28 Eylül 2016 Çarşamba

CLİNTON-TRUMP KAPIŞMASININ ISIRMA ANLARI | BEDRİ BAYKAM | 27.09.2016


Sabahın ilk saatlerinde Hillary Clinton-Donald Trump arasındaki canlı yayın kapışmasını izledim. Özlemişim. Program 04.00 ile 05.40 arasında sürdü. Soruları yönelten NBC anchorman’iydi. Yeni kuşak bilmez... Eskiden Türkiye’de de rakiplerinin karşısına çıkmaktan korkmayan liderler vardı. Mesela televizyon seçim tartışmalarında Turgut Özal’ı, Erdal İnönü’yü, Süleyman Demirel’i, Erbakan'ı, Türkeş'i, Mesut Yılmaz’ı, Bülent Ecevit’i, Doğu Perinçek’i görmek mümkündü. Kimse lafını esirgemez ama medenice, demokratik platforma uygun, yoğun tartışmalar yapılırdı. Seçimlerin gidişatını, oyların yükseliş ve düşüşlerini de bu tartışmalar oldukça etkiledi. Bu açık münazaralardan sonra 21. yüzyıla geçtik ve Tayyip Bey geldi. Geliş o geliş! Onların Allah’tan başka hesap verecek kimseleri olmadığı için (!) Tayyip Bey ve AKP’li diğer liderler bildiğiniz gibi tüm tartışmalara ve halk önündeki hesaplaşmalara katılmaktan imtina ettiler. Bırakın bu açık tartışmalara katılmayı, muhalif gazetecilerin bile önüne çıkmama yeminleri var sanki... Neyse bunlar bildiğiniz şeyler, biz şimdi kendine has bir demokrasinin yaşandığı Amerika’ya dönelim.



Ortam gayet medeni, salona alınan yakınlar, gazeteciler, siyasiler son derece ölçülüydü. Hillary Clinton, sade şık bir kırmızı elbise giymişti. Donald Trump ise koyu takım elbisesinin içine aynı sadelikte mavi bir kravat takmıştı. Hillary, on gün kadar önce dünyayı şaşkına çeviren baygınlık geçirme, yürüyememe sendromlarını artık iyice geride bıraktığını kanıtlamak istercesine güler yüzlü ve zinde görünmek çabasındaydı. Sonuçta Hillary, Amerikan ve dünya kamu oyununun Trump’tan çok daha iyi tanıdığı bir isimdi. Dolayısıyla Trump’ın yapacağı etki daha merakla beklenen bir konuydu.



MAÇ ORTA SERTLİKTE EKONOMİ ÜZERİNDEN BAŞLADI...

Hillary söze “iş imkanı yaratmak için geleceğe yatırım” maddesinden girdi. “Donald seninle burada olmak güzel birşey” diye hoş bir giriş yaptıktan sonra, iş imkanlarını genişletmek ve kadınlara eşit para kazandırmaktan söz etti. Trump buna karşı neden bu kadar şirket ve iş imkanının ABD’yi terk ettiğini sordu. İş dünyasında vergileri dramatik ölçülerde düşüreceğini vurguladıktan sonra söz alan Hillary, Trump’ın iş hayatına babasından aldığı 14 milyon dolarla giriş yaptığını, hep zenginleri korumayı düşündüğünü söyledi. Kendi babasının ise sade bir kumaşçılık/perdecilik işi yapan küçük bir şirket sahibi olarak, diğer geniş Amerika’yı temsil ettiğini öne çıkardı. Bu noktalarda, özel yaşam silahları çıkmaya başlayınca, ortam bazen gerildi. Trump nasıl olup da ABD’de Meksikalılar’ın vergi ödemediğini ancak Amerikalılar’ın %16 vergi ödediğini sordu. “Hillary ve ekibi onca zamandır iktidarda, neden bu konularda hiçbirşey yapmadılar?” suçlaması, hemen ardından geldi. Hillary, 8 yıl önce yaşanan büyük krizi hatırlattı: “Benim işim yeni iş sahaları açmak ve ben bu  ülkenin enerjisine güveniyorum” dedi. Trump’ın buna cevabı netti: “yıllardır buralardasın, bu ekonomik çözümlerden neden yalnız şimdi söz ediyorsun? Ayrıca senin her tarafın düzenlemeler ve kanunlarla dolu”. Clinton’ın buna cevap olarak, zenginlerin daha çok vergi ödemesi gereğinden söz edince, Trump “bırakın da ülkeyi ilk defa parayı tanıyan, para kullanmayı bilen birisi yönetsin” diyerek karşılık verdi ve bunun ardından ABD’nin üçüncü dünya ülkesine döndüğünü, havaalanlarının, köprülerin Dubai ve Katar’dan sonra köye benzediğini, yeni tüneller ve köprüler yapılması gerektiğini anlattı. Hillary’nin karşılığı yine kişisel oldu: “sen büyük işler yaparken de birçok küçük şirketin parasını ödememişsin ve onlardan kaçmışsın. İyi ki zamanında babam seninle iş yapmamış ve bu nedenle sıkışmamış. Ayrıca sen altı kere kirli iflas etmişsin”. Trump’ın  buna cevabı ilginçti: “ülkenin kanunlarından faydalanıyorum



IRKÇILIK SORUNLARI ÜZERİNE...

Ardından moderatör Lester Holt, konuyu ırkçılığa getirdi. İşte bu konu bir izleyici olan benim için en yaralı bölgeydi. Ve gerçekten beklediğim gibi ne Hillary, ne de Trump beni ikna edecek sözler söyleyemediler. Amerika’da her gün yaşanan polislerin sokaklarda zencileri öldürülmesine karşı duymak istediğim tek şey “başkan olunca bu ırkçı infazlara son vereceğim ve böyle bir suç işleyen polisin en az 20 yıl hapiste kalmasını sağlayacağım” cümlesiydi. Tabi uzaktan yakından bunu duyamadık. Hillary yuvarlak laflar peşindeydi. Polisin gerektiği zaman şiddet kullanması gerektiğini, sistemin aynı suç için beyazlara kıyasla zencilere ve hispaniklere daha çok ceza verdiğini hatırlattı. Polislerin daha çok eğitim alması gerektiğini vurguladı. Tüm bunlar benim kaldırabileceğimden çok daha boş sözlerdi. Trump’ın sözleri ise çok farklı değildi: toplumun daha iyi ilişkiler içinde olması gereği ve politikacıların zencilere daha sıcak davranması gerektiği gibi “uyuşturucu” cümlelerdi bunlar. Trump’ın yaptığı vurgu, gözetim altında olan ve uçağa binmeye hakkı olmayan kimi insanların Amerika’da hala silah satın almaya hakları oluşu üzerine idi -ki bu da ilginç bir eleştiri oldu Obama hükümetine. Tabi bu konuda da konuyu kişiselleştiren yaklaşımlar oldu.  Uzun lafın kısası ırkçılık konusunda her iki taraf da eski tas eski hamam bir Amerika’yı sürdüreceklerini “müjdelemiş” oldular.



SAVAŞ DURUMLARI HAKKINDA...

