2 Ağustos 2013 Cuma

SANATÇI VE YAZAR BEDRİ BAYKAM’DAN DER SPİEGEL’İN TÜRKİYE ÖZEL SAYISI (24.06.2013) ÜSTÜNE AÇIK CEVAP

SANATÇI VE YAZAR BEDRİ BAYKAM’DAN
DER SPİEGEL’İN TÜRKİYE ÖZEL SAYISI (24.06.2013) ÜSTÜNE AÇIK CEVAP

TÜRKLER DE EN AZ AVRUPALILAR KADAR DEMOKRASİ VE ÖZGÜRLÜĞÜ HAK EDİYOR!”

Mr. Steinworth’e şu cevabı vermek zorundayım: Eğer Margaret Thatcher Sovyet Rusya’ya Komünizm’i getirdiyse (!), o zaman belki Erdoğan da Türkiye’ye demokrasiyi getirmiştir!”
  
           Gezi Parkı direnişi başladığından beri, Avrupa hatta tüm dünya oldukça şaşırmış görünüyordu! Politikacıların ve basının büyük bir kısmı, Tayyip Erdoğan’ı güçlü yerel bir lider olarak görmeyi seçmişti ve AKP’nin muhafazakar Hristiyan demokratlara benzer şekilde, Türkiye Cumhuriyeti’nin problemli olan bölgeleriyle katalizör görevi göreceğini zannediyorlardı. O zaman bu aniden gelişen çatışmaların, vahşi ve acımasız polis saldırılarının, Mayıs sonundan itibaren tüm yurda yayılarak bütün sokakların dolup taşmasını sağlayan direnişin nedeni neydi?
Daniel Steinworth, Spiegel için kaleme aldığı yazıda, Türkiye’nin Erdoğan’ın “demir yumruğu” altında kaldığı son dönemde yaşanan bu kargaşayı analiz etti. Yakından tanıdığım bir yazar olarak, Steinworth’un bu yazıda genel olarak iyi bir iş çıkardığını söyleyebilirim. Ama öte yandan sözlerine birkaç ciddi eleştiri getirip, bazı tamamlayıcı ek yorumlar yapmak istiyorum.
İlk olarak çok sorunlu bir paragrafa göz atalım: “Erdoğan’ın başarısı nerdeyse herkes tarafından kabul edilmiş durumda. Atatürk reformlarıyla birlikte Türkiye’yi modernleştirdiyse, Erdoğan da onu saygı duyulan yerel bir güç haline çevirdi. Atatürk ülkeye laikliği getiren lider olarak biliniyorsa, Erdoğan da demokratikleşmesini sağladı. Onun hiçbir seçim zaferinde yabancı gözlemciler, seçimlerdeki gücü ve başarısı hakkında şüpheye yer verecek bir söylemde bulunmadı.”
Batı medyasının genel bakışını ve bu hatalı düşünce sistemindeki güç yapısını doğru şekilde yansıtmasına rağmen Steinworth’un varsayımlarını daha başlangıcından reddetmem gerektiği için üzgünüm. “Hiçbir yabancı gözlemci seçimlerdeki gücü ve başarısı hakkında şüpheye yer verecek bir söylemde bulunmadı” diyen varsa, bu sadece onların Türkiye’yi ne kadar yanlış izlediklerini ve nasıl yüzeysel analizlerde bulunduklarını kanıtlar! Bu yalnızca kendi açık yetersizliklerinin itirafıdır! Mr. Steinworth’e şu cevabı vermek zorundayım: Eğer Margaret Thatcher Sovyet Rusya’ya Komünizm’i getirdiyse (!), o zaman belki Erdoğan da Türkiye’ye demokrasiyi getirmiştir! Kendi basılı medya ve televizyonlarında yayınlanan röportajlarımı takip eden Almanlar, son birkaç yıl hakkındaki düşüncelerimi gayet iyi biliyorlardır. Erdoğan, tam tersine, güce kavuşur kavuşmaz Türkiye’deki demokratik kurumların hepsini yavaş yavaş yok ederek laiklikten kurtulmak için elinden gelen her şeyi yapmaya başladı.
