30 Aralık 2014 Salı

GROTESK ABSÜRD BULVAR TİYATROSU! | Bedri Baykam | 30 Aralık 2014 tarihli makalesi..


Değerli Genel Yayın Yönetmenim Utku Çakırözer’i uyarıyorum. Geçen Cumartesi, Cumhuriyet’in Ethem Sarısülük’ü öldüren polis hakkındaki manşeti, ağabeyinin sözlerinden yola çıkarak “Madalya da taksaydınız” şeklindeydi. Aman dikkat!! Belki hatırlarsınız, bu yıl 28 Ekim tarihli yazımın başlığı, “Bence paraları faiziyle geri ödemeliler” idi. Bakın ne yazmışım: “Mesela neden 10 ay boyunca ‘merkez ticari misafir’ ve diğer ‘mağdurlar’ın ‘boş’ yere el konulan (!) paraları için faiz işletilmesin ki? … böylece çeşitli bakan mahdumları ve misafirleri, bu işten sıyrık almadan çıktıklarını görerek rahatlamalılar, var mı itirazı olan?” Demek itirazı olan yokmuş! Aradan iki ay bile geçmedi ki, adamlar kalkıp geçen hafta 17-25 Aralık paralarını beni ciddiye alıp gerçekten faizleriyle ödediler! Şimdi de bu yeni manşetten yola çıkarak kalkıp Sarısülük’ü öldüren polise “Devlet nişanı” takarlarsa artık şaşırmam, suçu kendimizde ararım, adamlara meğer biz yol gösteriyormuşuz diye!
Hani “bari Bilal başbakan olsun” diyenler vardı ya… Hatta harika bir karikatürde, Bilal babasına “Babacım, o gazetecilere neden kızdın ki, benim Başbakanlığımı önermişler!” şeklinde tatlı bir serzenişte bulunuyordu! Siz oturup kalkıp dua edin ki o hicvi ciddiye alma yoluna gitmediler, biz Davutoğlu ile yetinmek durumunda kaldık! Durumun özeti: Biz artık hukuk ve siyaset filan konuşmuyoruz. Biz grotesk bir bulvar tiyatrosu yaşıyoruz. George Grosz veya Botero resimlerinde figürün uğradığı biçim bozma, bizim mahkum edildiğimiz ortamdan çok daha normale yakın kalıyor. Bakın daha düne kadar Cumhurbaşkanımız, yani eski Başbakanımız, “Ergenekon’un savcısıyım” diyordu, bugün tüm o mahkeme ve dosyaları yürüten savcı ve hakimleri “paralel yapının hakimi” olarak teşhis ediyor ve ellerinin yakalarından düşmeyeceğini belirtiyor! Aynı Ergenekon’un başka birçok savcısı daha vardı: 2. Cumhuriyetçiler, “yetmez ama evetçiler”, tüm AKP, yandaş ve cemaat medya kadroları! Şimdi öküz öldü, ortaklık bozuldu, bütün bu büyük dayanışmanın kadroları çatırdadı ve birbirine girdiler. Artık şu andan itibaren her iki eski ortağın birbirinin gözünü deşmeye kalkışırken sarf ettikleri sözler ciddiye alınabilir mi? Daha 15 ay öncesine kadar bu hükümetin bakanları “F” tipinin devlet içinde çete kurduğu suçlamalarına “gülünesi iddialar” demiyorlar mıydı? Bugün o eski demeçlerini arşivlerden silebilmek için Silikon Vadisi’nden yeni teknoloji arayışlarına girdiler. Grotesk yetmez, absürd, bulvar ve traji-komediyi de kucaklayan, evlere şenlik bir yeni dünya tiyatrosu bu!
Şimdi hükümetin zirveye yakın gizli sözcüsü Mehmet Metiner, “İş dünyasına da operasyon yapılacak” diyerek, yargı ve yürütmenin artık birbirleriyle tartışılmaz şekilde iç içe, kucak kucağa geçtiğini kanıtlıyor, hem de hiçbir çekince duymadan! “Tarafsız” Cumhurbaşkanımız ise tutuklanan gazeteciler konusunda verilen ilanlara kızmış! “Soruyorum, gazeteciler suç işleyemez mi sanki?” diye tepkisini ortaya koyuyor. Mantık özünde doğru belki; gazeteciler cinayet de işleyebilir, banka da soyabilir, tecavüz de edebilir, yani insan olarak her suçu işleyebilirler. Ama burada onlara atfedilen “suçlar” bambaşka. Biz de bu mantıktan yola çıkarak Sn. Cumhurbaşkanı’na şu soruyu yöneltebiliriz: “Başbakanlar, Cumhurbaşkanları, suç işlemezler mi? Dünya tarihi, ağır suçlar işledikleri kanıtlanmış liderlerin, beş kıtaya yayılmış tarihi değilse nedir? O zaman bu hukuk arayışına hükümet tarafından duyulan tepki neden?”
Burada hukuk ve demokrasi ilişkisinin temel alfabesi sorgulanmalı. Bağımsız ve gerçek bir yargıya rücu etmeden, halkın veya uluslararası kamuoyunun önünde kimse aklanamaz, kimse mahkum da edilemez. Olsa olsa yargıdan kaçanlar ve kaçırılanlar, polis devletinin copunu kullanarak kendilerini suçlayanları dövdürüp hapse atıp suç birikimlerini arttırmaya devam ederler. 2015’te mesela, bizi Ermeni iddiaları bekliyor. Türkiye’yi yargılamadan mahkum etmeye meraklı, antidemokratik ve faşist bir mantığın saldırıları ile uğraşacağız. Herkesin hukuk önünde eşit şartlarla kendini savunma hakkını hatırlatacağız. Sonuçta siyasi tarafgirlik peşinde, insan haklarına saygısızca yapılan her saldırıya, yurt içinde de, yurt dışında da karşı çıkacağız. Kimse siyasi baskıyla ne aklanabilir, ne mahkum edilebilir!

Ah sevgili okurlarım! Ben ki size daha neşeli bir yıl sonu yazısı planlayarak yola çıkmıştım, yine Türkiye’nin artık hem içimizi deşen, hem de dünya tarihine arka sayfalarından giriş yapmış çetrefilli tıkanıklıklarına girip kaldık! Yine de hepinize yeni yılda kucak dolusu mutluluklar ve sevgiler! Aydınlığın yüzünün güldüğü yıl olsun 2015!

23 Aralık 2014 Salı

DİZİNİN YENİ BÖLÜMLERİNE ETKİNİZ NASIL OLUR? | Bedri Baykam | 23 Aralık 2014 tarihli makalesi..