Her iki taraf da bilgi edinme savaşının yeraltına kaymalarından söz ettiler. Hillary, Trump’ın başkomutan sıfatını alabilecek biri olmadığını vurgularken, Trump kendi arkasında duran generaller ve tüm diğer resmi yetkililerin gruplarını açıkladı. Ondan bunları dinlerken bizim yeni demokrasimizde, böyle taraf tutanları açıklamanın neden mümkün olamayacağını düşündüm. Hillary DAEŞ’le mücadele ederken “kürt partnerlerinin büyük öneminden” söz etti! Sabahın köründe bunu dinleyen Türklerin tüyleri diken diken oldu!  Trump, DAEŞ’in Obama ve Hillary yönetiminin yarattığı boşluktan doğduğunu vurguladı. “ABD savaş alanında tüm petrole el koymalıydı” cümlesiyle sınırsız yağmacılığını tam belli etti. Ünlü işadamı ayrıca Ortadoğu’nun artık feci bir alana döndüğünü ve NATO’nun sorumluluklarını yerine getirerek Amerika ile savaşa girmesi gerektiğini vurguladı. Hillary Clinton ise, NATO kurallarına göre bir üyeye yapılan saldırının tüm üyelere yapılmış sayıldığını ve İran’ın nükleer enerji tehdidine karşı bir buçuk yıl uğraşarak Rusya ve Çin’in bu konuda almayı başardığını hatırlattı. Trump ise dünyayı ve Amerika’yı bekleyen tehlikenin  birçok ülkenin iddiasının aksine küresel ısınma değil, nükleer silah olduğunu vurguladı. Ayrıca ülkede hala bulunan B-52 savaş uçaklarının antika ötesi olduğunu ve diğer ülkelerin tehlikesine karşı tetikte durarak Amerika'nın kendisini yenileme mecburiyetini hatırlattı. Hillary’nin bunlara verdiği yanıt yine diplomasi ve siyasi polemik üzerinden oldu: “bizim birçok ülkeyle hep ikili savunma ilişkilerimiz var ve Amerika sözlerini tutmaya mecburdur. Trump şayet kendisi görevde olsa ne yapardı, onu açıkça söylemesi lazımdı. Kalkıp bize ‘DAEŞ’i yenmek için gizli bir planım var’ diyor; aslında plan gizli çünkü ortada plan-mlan yok!”. Trump ise Hillary’nin ısrarla DAEŞ’i yenecek yüreği ve duruşu olmadığını vurgularken “Hillary’nin tecrübesi var ama bunlar çoğunlukla kötü tecrübe” diyerek ikili çarpışmanın sonunda rakibini doğrudan hedef  aldı. Kendisinin rakibi aleyhine televizyonlarda milyonlarca dolara anti reklam filmleri yayınlamadığını hatırlatan Trump, “Ben Amerika’yı tekrar büyük yapmak istiyorum” sözleriyle konuşmasını bitirdi.

Sonuçta batı dünyasının medya desteğini büyük ölçüde arkasına alan Hillary, hala net olarak önde; fakat dünkü tartışmayı izledikten sonra, derin Amerika’nın son bir sürpriz atakla arayı kapayıp yarışı heyecanlı hale getirebileceği bana sürpriz olmaz gibi geldi. Çünkü orada devreye giren mantık değil...Burası kovboyların ülkesi, unutmayalım..                                                 

                                                                 

21 Eylül 2016 Çarşamba

TARIK AKAN ÖLÜMSÜZLÜĞE GEÇİŞ YAPTI | Bedri Baykam | 20.09.2016


ÖDÜNSÜZ YOBAZSAVAR’IN ÖLÜMÜ...
Hayat seni en beklemediğin anda arkadan vurur. Ana işidir bu. Kahpeliği sever. Geçen hafta sonu mutlu bir olay için Roma Havaalanı’na yeni iniş yapmıştık. Kuzenimin kızının düğünü için büyük bir aile buluşması vardı. İşte orada geldi o kahrolasıca haber. Tarık’ı kaybetmiştik. Evet, biliyorduk ağırdı durumu... Ama -herhalde inanamamaktan- hepimiz bir mucize bekliyorduk sanki... Veya “daha çok vaktimiz var” gibi düşünmek istiyorduk. Düğün gecesinin devamında, hiç uyumadan Pazar sabahı 07:10’da bir uçak bulup törene ve cenazeye şükür ki yetişebildim.
Harbiye Muhsin Ertuğrul salonuna sığamadı binlerce insan. Tabii ki vermediler Cemal Reşit Rey veya Lütfi Kırdar’ı... Sonuçta aramızdan ayrılan büyük bir muhalifti. Yobazsavardı. Faşistsavardı. Ödünsüzdü. Cesurdu. Korkusuzdu. Yani anlayacağınız, kimilerine göre suçları çok fazlaydı. Tabii ki her bir ret yanıtı için bürokrasinin hazır cevapları vardı: Tadilat/uygunsuzluk, başka angajmanlar vs. Bürokrasi için bahaneden bol ne olabilirdi ki?

HER YAŞ VE HER KESİMDEN İNSANIN, HALKIN KAHRAMANI
İçeri girebilen binlerce insan, konserve kutusuna sıkıştırılmış sardalyeler gibi ezilmelerine rağmen, birbirinin üstüne basma, altında kalma pahasına Tarık Akan hakkında gösterilen bir kare fotoğrafın, iki çift sözün peşine düştü. Her biri, yalnız en sevdikleri aktörü değil, abisini, babasını, kardeşini, sevgilisini, amcasını, en yakınını kaybetmiş olmanın yoğun duygularını yaşıyordu. Biz sanatçılar da, yakın bir arkadaşımızın ötesinde bir eylem arkadaşımızı, Mustafa Kemal’in en güzel askerini kaybettik. İnsanlık Anıtı, işçi hakları yürüyüşleri, bitmez tükenmez davalar, Silivri barikatları, Ergenekon-Balyoz direnişi, 1 Mayıs yürüyüşleri, basın özgürlüğü yürüyüşleri, Taksim, her birinde yan yanaydık. O dev gibi adam hepimize gizli bir gurur ve güven eklerdi. Sonuçta salondan sokaklara taşan on binlerce insanın her biri kendi geçmişini uğurlamaya gelmişti. Halk, gerçek kahramanına veda ediyordu. Çünkü herkes biliyordu onun Saray’ın değil, halkın, kendilerinin sanatçısı olduğunu... Saray’da boy göstermeye doyamayan o kadar meraklı sanatçı var ki...
Sonuçta mikrofon uzatılan herkesin en candan sesleriyle söyleyecek bir şeyleri vardı. Zaten Tarık onların arasında işportacılık, taksicilik yapmamış mıydı? Kahvede onlarla tavla oynamamış mıydı? Manavla, bakkalla, kasapla, çiçekçiyle, mahallenin çocuklarıyla, işçilerle ve emeklilerle arkadaş olmamış mıydı? Oynadığı 111 filmde her kalıba girmemiş miydi? Sinemada elde ettikleri geçici ünü hava atmak, hayranlarına burun çevirmek ve paparazzi dövmek için kullanan renkli skandalların balon starlarına kapak olsun, o efsanenin halkıyla ilişkisi!

Efsane dedik de, lütfen herkes bilsin: Kimse boş yere efsane olmaz... Efsane, olmakla kestane olmak arasında ince sanılan ama esasında timsahlı derelerle ayrılmış büyük mesafeler, uçurumlar vardır. Ün vardır, ün vardır. Nasıl ulaşıldığı, nasıl saklandığı, nasıl sürekli hale geldiğinin çok farklı kaynak ve gerekçeleri vardır. Tarık Akan kadar ünlü birkaç aktör sayabiliriz. Ama onun halk kimyasından, halkla bütünleşmesinden çok uzaktalar. Çünkü Tarık’da kibir yoktu. Şöhreti ile çevresi üstünde baskı oluşturma eğilimleri hiç yoktu. Mütevazılık, onun kimliğinin en çarpıcı yansımasıydı. Göründüğü gibi olan, olduğu gibi görünen, halkın içinden geldiğini ve onlardan biri olduğunu çok iyi bilen bir insandı. Haa, bir de unutmadan söyleyelim... Bu ülkede “en iyi oyuncu kim?” diye sorarsanız, herkesin farklı yanıtları olabilir. Biri çıkıp Şener Şen diyebilir, bir diğeri Uğur Yücel, bir başkası da Cüneyt Arkın diyebilir. Ama “en yakışıklı aktör kim?” diye sorarsanız, kadını da erkeği de, anneleri de, anneanneleri de size ezici üstünlükle neredeyse tek isim verir: Tarık Akan.

