NEDEN
KAHRAMAN’A TBMM BAŞKANI OLARAK BAKAMADIĞIMA DAİR...
Kahrolduğum
nokta şu: Sıfatı “TBMM Başkanı” olan bir insan, dost bir
ülkenin ve hatta dünyanın gözünde ülkemizin entellektüel
seviyesini yerin dibine batıran bir konuşma yapıyor ve biz de bu
utancı yaşamak zorunda bırakılıyoruz. Tarihe “Meclis’inin
Başkanı, Che hakkında 2016’da katil ve eşkıya demiş bir
ülkenin vatandaşı” olarak kaydoluyoruz! Bu yüz kızartıcı
yorumlardan sonra ne Che’nin prestiji sarsılacak ne de bizlerin
veya dünyanın ona olan hayranlığında bir azalma olacak! Hatta
rahatlıkla söyleyebilirim ki, tersine Türkiye’de Che’yi
nispeten daha az tanıyan yeni kuşak, Kahraman sayesinde bu büyük
insanı tüm derinliğiyle keşfedecek, daha çok sevecek, ona çok
daha fazla hayran olacak!
Her
şeyden önce, Che’nin sevgili ailesinden, dost Küba ve Arjantin
halklarından, Güney Amerikalılar’dan, hatta dünyanın tüm
hümanist, demokrat, aydın, ilerici insanlarından özür diliyorum.
Lütfen bizi yanlış tanımayın. Biz bu kadar cahil, bu kadar dünya
değerlerinden yoksun bir toplum değiliz! Aslında en doğru sözü,
Küba Meclis Başkanı Esteban Lazo Hernàndez söylemiş: “Atatürk
gibi büyük bir devrimciyi anlayamamış birinin, Che’yi anlaması
beklenemez!”.
İşte ben buna Meclis Başkanı derim!
Ben
zaten İsmail Kahraman’a “TBMM Başkanı” olarak bakamıyorum.
Yaptığı milletvekili yemininin en önemli ve değiştirilemez,
değiştirilmesi teklif dahi edilemez maddesi olan “laiklik”
ilkesinin yeni Anayasa’da yer almasını istemeyip Anayasamız ile
ters düşen ve daha ilk dakikadan kendi sıfatını dinamitlediğinin
farkına bile varamayan bir Meclis Başkanı’nı nasıl kabul
edebilirim ki? Muhalefet partileri Kahraman’ın o günlerde
istifası için sonuna kadar nasıl diretmediler, hala anlayabilmiş
değilim. Ama şimdi bu tarihsel gafla ve yeniden neden olduğu
krizle beraber, İsmail Kahraman’ın derhal istifa etmesini talep
ediyorum! İki halkın arasına kabul edilemez nifak tohumları
sokan, gafletiyle diplomatik ve siyasi bir yükün altına girmemize
neden olan bu insana düşen “Bu
2. vakamla, dönemimi doldurdum”
diyerek siyasetten -veya en azından Meclis Başkanlığı’ndan-
ayrılmasıdır. Kah-ra-man İs-ti-fa!!!
DİPLOMATİK
GAFLARIN MALİYETİ
Meclis
Başkanı, herhalde kendi Cumhurbaşkanı’nın daha şurada 1,5
sene önce Küba’ya yaptığı resmi ziyaretten habersiz. Küba
demek, Castro ve Che demek. Erdoğan Küba’ya gitmiş ve Che’nin
duvar resimleri, heykelleri önünde resmi fotoğraf çektirmiştir.
Küba’ya saygılarını sunmuştur. Kahraman hangi düşüncesiz
gerekçelerinden Che’ye “eşkıya” dediyse, aynı yorum Castro
için de geçerlidir. Keşke o zaman Cumhurbaşkanı’nı da “aman
Küba’ya gitmeyin, orası bir eşkıya devletidir”
diye ikaz etseydi!
Siyaset
ve diplomasi, ülkelerin birbirleriyle ilişkilerini bağlayan ciddi
bir alandır. Sarf edilen sözler, yalnız sahibinin sorumluluğunda
değildir. Makamı temsil eder. Örneğin dünyada herhangi bir üst
düzey politikacı kalkıp Cumhuriyetimiz’in kurucusu hakkında
aynı ağır sözleri sarf etse, neler yaşanırdı, düşündünüz
mü biraz empatiyle?
Bunun
gibi çıkışlar, siyasi krizlere de yol açar; tam tersine veciz ve
evrensel değerde büyük sözler, tarih boyu sürecek etkiler de
oluşturabilir. Tek bir cümle, insanı rezil de eder, vezir de...
Tek bir gaf, ülkeleri bazen savaşın eşiğine getirmiştir.
Siyaset, insanların desteksiz atabileceği bir alan değildir.
CHP
Milletvekili Veli Ağbaba’dan 68’liler Birliği Vakfı’na, Jose
Marti Kültür Vakfı’ndan Küba Büyükelçiliği’ne ve çeşitli
yazarlara kadar birçok insan şimdiden Kahraman’a hak ettiği
tepkiyi verdi. Benim merak ettiğim konu, Kahraman’ın ait olduğu
siyasi hareketin her zaman tenezzül ettiği “gündem değiştirmek
için skandal sözler sarf etmek” taktiğini örnek alarak kendi
boyunu aşacak şekilde bu çıkışı yapmış olup olmadığıdır.
Ya bu gerekçeyle zamanlama ayarını tutturamayıp bu skandalı
tetikledi ya da kendi gerçek kimliği aradan 50 yıl kadar geçtikten
sonra tekrar yüzeye bulaştı. Her iki gerekçe de, birbirinden daha
bayağıdır. Kah-ra-man İs-ti-fa!!!
KAHRAMAN’IN
NEDEN “DİĞER TARAFTA” OLDUĞUNA DAİR!
Kahraman’ın
1968’in her zerresi isyan, devrim, aşk ve bahar kokan günlerinde,
nehir yatağının tam tersine, Amerikancı, yazıklar olası bir
emperyalist korumacılığa girebilmiş olması, gerek ODATV’de,
gerek başka basın bildirileri ve yorumlarda dile getirildi.
Kahraman ve onun gibiler, hiçbir zaman Che ve Deniz Gezmiş gibileri
anlayamazlar. Çünkü bazı insanlar kendilerini değil, toplumu,
evrensel anlamda insanlığı, kardeşliği, dürüstlüğü
düşünerek yaşam tünelinden geçerler. Hedefleri büyüktür,
tavırları ödünsüz! Kendi çıkarları diye bir konu yoktur.
Düşmanla uzlaşma yoktur. Ölüm korkusu yoktur. Deniz ve Che
gibi... Gençliğini emperyalizmin sapı olma hayaliyle geçirmiş
insanların Che, Deniz veya haksızlıklarla ölümüne mücadele
etmiş başka değerleri bu kadar aşağılamaya çalışmalarının
arkasında, dramatik ve hezimete mahkum bir günah çıkarma çabası,
daha doğrusu kendini dolaylı olarak aklama hayali vardır. Bunlar
tabii ki beyhude çabalardır! Kendi geçmişlerinden böyle
kaçamazlar!
BU
KONUYU NEDEN KILCAL DAMARINA KADAR BİLDİĞİME DAİR...
Her
insan her konuyu bilemez. Bilmemek hiç ayıp değildir. Yeter ki
insan bilmediği bir konuda kulaktan dolma bilgilerle, popülist
dolduruşlarla ukalalığa kalkışmasın!
Küba’ya
iki kere gittim. Che ve Küba ile ilgili sayısız kitap ve film
elimden geçti. Kendim İmge Yayınları’ndan çıkan ve şu anda
tükenmiş bir Che kitabı yazdım: “Küba ve Binyılın Süvarisi
Che”. Havana’daki Devrim Müzesi’nde 1999’da “Che ve Küba
Devriminin 40. Yılı” başlıklı bir sergi açtım. Geçen yıl
yine yeni bir kitap çalışması için Küba’daydım. Yine Che’nin
kız Aleida ve oğlu Camilo ile beraberdim. Daha önce Che’nin
“Motorsiklet Günlükleri”nde Güney Amerika’yı genç bir adam
olarak beraber gezdiği Alberto Granado ile büyük bir röportaj
yapmıştım. Geçen yıl da, Che’nin en yakın silah
arkadaşlarından Pombo ile beraberdim ve saatler süren bir analizi
birlikte yaptık. En büyük Che tarihçilerinden Froilan Gonzalez
yakın dostumdur ve kimi detayları da ondan öğrenmişimdir.
İnanılmaz ve göz yaşartıcı hatıralarım vardır bu
karşılaşmalardan... Dolayısıyla naçizane, Kahraman’ın
Rize’de üzerine “kahramanlık” yapmaya kalkıştığı bu
konuyu, en azından ondan çook daha iyi bilirim!
EŞKIYA
KİME DENİR, CHE KİMDİR?
