmuş büyük acılar vardır. Ama o acılar “tamamına
ermiş”, şehitlerimiz vatan için,
inandıkları
büyük önderin
izinde cesaret
ve kararlılıkla ölüme koşmuş ve yaşanan olağandışı sekiz
yıllık süreç sonunda,
Çanakkale’de
evrensel
temelleri atılmış olan
destan,
29 Ekim’de Ankara’da Cumhuriyet’le taçlanmıştır.
Demir
ağlarla birbirine
sonsuza dek bağlanmış üç önemli
tarihimizi biliyorsunuz: Mustafa Kemal’in Samsun’a çıktığı
19 Mayıs, Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin kurulduğu
23 Nisan ve Cumhuriyet’in ilan edildiği 29 Ekim...
SANATÇI
ATATÜRK
Mustafa
Kemal Atatürk, Osmanlı İmparatorluğu’nun
parçalanan
toprakları
ve emperyalizm tarafından yutulmakta olan geleceğinin
kaçınılmaz kaderini gördükten sonra, bu kaosun içinden Türkiye
Cumhuriyeti’ni yaratmakla kalmamış, aynı zamanda ödünsüz
devrimleriyle ona çağdaş, laik bir hukuk devleti bünyesinde
sağlam bir gelecek çizmiştir.
TBMM,
23 Nisan
tarihinden
itibaren genç Mustafa Kemal’in büyük hayallerini
gerçekleştireceği en sağlam
araç
olacaktır.
Fransız Devrimi’ni araştırdığı o uzun yıllarda, Selanik
günlerinde, asker arkadaşlarıyla olan rakı masası sohbetlerinde,
hatta Çanakkale Savaşı’nın kimi çok ender dinlence anlarında,
aklında hep çağdaş
bir
ülkenin hayali vardı. Türkiye
Cumhuriyeti, Mustafa Kemal’in önce tüm işleyiş çarkları ve
laik hukuk devleti perspektifiyle kafasında inşa ettiği büyük
bir “yeni dünya” projesiydi. Samsun’a
çıktıktan sonra,
Amasya’nın ardından Sivas ve Erzurum Kongreleri’ni
toplayan Büyük
Önder’in
aklında hep “demokrasinin”,
yani o yıllarda
kullanmayı sevdiği deyimle “serbest münakaşa”nın içinden
filizlenip yaşama geçecek, renklenecek, ete kemiğe bürünecek,
belki Avrupa’yı hatta tüm dünyayı imrendirecek Cumhuriyet fikri
vardı. Laik,
demokratik hukuk devleti ve onun barışçıl
bir Türkiye’de ve dünyada
yaşayacağı ortam… Büyük
Önder’in
hedefleri çok netti: Gençlik
yılları
boyunca
bıkıp usanmadan ürettiği
iddialı ve nefes kesen projeler bu hedeflerin hızlı birer skeçi
idiyse,
23 Nisan 1920’den itibaren, hedeflediği muhteşem tabloya ulaşmak
adına artık en önemli çalışma atölyesi, içinde
renkleri,
malzemesi, ressam diliyle “boyası” ile
Türkiye
Büyük Millet Meclisi’nin ta kendisiydi! Yine
bu Meclis, Cumhuriyet’in inşası yolunda büyük dehanın en
önemli eseriydi. 19
Mayıs’ta büyük tarihi yolculuğuna çıkarken de, sonuçta
aklında askeri zaferlerden bile daha çok, ana hedef olarak,
kuracağı yeni Cumhuriyet’i
yönetmek vardı. Bu kararlılığını en iyi ifade ettiği cümlesi
de “Ben 19 Mayıs’ta doğdum” sözleriydi. O devrimci doğum 23
Nisan’ın ilk önemli
taşı olurken,
Meclis’in rüştünü dünya aleme kanıtlaması, 29 Ekim ve
Cumhuriyet’in kurulma anıydı.
DEMOKRASİYE
HAYRAN BİR LİDER
Mustafa
Kemal’in demokrasi hayranlığı, yaşamı
sürecinde de
yoğun olarak deneyimlediği
ağır çelme ve muhalefet entrikalarına rağmen hep
canlı
ve taze kalmıştı.