Geçenlerde konuştuğum bir Fransız diplomat, bu ülkede üç haftaya sığan olağandışı çıkışların ve polemiklerin, normal bir ülkede üç yılda bile görülemeyeceğini, artık her yeni haberin şaka gibi geldiğini söyledi. Biz Türkler ise, bu deli ritminde yaşamaya mecbur bırakılmış ve bu duruma artık alışmış bir garip insanlar topluluğuyuz. Hani futbolda her dakika gol olsa, sonunda artık fazla sevinemez hale gelirseniz ya, herhalde toplumumuzda görülen genel tepkisizlik ve yalnız yakınma durumunda patinaj yapmak, bunun sonucu olsa gerek!
Pazar günü “Fakirleri Koruma Derneği” için yaptığım bir konuşmada, daha önce sizlerle paylaştığım bir yaşam metaforundan söz ettim. Türkiye ve Dünya tarihi sonsuz bir film. Her birimizin bu filmde irili ufaklı rolleri var. Kimi başaktör, kimi yardımcı oyuncu, kimi figüran... Ve her birimiz filmin “sonunu” merak ediyoruz! Hani bir film seyrederken uyuyakalsanız, ertesi gün eşinize sorarsınız: “Sonra ne oldu? Film nasıl bitti? Soyguncular kurtulup Kolombiya’ya varabildiler mi? Hasta kız, ameliyat parası buldu mu, evlendiler mi?”. Sonra da cevapları alıp duruma göre üzülür ya da sevinirsiniz. Halbuki ülkelerin filminin başı sonu yoktur. Yani bizler bugün yaşanan kutuplaşma ve gerilimlerin nasıl biteceğini, nereye bağlanacağını merak eder dururuz. Ama ortada bir varış noktası olmadığı için, her sonuç geçicidir. Anlık bir durumdur. Yani bizler bugün sıkılıp filmin devamını bir an önce öğrenmek için kıvranırken bilmemiz gereken şudur: Seyrettiğimiz kaba bir komedi-gerilim dizisidir. Sezon finali bile pek yoktur. Sonu hiç yoktur. Bizlerin şanssızlığı, bu hukuk garabetleri, gülünesi entrikalar, “legallik süsü verilmiş soygunlar” , mafyavari tehditler ve Abdülhamit yasakları arasında süren dizinin bu karanlık bölümlerine mahkum olmamızdır. Neredeyse içimden geçen, arkaya dönüp makiniste “yahu ileri sar şu filmi, bıktık artık birbirinin kopyası gibi bölümleri izlemekten” diye isyan etmek!
Bu ülkede en azından yardımcı oyuncu olma iddiası taşıyan bir çok insan ise, dizinin bu ayki bölümünde isyanlarını yine makiniste değil de kendi toplumlarına bildiriyorlar. Geçen hafta sonu yine bu çıkışlardan bir kaçını izledik. İtiraf edeyim, halkımızın uyanma emareleri gösterdiği 1988-89 yıllarından itibaren bu tepkilerin hep göbeğinde bulundum. Bir çoğunu hazırlayan çekirdek kadronun ya ortasında oldum, ya da başı çektim. Her defasında aynı taze coşku ve inançla bu kartopunu büyütmek amacıyla dayanışmaya giren sevgili yurtsever arkadaşlarıma ömür üstünden teşekkür borçluyum. Ve onların-kendimizin çabalarını küçümseme arzusunda değilim amma...
Pazar günü Piramid Sanat’ta Birgül Ayman Güler ve Süheyl Batum’un çağrısıyla bir çok önemli aydın ve siyasi bir araya geldi. “Ülkemizin halkçı, milliyetçi ve devrimci birikimini bizlerle birlikte mücadele etmeye, Cumhuriyet’i yeniden kurmaya davet ediyoruz” diyor benim de imzamı taşıyan bildiri.
Yine aynı Pazar günü, Ankara ve İstanbul’da “Birleşik Haziran Hareketi” ülkede yaşananlar hakkında, “Gericiliğe ve faşizme karşı Haziran çağırıyor” başlığıyla bir bildiri yayınladı. Solun bir çok rengini bir araya toplayan bu hareket, belki teorik olarak geneline baktığımızda, söz ettiğim içinde çeşitli sağ kökenli isimler olan ilk harekete kıyasla daha solda isimlerden oluşuyor. Tabii bu görüşün de bir çok yanıtı var. “Ortada sanki sağ-sol mu kaldı? Gün Cumhuriyetçilerin bir araya gelme günü” görüşü, ağırlığı olan bir duruş bugün.
Zaten aynı hafta sonu, CHP’nin Tekin Bingöl Başkanlığında 10 bölgede yürüttüğü çalışmalardan çıkan sonuç da, “sağı ve solu birleştirecek adaylar bulunması” yönünde olmuş. Bu konuda CHP’ye yapılacak tek hatırlatma, doku uyuşmazlığı yaratacak Ekmelvari malum inatlardan yaşadığı hezimetleri hatırlayıp artık örgüt ve seçmeninin gerçek nabzını tutması.

Bir de kendisine “muhalif” diyen istisnasız herkese yapacağım tek kaçınılmaz tavsiye var: Artık lütfen o geleneksel “onlar milliyetçi, öbürleri ÖDP’ci, bu CHP’den bir şey çıkmaz” şeklinde refleks muhabbetlerinizi unutun. Yaşam birikimlerinizden ve malum “bölücü” hatalardan ders alın! Bu mantıkla Anadolu Partisi ve burada saydıklarım dahil her oluşumun beraberce CHP’yi doğru yörüngeye çekmeye çalışmasından başka bir ciddi seçemek ortada yok ve olmayacak. Hedef, kahraman enflasyonu yaratmak olamaz!

22 Aralık 2014 Pazartesi

Piramid Sanat | Genco Gülan 'Soyut Haritalar' 15 Ocak Perşembe, 18.30-21.00‏



GENCO GÜLAN

Soyut Haritalar

15 Ocak - 22 Şubat 2015






Açılış: 15 Ocak 2015 Perşembe | 18:30 - 21:00
Çalışmalarını ‘fikir sanatı’ olarak nitelendiren Genco Gülan’ın
‘Soyut Haritalar’ isimli yeni sergisi 15 Ocak – 22 Şubat tarihleri arasında
Piramid Sanat’ta…
Haritalar sürekli değişirler…
Biz onları mutlak kabul etsek de aslında izafidirler.
Siyasi sınırlar savaşlar, anlaşmalar ile değişir, coğrafi haritalar da doğadaki değişimler ile…
Göller kurur, şehirler büyür, kıyılar doldurulur, sel basar ve en önemlisi kıtalar hareket eder.
Genco Gülan’ın, Soyut Haritalar isimli sergisinde, üzerlerinde coğrafi koordinatlar yazan büyük boyuttaki soyut resimleri ilk kez izleyici ile buluşuyor. Dikkatle seçilmiş GPS koordinatları soyut lekeleri destekleyerek hayal gücünüzü bir devri âleme çağırıyor. Piri Reis’ten Borges’a kadar farklı referanslar taşıyan bu seri, bizleri adeta resimli bir atlasın içine davet ediyor.
Gülan’ın sergiye ismini veren yeni serisinin haricinde, fotoğraf, heykel ve yeni-medya örnekleri içeren diğer çalışmaları da sergide yer alacak.
Kavramsal çağdaş sanat ve yeni medya alanlarında çalışan bir sanatçı ve teorisyen olan Gülan, 2011 yılında Avrupa Sanat Ödülü finalisti seçilmiş, 2015 yılı Ege Art Ustaya Saygı ödülüne layık görülmüştü.
‘Soyut Haritalar’ 22 Şubat 2015 tarihine kadar Piramid Sanat’ta izlenebilir.


21 Aralık 2014 Pazar

BU LANSMANI KAÇIRMAYIN!


Bedri Baykam'ın yeni kitabı 
İstanbul'dan sonra şimdi 
Ankara, Galeri Siyah Beyaz'da...
50 Years From 
Bedri Baykam's 
Press Book

1963 - 2013

LİMART işbirliğiyle
Orjinal imzalı
limitli edisyonlu baskılar
Sanatçının katılımıyla tanıtım ve imza gecesi: 25 Aralık 2014 saat: 18:00 - 21:00

Galeri Siyah Beyaz
Kavaklıdere Sokak No: 3/1-2
06540 Çankaya, Ankara - Türkiye
t.+90 (312) 428 2641
  +90 (312) 467 7234
f.+90 (312) 427 0005
galerisiyahbeyaz@gmail.com

                         

16 Aralık 2014 Salı

DEMOKRASİ (!) OPERASYONLARININ HEDEF TAHTASI TÜRKİYE! | Bedri Baykam | 16 Aralık 2014 tarihli makalesi..

   
          Fuat Avni her kimse, yine haklı çıktı. Onun neden olduğu birkaç günlük rötarla "Cemaate operasyon" yapıldı. Bu sefer de merkez medyaya yapılacak olanı "müjdelemeye" başladı. Hani o uslu görünmek için kendi evlatlarını sokağa atan merkez medya var ya? Onlara işte!
         Haklı çıkmaktan bıktım. Tam 28 yıldır Türkiye'nin başına örülen çorapları tüm mantık ve öngörülerle yazdım, anlattım... "Bu paranoyak yine ne anlatıyor?" dediler. "Yanılıyorsunuz, demokrasiyle tüm ilişkileri, ona düşman olmalarıdır" dedim, "Siz Jakobensiniz, onlar bizi Avrupa standartlarında demokrasiye taşıyorlar" dediler, "tüm çağdaş yaşam tarzlarına düşmanlar" dedim, "TV'den bağırıp saçmalama, türban konusunda ne kadar özgürlükçü olduklarını onlar kanıtlıyor, yasakçı sizsiniz" dediler, "Bu referandum, bağımsız yargının sonudur" diyenlerle beraber hareket ettim, "hayır bunlar çok demokrat, 12 Eylül'le hesaplaşmak için bu yetkileri istiyorlar" dediler. "Allah akıl fikir versin" dedim! Şimdi bu aklı evvellerin her biri mahçup. Geçen gün aralarından bir "Parti Başkanı" (!) gördüm sokakta. Zevcesi ile yürüyordu tıpış tıpış. Gözlerini kaçırdı, gitti. Televizyonda Hasan Cemal'i gördüm. O hiç olmazsa AKP'nin yanlış yolda olduğunu bağırıyordu. Ama tabii onun da ağır bir özeleştiri yaptığına henüz şahit olamadım. "Kandırılmışım, kendimi sizden zeki sanıp haksız yere ukalalık taslamışım, yetmez ama evetçi olmuşum" sözlerini henüz duyamadık...
           Cemaat medyasına yapılan operasyonlara tabii ki kızgınım, zaten gerekçeyi biliyoruz! "Düşmanlarına" hukuksuz operasyon yapıldığı için sevinen solcuları, emin olun anlayamıyorum. Bu kadar ilkel bir "oh olsun" olabilir mi? Ortada yakın geçmişin başka bir demokrasi düşmanına yönelik saldırının yaşandığı kesin. Tabii ki Zaman ve diğer medya organlarının önünde "özgür basın susturulamaz" diye tempo tuttuklarında acı acı gülümsüyorum. Çünkü biliyoruz ki benzer durumlarda tam tersine, Kemalist gazetecilerin en yüksek cezaları almaları için çok uğraşmışlar ve başardıklarında da bunu dünyaya "demokrasi zaferi" olarak tanıtmışlardı. Şimdi attıkları o geçmiş sevinç naraları boğazlarına düğüm oldu. Silivri'de veya Gezi'de atılırken alay ettikleri sloganlarımız, artık tek umutları... Bildiğim şey, hayatımın hiçbir gününde şükür ki benzer bir çelişki yaşayıp, kitaplarımı, TV panel ve konferanslarımı yerlerde gezdirmedim, geçmişimden tek bir satır saklamaya gerek duymadım.
              Aslında Cemaat medyasının, kumpaslar sonucu hapise attırdığı onca mert ve dürüst gazeteci ve asker konusunda -salt oportünizmden olsa bile- acilen ağır bir özeleştiri yapması lazım. "Biz ettik, siz etmeyin, biz meğer ayağımıza kurşun sıkmışız” demeleri lazım! Ama henüz yalnız Zaman ABD muhabiri Ali H. Aslan'ın yarım ağızla özür dilediği kısa tweet var elimizde! Kolay değil bu kadar büyük suçların itirafı, bu kadar derin ve abartılı çelişkilerin hazmı. Ama buna rağmen anlayamıyorum operasyona sevinenleri! Ertesi gün, sıranın kendilerine geleceğini düşünmekten bu kadar aciz olabilirler mi? Ortada ana hedefi "hukuki dürüstlük arayışı" olan bir hamle filan var sanıyorlarsa, acilen bir psikologa görünsünler. Konu tabii ki 17-25 Aralık haftası kimilerinin üstüne karabasan gibi çökmeden, onların kontratağa geçip, en iyi müdafaa taaruzdur taktiğinden gitmeleri! Nasıl olsa ellerinde şaka gibi bir joker kart rezilliği var: "Makul şüphe" komedyası. "Komedyası"dedik ya, ne de olsa olaya artık dizi yönetmelerinin, senaristlerin, hatta stajyerlerin bile şüpheli olarak göz altına alınabildiğini öğrendik! Yani şüpheli tanımında bir sonraki etap, herhalde ilkokul talebeleri olacak! Bu arada "makul şüphe" mi dediniz? Aranızda Anayasa Mahkemesi’nin net kararına göre, bu ülkenin rejimini doğrudan değiştirmeye soyunmuş, Cumhuriyet’in her zerresine doğrudan saldıran bir "makul şüpheli" hatırlayan var mı?