Eşkıya
sözcüğü, halkı taciz eden, çalan çırpan, kaçakçılık
yapan, adam kaçıran, soyan, öldüren, kanun dışı silahlı ve
acımasız bedbahtlar için kullanılan bir sözcüktür. Che ile
uzaktan yakından ilgisi olmadığı gibi, Che tüm ömrünü bunun
tersine adamıştır. Yani aksine, kendisi için tek bir çöp
istemeyen, doktor kimliğiyle fakir insanları bedava tedavi eden,
yalnız işçiler, köylüler ve masum halk kitlelerinin çıkarı
için canını vermek dahil her ne pahasına olursa olsun emperyalizm
ve faşizmle doğrudan “kora kor” mücadele eden bir insan olarak
ömrünü tamamlamıştır.
1955
yılının Temmuz ayında Fidel ile Meksika’da yolları kesişen
Che, onunla beraber Küba’yı fethetmek üzere yola çıkan 82
gerilladan biri oldu. Adaya iner inmez Batista’nın askerlerinin
yaylım ateşiyle karşılaşan gruptan yalnız 12 kişi sağ kaldı.
Bu 12 kahramanın Sierra Maestra dağları ve balta girmemiş
ormanlarında başlattıkları uzun yürüyüş ile, 1956 Kasımı’ndan
1 Ocak 1959’da Havana’dan Batista’nın kaçışıyla gelen
zafere kadar, dev ve mucizevi başarıları beraberinde getirdi. Bu
kahramanlar Atatürk’ü ve onun Bandırma Vapuru’yla başlattığı
Kurtuluş Savaşı ve anti-emperyalist mücadeleyi örnek aldılar.
Nutuk’tan esinlendiler. 1997 yılında İstanbul’u Habitat
zirvesi için ziyaret ettiğinde, Castro kendisine yöneltilen
sorulardan bıkıp gazetecilere “En
büyük devrimci sizin ülkenizde, niye illa dışarıdan kahramanlar
arayışındasınız?”
diye ilginç şekilde çıkıştı.
CHE-NAZIM
HİKMET İLİŞKİSİ
Che,
Granma isimli tekneyle yola çıkarken ailesine son veda mektubunu
atıyor ve bunu Nazım Hikmet’in dizelerine atıf yaparak
bitiriyor: “Ömrüm
boyunca deneme ve yanılma yöntemiyle yaşamda doğruyu aradım.
Şimdi de doğru yolda arkamda bir kız çocuğu bırakarak daireyi
tamamladım. Şu andan itibaren Nazım Hikmet’in dediği gibi
ölümümü bir hayal kırıklığı olarak görmeyeceğim, yalnız
mezarıma bitmemiş bir şarkının hüznünü taşıyacağım”.
Bu alıntıyı da tarih sayfalarından bulup çıkarmak bana nasip
olmuştu, 1999’da... Hadi sizi güldüreyim: 2. Cumhuriyetçiliğin
o hızlı günlerinde Cumhuriyet ve Aydınlık gibi sol gazeteler
dışında, Milliyet’te Ayça Atikoğlu Küba seyahatim konusunda
harika ve uzun bir röportaj yapmış, 2. Cumhuriyetçi geçici bir
genel yayın yönetmeni o röportajı sayfadan gece uçuruvermişti!
Kahraman’ın
eşkıyası (kimbilir sevgili Şener Şen ne düşünmüştür!),
gerilla arkadaşlarına ormanda her dersi veren, yakın zamanda da
onlardan bir ülke yönetecek karakterde insanlar çıkarmayı
hedefleyen bir mükemmeliyetçidir. Şiirin yanı sıra edebiyat ve
sanat düşkünüdür.
COMANDANTE
CHE GUEVARA
Che’ye
“Comandante” sıfatını 1957 yılında, gerilla Frank Pais’in
ölümüne ilişkin taziye mektubu imzalanırken Fidel vermiştir.
Gayet doğal ve sakin bir sesle “Mektupta adının altına
Comandante yaz” diyerek onun nihai üst rütbesini belirlemiş,
efsaneye sıfatını vermiştir: “Comandante Che Guevera”... İşte
bu dünyanın aşık olacağı “eşkıya”, Castro, kardeşi Raul
ve Camilo Cienfuegos ile beraber Batista’nın Küba Anayasası’nı
hiçe sayarak yaptığı kanlı darbe ve ülkeyi Amerikan
emperyalizminin peyki haline getiren teslimiyet tavırlarıyla
mücadele etmişlerdir. Yani Kahraman, Che’ye “eşkıya” derken
Batista gibi, 15 Temmuz’da Türkiye’de yaşanan başarısız
darbenin “başarılısını” yaparak ülkeye ve demokrasiye el
koyan, kin ve kan saçan bir diktatörün savunuculuğunu üstlenmiş
olmaktadır. Aynen 1968’de arkadaşlarıyla yaptığı gibi!
Aslında hiç olmazsa, kendi anti-demokratik ve faşizm yanlısı
seçimlerinde tutarlıdır Kahraman!
Küba’da
zafer halkın büyük sevinç gösterileri ve yer yer doğrudan
katkılarıyla elde edildikten sonra Che, Merkez Bankası Genel
Müdürü ve ardından Sanayi Bakanı olmuştur. Zaten tüm dünyanın
gözünde Castro ile beraber devrimin eşit ana kahramanı olan Che,
Birleşmiş Milletler’de yaptığı konuşma ile ülkesini
başarıyla temsil etmesinin yanı sıra, uluslararası gezilerinde
dünya liderlerinin tanışmak için can attığı efsanevi bir
isimdi. Nasır’dan Tito’ya, Sukarno’dan Nehru’ya, Ben
Bella’dan Mao’ya sayısız lider, Kahraman’ın “eşkıya”sı
ile görüşmeler yapmak için sıraya girmiştir. Aynen Jean Paul
Sartre, Ernest Hemingway ve Simone de Beauvoir gibi, dünyanın en
ünlü yazarlarının ve tüm büyük gazetecilerinin yaptığı
gibi...
CHE’Yİ
YARGILAMAYA CESARETİ OLMAYAN EMPERYALİZM
Sıfatlara
yaslanıp kendini zafer takının içinde dondurmak istemeyen Che,
önce Kongo’da bir gerilla eğitim kampı kurmuş, ardından
Bolivya’da tekrar gerilla mücadelesine girişmiştir. Uygun ülke
olarak gördüğü Bolivya’da, not defterlerinden izlediğimiz
büyük çarpışmalardan sonra köylülerin ve Bolivya Komünist
Partisi’nin desteğini alamayan Che ve arkadaşları, dramatik
sonlarıyla burada karşılaştılar. Che, 8 Ekim 1967’de
yakalandı. 9 Ekim günü ise Bolivya’nın faşist diktatörü
Barrientos ve CIA’in ortak görüşmelerinden sonra aldıkları
hukuk dışı bir kararla, La Higuera köyünde, Mario Teran isimli,
yakın zamana kadar yaşayan alçak bir “gönüllü infazcı”
asker tarafından ateş edilerek öldürüldü.
Yine
sormak lazım Meclisimiz’in tarih profesörü Kahraman’a: “Sizce
Bolivya ve ABD’nin, savunmasız bir esir konumunda olan Che’yi,
yargılamadan apar topar hukuksuz bir şekilde infaz etme nedenleri
neydi?” Cevabı duyar gibi oluyorum: “İşte eşkıyaydı da
ondan!”. Yok İsmail Bey, yine yanıldınız. Amerika ve
Barrientos, Che’nin yargılanma sürecinin, esasında tüm dünyada
Amerikan emperyalizmi ve peyklerinin yargılanacağı bir felakete ve
imaj iflasına dönüşeceğini bildikleri için ortada böyle bir
seçenek olamazdı. Bu nedenle, koca ABD, koca Bolivya hükümeti ve
başkanı, Che için başparmaklarını aşağıya çevirip “ölüm”
kararı verdiler. Tabii orada bir efsaneyi ölümsüzlüğe en güçlü
şekilde yolluyor olduklarını göremeden... Aynen Batista gibi,
Barrientos da hukuku, insan yaşamını, savaş hukukunu, özgürlük
ve demokrasiyi hiçe sayan, her zerreleri işkencecilik ve çıkarcılık
üzerine kurulu yasadışı faşist hükümetlerin Amerikan
kuklasıydı. İşte Kahraman’ın cümleleri ve özlemleri, bu
kirli karşı tarafı savunmuş oluyor. Hukuksuz, yobaz, faşist,
kukla hükümetlerin, işkenceci diktatörlerinden yana taraf olup,
onların karşısına halk adına dikilen Che ve efsanesini
aşağılayabileceğini sanıyor. Ve ülkemizde de bizler bu
vesileyle Che’ye tekrar sahip çıkıp onu genç halkımıza sunmuş
oluyoruz. Ne diyelim, sağ ol ey Kahraman! Sayende halkımıza,
gençlerimize yazıp hatırlatabildik bu satırları... Kah-ra-man
is-ti-fa!!!
31 Ağustos 2016 Çarşamba
17 Ağustos 2016 Çarşamba
“2. CUMHURİYET DEMOKRASİSİ” VE YAYINLANMAYAN DÜZELTİ! | BEDRİ BAYKAM | 16.08.2016
Yazıya neresinden giriş yapayım, bilemiyorum. O kadar çok kapısı var ki!
