25 Kasım 2014 Salı
DENİZLİ'DE AYDINLANMA ŞÖLENİ | BEDRİ BAYKAM | 25 Kasım 2014 tarihli makalesi..
Cumartesi zor durumda kaldım. Deniz Gezmiş'in çok değerli annesi, sohbetini tanıma şerefine eriştiğim Mukaddes Hanım'ın cenazesine katılmam lazımdı. Ama Denizli'de, çoğunluğu eğitimcilerden oluşan Yeni Kuşak Köy Enstitüleri Derneği’nin (YKKED) davetinde de konuşmacıydım. Deniz'in sevgili abisi Bora Gezmiş’ten izin alarak gidebildim. Anadolu'ya yine yapacağımız eğitim katkısından dolayı Deniz'in eğitimci anne-babasının da ruhu şad olur. Bu Cumhuriyet öğretmenlerine o kadar çok şey borçlu ki, yılda bir onları hatırlamak haksızlık!
YKKED, 2001’den beri aktif bir dernek. 3 gün süren 4. Akdeniz buluşmaları için, Cengiz Bektaş'tan Şükran Soner'e, Mustafa Gazalcı'dan Hıfzı Topuz'a, Sami Gökmen'den Kemal Kocabaş'a kadar bir çok aydın bir araya geldi. Üst üste yapılan oturumlarla, ülkemizde sanat, siyaset ve demokrasi konularının röntgenleri çekildi. Güzel insanların hazırladığı bir aydınlanma şöleniydi.
Bu ülkede halk evleri ve köy enstitüleri çok çektiler. Ülkenin aydınlanma yolunda büyük adımlar atmasını istemeyen örümcek kafalar veya onların baskılarına sessizce boyun eğenler, maalesef bu kurumları hep tehlikeli gördüler. Tartışan, düşünen, her açıdan kendini geliştiren insanlar! Bundan korktukları için, devlet çatısı altında boyun eğen insanlar istediler hep. Özgürlüklerine sahip çıkmayı bilmeyen, evrensel değerlere ulaşamayan bağımlılar lazımdı. Bu iki kuruma sahip çıkıp geliştiren bir Türkiye olsaydı, ülkenin gelişim çizgisi bambaşka olacaktı.
YKKED üyeleri arasında babam Dr Suphi Baykam'ın döneminde onunla siyaset yapmış bir çok isim vardı. Her biri gözümü yaşartacak kelimelerle, kendilerinin "siyaset hocalığını" yapan dönemin yıldızına övgüler sıraladılar. Bana her "Suphi Baykam'ın oğlu” denildiğinde göğsüm kabardı. Ne yazık ki Türkiye'de siyaseti gençleştirmek isteyen ve CHP gençlik (ve kadın) kollarını kuran babamın umutlarının aksine, kalabalık salonda genç sayısı çok azdı.
Oradayken bir katılımcı, beni durdurarak şunları söyledi: "Bedri Bey, CHP şimdi kalkıp AK-SARAY adı altında yapılan bu dev saldırganlığa ve israfa karşı çıkmaya kalkmasın. Gerçekten buna direnmek istiyorlardı ise, o zaman Atatürk Orman Çiftliği’ne ilk kazma vurulduğu gün oraya tüm milletvekilleri gidecek ve halkı, milyonları da çağırarak bu hukuksuzluğa hayır diyeceklerdi". Halk, tabii ki sözünü sakınmadan gerçek yorumlarını dışarı atıyor artık. Kimsede bir tereddüt kalmadı, herkes "ne olacaksa olsun, ne yaşanacaksa yaşansın" moduna geldi! "Vallahi %100 haklısın dostum" dedim ve içim sıkılarak toplantı salonuna yürüdüm. Kitaplarımı imzalarken bu red edilemez tespit hala kulaklarımda yankılanıyordu.
Konuşmamda biz sanatçıların işlerimiz ve eylemlerimizle nasıl direndiğimizi aktardım. AKM'yi yıkılmaktan nasıl koruduğumuzu ama işgalden koruyamadığımızı... Halkın artık "gidişata dur" demek istediğini, ama buna karşın Cumhurbaşkanlığı mücadelesinde yapılan gafın umut kırdığını... Bizlerin "müzmin muhalif" olmadığını ama bu iktidarında bizlere başka bir alternatif tabii ki bırakmadığını... Sağa benzemeye çalışmanın yalnız hüsran getirdiğini, merkez sağın bu şekilde yok olup gömüldüğünü... Bektaş'ın dediği gibi bir cahilleştirme projesinin yürütüldüğünü, bu nedenle "en az 3 çocuk" saçmalığının zorla halka dayatıldığını, sorunun "onlar" da değil, bizde olduğunu, onların sadece görevlerini (!) yaptığını anlattım.
Konuşmamda genel sanat ortamımız ve İstanbul'da Piramid Sanat'ta geçen hafta açılan ve 11 sanatçının katıldığı "Türk Çağdaş Sanatının Devrim Yılları: 80'ler" sergisi hakkında da yaptığım yorumlar oldu. Daha önce Ergenekon hakkındaki "İçim Parçalanıyor" (2010) ve Gezi için Denizhan Özer'le beraber hazırladığımız "Gezi: Sıkıyorsa Gel" de düşünülünce, ne kadar acıdır ki, Piramid Sanat belki de İstanbul'un tek bağımsız ve korkusuz sanat merkezi! Banka ve holdinglerle bağlantılı sanat kurumlarında oto-sansür, sansüre iş bırakmayacak boyutlarda. Kapital ürkek ve tedirgin. Türk sanat ortamı çok gelişti. Bienaller, fuarlar, müzayedeler, müzeler ile.... Ama ne yazık ki, artık sanat, akımlar veya sanatçılar ve duruşları değil, çoğunlukla konuşulanlar yalnız "yarış atı" yerine konan sanat eserleri. Kim hangi yabancı müzayede evini bağladı, kim kaça sattı, kim piyasasını şişirdi, kimler daha fazla satacak... 80'lerin sanat ortamı çok daha samimi, gerçek ve üreticiydi. Türk çağdaş sanatı, 90'lar ve 2000'lerde bu temeller üzerine dünya ile eşzamanlı bir rotada gelişebildi. Şimdi ise sanatta yarınlarımızı "piyasa oto-sansüründen ve kavramsal esaretten" kurtarabilmemiz gerekiyor...
Kaydol:
Kayıt Yorumları (Atom)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
Not: Yalnızca bu blogun üyesi yorum gönderebilir.