            CHP'nin tavrı doğrudur. Cemaat medyasının geçmiş büyük suçları ne olursa olsun, bu bugün onlara reva görülen anti-demokrat uygulamaları haklı çıkarmaz. Sosyal demokratlar, politikalarını kin ve kan üstüne kurmazlar. "Kurmazlar" dedim ama maalesef  bir de geçen hafta yaşadığımız Süheyl Batum krizi var. Zamanvari çelişkilerle gelen ihraç kararı, tamamen partinin günlerdir verdiği demokrat mesajlara, hatta iktidara son krizde getirdiği eleştirilere aykırı. Partinin bu yüz kızartıcı karardan vazgeçmesi lazım. Çünkü doğal akışta, Batum'un dönüş kararı yargıdan geldiği zaman, bu CHP adına şık olmayacak...

9 Aralık 2014 Salı

CENNET, CEHENNEM VE YAVUZ BİNGÖL | BEDRİ BAYKAM | 9 Aralık 2014 tarihli makalesi..


           Cennet ve Cehennem... Yüzyıllardır resimlerin, fıkraların, filmlerin konusu oldu, insanların hem aklını hem hayalini, hem de umut ve korkularını besledi. Mesela Albert Brooks'un,
"Defending Your Life" veya Jerry Zucker'in "Hayalet" filmleri.. Ya da Alexandre Cabanel'in "Adem ile Havva'nın Cennetten Kovuluşları" resmi veya Rodin'in "Cehennem Kapısı"...
          Tabii mitolojilerle başlayıp Ortaçağ ile devam eden süreçte, bazen düşünen insanları cayır cayır yakarak diğer dünyaya havale eden bir terör mekanizması bile devreye girebiliyor. Bu saydıklarımın hepsi artık tarih, din tarihi veya kültür sanat konuları...
          Türkiye mi? Türkiye'de de Cennet-Cehennem'in sanat izdüşümleri tabii ki var... Ama bizim ülkemiz daha özel:
Bizde, Cennet-Cehennem artık doğrudan siyasetin konusu! Büyük AKP iktidarı, 6 yaşında çocukların din dersine başlamasını ve bir an önce işin özüne inerek Cennet-Cehennem kavramlarını öğrenmelerini istiyor! İnsan dizayn etmede ustalaştığına inanan İmparatorun arzuları doğrultusunda, 20 yıl sonrasının vatandaşları kontrol altına alınıyor! Artık onlar namazında niyazında, sanat-felsefe-eğlence gibi dejenere ve tehlikeli konulara girmeyen, hacca giden, Cuma’yı kaçırmayan ve İmparatorun tarif ettiği gibi yaşayacak uslu insanlar olacak! Cehennem korkuları da her daim Cennet beklentilerinden büyük olacak!
          Bir ülke düşünün ki, Milli Eğitim Şurası, bu
"Zihni Sinir Proceleri"ni tartışmaya kilitlenmiş. Masalların bile dini ve milli olması gerekiyormuş! Goodbye Andersen! Au revoir La Fontaine!
           Tabii sırf gelecek kuşağın hizaya getirilmesi yetmez. Bir de işin şimdisi var: Vatandaşları da İmparatorun sözlerini anlayanlar ve anlamayanlar olarak ikiye ayırmış durumdalar! Anlayanlar, bu dünyayı Cennete çevirecek yolları bulmak için uslu uslu çağrıldıkları yolun gereğini yapıyorlar. Mesela Pazar günü Haluk Koç'un açıkladığı ayrıcalıklı iktidar Türkleri, sınavsız istedikleri yere atanmayı bu dünyada başarıyorlar! Terk-i Alem yaparken de aynı şekilde
"Hamili kart yakınımdır” torpili arayacaklarına eminim! Veya alçakça Atatürk devrimlerine açık hakaret ederek provokasyon yapmayı alışkanlık edinmiş kimi rezil zibidiler, sergiledikleri bu "cesur" tavır sayesinde, kepazeliğin güncelliğinin bittiği bir gelecekte, Cennetlik atamalarını bekliyor hale geliyorlar! Aynen Cennet'te bile yapılaşma ve ihale kovalayan beton kafalı mütahhitler gibi! Bir de Cennetliklerin zirvesi var tabii. O da Atatürk Orman Çiftliği'nin ortasına Kaçak Saray’ını kondurarak Cennet mekanlıklarını bu dünyanın şehirlerinde görmeye soyunmuş İmparatordur! 1150 odasıyla gurur duyar... İnsanın aklına gelen ilk soru şu: Osmanlı ecdadımızı sonsuz övenler, şayet Harem arayışında değillerse, bu kadar odayı ne için kullanacaklar?
            Bir de tabii madalyonun diğer yüzü var! Mesela yine Koç'un hatırlattığı
"KPSS sınavını kazanıp bir türlü atanmadığı için" intihar eden 20 genç, bu dünyada cehennem ortamına terk edilen "Yeni Türkiye”nin dışladığı, İmparator'un dilinden anlamayan bahtsızlar... Yerin bin kat dibinde madenlerde üç kuruş maaşa karşılık Cehenneme salınmış işçiler... Ya da İmparatorun polisinin cennetlik başarılarla destan yazmasına talihsiz şekilde vesile olan ve bu dünyada gaz cop fişekle “Cehenneme yollanan”, her dayatmaya karşı çıkan öğrenciler! Kaçak Saraylarla, gökdelenle, AVM’lerle kaplanmak istenen parkların bekçisi olan, öbür dünyanın da şimdiden fişli "cehennemlik" müşterileri olan o akılsızlar... Yavuz Bingöl gibi uyanık abilerinden fırsatçılık dersi alamamış bilumum vatandaşlar!
              Bingöl, eminim yaşananlara çok şaşırmıştır. Bu düzenden cennetlik nasibini almak istemesi, bunun için gerekli
yağcılık-beceriksiz avukatlık bulamaçlarına dalıvermesi, kimi niye rahatsız eder ki? Aslında Bingöl vakasında en ağır nokta, olaydan sonra, tekrar RTE'ye gidip, icazet arayışına girebilmesidir. Cennet'i diğer akillerle beraber mübarek olsun! Hayırlı konserler dileriz! (“Baba, öyle diyorsun ama, ya milletvekili olursam?”)
               İşte böyle, Cennet-Cehennem artık bu ülkede eğitimsel, siyasal, "cepsel" (!) ve idari bir ana başlık...
İyi de, ya Cennet-Cehennem essahtan varsa? O zaman kimler kaçacak delik arayacak, döküm alabilir miyim sizden? Ben, size bugün ana kapıdan Cennete girecekleri kesin söyleyebilirim. Sevgili Talat Halman ve Rasih Nuri İleri... Birer yaşam filozofu, kültür abidesi, dürüstlük ve dik duruş simgesi olarak yaşadılar ve asırlar boyu öyle hatırlanacaklar. Birilerinin kulağına küpe olur mu dersiniz?