OLABİLECEK EN DUYGULU UĞURLAMA...
Muhsin Ertuğrul’daki töreni tüm medya yoğun olarak verdi. Ben de elimden geldiği kadar fotoğraf, video ve yorumlarla sosyal medyadan içeri giremeyen herkese yayın yaptım. Halkın susuzluğunu gidermeye yardım etme ihtiyacını hissettim. Fazıl Say’ın, Zülfü’nün, yetenekli gençlerden oluşan Nazım Hikmet korosunun en güzel yorumlarla izleyicilere ulaştırdıkları şarkılar, Rutkay Aziz’in, Ataol Behramoğlu’nun, Zeki İrfanoğlu’nun ve değerli kızı Özlem’in çarpıcı konuşmaları, Orhan Aydın’ın candan ve profesyonel sunumu, hepsi o acele ve kargaşaya rağmen olabileceğinin en iyisiydi. Herkes kanından, canından bir şeyler katmak istiyordu, o hatıralar yumağına... Ölüm, biz faniler için kaçınılmaz son olduğuna göre, bir sanatçı bundan daha güzel nasıl veda edebilir ki sevgili halkına, sanatına, ailesine, ülkesine? Bir sanatçı, bir düşünce ve eylem insanı için olabilecek en güzel uğurlama ve veda törenini yaşadı sevgili Tarık. Bu bir doruktu. Allah her sanatçıya böyle bir uğurlanma nasip etsin. Ama tabii bunun ömür üstünden nasıl hak edildiğini, her genç sanatçının Tarık abilerinin yaşamını iyice araştırarak, hissederek öğrenmeleri lazım. Kolay şeyler değil bunlar...Türkiye buna benzer az sayıda uğurlama yaşadı. Aklıma gelen Uğur Mumcu, Ahmet Taner Kışlalı ve Yaşar Kemal gibi büyük aydınların cenazeleri var...

TARIK AKAN, HİÇ BİR ZAMAN KENANİZM’LE KEMALİZMİ KARIŞTIRMADI!
Ses dergisinin yarışması ile başlayan serüven, genç “jönprömiye”nin hızlı yükselişini sağladıktan sonra, genç kızların dev sevgilisi kendi içgüdüsünün getirdiği kararlılıkla Yılmaz Güney’le tanışıp dost olmayı başarıyor. İşte ondan sonra başlayan politik filmler dizisi “Sürü” ve “Yol” gibi büyük başarılarla taçlanıyor. Burada Tarık Akan’ın siyasi kimliği ve rotası üstüne bir an durup düşünmemiz lazım. Tarık, 12 Eylül faşizmi ile boğuşulan günlerde Yılmaz Güney ile o siyasi sorumluluklara imza atıyor. Güneydoğu’nun kanayan yarası feodalizm, aşiret ve ağalık sisteminin, faşist yapının üzerine hışımla gidiyor. Evren ara rejimi, tabii ki kendisi ile hesaplaşmayı ihmal etmiyor. Tarık üç ay hapis yatıyor, işkence görüyor ama çizgisini hiçbir zaman değiştirmiyor. “Kenanizm” ile “Kemalizm”i birbirinden ayırt etmeyi çok iyi biliyor. Bunun ne kadar zor birşey olduğunu sakın atlamayın! 12 Eylül’ün yaşattıkları nedeniyle Atatürk düşmanı kesilen o kadar çok defolu “solcu” gördü ki bu topraklar... Kendisini Atatürkçü olarak pazarlayan ve Atatürk’ün partisini kapatıp arşiviyle beraber yok etmeye kalkan Evren yüzünden kafalarını patlatarak Mustafa Kemal’in rotasını ve tüm yaşam evrelerini tersten analiz etmeye çalışan onca zavallı...

2. CUMHURİYETÇİLERİN VE DÖNEK MARKSİSTLERİN KANDIRAMADIĞI ADAM
Nice 2. Cumhuriyetçi, anti-Kemalist ve Marksist solcu, nice bölücü-Kürtçü, Tarık’ı kendi safına çekip onun insancıl, demokrat, özgürlükçü kimliğini deforme etmenin rüyasını gördüler. Tabii bu onlar için bir rüya olarak kaldı. Çünkü Tarık, en sağlam Atatürkçülerden biri olarak, bu çabaların hepsini taca attı, boşa çıkardı. Her biri kendilerini ofsaytta buldu. Onun Cumhuriyetçi ve bağımsız çizgisi, başta Atatürk ve onu takip eden İlhan Selçuk, Atilla İlhan gibi büyük aydınlar, Kuvayı-Milliye destanına imza atan Nazım Hikmet gibi başka devlerden beslenerek oluşmuştu. Medyanın yanar-döner, çıkarcı, oportünist, sahte aydınları onu doğal olarak etkileyemezdi. Her biri beyhude çabalarının ardından aldıkları tarih dersiyle kaldılar. Tarık’ın faşizm düşmanlığı, emperyalizm düşmanlığıyla birleşiyordu. Onlarda olduğu gibi Atatürk düşmanlığının acınası hafifliğinden değil... Emperyalizmin satılık kalemleri veya beynini yıkadığı dönek Marksistler ne Atatürk’ü, ne de Tarık gibi çağdaş Atatürkçüleri anlayamazlardı.

İşte bu nedenledir ki, Tarık Akan’ın ardından sayfalarını hazırlayan medya organlarının yarısından çoğu, onun sert ve eğilmez siyasi çizgisinden ya söz edemediler ya da ona bu vesileyle saldırarak kinlerini ve zehirlerini makyajlı köşe yazılarına akıttılar. Ne yapacaktı mesela yandaş basın? Feto ile kucak kucağa yaşadıkları dönemde, Silivri’de barikatları deviren Tarık’ı nasıl sunduklarını herkes bilmiyor muydu sanki? Sosyal medya ise bu vesileyle ne kadar alçağı barındırdığını tekrar dosta düşmana ispat etti. “Twitter ortaya çıkmadan önce, bu ülkede bu kadar alçağın yaşadığını bilmiyordum” diye durumu özetleyen tweet o kadar doğruyu söylemiş ki...

TARIK AKAN EFSANESİ YÜKSELEREK SÜRECEK

Hababam Sınıfı, bu topraklarda her ülkeye nasip olmayan bir şekilde, sonsuza kadar gösterilmeye devam edecek. Tarık aramızda yaşıyorken söylediği her sözle gelecek günlerimize ışık tutmaya devam edecek. Onu acılar içinde toprağa veren halkı, mahallelisi onu her gün anmaya devam edecek. Taş Mektep’ten yetişen onca aydın genç, beyinleri ve yürekleri ile Türkiye’ye Atatürk aydınlanmasını, Tarık Akan söylemi ve tescili ile yaymaya devam edecek. Afişleri, kartpostalları, eskisinden daha çok satacak. Filmleri her zamankinden çok izlenecek. O veda gününde onu kucaklayan her kuşaktan, her meslekten, her yöreden kadın-erkek-yaşlı-genç-çocuk insanımız onu daha kocaman bir sevgiyle sahiplenecek, bağrına basacak. Mezarını ziyaret edenler dolup taşacak. Zamanın durduğu noktada, artık o yeni bir uzantıya, ölümsüzlüğe geçişini yaptı. Yüzünün akıyla, sıcak kalbi ve ölümsüz izleriyle hep aramızda olacak. Ne mutlu Türk halkına ki, kuşaklar boyu birbirlerine anlatacakları örnek bir aydının izleri, hatıraları ve efsanesi ile yaşamaya devam edecekler.