Herkesin şunu bilmesi gerekiyor ki, laiklik olmadan demokrasi olamaz. Tüm bunlara ek olarak, Erdoğan kendi iktidarına muhalif olan bütün demokratik kurumlara saldırdı. Bunlar yaşanırken merkez medya tamamıyla onun tehditleri altında ve kendi kendilerince inanılmaz hüzün verici bir oto-sansür uyguluyorlar. Bu durumun demokrasi için ne kadar büyük bir tehdit oluşturduğunu bize tarih gösterecek. Ayrıca muhtemelen (!) bir takım gizli telefon görüşmeleri ve toplantılardan sonra Türk basını en önemli yazar ve yorumcularını kovmak zorunda kaldı. Örneğin, Emin Çölaşan ve Bekir Coşkun Hürriyet’ten kovulurken, Doğan Medya da Ruhat Mengi ve Uğur Dündar’a artık katkılarına gerek kalmadığını bildirdiler.
Yakın zamana kadar demokrasinin temel prensiplerinin hiçbir şekilde sekteye uğramadığının garantörü olan bir zamanların “kahraman” Türk Ordusu, artık apoleti sökülerek bu sorumluluğundan uzaklaştırıldı. Her halükarda Batı bu durumu asla anlayamaz, çünkü kendisi hiçbir şekilde böyle bir karşılaştırmayı yapabilecek sisteme sahip değil. Şu anda komutanların neredeyse yarısı, hükümete karşı sözde bir darbe girişiminden suçlanarak hapse atılmış durumda (Ergenekon ve Balyoz Davaları). Ve ilginçtir ki bu iddiaları kanıtlayacak hiçbir delil yok ellerinde. Türk hukuk sistemiyle, diyelim ki Amerikan sistemi arasındaki fark -her ne kadar kanunlar çok farklı yazılmamış olsa da- ülkemizde şüphelinin masumiyeti kanıtlanıncaya kadar suçlu muamelesi görmesidir.
Av. Zeynep Küçük’ün Ergenekon Davası’ndaki son savunması, doğru ve mantıklı bir düşünce yapısı taşıyan herhangi bir insanın, cezaevindeki aydınlara yönelik suçlamaların gerçeklerle bağlantılarını kabul etmesini imkansız hale getirdi. Umarım Alman bir savcı bu savunmayı kendi diline çevirir ve Mustafa Balbay, Tuncay Özkan, Mehmet Haberal ve Doğu Perinçek gibi ülkemizin en önemli politikacı, yazar, gazeteci ve akademisyenlerinin bu Kafkavari davaya dahil edilerek, 5 yıldır hapiste neler yaşamaya mecbur bırakıldıklarını kendi gözleriyle görür.
Erdoğan’ı protesto eden üniversite rektörleri, hapse atılarak veya sadece yerlerine muhafazakar veya açıkça İslamcı birileri yerleştirilerek koltuklarından ediliyorlar. Gezi Parkı olaylarının çok öncesinde de protestolarda bulunan üniversite gençliği ağır polis vahşetine ve tutuklanmalara maruz kalmıştı. Örneğin Ferhat Tüzer ve Berna Yılmaz sadece “Özgür eğitim istiyoruz ve alacağız!” yazılı bir pankart açtıkları için 8,5 yıla mahkum edildiler.
Türk yargı sistemi artık hükümete karşı bağımsızlığını tamamen yitirdi ve direkt olarak Adalet Bakanlığı’na, yani dolayısıyla Erdoğan’a bağlandı. Bunun sonucunda neredeyse hükümetin tüm kararları onaylanıyor ve muhalefetin, anayasaya aykırı şekilde çıkarılmak istenilen yasalar için yaptığı tüm itirazlar reddediliyor.
Ulusun demokratik değerlerinin taşıyıcı dayanakları artık tamamen şu anki rejimin kontrolü ve insafına kalmış durumda. Politik çağrışımlar uyandıran davalardan kamuoyuna öncelikle hükümetin bahsettiği bilinen bir gerçek ve tesadüfe bakın ki, Cumhuriyet’in savcıları da ondan sonra hemen bu davaları açıveriyor.
İlk olarak “doğru kaynaklardan” haber alan (!) ve hükümetin işbirlikçisi olan yandaş basın zemin hazırlıyor ve psikolojik baskılar kuruluyor, ondan sonra operasyon için yeşil ışık yanıyor. Ve sonuç olarak Türkiye’de şu anda 123’ü tutuksuz, 65’i tutuklu gazetecimiz yargılanıyor (CHP raporu). Bugün AKP, dünyada en çok gazetecisi hapiste olan bir ülkede iktidar olduğu için gurur duyabilir.