2 Aralık 2014 Salı

MUHALEFETE İNTİHAR YOLLARI ÖNERİLERİ | BEDRİ BAYKAM | 2 Aralık 2014 tarihli makalesi..


           Çeşitli intihar yolları vardır. Köprüden atlamak, haplar içmek, silahla kendini vurmak, trenin altına atlamak veya kendini asmak en bilinenlerdir. Bunların da artıları eksileri tartışılır. Mesela hap almanın sanılanın tersine çok zor ölüm getirdiği söylenir. Bunları deneyip canlı kalmak kolay değildir. Bu nedenle bu araştırmayı derinleştirmenin yolu daha çok bilim adamlarının verilerinden geçer.
           "
Bu saçma paragraf da nereden çıktı!?" diyorsanız, başlığa bakın! Türkiye'de AKP’den kurtulmak isteyen sözde muhaliflere bakıyoruz, ortada çok zengin (!) bir tablo var. Her biri parti kurmakla meşgul! Şimdi buna "Helal olsun, her biri ne kadar da çalışkan, bol parti bizi düzlüğe çıkarır" diye övgüler yağdırmamızı mı bekliyorlar?
           Bu sorumsuz tavırlar, insanları umutsuzluğa sürüklüyor. AKP'den şikayet edenlere hep hatırlatırım: 1994'te DSP-CHP-SHP liderleri, birleşme veya ortak aday çıkarma veya alan paylaşma önerilerimizi kabul edecek kadar özverili "devlet adamları" olsalardı, Erdoğan-Gökçek efsaneleri hiç başlamamış olacaktı. Solun (ve sağın!) 12 Eylül sonrası yaşadığı bölünmeler, Türkiye'de zaten siyasetin yörüngesini alt üst etti. Daha da acısı, belli ki kimse bundan ders almadı! Herkes en taze intiharını hazırlamakla meşgul!
            İsteyen kendi intiharından sorumludur. Belki yakın çevresi veya tesadüfler dışında kimse bunu engelleyemez. Ama burada durum çok farklı: Bu insanlar, halkı da intiharlarına sürüklemeye çalışıyorlar! İşte en kabul edilemez nokta bu.
İsteyenin kendini dev aynasında görüp büyük kurtarıcı olarak niteleme hakkı vardır. Ama bu zor günlerde, kimsenin halkı kandırma hakkı yoktur. Bunu denedikleri zaman da, başkalarının tutarsızlıklarını deşifre etmesine kızma hakları kalmaz.
           Türkiye'de mesela CHP yönetiminden mutlu olmayan Atatürkçü-Ulusalcı bir grup var. Her ne kadar hiçbir şekilde solun bölünmesini istemesem de alternatif bir görüşün 4. parti olarak %10 barajını aşması halinde AKP’nin ciddi bir yara alabileceğini bu sütunda Hakan Bayrakçı'nın analizi olarak aktarmıştım. İyi de mesela bu hedefle -veya daha büyük rüyalarla- CHP'den ayrılan Emine Ülker Tarhan,
(Anadolu Partisi) bilmiyor mu ki, İşçi Partisi ve Öncüler Hareketi veya Anayasa Toplantıları’ndan beri yurdun her yerinden ses getirmiş bir Milli Merkez de aynı hedeflerle yola çıkmış... Bu hareketlerin her biri esasında iplerin kendi elinde olduğuna inanıyor ve bu nedenle diğer oluşumları göz ucuyla süzse de kendi örgütlenme potansiyelinden şüphe duymuyor! Kimse kusura bakmasın ama ortada yine abartılı bir "kurtarıcı" enflasyonu var! Herkes bir sonraki Che Guevara, Bülent Ecevit, veya... Atatürk olma rüyalarıyla yanıp tutuşuyor!
               Yeni parti kurmanın dayanılmaz hafifliği tavan yapmış durumda. Bu isimler o kadar iddialı ki, sürekli yeni oluşumlar kurulmaya devam ediyor. Mesela ben daha bu makaleyi aklımdan bilgisayara dökemeden sevgili Emrehan Halıcı,
Elektronik Demokrasi Partisini kurmuş! Eminim aynı güzel hedeflerle, "Millet eski söylemlerle uğraşırken biz gençliğe hitap eden bu yapıyla ortalığı siler süpürürüz" diyerek gerçekleştirmiştir bunu... İyi de bu partilerin her biri aynı seçmen topluluğuna olta atıyor! İstediğiniz kadar itiraz edin ama işin özü bu. Yani CHP ve bir ölçüde MHP’den biraz destek alınarak bu işler kotarılsa ve tüm bu partiler yola düşse, o zaman neler yaşanabilir biliyorsunuz umarım: Hiçbir parti %10 alıp barajı geçemeyeceği için oyları CHP'den tırtıklasa dahi, milletvekili çıkaramayacaklarından, aldıkları tüm oylar tersine AKP'ye yarar!
                Bu değerli toparlayıcı-girişimciler bana diyebilir ki "
iyi de biz, sağın oylarına da talibiz, bizim hedef kitleyi yanlış anlamışsın". O zaman sağa da bakalım, orada da bol hareket var! Mesela, bağımsız Kütahya Milletvekili İdris Bal'ın kurduğu Demokratik Gelişim Partisi veya İdris Naim Şahin'in kurmakta olduğu Millet ve Adalet Partisi! Bunlar da yetmezse, Abdürrahim Karslı'nın Merkez Partisi veya kimi milliyetçilerin kurmaya karar verdiği Milli Mücadele Partisi!
             Şimdi
shopping mall'lar gibi patlama yapan bu partiler, önce geçmişe bakabilirler: Yeni Demokrasi Hareketi, ÖDP, Mümtaz Soysal, Vural Savaş ve Y. G. Özden'in partileri ne umutlarla kuruldu, hangi sona ulaştı? Konumuz dergi açmak olsa, belki bolluk hareketlilik getirebilir! Ama burada göldeki limitli su birikimini kana kana içeceğine kendini inandırmış kahramanlardan söz ediyoruz! Allah akıl fikir versin! Demek çocukluğumuzda okuduğumuz Teksas-Tommiksler, bugün fatura olarak karşımıza çıkıyor: Herkes Çelik Blek olmuş! Uzlaşma, ortak sepet oluşturma gibi diyalog ihtiyacı hisseden insan yok!


25 Kasım 2014 Salı

DENİZLİ'DE AYDINLANMA ŞÖLENİ | BEDRİ BAYKAM | 25 Kasım 2014 tarihli makalesi..