12 Eylül 2016 Pazartesi

Wavrinka şampiyon olunca bakın neler yaptı

Bedri Baykam yazdı: Wavrinka şampiyon olunca bakın neler yaptı
4 set süren büyük kapışma yeni bitmişken, dünyanın bir numarasını, Novak Djokovic'i 6/7, 6/4, 7/5, 6/3 yenmiş olan adam, kendisini diğer büyük şampiyonlardan görmeye alıştığımız gibi yerlere atmıyor, baygınlık numaraları yapmıyor! Sakin ve vakur bir şekilde filede rakibinin elini sıkıp onu tebrik ediyor ve sakin adımlarla tribüne çıkıp antrenörleri ve ailesini, yakınlarını kucaklıyor. Kupa kendisine teslim edilirken o önce eline tutuşturulan 3,5 milyon dolarlık çeki cebine dikkatlice yerleştiriyor. Ne de olsa bu para Wavrinka'nın çevresindeki Federerler, Nadallar, Murrayler, Djokovicler gibi her gün kazandığı meblağlar değil. Mütevazı yıldız her şeyden önce Djokovic'i tebrik edip tenis sporuna kattığı güzellikleri dile getiriyor. Kendinden çok ondan söz edip onu övüyor. Allah için Djokovic'in de tavrı aynıydı. Mızıkçı bir mağlup şımarıklığından çok uzak olan Novak, centilmence İsviçreli yeni şampiyonu alkışlıyor, sarılıp tebrik ediyor. Sporun güzellikleri bunlar. Türk futbol dünyasının öğrenecek o kadar çok şey var ki tenis dünyasından...
"STAN THE MAN" İLE TANIŞIN...
İsimler ve sloganlar boş yere oluşmuyor. Onun lakabı "Stan the Man". 2014 yılında Profesyonel Tenisçiler Birliği ATP'ye rica ederek turdaki resmi ön adını Stanislas'dan Stan'e değiştiriyor. İşte o tarihten itibaren tüm başarılar "adam gibi adam" Stan Wavrinka'nın oluyor. Yani Stan the Man'in.
İsviçreli. Yıllarca Roger Federer'in altında ezilmiş. Vatandaşı dünyanın bütün kupalarını acımasızca toplarken Wavrinka hep iyi bir 2. sınıf tenisçi olarak gözükmüş. Davis Cup'da Federer ile beraber önemli başarılara imza atmışlar, arada saman alevi gibi parlamış ama hep "neydi o diğer İsviçrelinin adı?" kıvamında kalmış. 2008 Olimpiyatları’nda Federer ile gelen çift şampiyonluğu önünü çok açmasa da, 2014 yılı, 29 yaşında bir tenisçi olarak dikkatleri üzerine çekmeye başladığı ilk ciddi yıl olmuş. Yine Federer ile beraber milli takım düzeyinde Davis Cup'ı kazanmalarının dışında o yıl Avustralya Açık Turnuası’nı ve Monte Carlo Masters'ı alması "one minute!" dedirtmiş! Kimilerine kariyer sonu son bir nefes güzelliği gibi görünen bu başarıların üstüne geçen yıl Paris Açık finalinde Djokovic'i yenerek şampiyon olması, bu yıl da oynadığı 11 finalin her birini kazanmış olması ortaya bambaşka bir Wavrinka profili çıkarmış...
FAVORİ HALKA GÖRE DJOKOVİC, ELEŞTİRMENLERE GÖRE...
Tüm bunlara rağmen Wavrinka, 31 yaşında Amerika Açık finaline çıkarken genel halk kitleleri Djokovic karşısında fazla şansı olmayacağını söylüyordu. Ama aralarında olduğum tenis yazarları ve eleştirmenleri ise Wavrinka'nın şansının daha fazla olduğunu düşünüyorlardı. Haklı çıkanlar arasında olmama sevindim. Özel arzum, 4 Slam turnuasından üçüncüyü de dün kazanan Wavrinka'nın, önümüzdeki birkaç yılda Wimbledon'u da kazanarak hiç olmazsa kariyer Grand Slam'ini tamamlayan o ender ve değerli efsanevi tenis yıldızları katına en üst düzeyden giriş yapması.
MAÇA GİRER GİRMEZ GAZA BASAN DJOKO...
Büyük finalden önce Djokovic de doğal olarak tedirgindi. Hem rakibinin giderek artan form grafiğinden haberdardı, hem de her finali kazanabilme kapasitesinden. Maça hızlı bir giriş yapması lazımdı. Yaptı da. Maçın henüz 2. oyununda rakibinin kolay bir backhand'i kaçırmasının ardından servisi kırdı. Djokovic bu avantajla skoru 4-1’e taşıdıktan sonra, Wavrinka’nın servisinde 5-1’i de kaçırdı. Djokovic kolay bir şekilde 5-2’yi bulduktan sonra Wavrinka, 15/40’da iki set topunu kurtarıp kendi servisini aldı ve bu da yetmezmiş gibi rakibinin son bir çift hatasından da yararlanarak Djoko'nun servisini kırdı. Ardından kendi servisiyle 5-5 gelince, iş tie-break'e kaldı. Orada dünya bir numarası, üst üste yaşanan artistik ve nefes kesici puanlardan sonra ağırlığını koydu ve 7-1 ile tie break'i, 7/6 ile ilk seti kazandı. O anda maçın ibresi, eksperlerin ilk tahmininin aksine, biraz Djokovic'e kaydı. Çünkü istatistiklere göre, 2009'da Arjantinli Del Potro ve 1992'de İsveçli Stefan Edberg dışında ilk seti kaybederek US Open'ı kazanan yoktu... Maçtan sonra Wavrinka, 5/2’den 5/5’e taşıyıp kaybettiği o set hakkında, bakın neler söylüyor:"Maça dönebilmiş olmam, o seti kaybetmiş olsam bile bana moral verdi. O andan sonra oyunu dengelediğimi ve kazansam da kaybetsem de maça tüm gücümle asılabileceğim havayı yakaladığıma inandım". Evet, verdiği set Wavrinka için maçın dönüm noktalarından biriydi.
İKİNCİ SETTE DEĞİŞEN SENARYO
Aslında inanılmaz derecede sıkıcı hatalarla, "unforced error" yüklemeleriyle başlayan maçta, her iki oyuncu da başlarda en iyi tenislerini oynamaktan çok uzaktılar. Hatalar şaka gibi -ya da yağmur gibi- üst üste geliyordu. İkinci sette de bu durum birden değişmedi. Wavrinka'nın servisi ile başlayan sette, İsviçreli 4. oyunda rakibinin servisini mükemmel bir backhand paralel ile kırdı. Ardından 0/40 geri düşmesine rağmen ACE servis ve forehand winner'larla skoru 4/1’e taşıdı. Sonra ilginç bir şekilde sanki film tersten sarıldı ve bu sefer Djokovic farkı kapatarak 4/4’e taşıdı. Wavrinka’nın kolayca kendi servisini süpürmesinin ardından Djokovic 15-40’da forehand'ini out'a atınca setlere eşitlik geldi.
SAKATLIKLAR VE SEYİRCİLERLE UĞRAŞAN BİR DÜNYA 1 NUMARASI...
Wavrinka üçüncü sete bu moralle hızlı başlayan taraftı. İkinci oyunda Djokovic'in servisini nefis bir backhand passing shot'la kırdıktan sonra, maç kendi tarihi içinde üçüncü kere tekrarlandı ve Djokovic skoru 3/3’e kadar geriye sarmayı başardı. Maç 5/5’e kadar geldikten sonra Wavrinka'nın servisinde skor 30/30’a geldi. O noktada Djokovic'in üst üste iki basit hatası oyunu Wavrinka'ya verdi. 6/5’te Djokovic, maçı tekrar tie-break'e taşımak üzereyken üst üste üç basit hata yaparak Wavrinka'ya 7/5 ile adeta hediye etti.
Üçüncü setten itibaren sakatlıklarıyla boğuşmaya başlayan Djokovic, ayrıca ilginç ve alışılagelmedik şekilde, seyircilerle de kendisini dekonsantre eden bazı sinir bozucu diyaloglar yaşadı. Bu seviyede, kabul edilebilir bir zaaf göstergesi değil bu.
Dördüncü set, aynı hava içerisinde giderek maçtan kopma sinyalleri veren Djokovic ile, oyunu artık avucunun içine almış olmanın keyfini yaşayan, konsantre bir Wavrinka arasında başladı. Wavrinka aynen 3. sette olduğu gibi önce 3/0'ı buldu. Ardından 3-1’de Djokovic tıbbi yardım ve müdahale molası isteyip elde etti. Birçok Wavrinka taraftarı, bunun bir taktik yöntemi olabileceğini düşünüp sıkıntıya girerken Djokovic, özür diledi rakibinden ve iş tatlıya bağlandı. Su toplayan ayak parmaklarının yakın görüntüleriyle tanışmış olduk. Maç tekrar başladıktan sonra ilk oyunda servis Wavrinka'da idi. O kritik oyunda 3 servis kaybetme topu kurtaran Wavrinka, skoru 4/1 yaparak, Djoko'nun bu sete ortak olmasına mani oldu. 5/3’e kadar her iki oyuncu da servislerini kazandıktan sonra, son servis oyununda Wavrinka 2. maç topunda rakibinin bir backhand'ini auta atmasıyla o rüya gibi zaferi nihayet cebine koymayı başardı.
Stan the man... İyi ve güvenilir insanların, mütevazı sporcuların giderek azaldığı bir ortamda, size tavsiyem onu takip etmeye devam etmeniz. Kazansa da, kaybetse de...
O DA "ERKEN ÖLÜM"ÜN EŞİĞİNDEN DÖNMÜŞTÜ!
Bir dakika! Bu defteri kapatmadan önce aktaracağım bir detay daha var. Nasıl evvelsi gün Pliskova'nın 4. turda Venus Williams'a karşı bir maç topu kurtararak finale çıktığını size hatırlattıysam, Amerika’nın yeni kahramanı Wavrinka'nın da geldiği yer aynı. Bu turnuanın üçüncü turunda İngiliz Evans'a karşı 4. sette maç topu kurtaran Wavrinka, o noktada topu fileye taksa veya ayağı kaysa bugün bizler burada başka hikayeler yazıp okuyor olacaktık. Zaten hayatın her noktası böyle zincirlerden oluşmuyor mu? Stan, turnuaların ilk turlarında daha dekonsantre ve alt bir seviyede oynarken özellikle grand slam'lerde iki haftanın içine girdikçe, kendisini ve seviyesini bulan bir oyuncu! Son zamanlarda özellikle final performansının artmasını ise üç yıl öncesine kadar olan dönemden sonra, aktardığım şekilde özgüveninin çok artmış olmasına borçluyuz. Bir de şunu da unutmayın: Stan gelişmeye devam ediyor! Nasıl gençlerin boyu 20 yaşına kadar uzarsa, Stan'in gelişim çizgisi de inanın hala sürüyor!
Bir de son kişisel not: Bizim eski kuşak Türk tenisçiler olarak genellikle Wavrinka'yı tutmamızın diğer nedeni, bizim dönemin stilini yansıtıyor olması. Tenis turunun en iyi tek elli backhand'ine sahip oluşuyla öne çıkarılan Wavrinka, bizlerin gözünde her şeyden önce estetiğin, zeka tenisinin öne çıkan ismi... Bu nedenle de, güç tenisi ve robotların, kontratların ortada dans ettiği ortamda içimizi ısıtan bir eski meşale kendisi!
Bedri Baykam