Türkiye’de en yalama olmuş kavram “demokrasi”! Sorsanız herkes demokrat ve herkes bunu kendine göre yorumlayabiliyor. Aynen “laiklik” gibi... Kimine göre yalnız dindarların ve her dinden insanın ibadet hakkını garanti altına alan yüce bir kavram; benim gibi insanlar için ise, bundan önce dinin hiçbir aşamada devlet işlerine veya yasalara karışmaması...
Bugün ana konumuz Cumhuriyet Gazetesi’nin “demokrasi aşkı” ve başkalarına reva gördüğü demokrasi seviyesi. Benim en önemli yaşam kriterlerimden biri şu: “Başkasının sana yapmasını istemediğin şeyi, sen de kimseye yapma!”
“MUSTAFA” FİLMİ, CAN DÜNDAR’LA ARAMIZI NASIL AÇMIŞTI
Bildiğiniz gibi geçen yıl Can Dündar ne yazık ki tutuklandı ve yapılan yerli-yabancı tüm baskılarla 3 ay sonra özgürlüğüne kavuştu. Dündar cezaevine girmeden 1-2 hafta önce –hiçbir resmi sıfatım olmamasına rağmen- CHP’yi sade bir üyesi olarak eleştirdim diye yazımı önce sansür edip ardından da beni 30 yıldır yazdığım gazeteden çıkartmıştı. Aslında düşünüyorum da, 2008 yılında Dündar’ın “Mustafa” filmine ciddi eleştiriler getirmiştim. Belki de onu atlatamadı, bilemem. O yazıda, o filmin Atatürk’ün 1930’da Serbest Fırka’nın kuruluşuna aracılık edip çok partili rejime, yani demokrasiye geçişi hızlandırmaya çalıştığı gerçeğinin özenle nasıl sakladığını anlatmıştım. Yazının adı “Mustafa Filminin Ölüm Noktası” idi. Dündar o en önemli bilgiyi neden yok saydığını ne bana ne de kamuoyuna ömür boyu izah edemez. Hadi diyelim ki Atatürk’ün son yıllarını iyi anlayamamıştı. Demokrasi tarihimizin bu kadar günümüzü de ilgilendiren kilit ve somut bir anını nasıl “unutabildi” (!?). Çünkü bu unutkanlık veya “bilgisizlik” değilse, başka senaryolar gündeme gelir.
CUMHURİYET GAZETESİ’NİN ÇİZGİSİ NERELERDE RAYDAN ÇIKTI?
Cumhuriyet’in asırlık çizgisini düşünüyorum da... Türkçe alfabeye geçtikten sonra yayınlanan her Cumhuriyet gazetesini, hazırladığım büyük sergiler doğrultusunda arşivinden okumuş bir insan olarak, herhalde gazetenin ideolojisini, çizgisini, felsefesini Dündar’dan 1890 kere fazla DNA’larıma geçirmiş biriyim. Ne mutlu herkese ki Dündar hapisten çıktı, birkaç ay önce de Almanya’ya intikal etti. Cumhuriyet Genel Yayın Yönetmenliği’ni ise bildiğiniz gibi iki gün önce resmi olarak bıraktı. Ekibiyle beraber gazetenin kimliğinde yarattığı depremler ise kolay kolay tamir olacağa benzemiyor. Peki o süreçte Dündar’ın yerine gazetenin günlük genel sorumluluğunu “fiilen” kim almıştı dersiniz? Sizi uğraştırmayayım: Aydın Engin!
Cumhuriyet “yeni” yönetimi ile, birkaç yıl önce somut değişme sürecine girdi. Atatürkçü duruşu ile bilinen Oktay Akbal, Ümit Zileli, Alev Çoşkun, Mehmet Faraç, Mustafa Balbay ve benim gibi yazarlarla yollar sırayla ayrıldı; arada yazan Coşkun Özdemir ve Deniz Banoğlu gibi isimlerle de ilişki kesildi. Bu isimler yerine Ahmet İnsel, Aydın Engin, Nuray Mert, Ceyda Karan ve tabii onlardan önce gemi kaptanlığı görevini alan şimdi ise vazgeçen Can Dündar gibi isimler geldi. Kemalizm’le arasına mesafe koyan, “yetmez ama evet”çilerle ikinci Cumhuriyetçiler bölgesinde duran bir anlayışın temsilcileri...
Benimkiden farklı her ideolojiye saygım var, ama anlayamadığım şeyler de var: Mesela insan niye mertçe kalkıp Radikal veya 90’lı yılların Yeni Yüzyıl’ı gibi bir gazete yapacağına, Cumhuriyet’i ele geçirip onun ideolojisine ters, farklı bir yayını o mecrada yaşama geçirmeye çalışır? Bu sebeplerle gazeteden toplu olarak ayrılıp yıllardır protestolarını sürdüren CUMOK’ların (Cumhuriyet Gazetesi Okurları) üzücü durumu da zaten ortada. Şayet bu da “demokrasi” ise, sağ olun, ben almayayım!
AYDIN ENGİN’İN AFFEDİLMEZ İFTİRASI
Bir dönem Türkiye’de aydınlanma ve Atatürkçü demokratik görüşün kalesi olan sevgili gazetemde yazan ve hatta gazetenin Dündar yokken yönetmenliğine soyunan Aydın Engin isimli zat, hakkımda inanamadığım, affedilmez şeyler kaleme almış. Açık konuşalım, kızdım. Hadi yazan yazabilir, ama o gazetenin içinde bunların palavra olduğunu bilen o kadar çok insan var ki! Acaba yeni sıfatından mı çekindiler? Ne yapalım, yayınlanmış. Düzeltme yolladım. Yorucu diyaloglar orada başladı. Üç gün boyunca bana verilen dört isimden hiçbirine ulaşamadım. Sonunda zar zor gazetede imtiyaz sahibi olan eski dostum Orhan Erinç’e ulaştıktan bir gün sonra Abbas Yalçın nihayet bana dönüş yaptı. Önce kendisinin künyedeki sıfatı “sorumlu müdür” olmasına rağmen, “bu kararı tek başına değil, tüm yazı işleri ile beraber verdiğini” söyleyerek gardını aldı ve benim tepkimle karşılaştı. “Bunu yayınlayıp yayınlamamak gibi bir seçenekleri olmadığını” söyledim. Aydın Engin’in beni dolaylı da olsa Hrant Dink cinayetinin sorumluları arasında göstermeye cüret ettiğini hatırlattım!
Geçen Cuma günü, tekzibimi yayınlamayacaklarını, umursamaz ve hatta ne yazık ki bunun da ötesinde bir tavırla tebliğ ettiler: “Yazınızın yayınlanmayacağını, tekzip talebinizi resmi/yasal başvuru ile iletmeniz gerektiğini belirtmek durumundayım”.
“Sayın Abbas Yalçın,
Yanıtınız beni özellikle Cumhuriyet açısından üzdü. Gazetenin bu kararın sorumluluğunu alan yazı işleriyle, basın ahlak yasasını tanımayan hangi insanların eline düştüğünü görmüş oldum. AraştırMAma üzerine gazetecilik mantığını kurmuş ve uydurma bilgilerle insanları "cinayete katkı" ile suçlamaya tevessül edecek çapta insanları koruyor olmanız, benim adıma GAZETEM açısından koca bir hayal kırıklığı. Vicdanınız buna müsaitse, bu sözün bittiği yerdir.
Basın ahlak yasasını, yanıt hakkına saygıyı, demokratik etik davranış kodlarınızı, yani mesleğin alfabesini tekrar gözden geçirmenizi diliyorum.
Beni yasal yollara başvurmak zorunda bırakan da sizsiniz. Bu durum beni İlhan Selçuk'un Cumhuriyet'i açısından ayrıca üzmüştür. Yakışmadı.”
Gelelim, noter (ve ardından gerekirse mahkeme) yoluyla onlara yolladığım tekzibe:
BEDRİ BAYKAM’DAN CUMHURİYET GAZETESİ SORUMLU YAZI İŞLERİ MÜDÜRLÜĞÜNE
15.08.2016
9 Ağustos 2016 Tarihli Cumhuriyet Gazetesi’nde, KENDİSİNE TANINAN YERDE Aydın Engin yazdığı “Hrant’ı da Cemaat öldürmüş öyle mi?” başlıklı yazısında adımı hakaret ve tazminat davalarına konu edilebilecek şekilde geçirmiştir:
“(...) Eğer Hrant Dink cinayetinin tüm suçu sadece Cemaat’in sırtına yıkılacaksa, Hrant Dink’in yargılandığı davalarda mahkeme salonunda yer tutan, adliye binasını kuşatanların safında yer alan Veli Küçük, Kemal Kerinçsiz, Bedri Baykam gibi yiğitler de FETÖ üyesi olsalar gerek. Yani ey AKP elebaşları!.. Ey Cemaat’in ılımlı İslam dümenine yatmış elebaşıları!.. Ey Perinçsizler, Kerinçekler, Veli Küçükler!.. Hepiniz oradaydınız... Orada; Hrant’ın ölümüne giden kanlı yolun taşlarını döşeyenler arasında; mahkeme salonlarında Hrant’ı linç etmek için tepinenler arasında ve 2007’nin 19 Ocak’ında arkadaşım kalleşçe, arkadan vurulup öldürülürken Agos’un önünde... Kiminiz cisminizle, kiminiz isminizle, kiminiz milliyetçiliğinizle oradaydınız!..”