            Cumartesi zor durumda kaldım. Deniz Gezmiş'in çok değerli annesi, sohbetini tanıma şerefine eriştiğim Mukaddes Hanım'ın cenazesine katılmam lazımdı. Ama Denizli'de, çoğunluğu eğitimcilerden oluşan Yeni Kuşak Köy Enstitüleri Derneği’nin (YKKED) davetinde de konuşmacıydım. Deniz'in sevgili abisi Bora Gezmiş’ten izin alarak gidebildim. Anadolu'ya yine yapacağımız eğitim katkısından dolayı Deniz'in eğitimci anne-babasının da ruhu şad olur. Bu Cumhuriyet öğretmenlerine o kadar çok şey borçlu ki, yılda bir onları hatırlamak haksızlık!
           YKKED, 2001’den beri aktif bir dernek. 3 gün süren 4. Akdeniz buluşmaları için, Cengiz Bektaş'tan Şükran Soner'e, Mustafa Gazalcı'dan Hıfzı Topuz'a, Sami Gökmen'den Kemal Kocabaş'a kadar bir çok aydın bir araya geldi. Üst üste yapılan oturumlarla, ülkemizde sanat, siyaset ve demokrasi konularının röntgenleri çekildi. Güzel insanların hazırladığı bir aydınlanma şöleniydi.
          Bu ülkede halk evleri ve köy enstitüleri çok çektiler. Ülkenin aydınlanma yolunda büyük adımlar atmasını istemeyen örümcek kafalar veya onların baskılarına sessizce boyun eğenler, maalesef bu kurumları hep tehlikeli gördüler. Tartışan, düşünen, her açıdan kendini geliştiren insanlar! Bundan korktukları için, devlet çatısı altında boyun eğen insanlar istediler hep. Özgürlüklerine sahip çıkmayı bilmeyen, evrensel değerlere ulaşamayan bağımlılar lazımdı. Bu iki kuruma sahip çıkıp geliştiren bir Türkiye olsaydı, ülkenin gelişim çizgisi bambaşka olacaktı.
           YKKED üyeleri arasında babam Dr Suphi Baykam'ın döneminde onunla siyaset yapmış bir çok isim vardı. Her biri gözümü yaşartacak kelimelerle, kendilerinin
"siyaset hocalığını" yapan dönemin yıldızına övgüler sıraladılar. Bana her "Suphi Baykam'ın oğlu” denildiğinde göğsüm kabardı. Ne yazık ki Türkiye'de siyaseti gençleştirmek isteyen ve CHP gençlik (ve kadın) kollarını kuran babamın umutlarının aksine, kalabalık salonda genç sayısı çok azdı.
           Oradayken bir katılımcı, beni durdurarak şunları söyledi:
"Bedri Bey, CHP şimdi kalkıp AK-SARAY adı altında yapılan bu dev saldırganlığa ve israfa karşı çıkmaya kalkmasın. Gerçekten buna direnmek istiyorlardı ise, o zaman Atatürk Orman Çiftliği’ne ilk kazma vurulduğu gün oraya tüm milletvekilleri gidecek ve halkı, milyonları da çağırarak bu hukuksuzluğa hayır diyeceklerdi". Halk, tabii ki sözünü sakınmadan gerçek yorumlarını dışarı atıyor artık. Kimsede bir tereddüt kalmadı, herkes "ne olacaksa olsun, ne yaşanacaksa yaşansın" moduna geldi! "Vallahi %100 haklısın dostum" dedim ve içim sıkılarak toplantı salonuna yürüdüm. Kitaplarımı imzalarken bu red edilemez tespit hala kulaklarımda yankılanıyordu.
          Konuşmamda biz sanatçıların işlerimiz ve eylemlerimizle nasıl direndiğimizi aktardım. AKM'yi yıkılmaktan nasıl koruduğumuzu ama işgalden koruyamadığımızı... Halkın artık "gidişata dur" demek istediğini, ama buna karşın Cumhurbaşkanlığı mücadelesinde yapılan gafın umut kırdığını... Bizlerin
"müzmin muhalif" olmadığını ama bu iktidarında bizlere başka bir alternatif tabii ki bırakmadığını... Sağa benzemeye çalışmanın yalnız hüsran getirdiğini, merkez sağın bu şekilde yok olup gömüldüğünü... Bektaş'ın dediği gibi bir cahilleştirme projesinin yürütüldüğünü, bu nedenle "en az 3 çocuk" saçmalığının zorla halka dayatıldığını, sorunun "onlar" da değil, bizde olduğunu, onların sadece görevlerini (!) yaptığını anlattım.
            Konuşmamda genel sanat ortamımız ve İstanbul'da Piramid Sanat'ta geçen hafta  açılan
ve 11 sanatçının katıldığı "Türk Çağdaş Sanatının Devrim Yılları: 80'ler" sergisi hakkında da yaptığım yorumlar oldu. Daha önce Ergenekon hakkındaki "İçim Parçalanıyor" (2010) ve Gezi için Denizhan Özer'le beraber hazırladığımız "Gezi: Sıkıyorsa Gel" de düşünülünce, ne kadar acıdır ki, Piramid Sanat belki de İstanbul'un tek bağımsız ve korkusuz sanat merkezi! Banka ve holdinglerle bağlantılı sanat kurumlarında oto-sansür, sansüre iş bırakmayacak boyutlarda. Kapital ürkek ve tedirgin. Türk sanat ortamı çok gelişti. Bienaller, fuarlar, müzayedeler, müzeler ile.... Ama ne yazık ki, artık sanat, akımlar veya sanatçılar ve duruşları değil, çoğunlukla konuşulanlar yalnız "yarış atı" yerine konan sanat eserleri. Kim hangi yabancı müzayede evini bağladı, kim kaça sattı, kim piyasasını şişirdi, kimler daha fazla satacak... 80'lerin sanat ortamı çok daha samimi, gerçek ve üreticiydi. Türk çağdaş sanatı, 90'lar ve 2000'lerde bu temeller üzerine dünya ile eşzamanlı bir rotada gelişebildi. Şimdi ise sanatta yarınlarımızı "piyasa oto-sansüründen ve kavramsal esaretten" kurtarabilmemiz gerekiyor...

18 Kasım 2014 Salı

TARHAN VE "ANA P" YORUMLARIM.... | Bedri Baykam | 18 Kasım 2014 tarihli makalesi..


Değerli milletvekilimiz Emine Ülker Tarhan, geçtiğimiz hafta "ANA Parti" adını verdiği yeni siyasal oluşumun kuruluş dilekçesini, kurucular listesiyle beraber İçişleri Bakanlığı’na sundu.
Tarhan son derece sağlam karakterli ve saygın bir isim. Halktan ve gençlerden de büyük destek görüyor. Tarhan'ın Sivil Toplum Kuruluşları tarafından Cumhurbaşkanlığı’na aday gösterildiği toplantıyı bizzat yönetmiş ve bu bilgiyi kamuoyuna duyurmuş biri olarak, kendisine uzak bir insan olmadığımı hemen anlarsınız.
Tarhan'ın kararının son derece samimi ve duygusal bir eylem olduğu ortada. Gerekçelere bakacak olursak da, ortada ciddi bir "provokasyon" var: Çankaya adaylığı için imzaların “tepeden” kesilmesi, Olağanüstü Kurultay'da Kılıçdaroğlu'nun demokratik mücadeleyi neredeyse imkansız kılmaya çalışan tavırlarını, parti yönetiminin kabul edilemez kararlarına tepki verenlerin küstürülmesini, ilk etapta sayabiliriz. Keza geçen hafta Süheyl Batum'un Tarhan'ın istifasının adından verdiği demeçler bahane edilerek ihraç istemiyle disipline verilmesi, bu ağır ortamı daha da gerdi.
Herkesin siyasal parti kurma özgürlüğünü tartışmıyoruz. Bir de bu kritik dönemde, bu girişimin bir sonuca ulaşıp ulaşamayacağı konusu var ki, orası irdelemeye değer. Siyasal muhalefet konularında
çok deneyimli bir geçmişin sahibi olarak objektif bir değerlendirme yapmak istiyorum. Birincisi: Parti kurmak, rakı gibidir; şişede durduğu gibi durmaz. "Bütün aşklar tatlı başlar" diyen şarkı gibi, ilk günlerde umutlar taze çiçek gibi kokar, sonsuz bir enerji ortaya dökülür. Salon toplantıları yıkılır, hatta görkemli mitingler düzenlenir. Özel yemek ve toplantılarda hep moral yükselten konuşmalar yapılır ve yeni liderin gözüne girmek isteyen herkes -kusura bakmayın- bazen "yağcılık" olarak bile nitelenebilecek dolduruşlardan kaçınmaz. Çünkü "yer kapmak" için göze girmek, ikazlar yaparak soğuk rüzgar estirmekten daha makbul görünür. Hemen "yeni Erzurum ve Sivas kongreleri, Ankara'ya yapılacak uzun yürüyüşler"den söz edilir. Deniz Gezmiş ve arkadaşlarının Samsun'dan Ankara'ya yürüyüşünün herhalde 1001 kopyası yapılmış ve tüm manevi güzelliklerine rağmen bu “hat” sulandırılmıştır.
Türkiye'nin en saygın isimleri, tüm zahmetlere rağmen bu misyonu üzerlerinde hissederek yola çıkmışlardır yakın geçmişimizde: Mümtaz Soysal, Yekta Güngör Özden, Vural Savaş ve Osman Pamukoğlu Kemalist solda parti kurarken, Cem Boyner, Besim Tibuk, Cem Uzan ve Sadettin Tantan da liberal veya sağ kanattan yapılan hamlelerde ilk akla gelen isimler.
Bugün hiçbir varlık gösteremeyen bu partilerin ilk önce hızı kesilmiş, ardından bekleme odasına, oradan da buzdolabına alınmışlardır. Kimi partinin nihai istikameti "morg" olurken kiminin kaderi de "Tabela Partisi" şeklinde bitkisel yaşamda geçmektedir.
Tarhan'ın partisi de daha doğum anında sorunlarını dünyaya taşımıştır. Partinin kurmaylarından Yunusoğlu,
"Ulusalcı değil, merkez partiyiz. Bizde AKP'li, CHP'li, eski ANAP'lı da var" şeklinde bir demeç vermiştir. Partinin adı da meşhur "4 eğilimli ANAP"ı çağrıştırdığına göre, pek yakında itirazlar, ayrılmalar, hayal kırıklıkları başlayabilir . Türkiye'de her kafadan farklı ses çıkaran muhalefetin kaygan zemininde herkesi mutlu etmek kolay değildir! Ayrıca İşçi Partisi'nin Milli Merkez'le beraber oluşturmaya çalıştığı harekete, onu yok etmek isteyen bir alternatif olarak karşı çıkıyor görünmek, bu topraklarda "hayra vesile" değildir. Geçen haftalarda gündeme taşıdığımız "barajı aşacak yeni muhalefet partisi" olmak isteyen herhangi bir hareket, benzerlerinden kaçarak bir yere varamaz. Nitekim Tarhan'ın partisinin önde gelen isimlerinden Emekli Tuğamiral Türker Ertürk hakkında Milli Merkez hemen "bizimle bir ilişkisi kalmamıştır" şeklinde sert bir bildiri yayınlamıştır. Önümüzdeki günler, henüz bebek olan bu yeni oluşum ayağa kalkıp yürüyemeden meydana gelecek çok daha sert ve yıldırıcı kapışmalara gebedir.
Amblemine baktığımızda bile görebileceğimiz gibi Tarhan'ın partisi, aceleye gelmiştir. Dayanışma ağları ve kökleri, kısa-orta vade stratejileri oluşturulamamıştır. Hesaplarının gerçek hayatla örtüşmemesi, beni şaşırtmayacaktır.
Tarhan bence tecrübesizlikleriyle boğuşacağı sulara yelken açmıştır.
Ya kendi çizgisine yakın siyasal oluşumlarla ortak hareket edeceği bir platforma adım atmalıydı ya da sabırla CHP içerisinde mücadele devam etmeliydi. Bu rota, ilk döneminden hemen sonra doğal akışta gelişecek iç çatışmalar ve mali örgütlenme sorunları da eklendiğinde, ciddi Gordion düğümlerine gebedir.