11 Eylül 2016 Pazar

Amerika Açık'ta yeni şampiyon

Bedri Baykam yazdı: Amerika Açık'ta yeni şampiyon Amerika Açık Tenis Turnuvası finalini seyretmeye hazırlanırken, "iyi oynayan kazansın" diye düşünmediğimi biliyordum. Amerika Açık Tenis Turnuvası finalini seyretmeye hazırlanırken, "iyi oynayan kazansın" diye düşünmediğimi biliyordum. Angelique Kerber bu yıl Avustralya Açık'ı kazanmıştı ve bu turnuada da Serena'nın mağlubiyetinin ardından, pazartesi açıklanacak sıralamalarda dünya 1 numaraya da terfi etmişti. Benim gönlüm daima "favori olmayan, arkadan gelen"de olduğu için, ilk defa bir büyük turnua finaline yükselen Çek Katarina Pliskova, bu yarışta ısrarla tuttuğum plase "at" olacaktı! Finale gelirken Pliskova, Amerika'nın gururu Venus ve Serena kardeşleri sırayla yenmişti. Bu da zaten fazlasıyla onun bu alanda yeni bir dünya markası haline geleceğinin ön/açık belirtisiydi. (İtiraf edeyim, Williams kardeşlere karşı, Katarina'nın dünya yüz numarası cıvarında gezinen kendi ikizi Kristina Pliskova ile oynayacağı bir çift kadınlar maçına denk gelirsem, saniyesini kaçırmam!) Evet, Pliskova dünya 12 numarasıydı, ama tenis çok nankör bir spordur; milyonlarca tenis oynayan arasında, dünyanın ilk 6-7 tenisçisinden biri değilseniz, geniş kitleler size "zavallı (!)" diye bakmaya hazırdır. Şimdi bu turnuadan sonra pazartesi açıklanacak yeni klasmanda eminim ilk 5 oyuncudan biri haline geleceği için, Plistova'nın morali de, havası da artacaktır. İşin gerçeğinde ise ilk 10 tenisçiden biri haline gelmek, futbol diliyle, Messi, İbrahimovic, Alex ya da Rooney olabilmektir. Tenis'in azizlikleri meşhurdur... Serena'yı yarı finalde 6/2-7/6 yenerek büyük bir başarıya imza atan Pliskova, ondan önce, 4. turda Venus Williams'a yenilmek üzereydi ve son sette 5/4, 30/40 gerideyken, harika bir sert forehand'le bir maç topu kurtarmıştı. İşte filenin veya çizginin bir milim daha sağı veya soluna düşerek kaprisli zigzaglar çizen o tenis topu, tarih boyunca onca kayda geçirdiği büyük dönüşlerle, dev sürprizlere olanak vermiştir. İYİ Kİ FİNALDE BİR TENİSÇİMİZ YOKTU, ÇÜNKÜ... Bakın, iyi ki Amerika Açık'ta finalde bir tenisçimiz filan yoktu, ne olur ne olmaz, maçtan önce, turnuada bol paralel vuruş yaptığını tespit etseler, "iadesini istiyoruz, o da paralelciymiş" diye tutturabilirlerdi! Vallahi abartmıyorum, Şener Özmen gibi sanatçı/öğretim üyeleri terörist diye göz altına alınabiliyorsa, şu hayatta her şey olabilir ve bu yazdıklarım da abartı değil demektir! Neyse, konumuza dönelim. Ben önce size bildiğiniz sonucu tekrar bildireyim: Alman Angelique Kerber, ne yazık ki benim "gözde" favorim Çek Katarina Pliskova'yı 3 sette 6/3, 4/6, 6/4 yenerek şampiyon oldu ve 3,5 milyon Amerikan dolarını cebe indirdi. Sonuçta zaten New York, yeni bir şampiyon çıkaracaktı! Her iki finalist de, daha önce bunu başaramamıştı. Sonuçta daha olgun ve tecrübeli olan Kerber, bu taktik ve sinir mücadelesini, son setin sonlarına doğru, "rakibi sayesinde" yaptığı atakla lehine çevirmeyi başardı.. KERBER'İN HIZLI BAŞLANGICI Halbuki maçın başlarında, ilk sette iki kere rakibine servisini kırdıran Pliskova, önce maçı erken bırakabilecekmiş gibi bir hava yaydı ve ilk seti 6/3 kaybetti. Sete girişte ve setin son oyununda servisini kırdıran Pliskova, Serena karşısında gösterdiği seviyenin gerisinde kaldı. İlk setin puanlarının gidişatı, aslında maçın da özeti gibiydi. Pliskova, pazartesi dünyanın zirvesine oturacağını bilen Kerber karşısında, haddini bilmeyen, korkusuz ve agresif ötesi bir yöntem seçmişti. Maç notlarıma baktığımda gözüme hemen çarpan, Pliskova'nın ya doğrudan puanları müthiş alkışlanacak "winner"larla kazandığı, ya da topu en hızlı şekilde "unforced error"larla dışarı "şutladığıydı"... Pliskova, Fransızlar'ın kullanmayı sevdiği bir deyimdeki gibi, sahayı sular gibi, topları sağa sola, bazen metrelerce out'a yolluyordu. Adeta vitamin ve aşırı enerji patlamasından ortaya çıkan bir sahaya oturamama söz konusuydu. Yani biz Türkler'in deyimiyle arpası belli ki abartılı bol verilmişti! Çoğunlukla düz vuruşlarla, toptan hıncını almak ister gibi tokatlarını patlatan Plistova, gereksiz yavaş toplarda bile, büyük hata yüzdesi ile rakibine sayısız hediye puan kazandırdı. Çek raket, henüz maçın girişinde 2-1 gerideyken, rakibinin servisini kırma şansını tepti. Bunun ardından oyun tamamen Kerber'in kontrolü altına girdi ve ilk set, 6-3 ile tescil edildi. Sonuçta hayatında daha önce bir büyük turnuada çeyrek final bile oynamamış olan Pliskova'nın deneyim eksiklikleri yüzeye çıkıyordu... İKİNCİ SETTE SENARYO DEĞİŞİYOR... Maçın 2. seti önce birinciye oldukça benzeyen bir ritmde ilerledi. Pliskova kendi servisini bu sefer kaybetmese de, 3-2 geriye düşmüştü ve Kerber hedefine oldukça emin adımlarla yaklaşıyordu. Yine 2-1 gerideyken 4. kere rakibinin servisini kırma şansını tepen Pliskova, kendi servisinde tekrar durumu 3-3 beraberliğe getirdikten sonra, Kerber'in servisinde 5. kere rakibinin servisini kırma şansını yakaladı. O puanda, olmadık bir topla fileye çıkıp macera arayan Pliskova, inanılmaz şanslı bir puanı lehine çevirdi. Kötü bir kısa top deneyen rakibini