Bakanlar oldukça mutlu bir şekilde “onlar gazeteci değil, terörist” iddiasında bulunuyor! Ama nasıl oluyorsa, hiçbir somut delil ortaya koyamıyorlar ve de aksi gibi, hapiste olan gazetecilerin hepsi halk tarafından güvenilirliği olan ve iyi bilinen isimler. Bir diğer, mesela TÜSİAD, daha fazla demokrasi ve laik eğitim sistemi isteğini dile getirdiği için hükümetin üstü kapalı veya direkt tehditlerine maruz kalıyor. Üstelik TÜSİAD, demokrasinin temel prensiplerinden olan isteklerini sıklıkla dile getirdiği için ya çok ağır yanıtlar alıyor ya da üyeleri astronomik mali cezalarla karşı karşıya kalabiliyor.
Laik, demokratik ve Kemalist STK’nın büyük çoğunluğu, 2007 yılında organize ettikleri olağanüstü başarılı protesto gösterilerinin ardından devletin türlü tehdit ve denetimleri altına girdi. Türkiye’yi “demokratikleştiren” bir liderle asla karşı karşıya olmadığımızı ispatlayacak bunun gibi sayısız örnek vermeye devam edebilirim!
Eğer Steinworth Türkiye genelindeki ve üniversitelerdeki türban açılımı ile İslamcı kesimin yaşam tarzına Erdoğan’ın verdiği açık desteği referans gösteriyorsa, evet, -demokrasi kavramının bu çok dar tanımlaması çerçevesinde- başarılı oldu diyebiliriz. Ama bu açıdan baksak bile Erdoğan asla bir demokrat olamadı, çünkü çağdaş ve İslamcı olmayan yaşam tarzını benimseyen diğer vatandaşlarının haklarını kabul etmedi. Kazandığı seçimlerden sonra yaptığı her “balkon” konuşmasında “sadece kendine oy verenlerin değil, tüm Türkiye’nin başbakanı olacağı” doğrultusunda demeçler vermesine rağmen, kendine oy vermeyenleri her zaman yaşam tarzı seçimlerinden dolayı aşağılamayı tercih etti.
Buradan, bütün dünyanın gündemine oturan Gezi Direnişi’ne atlıyoruz. Erdoğan da, sıklıkla belirttiği bu konuda kesinlikle haklı: Bu olaylar sadece bir park veya doğa koruma işi değil. Tabii ki bundan çok daha derin sebepleri var. Sonuçta Gezi Parkı, sıkışmış bir gerilimi rahatlatan tetiği çekmiş oldu. O son fazladan damla kovayı taşırdı ve birden tsunami oluştu!
Sürekli olarak hayat tarzları ve tercihleri yüzünden Erdoğan tarafından aşağılanan ve hakarete uğrayan genç kuşak, aniden komadan çıktı ve tüm yurdun caddelerinde ışıldayarak son derece barışçıl bir şekilde adaletsizliğe karşı ayaklandı. Meşhur 31 Mayıs gecesi, Türk medyasının almanaklarına “penguenlerin utanç gecesi” olarak geçti.
Bu ismin onlara yapışmasının nedeni, hükümetten korkan merkez medya kanallarının, halkın ayaklanması esnasında evlenme programı veya penguenlerin yaşamı üzerine belgesel yayınlamakla meşgul olmalarıdır. Dünya basınının geri kalanı ise, böylesine yerel protestolarda kabul edilemez boyutlarda gerçekleşen biber gazına, şiddete, acımasız baskıya rağmen son derece kararlı bir gençlik tanıttılar dünya-aleme!