11 Kasım 2014 Salı

SANAT DOLU BİR KASIM... BİR YAŞAM! | Bedri Baykam | 11 Kasım 2014 tarihli makalesi..


           Geçen hafta, arşiv birikimimden bir kitabım çıktı. Sanat kariyerim hakkında ilk haber, 10 Mayıs 1963 tarihli Ulus Gazetesinde yayınlanmış. Ertesi gün de Cumhuriyet’te:
"Resim alanında yeni bir 'Harika Çocuk". O günden bu yana geçen 50 yıl içinde Türk ve dünya basınında çıkan haberler arasından derlenmiş 1000 sayfa,  büyük boy bir ciltte yayınlandı. Her bir haber kendi dilinde bırakıldı. Fransızca, Arapça, Almanca, Japonca, Çince, Korece, Hintçe, İsveçce, Norveçce, Gürcüce gibi onca dil ve tabii İngilizce... Ama, ana 3-4 dil üzerinden herkes genel gidişatı takip edebilir. Belki bu kitabın en büyük işlevi, genç kuşağa arşiv bilincini getirmesi, sanal dünyaya güvenip oturmamalarının olası faydalarının dökümü... Bir de üretimi kolay görünen bu kitap, 5 yılda ancak çıkarılabildi! Sahra çölünü motosikletle aşmanın ne kadar zor veya kolay olduğunu ancak bunu deneyen bilir!
          Yine geçen hafta Piramid Sanat'ta bir sergi açıldı:
"Türk Çağdaş Sanatının Devrim Yılları: 80'ler". 11 sanatçımızın 80'lerde ürettikleri işler yer alıyor sergide: Hale Arpacıoğlu, Mevlut Akyıldız, Aydın Ayan, Bedri Baykam, İsmet Doğan, Serhat Kiraz, Kemal Önsoy, Bünyamin Özgültekin, Mithat Şen, Yusuf Taktak ve Şenol Yorozlu. 12 Eylül'ün getirdiği karanlık ortamın içinde insanlar nefesi sanatta bulmuş, sanat ve mizah dergilerinin satışı patlama yapmıştı. O ortamda sinemamız, yazarlarımız, ressamlarımız en üretken ve yenilikçi dönemlerini yaşamışlardı. Aynı 80'ler, batıda da şaşırtıcı, bol renkli dev işler üreten, yeni dışavurumcu sanatçıların egemenliği altındaydı. Bu sanatçıların ortak noktaları, 50'lerde doğmuş ve 80'lerin başından itibaren en çarpıcı işlerini üretmiş olmaları. Biz de aynı yaş ve yıl limitlerinde hareket ettik. Gerek teknik, gerek ebat, gerek yeni ifade şekillerinin hızla geliştiği bu dönemde, bazılarımız da siyasi duyarlılıkla hareket ederek 12 Eylül'ün zulmü hakkında işler ürettiler. 11 Ocak'a kadar sürecek olan bu sergi, tam bir müze ciddiyeti ile hazırlandı. 292 sayfalık kalıcı bir kitap da serginin tüm tartışma ve görsel kapsama alanını sanatseverlere taşıyor. Katalag yazarları: önemli aydınlarımızdan eski Cumhuriyet eleştirmeni Emin Çetin Girgin, ODTÜ'den ünlü sanat tarihçi Prof. Jale Erzen, Türk resminin önemli isimlerinden Prof. Tomur Atagök, 80’lerin bilindik kalemşörlerinden Can Külahlıoğlu. Kitapta, sergide de yer alan iki video çekimin dökümü de var. Emin Çetin Girgin, Yahşi Baraz, Yusuf Yaktak, Mevlut Akyıldız ve benim katıldığım bu söyleşiler de en açık dille dönemin tartışmalarını alevlendiriyor. Çünkü o dönemin başarılı sanatçıları, yalnız kendi kuşakları ve gençleri değil, kendilerinden önceki dönemin ünlü sanatçılarını bile doğrudan etkilediler. Onca belge ve fotoğraf, serginin destekçisi olarak mekanda izleyicilerle buluşuyor. 2005’teki Beral Madra’nın küratörlüğünde Karşı Sanat’ta düzenlenen sergiden sonra ilk defa gerçekleşen bu ender fırsatı kaçırmayın!
              Bir başka önerim ise, Contemporary İstanbul sanat fuarı. Bu sene 9. cusu yapılan bu büyük fuar, Türkiye'nin ve dünyanın en önemli galerilerini bir araya getiriyor. Her kuşaktan Türk sanatçıların yanısıra, bir çok uluslararası sanatçı da Lütfi Kırdar Kongre Merkezi'ndeki bu büyük buluşmaya katılıyorlar. 13-16 Kasım tarihleri arasında olan bu fuarı da muhakkak gezin derim. Her yıl giderek gelişen "CI" fuarının kurucusu Ali Güreli, yönetmeni, 80’ler sergisi kitabında da katkısı bulunan ünlü eleştirmen Hasan Bülent Kahraman.
             Tabii fuarın gündeme getirdiği bazı olumsuz konular da var. Türk sanat ortamı, dışarıdan
sanat ithal ettiği kadar sanat ihracatı yapamıyor. Buna karşın Türk galeriler de yabancı sanatçıları ülkeye taşımaya devam ediyorlar. Bunun artısı eksisi tartışılır. Ama bir olgu var ki, cidden büyük bir ayıp. Kimi önemli Türk koleksiyonerler,
"ben artık Türk sanatı almıyorum, elimdekileri de satıyorum" diyecek kadar bilinçlerini yitirmişler. İster batı, ister doğuda, siz bir Alman veya Hintlinin buna benzer bir gaf yaptığını düşünebiliyor musunuz?
               Son sözümüz, kritik piyasa saptırmalarıyla Türk sanatına ciddi zararlar veren müzayedeciler hakkında. İki müzayede evinin fuarın son iki gününde fiyat kırmak istercesine müzayede tertiplemelerini öğrenip, şok oldum. Umarım gerçek koleksiyonerler, bu tavra karşı tepki gösterip o günlerde de fuara gitmeyi tercih ederler.
Müzayedecilerin kendi mesleklerini bu şekilde ağır hatalarla işportacılığa dönüştürmeleri büyük gaf.
              İşte böyle sevgili okurlar... "Atatürk haftası"nda, sizlerle sanat konuşmayı yeğledim. Arzu edenler bu hafta sanat fuarında benimle sohbete gelebilirler (LK111-Piramid Sanat standı)

4 Kasım 2014 Salı

“ALTERNATİF ARAYIŞLARI" VE BAYRAKÇI'NIN HATIRLATMASI | Bedri Baykam | 4 Kasım 2014 tarihli makalesi..