kolayca geçmeye hazırlanan Kerber'in passing shot denemesi, Plistova'da eridi ve Çek raket o topu lop olarak tam geri kort çizgisine yollamayı başardı. "İşte maçın döndüğü an herhalde budur" dedim, maçı beraber seyrettiğim arkadaşlarıma... Gerçekten de 2. setin sonuna kadar başka bir servis kırma yaşanmadı ve 2. set, 6-4 Pliskova'ya gitti, skora denge geldi... İşte maçın o anlarında, yarı finalde Serena'yı neredeyse sahadan silen Pliskova'nın büyük oyunundan güzellikler korta yayılmaya başladı. Sağlı sollu sert geri toplarla rakibini bunaltan Pliskova, sık sık fileye de gelerek hazırladığı puanları orada afiyetle yedi bitirdi. ÜÇÜNCÜ SET VE RÜZGARIN YİNE TERS DÖNÜŞÜ Üçüncü sete artan özgüveniyle aynı hızda başlayan Pliskova, Kerber'in ilk servis oyununu almasının ardından üst üste 3 oyun alarak son sette de rakibinin servisini kırdı. Bu dakikalarda, oyunu tamamen domine eden rakibine karşı Kerber neredeyse pes etmiş görünüyordu. Durmadan hep en büyük topları deneyen Pliskova, sanki rakibini de çaresizlikle aynı tavra zorluyordu. Oyunu hızlandırmaya çalışan Kerber hata yüzdesini arttırdı ve ilk defa ritmi istediği gibi kontrol eder görünen Pliskova zafere iyice yaklaştı. İşte o noktada, tenisin ana kaideleri tekrar birden yürürlüğe girdi! Her puanı doğrudan olağanüstü riskli ve şık vuruşlarla bitirmeye kalkan Pliskova, aslında o noktada artık teslim olmuş görünen, gereksiz itirazlarla psikolojik olarak kendi kendisini sinirlendiren, mağlubiyetin acısını yüreğinde hissetmeye başlayıp oyundan kopan Kerber'i sanki birden diriltmeye karar verdi! Adrenalin iğneleri gibi gelecek hataları tekrar üst üste yapmaya, puanlarını bol keseden dağıtmaya başladı. Herhalde maçı tekrar seyrettiğinde kendisine de absürd görünecek bu "halet-i ruhiye" içerisinde, 3-1'den sonra Pliskova, yalnız tek bir kere kendi servisini kazanarak skoru 4/4 e taşıyabildi. Ardından son iki oyunda tek puan bile alamadan maçı 6/3, 4/6, 6/4 vererek, sahada en çok Kerber'in şaşkınlıktan küçük dilini yutmasına neden oldu. Maçı moral olarak kaybetmiş görünen Kerber ölüsüne verilen bu şanslarla yeniden doğup, bir de harika bir kaç riskli paralel düz vuruşla büyük alkış topladı. Zaten maçın kendisi için en karanlık bölümlerinde bile, derin toplarla ve maça asılan mental gücüyle dikkat çeken Kerber, maç puanını kazanır kazanmaz kendisini yere atıp ağlayarak, artık alabileceğine pek ihtimal vermediği bir maçın kendisine hediye edilmesine duyduğu şaşkınlığı doya doya yaşıyordu. Ölüp gömülmüş, Pliskova sonra onu baştan yaratacak bir formülle, her puanını jeneriklik vuruşlarla kazanmaya kalkışıp, durup dururken kazandığı maçı gerisin geriye onun ellerine teslim etmişti... PLİSKOVA ÜZERİNE BİR İDDİA Burada özetlediğimiz gibi, maçın her puanına bir hızlı tren gibi hükmetme rüzgarına kendini kaptıran Pliskova, tecrübesizliğinin kurbanı oldu. Daha önce Martina Navrotilova, Jana Novotna, Hana Mandlikova ve yakın dönemde Lucie Safarova, Petra Kvitova gibi yıldızları çıkaran Çekya, şayet Pliskova'ya hafif gecikmeyle de olsa iyi bir teknik hoca bulmayı başarırsa, bu yıldız adayının yeni bir Navratilova olması işten bile değil. Zaten maçtan sonra kendisin uzatılan mikrofona aynen sabırsız oyunu gibi saatte 320 kilometre ile konuşan Pliskova, kendisini en iddialı şekilde teselli etmeyi tercih etti: "Daha önümde çooookkk finalller olacak". Bence haklı. Önünde bence de sayısız finaller var. Ama yeter ki, onun ruhunu dengeleyen bir zeki ve kurnaz hoca bulsun. Birisinin ona "teniste puanlar, her zaman olağandışı sert ve de üstüne artistik açılı vuruşlarla kazanılamaz, bazen de rakip üst üste hatalar yapar ve onun hatası sayesinde yine bir puanı ya da maçı kazanmış olursun" gerçeğini, hatırlatması lazım. Yani saatte 200 kilometreyle tam doksana yerleşen bir paralel backhand de bir puan yazıyor, rakibin fileye taktığı uyuz bir top da! İşte tenisin en basit kaidesi olan bu gerçeği, bir an önce bu genç arkadaşın (24) algılaması lazım! İşte iddiam basit... Pliskova, kendi bitirici vuruşları dışında, rakibinin hatalarını da beklemeyi göze alan "percentage tennis"in doğal matematiğini keşfettiği zaman, Navrotilova gibi bir kalıcı büyük yıldız olması işten bile değil. Kendisine benim önereceğim hoca ise, eski çift partnerim Ali Göreç! Ya da başka bir alternatifi, eski büyük şampiyon Chris Evert'e veya Navratilova'ya yalvararak, onlardan birini üç aylığına hayatının her noktasına taşımak, onlardaki tenis birikimini, değişken oyun kurgularını değerlendirmek, resmen emerek almak.... Tenisin en başta rakiple karşılıklı bir ritm bozma, strateji ve sabır mücadelesi olduğunu keşfeden sporcu, maça 1-0 önde başlar. İşte o günü merakla bekliyorum ve hatta bir tenissever olarak iple çekiyorum. Çünkü dünkü Pliskova, rakibi ve puanların vahametini umursamadan her topu "gömmeye" çalışan vurdumduymaz bir boksör gibiydi! Kazansa, hayranlık sözlerimizi de bu zaafı üzerine kurup, kendisine rağmen bu çılgın oyunla işi hasbelkader bitirebildiğini yazacaktık! Ama ne demiştik? Onun daha çoook finalleri olacak! Bedri Baykam Odatv.com http://odatv.com/amerika-acikta-yeni-sampiyon-1109161200.html