Erdoğan’ın sürekli olarak Kemalist dönemi aşağılaması ve devamlı hangi anıtların yıkılması gerektiğini belirleyen sanat eleştirmeninden kürtaj veya sezaryen yasağını devreye sokan doktora, beslenme uzmanından Türk alfabesine en uygun klavye tek-seçiciliğine, alkol düşmanlığından sözde laik bir ülkede sürekli olarak dini eğitim fetvacısına geçiş yapan despot rejimi, “biz Beyaz Türkler” -yabancı basın bizden genelde böyle bahseder- için artık baş edilemez bir hal almıştı. Hem de Atatürk’ün emanet ettiği devrimleri doğduğundan beri kucaklamış olgun vatandaşlar olan anne-babalardan, zamanlarını sürekli olarak video oyunlarla veya barlarda flört ederek futbol seyrederek geçiren çocuklarına kadar…
Polisler sadece 5 metreden biber gazı kapsüllerini direnişçilere fırlatmaktan ve plastik veya gerçek mermi kullanmaktan hiç çekinmediler. 5 ölü, gözlerini kaybeden bir düzine insan, binlerce yaralı ve komada olan gençler varken hükümetin hiçbir üyesi bu ailelere herhangi bir şekilde taziyede bulunmadıkları gibi, üzgün olduklarına dair hiçbir açıklama da yapmadılar. Ne aradılar ne de bir taziye mektubu yazdılar. İnanılmaz derece üzüntü verici ama ne yazık ki gerçek! Ayrıca parkın hemen yanında olan ve çatışmalarda yaralananlarla kaybolan çocuklar için bir revir gibi kullanılan Divan Oteli’nin polisin biber gazına maruz bırakılması, hükümetin ne kadar acımasızca orantısız güç kullandığının kanıtıydı. Hükümet o günden beri savaş dönemlerinde bile yapılmayan bu saldırılar için özür dileyeceğine, otelin sahibi Koç ailesini “teröristlerin işbirlikçisi” olarak tehdit etmeyi tercih etti. Bu makale yayınlanmak üzereyken, Koç ve Shell’in bir ortaklığı olan TÜPRAŞ, sahip olduğu AYGAZ ve OPET gibi diğer kuruluşlar polis desteğiyle bu kurumları basan maliye müfettişlerince denetleniyordu.
Steinworth haklı olarak şu soruyu soruyor: “Türkiye nerede olmak istiyor?”. Gerçekten, biz kim olmak istiyoruz? Steinworth doğal olarak şöyle algılamış: Türkiye iki ucun arasında kalmış. İlerici, şehirli ve modern halkıyla Atatürkçü Türkiye veya Erdoğan’ın -dinin etkisiyle- kırsal kesimi ve kentsel dönüşümü altındaki varoşlarıyla beliren farklı Türkiye. Gerçek şu ki, ikinci Türkiye, son on yıllık süreçte, Cumhuriyetin kurucusu Atatürk’ün reformlarını ve kültürel devrimlerini hazmedemeyen iki siyasi tarafından yapay olarak üretildi: İlki Necmettin Erbakan, ikincisiyse tabii ki Erdoğan.
Türk toplumunda bunların yaşanabilmesi dipten gelen gerçek bir ivmeyle değil, Erbakan ve Erdoğan’ın Türk sağ ve solundaki gülünç ötesi bölünmelerle gelen küçük ve mütevazı başarılarıyla gerçekleşti. Erdoğan, solun toplamının %34,08 ve merkez sağın %37,59 olduğu bir dönemde, oyların sadece %25,19’uyla İstanbul Belediye Başkanı oldu.
Ankara’da da aynı senaryo yaşandı: Sağ %26,9 olan oyunu ikiye, sol ise %36,74’luk oyunu üçe bölmüşken %27,33 oyla Melih Gökçek zafer kazandı. Ayrıca 2002 seçimlerinde de AKP sadece %34,28 oyla %10 barajından dolayı parlamentodaki koltukların 2/3’ünü alarak iktidar olmuştu. İşte böylece din ve devlet işlerinin birbirine karıştırılması Anayasa ve partiler yasasında tartışmasız şekilde yasak olmasına rağmen, dinin politikanın içine ve Türkiye siyasetinin merkezine girişinin nasıl başlatıldığını rahatça anlıyoruz.
Türk yargı sistemi 2008 yılında, Cumhuriyet Başsavcısı Abdurrahman Yalçınkaya öncülüğünde dinin siyasetin içine girmesine tepki gösterdi. Ancak tek oy farkla Anayasa Mahkemesi, Turgut Özal’ın atadığı -dini eğilimleri bariz- Başkan’ı Haşim Kılıç’ın yaptığı açıklamayla, AKP’yi anti-laik uygulamaların merkezi olarak gördü ama parti kapatılmadan yalnız bir para cezasıyla dosya sonuca bağlandı. 11 kişiden oluşan yüksek mahkemenin 6 üyesi partinin kapatılması yönünde oy verirken, 5 tanesi buna karşı çıktı. Eğer sadece tek bir üye daha partinin kapatılması yönünde oy kullansaydı (7’ye 4 oy oranında), karar uygulanacaktı.