Yazarımız diyerek SIFAT kazandırdığınız Aydın Engin isimli “köşe yazarı”nın, en ufak bir araştırma dahi yapmadan, sorumsuzca, bu kadar cahilce ve fütursuzca insanları dolaylı bile olsa “cinayet”le suçlayabilmesi, uzaktan yakından affedilir bir şey değildir.
Söz konusu iddialarına gelince: Hrant Dink’in yargılandığı davaya hiçbir zaman katılmadım. O dava konusunda aleyhine tek bir yazı da yazmadım. Bu konudaki duruşmalarda hiçbir zaman bulunmadım. Mahkeme salonlarında Hrant’ı linç etmek için hiçbir zaman “tepinmedim”.
İddialarını hayal dünyasında kuran bir insanın, bünyesinde 30 yıl yazdığım, Türkiye’nin en köklü gazetesinde böyle yazılar döşenebilmesini esefle karşılıyorum.
Hrant Dink, medenice ilişkilerim olan bir yazar dostumdu. Kendisiyle 3-4 kere televizyonlarda soykırım iddialarını ve güncel konuları son derece uygarca tartıştık. Üstelik, atölyem 15 yıl boyunca Tarlabaşı’nda bir Ermeni manastırındaydı. Dink atölyemi de ziyaret etti ve dostluğumuz hep medeni bir çerçevede sürdü.
Öldürüldüğü gün de Agos’u ziyaret ettim, başsağlığı dileklerimi, teessürümü ilettim.
Herkes gibi ağır bir şoktaydım.
AYDIN ENGİN NEYİ-NEYLE KARIŞTIRMIŞ, ONU DA BEN SÖYLEYEYİM...
Aydın Engin yine tamamen yanlış şekilde, neyi-neyle karıştırdığını kendi dağınık düşünce dünyasında ve dağarcığında bulamayacağı için, ona da ben yardımcı olayım. Yalnız bu “araştırmaMAcı” gazetecimizin, ciddi bir efor sarf ederek, Cumhuriyet’in arşiv bölümüne inmesi lazım! Hrant Dink değil, Orhan Pamuk’un davası açılmadan 3-4 ay önce, 20 Eylül 2005 tarihli Cumhuriyet Gazetesi’nde “Pamuk Olayı: Dikkat Uçurum Geliyor” başlıklı bir yazı kaleme aldım ve kesinlikle Pamuk’a dava açılmaması gereğini vurgulayarak kendisine yanıtın demokratik platformlarda verilmesi gerektiğini anlattım. Hatta Sayın Cumhurbaşkanı ve davanın savcısından, bu dava üzerinden Türkiye aleyhine yaşanacak anti-propagandaları da düşünerek dava açılmasını engellemelerini rica ettim. (Şayet o dava o yılın sonunda görülmeden önce, Aydın Engin’in de böyle bir “davayı önden durdurma” girişimi olduysa haberim olsun, kutlarım!).
Tüm bu çabalarıma rağmen Orhan Pamuk davası Şişli Adliyesi’nde görülmeye başlandığında, tamamen aynı mantık doğrultusunda Pamuk’un yargılanmaması, davanın düşmesi, beraat etmesi için oraya gittim. Gerek makalelerim, gerek basın bildirilerim, gerek verdiğim röportajlar, hatta o gün canlı katıldığım rahmetli Mehmet Ali Birand’ın programı bunun sayısız kanıtı arasındadır. O gün de, hiçbir şekilde, Engin’in adını andığı diğer gruplarla bir temasım olmadı. Bu uyduruk, sahte ve genellemeci iddialarla Atatürkçüler’e çamur atmaya çalışanlara da o günlerde somut ve net cevaplarımı Cumhuriyet’ten vermiştim. Ayrıca o saçma dava vesilesiyle, Orhan Pamuk’un bence hak etmediği bir şekilde “demokrasi kahramanlığına” tırmandırılmasına da karşı çıktım.
Aydın Engin, adını andığı diğer gruplarla beraber, bahsettiği konularda çekilmiş tek bir kare fotoğrafımı veya müşterek atılmış imzamı ihtiva eden tek bir delil bulamaz.
Bu denli sorumsuzca ve cehalet dolu, İFTİRAYA TEVESSÜL EDEN bir yazıyı –şu an sizde yazmasa da- 30 YILLIK YAZARINIZA KARŞI kaleme alabilen birinin gazeteniz tarafından önden ikaz edilmesini beklerdim.
Aydın Engin’e düşen ilk hareket önce kendi siyasi tutarsızlıklarının hesabını vermeyi denemesidir. Yani.... “Ey AKP elebaşları!.. “ derken herhalde olsa olsa kendinden bahsediyor. Çünkü 2010’da referandum sırasında nasıl “yetmez ama evet”çilerle beraber AKP çığırtkanlığı yaptığını, herhalde en azından basın dünyasında hatırlamayan yok! Tüm ikazlarımıza rağmen “güçler ayrılığı” kavramını yerle bir ederek AKP’ye akıldışı güçlerin teslim edilmesindeki hukuk komplosunun baş aktörlerinden birisidir zat-ı alileri! Dolayısıyla, bugünkü muhalif eleştirileri havada kalmaktadır.
Aydın Engin’in siyasi görüş veya duruşlarını tartmak için daha fazla zaman harcamama gerek yok.
Bedri BAYKAM
ABANT TOPLANTILARININ MÜDAVİMLERİNDEN “F TİPİ” ERGENEKON-BALYOZ İNFAZCILIĞINA!
İşte böyle sevgili arkadaşlar...
“F tipi”nin şu meşhuurrr Abant toplantılarının müdavimlerinden Engin Aydın, bu şekilde fütursuzca, bu tutarsız ve gerçeklerle sıfır bağlantılı yazılarıyla etrafa kin ve zehir saçıyor. Yani sizin anlayacağınız, hani kendisi “hepiniz oradaydınız” diye atıp tutuyor ya? Yine kendi grubuna gönderme yapıyor herhalde! Yardımcı olayım kendisine: “Hepiniz oradaydınız, Abant’ta! Ilımlı İslamcısından Atatürk düşmanına, küçümseyenine, F tipinden, 2. Cumhuriyetçi’sine, liberal atar-tutarlardan yeminli yandaşlara kadar... Topunuz oradaydınız, bol bol fotoğraflar çektirdiniz, nutuklar attınız, birbirinizin sırtını sıvazladınız... Hıncınızı da Silivri’de kumpaslarla mücadele eden yurtseverlerden çıkarmaya çalıştınız... Var mı buna bir itirazınız?
Kendisi şimdiler de ise TV’lerde günah çıkartmaya çalışıyor: “Bundan sonra Cumhurbaşkanı olmuş bir zat, onun bakanları, ‘biz kandırıldık’ diyerek ellerini yıkayamazlar. Çünkü ben bir yurttaş olarak bilemeyebilirim (...) ama bu pozisyonda olanlar, yani devletin istihbarat gücünü elinde tutanlar ve o güçlü devlet aygıtına sahip olanların bir: ‘kandırıldık’ diyerek ellerini yıkaması mümkün değil, iki: kandırılmaları da aslında mümkün değil” (kaynak: Medyascope TV)
Ah Aydın Engin, ahh! O dönemlerde tabii Cumhuriyet’te yazmıyordun ki, nereden bilecektin bunları! Demek Cumhuriyet’i okumuyordun bile! Çünkü biz “kanmaya meyilli olanları zamanında uyandırmak için” bunları defalarca yazdık. Ama o günlerde galiba “F tipi” kanallarda gezmekle meşguldün, o yüzden göremedin. 2010 Referandumu konusunda da herhalde aynı gerekçelerle seni de kandırdılar!
Bu yaşında, Atatürk olmadan bu topraklarda kimsenin sosyalist olamayacağını hala anlamamış olan bu zat, o günlerde artık iflası çoktan tescil edilmiş Ergenekon ve Balyoz davaları sırasında, “askeri vesayetten kurtuluyoruz” diye mutluluğunu her fırsatta dile getiriyordu! Şimdilerde yaşadığı kavram kargaşası ve hızlı U dönüşlerinin ortasında, belki Can Dündar’ın ortalığı karıştırıp bırakıverdiği koltuğa tam yerleştirilecek! İşte o günler gelir de Aydın Bey aynı “araştırmama” mantığıyla gazeteyi çıkarmaya kalkarsa, vay bu Cumhuriyet’in haline!
Bir bireyin her türlü yörünge kayıplarını anlayabilirim de.. koca çınar Cumhuriyet’e neler yaşatıldığını, neler dayatıldığını görüyorum ve hazmedemiyorum.