7 Eylül 2016 Çarşamba

MADRA OLAYI VE BASKI REJİMİNİN KOLAYCI SİLAHŞÖRLERİ! | Bedri Baykam | 07.09.2016


TAHAMMÜLSÜZ ÜLKENİN “ASOSYAL” MEDYASI!
Türkiye'de siyasi yaşamın kutuplaşma hastalıkları üzerine kurulu olduğu, ne yazık ki bir gerçek. Hatta bunun sonucu olarak sosyal yaşamın da aynı hastalıklarla boğuştuğu gerçeğini de görmezden gelemeyiz.
En basit Facebook "durumu" ya da atılan bir tweet, ülkenin gündemine oturmayı anında başarabiliyor. Bunun sayısız örneğini hepimiz sıralayabiliriz.
15 Temmuz'un getirdiği kaotik kin ortamında, RTE, hükümet ve yandaş basın artık bildiğimiz gibi sürekli bir cadı avında! Her yerden tüten ya da tüttüğü iddia edilen dumanın üstüne gidilerek paralelci aranmıyor, kesinlikle bulunuyor! Bundan da taviz verilmiyor, çünkü emir büyük yerden geliyor. Tüm yaşananlar, Türkiye'nin ne denli tahammülsüz bir ülkeye hızla dönüştüğünü dosta düşmana tekrar kanıtladı!
Twitter’ın bu muhbirlik ve cadı kazanı furyasının merkezi olduğu apaçık ortada. Kimler geldi, kimler geçti, geçiyor, geçecek o çarktan, dipsiz kuyu!


BERAL MADRA’NIN BAŞINA ÖRÜLEN ÇORAPLAR!
Beral Madra, Türkiye’de sanat küratörlüğü denince akla ilk gelen isimden biri. Çanakkale Bienali, 10 yıldır yapılan ve 2006 yılında Denizhan Özer ve Seyhan Boztepe’nin başlattıkları önemli bir girişim. Çağdaş sanatın yurdun her yerine yayılması için gerekli olan bu atılımlara herkesin destek olması lazım. Beral Madra da, üçüncüsünden itibaren Çanakkale Bienali’ne doğrudan katkı yapmış bir isim.
Şu andan itibaren yazdıklarımı lütfen özel bir dikkatle okuyun! Daha önce de yazdım. Ben FETÖ davasında tarafım. Beni Ergenekon davasının içine çekmek için hazırladıkları kumpas kağıtlarını geçen yıl HSYK Başmüfettişleri önüme koyup davacı olup olmadığımı sordular, ben de tabii ki sonuna kadar davacı olduğumu söyledim. Hayatta yüzünü görmediğim insanlarla beni ilişkilendirmeye kalkan, yüz kızartıcı iğrençlikte yalanlarla dolu pespaye bir belgeydi. Benim FETÖ davasında taraf olmam, objektif ve demokrat kalma çabamı ise tabii ki engellemez. 15 Temmuz’da yapılan kanlı darbe girişiminin ardından gözaltına alınan, tutuklanan veya en azından açığa alınan on binlerce isim var. Bu vakaların her birine karşı dikkatli olmak, demokrat her insanın görevi. Bu şahıslara kendini savunma hakkı verilip verilmediğinin araştırılması da son derece önemli. Ama en tehlikelisi, birilerinin her konuyu fırsat belleyerek herkesi aynı “FETÖCÜ” torbasına atmak üzere yaptıkları girişimler! Benim bu davada taraf olmam, dikkatimi azaltmıyor.


MADRA’YA “DARBECİLİK” SUÇLAMALARI” (!)
Beral Madra, Çanakkale Bienali’nin hazırlık aşamalarıyla boğuşurken, daha önce de abartılı yandaş-yağcı dolduruşlarını açıkça eleştirdiğimiz bir “sözde güncel sanatçı”nın muhbirliği ve yönlendirmesiyle kendini ağır bir “Aktrol” saldırısı altında buluyor. Beral Madra’nın attığı birkaç tweet yüzünden kendisi aleyhine bir saldırı kampanyası düzenleyip konuyu Çanakkale Bienaline bağlayıp, onun bu görevi bırakması için baskı yapmaya başlıyorlar. Bunun üzerine AKP Grup Başkanvekili Bülent Turan devreye girip açıkça bir anti-propaganda başlatıyor! İtiraf edeyim, “darbecilik” ve Madra isimlerinin yan yana hiçbir anlam ifade etmediğini bilen biri olarak şaşkınlıkla okudum o satırları: “Şehrimizde Bienalin genel sanat yönetmenliği, CHP’den çok HDP savunuculuğuyla bilinen, darbe destekçisi Beral Madra’ya yaptırılmak isteniyor. Bütün toplumu kucaklayan, herkes tarafından kabul görmüş onlarca onurlu sanatçı varken Beral Madra isminde ısrar edilmesinin anlamı nedir? Belediyeyi bu faaliyete destek olmamaya davet ediyoruz. En azından Belediye, Beral Madra’nın isminin listeden çıkarılması şartını öne sürebilir. Darbe kafalılar, sanatçı olsa ne olur, olmasa ne olur?... Madra, 15 Temmuz darbe girişiminin olduğu günden itibaren sosyal medya hesaplarından darbeyi meşrulaştıran açıklamalarda bulunmuştur... Çanakkale Bienali’ne farklı fikirlerde insanların katılması kadar doğal bir şey olamaz. Ancak aleni bir şekilde darbe savunuculuğu yapan bir ismin genel sanat yönetmeni olması, hem Çanakkale halkına, hem de bienale katılacak diğer sanatçılara bir hakarettir.”