Mahkemenin bu kararını takip eden gün ve aylarda, Erdoğan laik halk ve kurumlardan bütün intikamını almak istermişçesine davranmaya başladı. Laikliği savunan yazar, gazeteci, akademisyen ve aydınlara açılan davaları hızlandırdı. Aynı dönemde Erdoğan’ın “kendi tarafında olmayanlara” yönelik ağır ve aşağılayıcı söylemleri çok daha sertleşti ve sıklaştı.
Kendi düşüncesini benimsemeyen herkese bu şekilde açıkça ve göz göre göre zulmederek ülkesini bölen bir lider, 2. Dünya Savaşı’ndan beri görülmemişti. Erdoğan’a göre, seçimlerde en yüksek oyu aldığına göre, her istediğini yapabilmesine karşı önünde hiçbir gücün durmaması gerekiyordu. Başka bir deyişle, Erdoğan’ın demokrasi tanımı oldukça yetersiz ve sığ. Ayrıca, gün geçtikçe daha net anlaşılıyor ki, Erdoğan demokrasiyi sadece 4 yılda bir tekrar eden bir seçim ritüelinden ibaret görüyor.
Azınlık hakları-insan hakları-kadın erkek eşitliği-ekoloji-ihale ve anlaşmalarda şeffaflık” gibi uluslararası değer yargıları, görüyoruz ki onun için hiçbir şey ifade etmiyor. Erdoğan’a göre, bir iktidar ne yaparsa yapsın, kendi “saltanat yılları” boyunca asla hiçbir engelle karşılaşamaz. Hatta bu durum, iktidar geniş bir halk kesimine göre özgürlüğün ve demokrasinin yaşam alanını yok ediyor olsa bile böyle olmalı!
Mısır’da Mursi’nin iktidardan indirilişi bizi demokrasi kavramı üzerine düşünmeye yönlendirdi. Türk siyasileri ve medyası, gün geçtikçe tehlikeli boyutlarda anti-laik zemin üzerine oturtulmuş olan Mısır anayasasının gerçekleri ve iktidardaki Başkanın, -aynen bizdeki gibi- ülkedeki hassas ve demokratik değerleri sürekli tehdit eden ve bazı kurumları kontrol altına almaya çalışan tavrından kitlelerin büyük rahatsızlık duydukları gerçeğini görmezden geliyor.
16 Haziran’da kendisine Cumhuriyet Gazetesi’nde yazdığım açık mektupta da izah ettiğim gibi, Erdoğan bize yaşattığı bu ağır durumu, ancak başka bir hükümet tarafından, mesela Kuran eğitimine 18 yaş sınırı getirilmesi veya bireysel dini haklara açıkça saldırılması veya camilere özgürce girilmesine yasaklar konulması gibi, kabul edilemez saçmalıklar devreye sokulsa anlayabilir. Böyle bir durumda, Erdoğan’ın asla “Ne yapabiliriz ki? Şu anda iktidar onlarda, elimizden gelen tek şey iki sene sonra yapılacak olan seçimleri beklemek” demeyeceği aşikar. Ama bizler adına bugün AKP’nin garip yasaklar listesinde 29 Ekim’de Atatürk Anıtı’na çelenk koymak veya 19 Mayıs kutlamalarını yasaklamak da var. Ne yazık ki bu noktalara kadar gelinmiş!
Şunu da unutmayalım, bu “tek adam” gösterisi, AB yolunu da tamamen kapattı. Arie Oostlander veya Claudia Roth gibi Türkiye’nin AB sürecine başından beri dahil olmuş temsilcileri, memnuniyetle Erdoğan’ın bütün sosyal ve politik yaşamın içindeki Kemalist ve laik sistemi silme çabalarına onay vermiş, hatta desteklemişlerdi. Nasıl olduysa onlar Erdoğan’ın uygulamalarında “demokratikleşme unsurları” görebilmişler! Burada açıkça görüyoruz ki, Kemalizm’in sosyal-demokrasiye yakın gerçekleri hakkında hiçbir şey anlamamışlar.