11 Ağustos 2016 Perşembe
OPEN LETTER TO THE DISTINGUISHED PRESIDENT | BEDRİ BAYKAM | 09.08.2016
Dear
Mr. President,
I
was amongst those who approved of the prior decision of The
Republican People's Party’s (CHP) about not participating in the
Democracy Rally you held in Istanbul. This was due to your
undependable attitude towards the concept of democracy over the
years. However, your insistence on “unity
and solidarity of the country and the triumph of democracy”
came to fruition and first Devlet Bahçeli the leader of Nationalist
Movement Party (MHP), then Kemal Kılıçdaroğlu the leader of CHP
accepted your second invitation. Therefore, although I am a person
against you and the political ideology you have been representing for
years, I decided to join this rally and give a chance to the
democracy-peace duo. I went to Yenikapı. On the premises, I got
together with all your supporters. Today, with your permission,
stowing away my judgments and even my political beliefs in the
refrigerator, within democratic practices, I will share with you my
thoughts free heartedly.
Dear
Mr. President,
The
July 15 bloody FETO (Fethullah Gülen Terrorist Organization) coup
attempt, I hope has inevitably reminded you during a most critical
process one of Atatürk's most important discourses: “The
Republic of Turkey can never be the country of sheiks, dervishes,
disciples and members of sects. The best, the truest sect is the sect
of civilization.”
Your
voters, who looked upon sects as "innocent religious formations"
up until today, have probably come to their senses.
As
you know, most of the 2nd Republican1
writers who supported you and the political Islam would get defensive
whenever FETO aka “F-type” was mentioned and say, “What's
their difference from civilian lobbying groups or non-governmental
organizations?”
That difference, Turkey as a whole had to learn it on that night by
paying a heavy price.
Following
the orders of a fundamentalist fanatic, the raving so-called soldiers
did not refrain from firing artillery, shells and machine guns at
their own people, inflicting heavy losses on our people.
What
is interesting is fact that, those members of the military you tried
to prevent being discharged from the Turkish Armed Forces (TSK)
always by putting an annotation to their “discharge” decision by
the high military council, along with those belonging to the same
group (FETO) who leaked into the highest ranks in the army, carried
out these unforgivable attacks against you and the public. And most
of the soldiers within the TSK, who protected you and warded off the
coup, came from the Kemalist-traditional TSK line. Thanks
to them and the masses you to called to the streets via the media,
FETO’s vile operation did not achieve its goal. The trouble is that
there may still exist ‘sleeper cells’ infiltrated deep in the
TSK. This suspicion is constantly brought to the agenda. Perhaps
the most secured harbor for you is the Republican-Democrat-Kemalist
officers that did time in prison during the ERGENEKON2
case! No one doubts that they stood dead on end against FETO and the
coup.
More precisely, maybe there is no one else other than these people
that passed this full “test” of being and anti-FETO personality!
I hope that from now on, the critical positions like your
Presidential aider, will be chosen more carefully.
I
WAS A TARGET OF FETO AS WELL
Dear
Mr. President,
FETO
messed with me too. At the turn of the 1990’s the Foundation
of Journalists and Writers,
which is under Gulen’s control, had invited me insistently to their
reception (“Gulen
Hoca wants you among us”),
which of course I had refused. I did not fall to the trap. I left a
big distance between us and carried on with my Kemalist struggle.
Later during the Ergenekon case, using the same tactics against
Kemalist figures like Mustafa Balbay, Tuncay Özkan, Doğu Perinçek,
they made up indictments consisting of most untrue scenarios that
were exposed without achieving any results. Apparently I was also a
victim of phone hacking for many years. I
was informed of this last year by senior overseers of the supreme
board of judges and prosecutors. They showed me also official
documents and police records. Of course I pressed charges against
these people and participated in the proceedings in the FETO case as
a plaintiff. In
addition, the source of the heavy attack I was subject to in 2011, a
“commissioned murder” in all its aspects, is still in the dark.
The aggressor was sentenced to serve 32 years in prison but did not
confess his connections.
THE
SOVEREIGNTY WHİCH CAME DOWN DOWN FROM THE SKIES AND SECULARISM…
As
the saying goes, “every
cloud has a silver lining”.
After the coup attempt, the vast majority of our people wanted to
believe in the winds of peace and democracy blowing in the Turkish
political climate. Because the public is most severely divided into
at least three or four major groups and people can no longer stand
it.
Despite
all the political groupings in Turkey, they miss the old days when
they as a whole looked up with hope to the future and democracy.
As
you well know all efforts trying to politicize religion assert,
"Sovereignty
belongs to Allah"
as opposed to “Sovereignty
rests unconditionally with the nation”.
Come July 15, the shift to "Sovereignty
belongs to the nation",
particularly seen in the political party you have founded, the AKP is
extremely promising. Because
as you can see, after saying "Sovereignty
belongs to Allah",
you can never know or calculate whose hands this "authority"
will fall into; in the hands of which sheikh or a sect leader with a
brain full of seeds of discord! Could
there be a more despicable
separatism
than using faith and love of God as an argument, as a quest of power
in the political arena?
So
in this case as well, we have ascertained that Atatürk is right. I
hope everyone draws lessons from these experiences and we will no
more have any sects that will have an access to unduly power and
underserved profits.
I'm
sure you are actually glad that the “triumph of democracy” on
July 15 was attained with the wholehearted defense of democracy of
the media organizations, which you had often harshly criticized in
the past.
Just
like the discourse, "Everyone
will one day be in need of law",
the statement “Everyone
will one day need a free media"
has indisputable been proven right. Of
course, strictly speaking, the media in our country is still far from
being qualified as "free".
According
to the world freedom of press index issued by Reporters
Without Borders
in Washington in 2016, we rank 151 out of 180 countries in the world,
just reminding...
I'm
sure, in a contemporary Turkey where people who revered democracy in
Yenikapı, you too are disturbed by this situation.
Dear
Mr. President,
At
the demonstration which was held in the memory of 239 martyrs and for
democracy nice words were spoken, the public was promised democracy
and days full of civil peace and comfort. In particular, the CHP
leader Kılıçdaroğlu’s insistence that “politics
must be kept out of the mosques,
courthouses
and barracks”
was striking. On the other hand, the speakers of the rally had
difficulty in explaining exactly the meaning of the word secularism.
Because the critical threshold of the case, of course, evolves around
secularism. Unfortunately, somehow the public was unable to learn or
unwilling to accept that secularism is above all a concept that is
related to the separation of state and religion and that it respects
all religions, all faiths and nonbelievers equally.
DEMOCRACY
IS POSSIBLE ONLY BY TOLERANCE AND RESPECT OF THE OTHER
Dear
Mr. President, before addressing you with questions in this regard as
a citizen, I wanted to make some succinct reminders about the word
“democracy”. As
you know, democracy is first and foremost a cohabitation culture.
It’s not about just tolerating but also knowing that one is
compelled to tolerate others who are not like him, who do not live
like him, who do not think like him.
Democracy means the unconditional sovereignty of the nation, the
power being neither in the heavens nor at the hands of one single
person. Secularism
comes also with pluralistic thought and freedom of expression. The
essence of democracy is respecting your opponent, your rival even in
the most harsh difference of opinions. It is a series of a code of
ethics. And not the powerful misuse of that power to bring the
minority to its
knees,
making deterrent threats. In
the end being a democrat means, people who work for you in your
surroundings, in your political sphere, in your bureaucracy and
security forces should equally be egalitarian and democratic. So if
you are going to highlight democracy the way you have been
emphasizing since July 15, you need to miraculously carry your entire
team to the same level. I hope you will succeed.
COULD
YOU REALLY CHANGE IN THESE MATTERS AND BECOME A DEMOCRAT?
Dear
Mr. President,
At
the Yenikapı rally, where more than 5 million of our citizens
gathered together, I would like to believe that the setting you have
built on the concept of democracy is sincere. Then I ask you: A few
days after the coup, you declared in the public squares, “We
will re-install the ancient Artillery Barracks in Taksim”
(which was one of the triggering points for the Gezi Protests). Are
you still insistent on this allegation? Atatürk
Cultural Center has been unnecessarily closed down for 8 years; will
this illogical situation that has become a real torture for the
artists still continue? The
heartbreaking situation that our
State
and City Theater, our ballet, our opera, and our classical music
orchestras have collapsed into is evident. Will this matter persist
or will it be corrected by giving an ear to rightful complaints and
the loud uproar of art institutions?
In
historical matters, will the sensitivities of the community be taken
into account and will the founders of our Republic be approached with
due respect? Will
you be able to stop the so-called teachers or head of departments who
are trying insidiously and step by step to erase Atatürk's name and
reforms anywhere?
How
long will everyone’s state of “being
on a bed of nails”
concerning “the separation
of powers” which is normally under constitutional guarantee that
has created a great disturbance in the political arena and in the
society continue?
On
the 1st May, will the modest and justified demands of the workers who
want to fill the main squares, notably Taksim, be met by a wall
again? Will
the Justice and Development Party (AKP) municipalities grow out of
the habit of complicating and disrupting transportation during the
days of opposition rallies or meetings?
Will
the
“Saturday mothers”3
are
able to share the pain of their children with each other and the
public without
clashing
with the police?
Are you going to continue your tradition of lashing out to or suing
journalists and writers who harshly criticize you? In this regard,
dropping
all
old lawsuits against
those who
were charged with insulting you was a very important step. How will
the rest follow?
Will
you exhibit reactions like immediately pressing charges against those
who criticize
you
(not
referring to those who openly insult you) on
the social media, or going even further by slowing down the Internet,
banning a popular social media? Will
we continue to witness a country where prisoners are lost or die in
custody, where those that do time in prisons struggle with death due
to the process of being unable to receive necessary health services?