İDDİA KONUSU İKİ TWEET HAKKINDA
Bunları okuduktan sonra ne beklersiniz? Herhalde Madra’nın basketbolcu Enes Kanter veya en azından Hakan Şükür gibi Gülen’in veya 15 Temmuz’un arkasında durduğunu zannedersiniz değil mi? Bakın bula bula ne çıkıyor ortaya: İlki, Madra’nın Kılıçdaroğlu’na yönelik bir eleştirisi, diğeri de Nazi Almanyası’ndan ortada dolanan bir fotoğraf! Birincisinden başlayalım: 15 Temmuz sonrası aniden başlayan linç furyasında, “idam isterüüükkkkk” sesleri vahşi naralarla kimi meydanları inletirken AKP’liler meydanlarda bunu Parlamento’ya taşıma sözü veriyorlardı. Kılıçdaroğlu o gün benim de yadırgadığım şekilde bunu kendisine soran gazetecilere “Bir getirsinler bakalım (Parlamento’ya)” dedi. Madra bu cümle hakkında ağır eleştirel bir tweet atmış: Sonuçta belki Madra, anın sıcaklığı ve konunun vahameti ile yazmış: “Bu denli ciddi ve sakıncalı bir konuya verdiği yanıt sığ/zeka yoksunu/sorumsuz!”. Yani Madra’nın idama heyecanla karşı çıkarken kızgınlıkla kullandığı bir yorum. Kaldı ki, idama karşı olmakla, darbeci olmak arasında hiçbir bağlantı yok! İkinci tweet ise, demin dediğim gibi, Nürnberg 1937 ile ilgili atılmış yorumsuz, YAZISIZ bir tweet! İşte elde olan her şey bu: “Vay efendim sen nasıl kalkıp o fotoğrafı koyarsın?”. İşte o saatten sonra sırayla kroşeler, aparkütler yağmaya başlıyor Madra’nın üstüne. Bütün bu demeç ve sosyal medyalarda gezen “alçak-darbeci-hain” saldırıları, bu iki tweet üzerine inşa edilmiş! Bu mantığı anlamak mümkün değil. Madra’nın Kılıçdaroğlu’na getirdiği, idam konusuna yeterince tepki vermemesiyle ilgili eleştiri, bir sanat insanının, bir annenin ya da daha doğrusu duyarlı her insanın korumacı çığlığı... İdama karşı olan ben de, o gün bu pasif tavra sinirlendiğimi çok iyi hatırlıyorum. Madra’nın yorumu anın kızgınlığı ile çıkmış, hepsi bu. Nürnberg’le ilgili paylaştığı miting fotoğrafı ise yorumsuz bir kitle fotoğrafı. O fotoğrafın altını herkes istediği gibi doldurabilir. Birisi, kitlenin büyüklüğünü öne çıkarır. “Yenikapı’dan daha büyük miting de yapılmış” denebilir, “büyük mitinglere her zaman kanmamak lazım, dikkatli olalım, tarihte ne mitingler yapılmış” şeklinde bir yorum da getirebilir, “kitle mantığı ve güruh tavırlarına teslim olmak tehlikelidir” yorumunu yapabilir veya biri büyük kitlelerden korkabilir, tehlikeli yönelişleri düşünebilir. İsteyen istediği yorumu yapar.
Bakın, ben katıldım Yenikapı mitingine. Gittim, içinde bulundum. Ana bölüme sığamadık, çevresinde kaldık vs, ama o atmosferi yaşadım. Gitmek, katılmak, o dayanışmaya o gün şans vermek, benim kararımdı, başka kimsenin değil. Herkes aynı görüşle, Kılıçdaroğlu, Bahçeli veya Bedri, Ali, Veli gitti diye gitmeye mecbur mu? Katılmayan nasıl eleştirilir? Sıla’nın yaşadığı linç kampanyaları nedir? Beral Madra’nın yorumsuz fotoğrafına herkes nasıl kafasına göre altyazı-açıklama yazar? Bunun sonu nerelere varır? İsteyen eleştirir, isteyen “Yenikapı ruhu”na inanır, güvenir; isteyen güvenmez, inandırıcı bulmaz. Ortamı “Hepiniz inanacaksınız, inanmayan haindir, FETÖ’cüdür” diye yorumlayan bir hukuk devleti ve onun vekilleri olabilir mi? Demokrasi bunun neresindedir? Ben Yenikapı’ya gittim ve bunun sonucunda Cumhurbaşkanı’na açık mektup yazdım. Cevabını alamadığım bir açık mektup. Herkes aynı tavrı göstermeye mecbur mudur? İsteyen gitmez, isteyen mitingi düzenleyeni veya mitinge gideni veya beni eleştirebilir. Örneğin OHAL ile ev aranır, örgüt mensubu araştırılır, delil üstünden iz sürülür... Ama varsayımlar, yorumlar ve siyasi farklılıklar üzerinden “muhaliflere cadı avı” başlatılamaz! Bu tavrın özrü yoktur.

SİNDİRİLEN AYDINLAR, SANATÇILAR...
Sonuçta, onca büyük emekler harcanan bu bienal, baskılar sonucunda çöpe gitti. Beral Madra özverili bir şekilde “Ben çekileyim, bienal yapılsın” dedi. Bu da yetmedi. CHP’li Belediye Başkanı Ülgür Gökhan da engel olamadı, baskıların getirdiği bu üzücü sonuca. En azından benim tesellim bienali kaldırma kararının CHP’li bir belediyeden gelmiş olmaması. Ama demek ki Türkiye artık şöyle bir ülke: Sanat insanları, küratörler, artık bu büyük siyasi ve polisiye baskılardan yılmışlar. Konuşmaktan bile ürker hale gelmişler. Sansür, oto-sansür, bıkkınlık, sıkıntı her yeri kaplamış. Hangi çağda, hangi rejimde yaşadığımızı bilmeyen insanlar grubunun sözcüsü ve toplumun vicdanı olarak sanatçılar, sanat insanları -en azından bir kısmı- beyinlerinde pes etme noktasına gelmişler. Dün Mehmet Ali Alabora’ya Fazıl Say’a, Nasuh Mahruki’ye, bugün Erol Evgin’e, Sıla’ya, Beral Madra’ya yönelen saldırılar, birbiri peşi sıra ve acımasızca geliyor. Her an bir hedef belirlenip onun üstüne yürünüyor.


ARAŞTIRMACILAR MI FETÖCÜ, YOKSA FETÖ’CÜLERİN BAŞDOSTLARI SİYASİLER Mİ?
FETÖ operasyonları sürerken “düşünce ve araştırma özgürlüğüne saygı” gündeme gelmiyor. Mesela birisinin evinde Gülen’le ilgili kitaplar varsa, bu hemen suç deliline dönüşebiliyor. Bu mantığa göre, Gülen veya Hitler veya Mao veya Stalin hakkında kitaplar okuyan bir tarihçi ya da gazeteci, FETÖCÜ veya Hitlerci veya Maocu veya Stalinci mi oluyor? Böyle ucube bir mantık olabilir mi? Veya yine meraktan soruyorum: 20 yıl önce Gülen’i ziyarete gitmiş eski futbolcular, şimdi “terör örgütü üyesi” olarak tutuklanırken gerekçe nedir? Bunu merak ediyorum. Yeni ve süren bir terör örgütü bağlantısı mı söz konusu, yoksa sırf 20 yıl evvel ki tanışıklık mı baz alınıyor? Konu oysa, o zaman, fazla geriye gitmeye gerek yok. Daha şurada 2-3 yıl önce Feto’nun dizinin dibinden ayrılmayan kaç lider, kaç bakan, kaç milletvekili var sırada... Onlar dururken içine düştükleri eğitimsizlik ve boşlukların ortasında Feto ziyaretine gitmiş futbolcu avına çıkarak mı kamuoyu rahatlatılıyor? Ben bunu merak ediyorum. Hem de FETÖ ve Feto ve “F tipi”(!) düşmanı, ve onlara karşı “taraf” bir yazar olarak merak ediyorum, hakkım değil mi? Eğitim Sen’in akademisyenlere yönelik her türlü baskıya karşı koyan bildirilerine hangi yanıtlar veriliyor veya hiç yanıt veriliyor mu, merak ediyorum. Benim FETÖ düşmanı olmam, “FETÖ’nün her düşmanı dostumdur” mantığından geçmiyor ve geçmeyecek. Yapılan her baskı ve haksız saldırıda diğer vatandaşların haklarını koruma reflekslerimizi canlı tutmaya zorunluyuz. Bu bizim demokrasi ve insanlık ödevimiz.