Bu nedenle de AB, 12 Eylül 2010 tarihinde, anayasa değişikliği için yapılan referandumun sonucunda çok mutlu oldu. AB, AKP’yi “demokratikleşme adına yapılan bu anayasa değişiklikleri” sebebiyle kutlarken, iktidar bütün bu yeni Anayasa maddeleriyle artık tüm karar aşamalarında despot bir rejime geçiş yapıyordu. Burada ciddi bir soru yanıt bekliyor: AB bu anayasal değişiklileri neden ve nasıl demokratik olarak değerlendirdi? Hangi Avrupa ülkesi “kontrol ve denge” mekanizmaları olmadan her istediğini yapmakta özgür bir iktidar tarafından yönetilmeyi kabul eder? Dosyayı okumak veya kendi dillerine çevirtmek için hiç zamanları olmadığı için mi böyle değerlendirdiler? Böyle bile olsa, bu bir mazeret sayılabilir mi? Sonuç olarak AB bu sahte-demokrasinin Türkiye üzerine hüküm sürmesine çok özel katkılarda bulundu.
AB ile gerçek Türkiye Cumhuriyeti’nin bu sağır ve dilsiz ilişkisinin ana nedeni, AB siyasilerinin ve medyasının Kemalist dönemi tamamıyla yanlış okumalarıdır. Ama bu çok da şaşırtıcı değil: Kendi süreç ve içinde bulunduğumuz haberleşme çağının orta yerinde, Erdoğan’ı canlı yayınlarda sürekli izleyebildikleri bir dönemde, kendisinin politik geçmişini okumaktan bu kadar aciz kalmışken, 75-90 yıl geride kalan Atatürk döneminin inceliklerini anlamalarını nasıl bekleyebiliriz ki?
Açıkçası AKP yorumlarından ve 2. Cumhuriyetçi gazetecilerden alınan biraz fiili yardımla, AB politikacıları en sonunda Atatürk’ü Avrupalı yaşam tarzını, -bu reformları hiç istememesine rağmen- kendi halkına zorla dayatmış faşist bir lider olarak görebilirler. Gerçek şu ki, kendi dönemindeki tüm liderlerin aksine, Atatürk bu ülkeye demokratik Cumhuriyet kavramının temellerini getirmiştir. Yeni Cumhuriyet adına siyasi erki, padişah ve halifenin elinden alarak halka vermiştir.
Ayrıca Türkiye, tüm dünyada kadınlara seçme ve seçilme hakkı tanıyan ilk ülkelerden biridir. Yeni alfabeyle okuma ve yazmanın hız kazanması için seferberlik düzenlemiştir. Bu eylemler hiç söz edilmemesine karşın, ülkedeki okur-yazar sayısını dev ölçülerde arttırmıştır. Sanat ve bilim alanında gelişme sağlamak için tüm imkanları seferber etmiştir. Atatürk en önemli deyişlerinden biri olan “Yurtta sulh cihanda sulh” cümlesiyle hep barıştan yana tavır koymuş ve hepsinden önemlisi de döneminde tek olan kendi partisine, CHP’ye, rakip çıkması için çok partili döneme geçiş adına yapılan çalışmaları başlatan isim olmuştur. Açılan ilk parti, Terakkiperver Fırka, bazı üyeleri Atatürk’e karşı suikast girişiminde bulunduğu için kapatılmak zorunda kalmıştır. İkinci olarak da, 1930 yılında Fethi Okyar tarafından Serbest Cumhuriyet Fırkası’nın kurulmuş, ancak bu partinin ömrü de, yeni rejim düşmanlarının İzmir’de bazı kanlı çatışmalar yarattıkları kanıtlanınca kapatıldığından çok kısa olmuştur. Buradan anlıyoruz ki, Atatürk daha 20. yüzyılın başlarında demokrasinin farklı bakış açılarına gereksinim duyacağını teşhis etmiştir. Bu bilgilerin temel olarak yeterli olacağına inanıyorum. Bahsedilen iki kişiden hangisinin demokrasiye daha çok katkısı olduğunun kararını okuyucuya bırakıyorum: Atatürk mü, yoksa Erdoğan mı?
Başka bir deyişle, “biz Beyaz Türkler” inanıyoruz ki, şu an Avrupa’nın Atatürk dönemi hakkındaki ciddi bilgisizliğini gidermek için kendine sorular yöneltmesinin tam zamanı.