Büyük Önder’de,
21. yüzyılda
bazı iddialı liderlerimizde gördüğümüz “demokrasi korkusu”
yoktu. İkna etmek, tuzaklara karşılığını vermek, kendisine
komplo kuranları doğduklarına pişman etmek, utandırmak, onları
sözleriyle dahi
ezebilmek,
onun büyük karizmasıyla kolaylıkla gerçekleştirdiği
becerilerdi. Kendi dönemindeki liderlerde ise, demokrasi
korkusu değil düşmanlığı vardı! Atatürk,
Meclis’te kendine
rakip olacak partileri çokseslilik adına çoğaltma çabasında
iken, bu
esnada dünyadaki isimler
Hitler, Mussolini ve Stalin idi!
Atatürk’ü ilgilendiren tek adam olarak yağdıracağı emirler
değil, 180
derece
düşünerek hata yapmamayı başarmak, halkın farklı görüşlerinin
Cumhuriyetimiz’e
uygun gördüğü ortak aklı yorulmadan aramaktı. Samsun için yola
çıkmadan önce İstanbul’da geçirdiği altı
aylık süreçte Vahdettin’den Fevzi Çakmak’a, İngiliz
gazetecilerden kendi yakın arkadaşlarına, Fethi Okyar’dan Ali
Fuat Cebesoy’a, Rauf Orbay’dan sağ kolu İsmet İnönü’ye
herkesle görüşmemiş miydi? Mustafa Kemal demek, her
şeyden
önce “istişare” demekti! İnsanlara,
farklı bireylere saygı duyarak onların görüşlerini almaktı.
Mustafa Kemal dev
23
Nisan
adımını cinsiyet-din-ırk-mezhep
ayrımı yapmadan her sesin eşit haklarla yükseldiği, demokrasinin
olmazsa olmaz koşullarının yaşama geçtiği ve vatanın Ankara’da
atan kalbi olarak gördü.
ÇOCUKLARA
EMANET EDİLEN BİR ESER
İnsanların
gelip geçici olduğunu bilen Büyük
Önder,
Cumhuriyet’in
her
şeyden önce bağımsız anti-emperyalist
ve milli egemenlik kavramını içselleştirmiş bir gençliğe
emanet edilmesini metodik bir yapıya oturtmak istemiştir. Mustafa
Kemal kadar tarihsel analiz bilinci gelişmiş, tarihin
öğretilerini
hazmederek,
farklı
önderlerin savaş ve barış
siyasalarını karşılaştırarak
analiz etmiş bir önderin, en büyük eserini yaşama geçirirken
geleceğe yönelik yaptığı bu atılımları
kendi takım arkadaşları
yerine,
Cumhuriyet’i bu
bilinçle yetişmiş kuşakların coşkulu sevgisine emanet etmesi
hiç de sürpriz değil.
Cumhuriyet’in
ve onun şiarı olan “Egemenlik
Kayıtsız Şartsız Ulusundur”
cümlesinin üstüne oturduğu yapı, bu kavramı yıpratmaya çalışan
onca sağ ve sol lidere rağmen sağlam ve kararlı temeli
sayesinde bugün de
kalbimizde
ve aklımızda yaşamaya devam ediyor.
Atatürk
Cumhuriyeti, önderinin geniş bakış açısı ve hümanist
idealleri sayesinde, 21. yüzyılda da dünyanın gıpta ile baktığı
bir yaşam biçimi ve yönetim modeli sunabilmiş, evrensel barışın,
bilim ve sanatın, demokrasinin, eşit vatandaşlık anlayışının
korumaya alındığı bir kale olmuştur. Bu yüzyıl boyunca
devrimlerinin taşıdığı yaşam tarzı ile siyasi ve ilkesel
değerleri kaldıramayan, bunlara karşı üst üste kurnazca veya
arsızca saldırıya geçen onca bahtsız gördük.
Ancak, bugün 100 yaşını dolduran Meclisimiz’in
simgesi olan Cumhuriyetimiz, onca tuzağa rağmen ulusun
kuşaktan
kuşağa aktardığı
bilinçli direnç
ile ayakta durmaktadır ve sonsuza dek durmaya devam edecektir.