Cumartesi günü İstanbul Barosu’nun Kanlıca’daki "Barobahçe" tesislerinde yapılan "Milli Kurtuluş Öncüleri" toplantısına davetli isimlerden biriydim ve katıldım. 150 kişi civarında bir katılım vardı. Toplantı için çağrıyı yapanlar arasında İşci Partisi ve onun yakın çevresinde sıkça görülen farklı kökenlerden şahsiyetler vardı. Bir kere tabii ki toplantının adının, bir çok medya mensubu veya bir çok vatandaş için gayet saf veya tam tersine aşırı iddialı görüneceği kesin. Ama madalyonun diğer yüzüne bakalım: bu eleştirileri yapma lüksünü dillerinde hissedenlerin kaçı, çevrelerinde AKP'li olmayan ve "kabus yaşamayan" vatandaş görebiliyorlar? Açık konuşmak gerekirse, Türkiye'de artık kendisini büyük bir umutsuzluk hatta depresyon içinde hisseden insan sayısı hızla artıyor. CHP'nin arzu edilen birleştirici harcı ve dayanışmayı oluşturamaması, doğal olarak demokrat cumhuriyetçi güçleri farklı arayışlara itiyor. Yıllardır süren beyin fırtınaları, toplantılar ve ortak akıl çabalarında oluşan dostluklar artık bir nehir olup denize akmak istiyorlar.
             Bir çok konuşma yapıldı. Perinçek'in kararlı ve her zamanki gibi birleştirici konuşmasından sonra bir çok katılımcı söz aldı. Aralarında eski Ergenekon ve Balyoz sanıkları, eski 68'liler, çeşitli siyasiler vardı. Oluşabilecek yeni bir ittifakın partileşme olasılığından, İP'in adını ve simgesini değiştirebileceği bir kongreye gitmesine kadar her olasılık gündeme taşındı. Bu arada bir çok konuşmacı, kendini sakınmadan CHP'ye çattı. Parti'nin rota değiştirmesi, Güneydoğu’da ABD yörüngesine girmesi, Ekmeleddin projesinin kalıntıları, herşey söylendi. Bu arada tam tersine CHP'nin bu kadar ağır eleştirilmesinden duyulan rahatsızlığı da dile getiren bir çok konuşmacı oldu. Doğal olarak ses tonlarının arttığı anlar yaşandıysa da, bunlar sağlıklı olağan tartışmalardan öteye geçmedi, siyasi olgunluk ağır bastı.
              CHP'ye yöneltilen eleştiriler arasında en önemlisi, altyapının üstyapıyı belirleyememesiydi.
"Sosyolojik, akademik olarak CHP bitmiştir" veya "CHP artık kendini tasfiye etmelidir, misyonu dolmuştur" tarzı cümleler dikkat çekti. CHP İstanbul Milletvekili Ali Kemal Kumkumoğlu, CHP ile böyle sert bir ayrışmanın hatalı olacağını söyleyenler arasındaydı.
              Yaptığım konuşmada, hedeflerimizin aynı ama ulaşma yöntemlerimizin farklı olduğunu vurguladım. Hükümet ve "paralel yapı" arasında ne taraf, ne de hakem olduğumuzu hatırlattım. Tabii ki, ne Ergenekon tezgahçılarının, ne de yolsuzluğa batmışların yanında olamayacağımızı tekrarladım. CHP'nin yadsınamaz bir gerçek olduğunu
, 'kendini tasfiye etsin' demekle bunun olmayacağını, bu sözlerin 'ABD de kendini tasfiye etsin' demekten farklı olmadığını, CHP’yi yadsıyarak bir yere varılamayacağını aktardım. Ayrıca CHP örgütü ve seçmenlerinin içindeki büyük çoğunluğun da Y-CHP mantığına karşı olduklarını, bu büyük muhalif kitlenin de gözden çıkarılamayacağını hatırlattım. Bu oluşumun, oklarını CHP’ye değil, AKP’ye yöneltmesi gerektiğini ısrarla anlattım. Ana vurgum ise, siyasal anketçi SONAR'dan Hakan Bayrakçı'nın sözlerinin önemi ve açtığı kapıydı. Çünkü Bayrakçı’nın yaptığı analiz, barajı geçmesi halinde, 4. partinin "bir bölen" değil, tam tersine AKP iktidarını zorlayacak tek formül olduğunu ortaya çıkarıyor.
                Bayrakçı'nın yaptığı önemli hatırlatma şu: Güneydoğu'daki bağımsızlar ve BDP dışında, şayet AKP, CHP ve MHP'nin ardından 4. bir parti %10 barajını aşarsa, bu parti en az 55-60 milletvekili ve ötesini çıkarabilir. Bu da muhalefetin bilanço total hanesine eklenen bir rakam oluyor. Sonuçta bu toplantıdan farklı bir partileşme veya ittifak tablosu çıksa, bu yeni oluşum tabii ki CHP ve MHP’den milletvekili çalar. Ama AKP'ye daha büyük zarar verir. Örneğin, 4 milletvekili çıkaran bir ilde, başka bir parti barajı geçmezse, AKP 2. milletvekilliğini de alır. Halbuki başka bir parti barajı geçerse, AKP yine tekte kalır. Bu sistemle muhalefetin toplam sayısı 276’yı bile bulabilir. Aksi takdirde şu andaki tabloda CHP ve MHP’nin toplam oyu, en iyi ihtimalle %41-42 civarında geziniyor.
                   Emine Ülker Tarhan'ın istifası, siyasette yeni arayışlar konusunda yapılan spekülasyonları hızlandırdı. Bu arada
"TÜSİAD"ın da farklı bir laik parti arayışında olduğunu ve CHP'li çeşitli siyasilerle temasları sürdüğü” de konuşulanlar arasında. Tüm bu kaynayan kazanın  bize taşıdığı ortak akıl şu: Şayet sözünü ettiğim toplantı, örneğin Tarhan, CHP'li muhalifler ve farklı arayışlar gibi her yöne kayarsa, bu durum AKP'ye yarayan bölücü hareketler haline gelir. Ama tersine, mucizevi bir şekilde bu dallar birleşirse ise, karşımıza Bayrakçı'nın sözünü ettiği umut verici yeni bir tablo çıkar.

28 Ekim 2014 Salı

BENCE PARALARI FAİZİYLE GERİ ÖDEMELİLER! | BEDRİ BAYKAM | 28 Ekim 2014 tarihli makalesi..


Geçen hafta çok ilginç bir durum yaşadık. Bilmiyorum kaç okurumuz buna dikkat etti. Ben köşe yazıma sonu büyük bir "katastrofik" hüsranla biten "Perfect Storm", yani Mükemmel Fırtına filmini anlatarak başladım ve bizlerin de artık Türkiye'de benzer bir halet-i -ruhiyede yaşayan insanlar olarak, girdaba kapılmış şekilde kabus dolu senaryolara çekilip gittiğimizi anlattım uzun uzun. Gazetemizin arka sayfasında ise, Işıl Özgentürk, "Melankoli" başlıklı yazısında, Lars von Trier'in aynı adı taşıyan filmini aktarıyordu. Görmediğim filmde, Melankoli isimli bir yıldızın dünyaya çarpması bekleniyormuş ; Özgentürk'te de aynı adı taşıyan bu yıldızla ilgili filmi izlerken "Hay Allah sıkıldım artık, çarpsa da gitsek artık" diye düşündüğünü aktarıyor. Halbuki son zamanlarda Özgentürk, kendini artık neredeyse yaşamın içinde bu filmin bir tutsak seyircisi gibi seyreder hale gelmiş!
             Şimdi buna tesadüf demek mümkün mü? Tabii ki hayır. Eminim bir çok farklı sinema sever vatandaşımız, belki kendilerini aniden bir Tsunami veya deprem tarafından yutuldukları başka bir filmin göbeğinde hissediyorlar. Yaşadığımız zaman dilimi, resmen bize zehir olmuş durumda. Işıl hanımı ben aradım ve bu olağandışı -ama aslında şaşırtıcı da olamayan!- durumu sordum. Kendisi de tabii ki fark etmişti!
            Bir yandan ülke olarak yaşadığımız mahçubiyet ötesi yüz kızartıcı rota değiştirmeler, dünya kamuoyu önünde alay konusu olmak, sabah akşam
"koridor açtım açmadım" diye söz değiştiren bir "Başkan" (Siyasi sıfatı bir belli olsa vallahi onu da belirteceğim, ama bugün Türkiye'de Başgan'ın hangi Anayasaya göre ülkeyi nasıl yönettiği konusunda hiç kimselerin en ufak bir fikri bile yok!); siz deyin uçuruma, ben deyim okyanusun göbeğine doğru hızla seyreden bir ülkenin şaşkın fertleriyiz.
          Herhangi bir tehlike veya kötü olay karşısında, her aklını ve vicdanını kullanan insan, öncelikle bir "kriz masası" kurar, hasar tespiti yapar, bu içine düştüğü durumdan nasıl kurtulacağı konusunda toplantı yapar. Ama emin olun şu anda kimse de buna benzer bir bilinçli çaba görmek bile zor.
            Tam size sokakta alçakça infaz edilen askerlerimizin yüreğimizi kahreden acısından söz edecektim ki, yeni bir şehit haberi daha geldi. Bu ülke tarihinde maalesef çok şehit verdi. Yeni bir durum değil. 30 yıldır da güneydoğu da çok şehit verdik. Ama hiç bir zaman kendimizi bu kadar kalabalık içinde yalnız, bu kadar çaresiz ve dayanabilecek bir gövdesi olmayan bir şekilde  bulmadık. Lütfen kendinizi o askerler ailelerinin yerine koyun. Kimi kime şikayet edecekler? Dost kim, düşman kim? Eskiden belki kanayan yaraları durdurmak için Genel Kurmay Başkanının demeçleri, samimi nutukları ve ziyaretleri, bir nebze olsun yara sarardı. Bugün artık şehit ailesinin de, aynen ülkenin kurtuluşunu "demokrasi"de arayan sade vatandaşın da, ne askerden ne de hükümetten duymak istediği tek bir söz yok. Çünkü artık "evladım vatan için öldü" cümlesini bile söyleyecek takat yok hiç birinde. Hergün değişen çıkar ilişkisi dolu kararların karanlığında, kendilerini devletin bir dalına ait hissedecek duyguları kalmadı!
Hani bizler kendimizi bildik bileli araştırmalar yapılır ya?
"En güvenilir kurum Türkiye'de hangisi" diye? Hani yanıt hep o üç harfli, devleti kuran kurumdan yana şekillenir ya? Gerçekten çok merak ediyorum, çoktandır kamuoyu araştırmalarında denk gelmediğim bu araştırma bu günlerde tekrar yapılsa, ortaya ne çıkar diye...
            Biliyorsunuz, o meşhur deyimin tekrar ettiği gibi, bu ülkede her şey olabilirsiniz, ama rezil olamazsanız. İşte balık hafızalı toplumumuz hakkında söylenilen bu sözler bile artık boyut değiştirdi.  Yüz kızartıcı hangi suçu işlerseniz işleyin, konu artık nasıl "arazi olup" kendinizi veya suçlarınızı unutturabileceğiniz değil, konu tam tersine, silah elinizdeyse, nasıl zeytinyağ gibi üste çıkmak için yapacağınız hamlelerdir. Hatta sıfırlayamadığınız için bir kısmı elinizden alınan ganimetler varsa, onlara da son sürat daha yılı dolmadan kavuşturulacağınız gibi, sizin hakkınızdaki temizlenememiş iddiaları gündeme taşıyan gazeteci veya karikatüristleri de oku tersine çevirerek suçlayabilecek yüzsüzlükle yüklü olabilirsiniz artık!
Ama durun, dahası da olabilir! Mesela neden bu 10 ay boyunca "merkez ticari misafir" ve diğer "mağdur"ların "boş" yere el konulan (!) paraları için faiz işletilmesin ki! Bence artık bu iş oralara kadar varmalı, böylece çeşitli bakan mahdumları ve misafirleri, bu işten sıyrık almadan çıktıklarını görerek rahatlamalıdırlar.. Var mı itirazı olan?