Uluslararası Plastik Sanatlar Derneği’nin Başkanı ve profesyonel bir sanatçı olarak Steinworth’un şu cümlelerine de cevap vermek zorundayım: “Türkiye’nin bugünkü gerçek kültür-sanat ortamı Koç, Sabancı gibi sanayi devi ailelerin desteği altında ve önceki on yılların boğucu Kemalist sanatının bu sanatla hiçbir ortak yanı yok.”
Bu nasıl bir anakronik karşılaştırma! Mesela Max Beckmann’ın dönemiyle Sigmar Polke’ninkini nasıl karşılaştırabiliriz? Veya Neo Rauch’un eserleri “Kemalist” sanatın kasvetine sahip (!), ama buna karşılık, Johannes Wohnseifer’in Jodie Foster ve Reagan kuklaları yeterince neşeli diyebilir miyiz? Böyle ifadeler, herhangi bir yerde mantıklı bir anlam taşıyabilir mi? Ama eğer birine bunlar mantıklı geliyorsa, o zaman “Kemalist” bir sanat uzmanı olarak, kendisine naçizane hatırlatmalarım olacak: 1987 yılında, Demokrasinin Kutusu’yla bu tür multi-medya politik eserleri ilk defa üretmeye bizzat ben başladım. Bunun üstüne de çok şey eklememe gerek yok.
Gerçekten açık fikirli olan herhangi biri, Kemalizm’in erken dönemlerinden, Ali Avni Çelebi veya Bedri Rahmi Eyüboğlu’ndan başlayarak, Burhan Doğançay ve Altan Gürman’a, oradan da benim kuşağım olan Balkan Naci İslimyeli ve İsmet Doğan’a kadar gelebilir. Sadece Kürt siyaset ve kültürünü öne çıkaran birkaç galeriyi ve sergiyi ele alan Avrupa’nın inanmak istediğinin aksine, Atatürk yalnızca modern kültürün ve güncel sanatın temellerini kuran insan değildir; buna ek olarak, sanatçılar, yapımcılar, yönetmenler, aktörler, tiyatrocuların çoğu Kemalist kültürün gururlu birer mirasçısı olmaktan hiçbir rahatsızlık duymuyorlar.
Bundan iki buçuk yıl önce, Sanatçılar Girişimi ismiyle, Türkiye’nin her disiplinden önde gelen sanatçıları AKP’ye karşı bir direniş başlattı ve “Reddediyoruz” sloganı altında birleşti. Sanatçılar Girişim, Ataol Behramoğlu, Zeynep Oral, Ümit Zileli gibi daha birçok yazar ve gazeteciyi; Tarık Akan, Rutkay Aziz gibi ünlü aktörleri; Ekrem Kahraman, Mehmet Güleryüz, Mehmet Aksoy (İnsanlık Anıtı heykelinin sanatçısı) gibi görsel sanatçıları; Edip Akbayram, Fazıl Say, İlhan İrem, Nejat Yavaşoğulları başta olmak üzere birçok müzisyeni; Genco Erkal, Ferhan Şensoy, Orhan Aydın gibi sayısız tiyatrocuyu ve burada sayamadığım yüzlerce ismi bir araya getirdi. Ben de ayrıca girişimin üç sözcüsünden biriyim.
Söylemek istediğim, büyük ihtimalle Batı’nın asıl problemi, oldukça karmaşık olan 20. Yüzyıl Türkiye siyaseti hakkında olan bilgisizlikleri ve anlama yoksunlukları. Aslında evet, Türkiye Erdoğan’dan önce de bazı demokrasi problemleri yaşadı, ama unutmamak gerekir ki, 1946 yılında çokpartili sisteme geçildiğinden beri CHP sadece 4 yıl iktidarda kaldı, onun haricinde CHP ve diğer sosyal demokrat partiler sadece bölük pörçük kısa dönemlerde, toplam sadece 14 yıl koalisyon ortağı oldular ve Başbakanlık koltuğu, yalnız 8-9 yıl onlarda kaldı!