Will you still keep just watching those at the head of the state
media TRT, who persistently do not give any broadcast time, or right
to answer, or special program to any opposition party? Will
the AKP continue to embed their own people at every level of the
state and ministries?
Are you going to allow the attendance of journalists from the
opposition to the television programs or the press conferences you
participate in or foreign trips you take?
Will the LGBT Pride parade still be sieged by the cops and will
people be asked to leave the streets?
Dear
Mr. President, if you are sincere about the
“triumph
of democracy”,
as you should agree, all the answers to these questions need to be
different from those given so far.
AS
THE PRESIDENT OF AN ART ORGANIZATION...
Dear
Mr. President, the goal of this article is not to create controversy.
Since the people now really look forward to the calming down of the
political environment and since you too, after this bloody coup,
insist that with a new era of dialogue and reconciliation
specifically want to make democracy bloom, serious steps should be
taken to change things. For example, while we were at the Democracy
Rally; the play,
“At
the Table of the Sun: Nazım Hikmet and Brecht”,
performed by one
of Turkey’s honorable actor and theatre director Genco Erkal at a
historical site in a schoolyard in Moda has been banned. A week prior
to this incident, at the İstanbul Municipal Theatre, 7 actors were
nonsensically removed from their jobs due to their leftist and
opposing views. Those seizing the opportunity of OHAL (State of
Emergency) stopped many artistic activities and theaters in various
part of Anatolia. I,
as the World President of International Association of Art/IAA- an
official partner of UNESCO and President of the Turkish National
Committee, UPSD regard all this as very strange and of course totally
unacceptable.
If
Turkey is truly going to go through these changes, then please
intervene in these impermissible acts and allow no longer the
bureaucrats to practice this arbitrary pressure on artists in
every country there are people who are more royalist than the king.
Let them not be afraid of people thinking, questioning, criticizing
and protesting.
They are the conscience of this country. In fact, we artists want
much more from this state. While going abroad for your political
trips in the same way that you take with you businessmen, bureaucrats
we expect you take along with you your museum directors, artists and
curators and go ahead with the construction of at least ten Museums
of Modern and Contemporary Art at the four corners of the country.
Because
foreign politicians and businessmen evaluate our country by the
museums we have not built, in as much as by the bridges we have
built!
You probably are aware that the State, since the Atatürk era, has
not opened a single Modern and Contemporary Museum in our country!
TO
RESPECT THE OPPOSITION ARTISTS AND THINKERS
Dear
Mr. President,
In
every democratic country in the world, leaders regard in tolerance
the opposition cartoonists, writers, theater people, artists or the
musicians. Sometimes they even take advantage of the situation in
order to make fun of themselves. That behavior on the contrary, makes
them even greater in the eye of the public. You
have to carry-on as the President also of the people who want to see
you lose in the elections. So if you suddenly decide for instance to
open new museums and surprise the world by appointing a board of
directory that would let artists exhibit nude paintings or opposition
political works; in that case you will freeze everybody with those
unexpected moves.
Only then the whole world will be accepting that this country is
finally sailing towards a real democracy! Surprise everybody Mister
President!
THIS
YEAR WILL BE YOUR LITMUS TEST
Dear
Mr. President,
If
there are no changes of conduct in the examples I have presented to
you, trust me that it would be a pity for the 5 million people that
went to the Yenikapi manifestation and all the Turkish citizens that
are dead tired about what the country is going through. In
that case, may it be in our country or in the outside world, people
will think that this great rally was nothing more than a sort of non
substantial show off! Then the undisputed comment that the main issue
in this manifestation of August 7, was nothing other then your own
search for support and power.
Which would mean that in the coming weeks everything would turn very
fast to its initial position and all your efforts regarding
compromise that you had started with such and euphoria, would
abruptly end. Let me also tell you that the issue of death penalty
that you have thrown into the hands of the Parliament, would end up
the EU cutting off all relations with Turkey and beyond that, our
country would turn into a sort of unlawful state of the Pirates! You
know much better than me that in a lawful state, the changes made
within the law, can never be applied to an ulterior date.
I would kindly ask your special attention to that very important
matter.
Dear
Mr. President,
This
flowing human
ocean
upon which you placed your emphasis in the demonstration of Yenikapi,
was maybe the largest crowd in the history of the world that attended
a political rally. It was a big success to bring together this
manifestation at such a level of intensity and a spirit of “single
body” as you worded it, with the Parties of the opposition being
present on the same stage as you and the Prime Minister! Turkey badly
needed that after all the disastrous attacks of the PKK, ISIS and now
FETO. In
order to record the manifestation of 7 August as an unforgettable
page in our history, can only become possible by turning it into a
milestone day for democracy. That’s why I would like to point out
that the issues brought here to your agenda, are the ones that people
are waiting with a growing curiosity in Turkey as well as in the
outside world.
As
I respectfully salute the 239 new democracy martyrs and their memory,
I would like to repeat here that my strongest wish in life is to see
Turkey full of peace and freedom, living as a country that has
digested democracy fully in every regards.
Respectfully,
BEDRİ
BAYKAM
1.
“The
Second Republicans”
are some media writers, university professors whose common
denominators is to underestimate Atatürk and his times, try to
minimize or criticize the values of the reforms that Atatürk
brought. They have been close to the so called soft-Islamist and
Kurds. However their own lifestyle and family roots are most of the
time “Kemalist”. All their theories were very “a la mode”
when they controlled the media and used their power to the benefit of
the AKP. According to the Kemalists they have been “used” by the
power of political Islam and then thrown as waste after their
“expiration date. Now they are floating in no-man’s land without
belonging to any group.
2. ERGENEKON and BALYOZ were the name of the court cases, when hundreds of Kemalist journalists, writers and army officers were arrested by prosecutors and the police in made-up conspiracies, plots with false documents and operational invented loadings of fake material into their computers, accusing them of wanting to abolish the Republic of Turkey. Most of those names stayed 6-7 years in prison. The court case was during the high times of the AKP-Fethullah Gülen partnership. When Gülen’s people attacked Erdoğan and his family on corruption charges, their roads split. Quite fast following this high conflict, the Ergenekon and Balyoz convicts were released.
10 Ağustos 2016 Çarşamba
SAYIN CUMHURBAŞKANI’NA AÇIK MEKTUP | BEDRİ BAYKAM | 09.08.2016
Sayın
Cumhurbaşkanı,
İstanbul’da
düzenlediğiniz Demokrasi Mitingi’ne CHP’nin önce katılmama kararı almasını doğru
bulanlardan biriydim. Bunun nedeni de sizin demokrasi kavramına olan bakışınızın
yıllar üstünden güven vermiyor oluşuydu. Ancak “ülke
birliği-beraberliği ve demokrasinin zaferi” ısrarınız sonuç verdi ve önce
Bahçeli, ardından CHP lideri Kılıçdaroğlu ikinci davetinizi kabul ettiler. Bunun
üzerine yıllardır size ve temsil ettiğiniz siyasi ideolojiye karşı bir insan
olmama rağmen, bu mitinge katılıp demokrasi-barış ikilisine bir şans vermeye
karar verdim. Yenikapı’ya gittim. Yerinde tabanınızla beraber oldum. Bugün
izninizle yargılarımı, hatta siyasi inançlarımı buzdolabına kaldırıp, demokratik
teamüller içerisinde, sizinle açık yüreklilikle düşüncelerimi paylaşacağım.
Sayın
Cumhurbaşkanı,
15
Temmuz kanlı FETÖ darbe girişimi, umarım Atatürk’ün en önemli söylemlerinden
birini size en kritik süreçte kaçınılmaz şekilde hatırlattı: “Türkiye Cumhuriyeti şeyhler, dervişler, müritler,
meczuplar memleketi olamaz. En doğru, en hakiki tarikat, medeniyet tarikatıdır”.
Bugüne kadar tarikatlara “masum dini
oluşumlar” diye bakan seçmenleriniz de herhalde yaptıkları hatanın farkına varmışlardır.
Biliyorsunuz sizi ve siyasal İslamı destekleyen 2. Cumhuriyetçi yazarların çoğu
da ne zaman FETÖ’den veya “F tipi”nden söz edilse, hemen savunmaya geçip “onların sivil toplum örgütlerinden ne farkı
var ki?” derlerdi. O farkı tüm Türkiye o gece ağır bedeller ödeyerek öğrendi.
Kendi halkına top, tank ve makineli
tüfekle ateş etmekten çekinmeyen ve emirlerini irtica yayıcısı bir yobazdan
alan gözü dönmüş sözde askerler, halkımıza ağır kayıplar verdirtti. Ne kadar
ilginçtir ki, yıllardır TSK içinde ihraç edilmelerine hep şerh koyduğunuz kişilerle
aynı gruptan gelip en üst rütbelere sızanlar, size ve halka karşı bu affedilmez
saldırıları gerçekleştirdiler. TSK içinde sizi koruyup, darbeyi engelleyenlerin
çoğunluğu ise Atatürkçü-geleneksel TSK çizgisinden
gelen askerler arasından çıktı. Onlar ve medya aracılığıyla sokağa
çağırdığınız kitleler sayesinde FETÖ’nün bu alçak operasyonu hedefine ulaşamadı.