Cumhuriyet bayramımızı bu traji-komedilerin orta yerinde, her zamankinden daha da gür bir sesle kutlamak, boynumuzun borcu olsun!

21 Ekim 2014 Salı

Piramid Sanat | 'Turk Cagdas Sanatinin Devrim Yillari: 80'ler' - 5 Kasim, Carsamba | 18.00-21.00 / Piramid Sanat | 'The Revolutionary Years of Turkish Contemporary Art: the 80's' - November 5, Wednesday | 6.00 - 10.00 pm


"SİLAH KİMDEYSE GÜÇ ONDADIR" İKTİDARI | Bedri Baykam | 21 Ekim 2014 tarihli makalesi..


"Perfect Storm" yani "Mükemmel Fırtına" başlıklı bir film hatırlıyorum, Wolfgang Petersen’ın yönettiği... Eleştirmenler pek bayılmamıştı, ama ben çok etkilenmiştim. Özetle bir balıkçı teknesi, hava muhalefeti riski olan bir günde, denize açılıp kendini dev bir fırtınanın yarattığı ters dalgaların ortasında bulmuştu. Büyük mücadelelerden sonra, dev bir dalgayla toptan alabora oluyor ve tüm mürettebat azgın suların altında yok olup gidiyordu.
         Nereden mi aklıma geldi? Türkiye gemisi, son süratle, göz göre göre kendi mükemmel fırtınasının ortasına doğru yol alıyor. Bu ülkede en uç sağ-sol tartışmaların ortasında bile görülmeyen kaos, husumet, her Allah’ın günü büyümekte... Hatta sanki insanların tepkisini çekecek her damara bilerek basılıyor, kaptanlık köşkü tarafından! Vanalar sıkılıyor, akciğerlerimize inen oksijen her gün daralıyor. İnsanların gece kabusta görseler inanmayacakları senaryolar, zorla boğazımızdan aşağı sarkıtılıyor.
           Aslında gülüyorum ağlanacak halimize... Çevremdeki "bizden" gazetelere bakıyorum, mücadele arkadaşlarım, ister istemez yazılarının büyük bölümünde yapılan haksızlıklar, usulsüzlükler, savaş çığırtkanlıkları ve Atatürk düşmanlıklarının dökümünü yapıyorlar. Hepimiz o duruma itildik. Tüm bu şikayetlerimiz, özetle gücü elinde bulunduran iktidarın kural dışı hareketlerinin yorumu! İyi de niye mi gülüyorum? Ortada beynini doğru kullananlar arasında yaşanabilecek bir hayal kırıklığı yok ki! Adamlar kendileri açısından yapılması gerekenleri yapıyorlar! Ne eksik, ne de fazla! Bunu da çok iyi çalışılmış bir senaryoda, hangi ışığı saat kaçta söndüreceklerinin provasını çok iyi hazırlamış olarak gerçekleştiriyorlar.
            Şöyle toparlayayım: Bugünkü iktidarın zirvesi, siyaseti şöyle analiz ediyor:
"Polis zaten elimde. Asker desen zaten o da, en azından Necdet Özel Genel Kurmay Başkanı olduktan sonra toptan kontrolüm altına giren bir diğer güç... Dolayısıyla tüm silahlı güç benim emrimde. Yasalara uymak durumunda değilim. Mesela HSYK seçimi istediğim gibi gitmezse, geçersiz sayarım. Kim tutar beni? Gençler protestoya kalksalar, salarım silahlı gücü üstlerine, 4-5 muhalif gazete isterse her gün bunları ifşa etsin, zaten pek umrumda değil. Onu da lehime kullanırım, AB'nin gözüne sokarım 'bak işte bana diktatör diyorlar, öyle olsa bu gazeteler çıkabilir mi hiç bu ülkede?' diye. Sonuçta yasa-masa beni bağlamaz, her noktayı toptan fethedene kadar, her şeyi kılıfına uydururum. Fiili başkanlık rejimi başlatırım. Başbakanlık diye halkın parasıyla inşa ettirdiğim yeni sarayı, şimdi Cumhurbaşkanı oldum diye yeni köşk ,Çankaya'yı ise tarihten kalma hangar ilan ederim. Zaten artık halk iyice uyuştu, ama itiraz eden olsa nasıl olsa cop hazır, gül gibi twitter'ı bile DGM haline çevirecek maddelerim de hazır... Oh, gel keyfim gel!"
               Bilmem anlatabildim mi?
Konu yalnız, silah ve güç ilişkisi. Gerisi yolu bulunur teferruat. Bakın hani herkes şikayet ediyordu ya, "Ordu on yılda bir darbe yapıp, demokrasiyi kesintiye uğratıyor" diye. Artık öyle bir derdimiz kalmadı Allaha şükür. Rejim, toptan karamelize darbenin ta kendisi oldu! Biz o akvaryumun içinde yaşayan küçük balıklarız ve yeni yaşam alanımıza alışmamız bekleniyor.
                Yıllarca
"ama demokrasi.." diye laflarımı fazla “tutucu Kemalist” bulanlara bir şey anlattım: "Demokrasi, oyunun kurallarını kabul edenler arasındaki pişti oyunu gibidir. Kağıt dağıtma sırası kendine geldiğinde, masadaki diğer oyuncuların ellerini bağlayacak, veya tehdit edecek bir oyuncu ile pişti masasına oturamazsınız. Yoksa ne mi olur? İşte böyle pişti olup, şapa oturmuş olursunuz! Mesela o büyük pişkinlikle "sıfırlanan" yolsuzluk davalarına karşı yaşanan tepki var ya? Ne dedi Kılıçdaroğlu: "17/25 Aralık arasını 'Hırsızlar Haftası' ilan edelim". Çok haklı! Peki ne yapacak karşı taraf? Nisan ayına koydukları "Kutlu Doğum Haftası" gibi resmi programlarına mı alacaklar sandınız? Yoksa "bundan söz edeni hapse attırırız" mealinde tehditlerle mi ortaya çıkacaklar? Ne dersiniz?            Bence bütün bu konu ve sorunları en iyi çözecek olan grup, "akil insanlar”! Geçmişte AKP'nin ne kadar demokratik bir “tabu-yıkar parti” olduğunu gururla merkez medyada gözümüze sokan bu muhteşem grup, nasıl olsa yeni polis yasasının da, 17/25 aklanmasının da, bizim düşünemediğimiz inceliklerini ilk fırsatta yeni buluşmalarında hemen ortaya dökerler! İşte bu bizim tıkanmalarımızı açacağı gibi, benim gibi fırtınanın gözüne doğru yol aldığımızı sanan paranoyakların neden boş yere ürktüklerini de gururla izah ederler!