Dini farklı derecelerde kullanan sağ partiler maalesef ülkede bildiğimiz tüm anti-demokratik uygulamalardan sorumludurlar. Bu karanlık yıllara geri dönüp baktığımızda bile daha önce hiçbir liderin bu kadar büyük tepki toplamadığını ve aralarından hiçbirinin Erdoğan kadar, karikatürler dahil olmak üzere tüm eleştirilere karşı bu derece tahammülsüzlük taşımadıklarını görürüz. Ayrıca çoğu zaman askeri darbe ve muhtıraların, birbirlerinden düşman kardeşler kadar farklı olmalarına karşın, sistematik olarak aynı sepette değerlendirildiklerine şahidiz. Ciddi araştırmacıların bu özet-genel değerlendirmelere prim vermeden ve konu hakkında AKP verilerine körü körüne inanmadan, kendi çalışmalarını yapmalarının en doğru çözüm olduğuna inanıyorum.
Hala yaşanmakta olan bu serüvene bir son söz seçecek olursak şunu ifade etmem lazım ki, “millete ve köylülere aşağılayarak bakan Kemalist elit” türünden toparlamalar AKP ve yandaşlarının söyleme soktuğu ve gerçeklerden çok uzak değerlendirmelerdir. Türkiye dinin yoğun olarak her isteyen tarafından yaşandığı ve her sosyal sınıfın, bürokratlar ve köylüler de dahil olmak üzere birbirine saygı duyduğu bir ülke oldu hep. Paranın ortalarda az gezdiği o yıllarda Converse veya Adidas ayakkabılarımız olmadı, ama sonsuz bir gurur, özgüven ve kendimize saygı vardı. Geleceğimize büyük hedefler koyuyorduk. Türk olmakla övünüyorduk ve demokrasiye inanıyorduk (burada Türk olmak tabii ki Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlığı anlamında kullanılıyor), karanlık günler geldiğinde ise bilime ve Atatürk’e olan inancımız moralimizi ayakta tutuyordu. Bugüne dönecek olursak Alman dostlarıma hatırlatmak isterim ki, biz Türkler aynen bir Alman veya Hollandalı insan kadar dünyadaki en iyi demokrasiyi hak ediyoruz. Hiçbir şekilde Erdoğan’dan arta kalan bir sözde demokrasinin bizim için yeterli olacağına inanmak istemiyoruz. Bu sebeple bütün dünyanın Türkiye’deki aydınların, gazetecilerin ve direnen halk kitlelerinin durumunu çok yakından izlemesini talep ediyoruz.
Bu aynı zamanda Ergenekon ve Balyoz davaları için de geçerli bir talep. Erdoğan’ın kendi kararlarını ve eylemlerini sorgulayan herkese karşı yine bir hınç içinde hareket etmeyeceğinden dünyanın emin olması lazım. Şimdiden gözaltına alınmış olan Gezi Parkı’nın barışçı göstericilerinin durumu gelecek için kötü bir işaret olabilir: Avrupa’dan sorumlu bakanınızın ”demokrasinin en yüksek şekli Türkiye’de en iyi şekilde yaşanmaktadır” demesi başka şey, bunun gerçekten uygulandığını görmek ise bambaşka! Ne çapta bir korku imparatorluğu ile karşı karşıya olduğumuzun bir örneğini size vereyim: Gezi krizinin ilk günlerinde CNN International dahil birkaç medya organına röportaj veren aktör Mehmet Ali Alabora “konu sadece parkla ilgili değil” diye bir söz sarf etmişti. Siz hiç böyle bir cümlenin bir taciz konusu haline getirilebileceği ve hala da “demokratik bir ülke” olarak görülebilecek bir AB ülkesi tanıyor musunuz? Bu olayın da nasıl süreceğini yakından takip etmenizde çok yarar var.
İşte tam bu noktada Avrupa’nın Türkiye ile olan diyaloğuna yeniden başlamasını ümit ediyoruz. Ülkemize insan haklarının, laikliğin, demokrasinin ve özgürlüğün temel değerler olarak muhalefettekiler de dahil olmak üzere herkes için geçerli olduğunun hatırlatılmasını bekliyoruz. Bu artık ülkemizde bir yaşam ve ölüm konusu haline geldi.
  Bir de lütfen birini bulun da, gidip hükümetimize tüm dünyanın yaşananlara, Türkiye’den akan korkunç görüntülere karşı spontane olarak verdiği tepkinin, bu protestoların “dışarıda tek merkezden” tetiklendiği anlamına gelmediğini anlatıversin! Çünkü şimdilerde de kanıtlamaya çalıştıkları şey bu…


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Not: Yalnızca bu blogun üyesi yorum gönderebilir.