İşin kötüsü, TSK içine sızmış, derinlerde “uyuyan hücreler” hala olabilir. Bu
şüphe devamlı gündeme getiriliyor. Galiba
sizin için en sağlam liman, yine yakın geçmişte ERGENEKON davasından yatmış
olan Cumhuriyetçi-Atatürkçü-demokrat subaylar! Onların FETÖ’nün ve darbenin tam
karşısında durduklarından kimsenin şüphesi yok. Daha doğrusu, belki de onlardan
başka bu “test”ten 100% geçmiş kimse yok! Umarım artık yaverleriniz ve en yakınınızda
olanlar daha iyi seçilirler.
FETÖ ÖRGÜTÜ BENİ
DE HEDEF ALDI
Sayın
Cumhurbaşkanı,
FETÖ
bana da bulaştı. 90’lı yıllar civarında, onun kontrolündeki Gazeteciler ve
Yazarlar Vakfı, yaptıkları geniş birkaç davete ısrarla beni de davet ettiler. “Gülen Hocaefendi’nin beni orada görmeyi çok
istediğini” anlattılar. Tabii ki tuzağa düşmedim. Oradan başlayarak mesafe
koydum ve malum Atatürkçü mücadeleme devam ettim. Sonra Ergenekon davası
sırasında, Balbay, Özkan, Perinçek gibi Atatürkçü insanlara uyguladıkları
taktikle, benim hakkımda da en uydurma senaryolarla iddianameler hazırlayıp,
sonuca ulaştıramadan deşifre oldular. Beni illegal bir şekilde yıllarca
dinledikleri ortaya çıktı. Bunu bana
geçen yıl, en üst düzeyden HSYK müfettişleri, en açık resmi belgelerle, polis
fezlekeleriyle gösterdiler. Tabii ki her birinden şikayetçi olup, FETÖ davasına
müşteki olarak katıldım. Ayrıca bir “sipariş
cinayeti” olduğu her halinden belli olan 2011’de uğradığım ağır saldırının kaynağı
da hala aydınlanamadı. Saldırıyı gerçekleştiren şahıs 32 yıl ceza aldı, ancak
bağlantılarını açıklamadı.
EGEMENLİĞİN
“YERE İNMESİ” VE LAİKLİK
“Her şerde bir hayır vardır” der atasözümüz. Darbe girişiminden sonra Türk
siyasi ortamında estirilen barış ve demokrasi rüzgarlarına, halkımızın büyük
çoğunluğu inanmak istiyor. Çünkü toplum en ağır şekilde en az üçe dörde
bölünmüş ve insanlar artık buna isyan etmiş durumda. Türkiye’nin tüm siyasi
gruplaşmalara rağmen bir bütün olarak geleceğe umutla baktığı eski günleri,
demokrasiyi özlüyorlar.
Biliyorsunuz,
dini siyasallaştırmaya çalışan her kesim, “Egemenlik
kayıtsız şartsız milletindir” cümlesine karşı “Hakimiyet Allah’ındır” cümlesini öne sürer. 15 Temmuz’dan itibaren
sizin kurucusu olduğunuz parti başta olmak üzere, “Hakimiyet milletindir” söylemine geçilmiş olması, son derece umut
vericidir. Çünkü gördüğünüz gibi
birileri “Hakimiyet Allah’ındır”
dedikten sonra bu “yetki”nin beyni nifak tohumu dolu hangi şeyhin, hangi
tarikat liderinin eline düşeceğini bilemezsiniz, hesaplayamazsınız! Allah’a olan inanç ve sevginin, siyasi arenada
bir argüman, bir güç arayışı olarak birilerinin sepetine çıkar taşımak için
kullanılmasından daha alçak bir bölücülük olabilir mi? Demek orada da
Atatürk’ün haklı çıktığını hep beraber tespit etmiş olduk. Umarım artık bu yaşananlardan herkes bir ders çıkarır ve hiçbir tarikatın
herhangi bir şekilde palazlanmasının, haksız yere bir güç ve çıkar ortamı
oluşturmasının önü kesilir.
15
Temmuz’da gelen “demokrasi zaferinin”
sıkça ağır eleştiriler yönelttiğiniz medya kuruluşlarının cansiperane demokrasi
bekçilikleri sayesinde başarıldığına eminim aslında sevinmişsinizdir. Aynen “Herkesin
bir gün hukuka ihtiyacı olur” sözü gibi, “Herkesin bir gün özgür medyaya ihtiyacı olur” sözlerinin de
tartışılmaz doğruluğu bu şekilde tekrar kanıtlandı. Tabii açık konuşmak
gerekirse, ülkemiz medyası halen “özgür” olarak nitelenebilmekten çok uzak. 2016
yılında Washington’da yayınlanan Sınır
Tanımayan Gazeteciler’in hazırladığı dünya basın özgürlüğü endeksine göre, dünyada
180 ülke arasında 151. sıradayız, bizden hatırlatması. Eminim Yenikapı’da
demokrasiyi kutsayan insanların yaşadığı çağdaş bir Türkiye’de, siz de artık bu
durumdan rahatsız oluyorsunuzdur.
Sayın
Cumhurbaşkanı,
239
şehidin anısına ve demokrasi için yapılan mitingde güzel sözler sarf edildi,
halka demokrasi ve iç barış-huzur dolu günler vaat edildi. Özellikle CHP Genel
Başkanı’nın “kışlaya, adliyeye, camiye
siyaset sokmamak” konusundaki ısrarı çok dikkat çekiciydi. Laiklik
kelimesinin anlamını ise, mitingin konuşmacıları tam olarak anlatamadılar. Çünkü
olayın kritik eşiği, tabii ki laiklik üzerinden dönüyor. Ne yazık ki laikliğin her
şeyden önce dinin devlet işlerine kesinlikle karışmaması ve o ortamda tüm
dinlere, tüm inançlara ve inanmayanlara eşit olarak saygı duyulmasını sağlayan
bir kavram olduğunu bir türlü öğrenemediler veya kabullenemediler.
DEMOKRASİ
TAHAMMÜL VE ÖTEKİNE SAYGIDAN GEÇER...
Sayın
Cumhurbaşkanı, bu konuda size bir vatandaş olarak sorular yöneltmeden önce,
“demokrasi” kelimesi üzerinde bazı kısa hatırlatmalar yapmak istedim. Biliyorsunuz, demokrasi her şeyden önce beraber
yaşama kültürüdür. Kendisine benzemeyen, kendisi gibi yaşamayan, kendisi gibi
düşünmeyen insanlara yalnız tahammül etmek değil, tahammül etmeye mecbur
olduğunu bilmektir. Demokrasi egemenliğin kayıtsız şartsız ulusta olması,
gücün ne göklerde, ne de tek bir insanda aranmaması demektir. Laiklik, çoğulcu düşünce ve ifade özgürlüğü
ile gelir. Demokrasinin özü karşı tarafa, rakibine, en sert fikir
ayrılığında bile saygı duymaktır. Etik bir davranış kodu dizisidir. Güçlü
olanın, o gücü haksız bir şekilde kullanarak azınlıkta olanı dize getirmesi,
caydırıcı tehditlerde bulunması değildir. Sonuçta
demokrat olmanız demek, sizin çevrenizde, siyasi alanınızda, bürokrasiniz veya
emniyet güçleriniz için çalışan insanların da aynı şekilde eşitlikçi ve
demokrat olması demektir. Yani siz şayet 15 Temmuz’dan itibaren demokrasiyi
vurguladığınız kadar öne çıkaracaksanız, tüm ekibinizi de mucizevi bir şekilde
o aynı noktaya taşıyabilmeniz lazım. Umarım
başarırsınız.
BU KONULARDA
DEĞİŞİP DEMOKRAT OLABİLECEK MİSİNİZ?
Sayın
Cumhurbaşkanı,
Evvelsi
gün 5 milyonu aşkın vatandaşımızın toplandığı Yenikapı mitinginde, demokrasi
kavramı üzerine inşa ettiğiniz ortamın samimi olduğuna inanmak isterim. O zaman
soruyorum size: Darbeden birkaç gün sonra meydanlarda açıkladığınız gibi, yine
“Taksim’e Topçu Kışlası’nı
yerleştireceğiz” iddianızda ısrarcı mısınız? Atatürk Kültür Merkezi gereksiz yere 8 yıldır kapalı, sanatçılar için gerçek
bir işkence olan bu mantıksız durum sürecek mi? Devlet ve Şehir Tiyatroları’nın,
balemizin, operamızın, klasik müzik orkestralarımızın içine düşürüldüğü içler
acısı durum ortada. Bunlar sürecek mi, yoksa sanat kurumlarının haklı şikayet
ve yüksek sesli isyanlarına kulak verilerek bu durum düzeltilecek mi? Tarihi konularda toplum hassasiyetlerine
dikkat edilip, Cumhuriyetimiz’in kurucularına gereken saygıyla yaklaşılacak mı?
Atatürk’ün adını ve devrimlerini sinsice adım adım her yerden silmeye çalışan
sözde kurnaz eğitimci veya daire başkanlarını durdurabilecek misiniz? Siyasi arenada ve toplumumuzun içinde,
büyük bir rahatsızlık yaratan ve normalde anayasal teminat altında olan “güçler
ayrılığı” konusunda, herkesin bu diken üstündeki hali daha ne kadar sürecek?
1 Mayıs’ta başta Taksim olmak üzere, ana meydanları doldurmak isteyen emekçilerin
bu mütevazı ve haklı talepleri yine bir duvarla karşılaşacak mı? AKP’li belediyelerin muhalif miting veya
buluşma günlerinde ulaşımı zorlaştırma ve aksatma gibi alışkanlıklarını
kaybetmeleri sağlanabilecek mi? “Cumartesi
anneleri”, polisle sürtüşmeden çocuklarının acılarını birbirleriyle ve
toplumla paylaşabilecekler mi? Sizi sertçe
eleştiren gazeteciler ve yazarlara karşı ani tepki verme ve dava açma
geleneğinizi sürdürecek misiniz? Bu konuda açmış olduğunuz tüm eski
davalardan bir hafta önce feragat etmeniz çok önemli bir adımdı. Bunun gerisi
nasıl gelecek? Sizi sosyal medyadan eleştirenlere karşı (açık hakaret edenlerden söz etmiyorum) hemen dava açmak, veya daha
da ileri giderek interneti yavaşlatmak, popüler bir sosyal mecrayı kapatmak gibi
tepkileriniz olacak mı? Gözaltında
kaybolan veya ölen, hapislerde yatan tutukluların gereken sağlık hizmetlerini
alamadıkları süreçlerden sonra ölümle pençeleştikleri bir ülke görmeye devam
edecek miyiz? Ana muhalefet partisi dahil, hiçbir muhalif partiye,
üyelerine söz hakkı, cevap hakkı, özel program gibi çiçekler sunmayan devlet
medyası TRT’nin başında olup, bu tavrı fütursuzca sürdürenlere karşı seyirci
kalacak mısınız? AKP, devletin her
kademesine ve her bakanlığa kendi adamlarını yerleştirmeye devam edecek mi?
Katıldığınız televizyon programlarına veya basın toplantılarına veya dış
gezilere, muhalif kesimden gazetecilerin de katılmasına izin verecek misiniz? LGBT onur yürüyüşü için toplanan insanları polis yine dağıtacak mı?
Sayın Cumhurbaşkanı,
“demokrasinin zaferi” konusunda
samimiyseniz, takdir edersiniz ki tüm bu soruların yanıtının bugüne kadar
verilenlerden farklı olması lazım.
BİR SANAT KURUMU
BAŞKANI OLARAK...
Sayın Cumhurbaşkanı,
bu makalenin hedefi polemik yaratmak değil. Bu halk artık gerçekten siyasal
ortamın sakinleşmesini dilediğine ve siz de ısrarla bu kanlı darbe girişimi
sonrasında yeni bir diyalog ve uzlaşma dönemiyle demokrasiyi yeşertmek
istediğinizi belirttiğinize göre, bazı şeylerin değişmesi için ciddi adımlar
atılmalı.
Örneğin Demokrasi Mitingi yapılırken Türkiye’nin yüz akı tiyatrocularından
Genco Erkal’ın Moda’daki İstanbul Kadıköy Lisesi bahçesindeki tarihi Mahmut
Muhtar Paşa Konağı’nda oynayacağı “Güneşin
Sofrasında Nazım ve Brecht” adlı oyun yasaklandı. Bundan bir hafta kadar
önce İstanbul Şehir Tiyatroları’nda 7 oyuncu anlam veremediğimiz şekilde sol ve
muhalif duruşlarından ötürü açığa alındılar. OHAL’in gelmesini fırsat bilen
kimileri, Anadolu’nun değişik yerlerinde birçok sanatsal aktiviteyi ve
tiyatroyu durdular. Ben, UNESCO resmi
partneri Uluslararası Sanat Dernekleri (International Association of Art/IAA)
Dünya Başkanı ve Uluslararası Plastik Sanatlar Derneği, Türkiye Milli Komitesi
Başkanı olarak bunları çok yadırgıyorum ve doğal olarak kabullenemiyorum. Dünyada
her ülkede, kraldan daha kralcı birileri vardır! Türkiye bu değişimi gerçekten
yaşayacaksa, o zaman lütfen bu kabul edilemez durumlara müdahale edin ve
bürokratların da artık bu keyfi baskıyı sanatçılar üzerinde uygulamasına izin
vermeyin. Düşünen, sorgulayan, eleştiren,
protesto eden insanlardan korkmasınlar. Onlar bu ülkenin vicdanıdır. Aslında
biz sanatçılar bu devletten çok daha fazlasını istiyoruz. Yurt dışına çıkarken,
kültürel temas ve müze sergileri için yanınızda müze müdürleri, sanatçılar ve küratörler
götürmenizi, bu ülkenin dört bir yanına en az on tane Modern ve Çağdaş Sanat
Müzesi açmanızı bekliyoruz. Çünkü
yabancı politikacılar ve işadamları, ülkemizi en az, açtığımız köprüler kadar, açmadığımız
müzelerle değerlendiriyorlar! Devletin Atatürk döneminden bu yana ülkemizde
tek bir Modern veya Çağdaş müze açmadığını herhalde biliyorsunuzdur...
MUHALİF SANATÇI
VE DÜŞÜNÜRLERE SAYGI DUYMAK
Sayın
Cumhurbaşkanı,
Dünyanın
her demokratik ülkesindeki liderler, muhalif karikatüristlere, yazarlara,
sanatçılara, tiyatroculara, müzisyenlere hoşgörüyle bakarlar. Bazen bu fırsatla
kendi kendileriyle “dalga geçerler”.
Bu tavır tersine onları kamuoyunda büyütür. Siz, sizin seçimlerde kaybetmenizi isteyenlerin de Cumhurbaşkanı olarak
yola devam etmelisiniz. Şayet birden müzeler açmaya başlayıp dünyayı şaşırtmaya
karar verirseniz de, orada örneğin nü resimler veya muhalif siyasi işler de
olmasına olanak verecek bir yönetim atamayı göze alırsanız, o zaman gerek kendi
ülkenizde, gerek yurtdışında herkesi şaşkınlıktan donduran hamleler yapmış
olursunuz. İşte o zaman bu ülkede demokrasinin yol aldığını tüm dünya kabul
eder! Şaşırtın insanları Sayın Cumhurbaşkanı!
BU YIL TURNUSOL
KAĞIDINIZ OLACAK
Sayın
Cumhurbaşkanı,
Burada
size hatırlatmaya çalışarak örneklerle sunduğum verilerde bir değişiklik
olmazsa, emin olun Yenikapı’ya giden 5 milyon kişiye ve Türkiye’nin yorgun
düşmüş tüm vatandaşlarına yazık olur. O
zaman gerek ülkemizde gerek yurt dışında, insanlar bu mitingin lafta kalan
gösterişli bir buluşmadan öteye gidemediğini düşünürler. O zaman 7 Ağustos mitinginde
ana konunun sizin destek ve güç arayışınız olduğu, tartışılmaz bir yorum olarak
ortaya çıkar. Böylece hızla ilerleyen haftalarla beraber her şey “eski tas eski hamam”a döner, sizin
büyük bir hevesle başlattığınız bu uzlaşma çabaları ise başlayamadan biter. Yine
mitingde parlamentonun kucağına attığınız “idam”
konusu, bu darbenin failleri için yasadışı bir şekilde uygulanmaya kalkılırsa,
ne yazık ki Avrupa’dan kopmanın ötesinde, “korsan
hukuksuzlukların devleti” statüsüne geçeriz. Benden çok daha iyi biliyorsunuz ki, yapılan kanun değişiklikleri hiçbir
ciddi hukuk devletinde geriye yönelik uygulanamaz. Buna da özellikle dikkat
etmenizi rica ediyorum.
Sayın
Cumhurbaşkanı,
Mitingde
vurguladığınız o muhteşem insan seli, belki dünyanın en büyük siyasi hitap
dinlemiş kitlesiydi. Bu mitingi bu
yoğunluk ve tek vücut mantığında toparlayabilmek çok büyük bir başarıydı.
Özellikle PKK, IŞİD ve şimdi FETÖ saldırılarının ardından, Türkiye’nin bu
tabloya ihtiyacı vardı.
7 Ağustos
Mitingi, gerçekten unutulmaz bir sayfa olarak tarihimize geçmesi, ancak o günün
demokrasinin miladı olmasıyla mümkün kılınabilecek! Bu nedenle burada
gündeminize taşınan konuların yanıtlarını, gerek yurt içinde, gerek yurt
dışında insanların merakla beklediklerini belirtmek istedim. 239 yeni demokrasi
şehidinin anısı önünde saygıyla eğilirken,
barış ve
özgürlük dolu, huzur içinde yaşayan bir Türkiye’ye, demokrasiyi her yönüyle
hazmetmiş bir toplum olarak ulaşmak dileğimi burada tekrarlamak istiyorum,
saygılarımla..
Bedri Baykam
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)