27 Ağustos 2013 Salı

SEVGİLİ ÇAPULCU: LÜTFEN BİR DAKİKA BENİ DİNLER MİSİN? / Bedri Baykam / 27 Ağustos 2013 tarihli Cumhuriyet makalesi..



           Sevgili çapulcu kardeşim, lütfen bana beş dakikanı ayır.
           Yaşadığımız gerilimli 10 yılın üstüne son üç ayda ağır günler yaşadın. Arkadaşların öldürüldü, belki gözünü kaybettin. Dayak yedin veya genç bir kızsan tacize uğradın. Tomalar, coplar, akrepler seni kovaladı. Bir de üstüne hakarete maruz kaldın, aşağılandın, tehdit edildin. Gün oldu cenazeni kaldırmana, ağıt yakmana izin vermediler, savaşta bile uygulanmayacak tavırlarla sana yardım etmeye kalkan doktorları, avukatları düşman ilan ettiler.
           Bunlara rağmen, yine esprilerinden, barış arayışından, her türlü silahla arana mesafe koyuşundan ödün vermedin. Tuzaklara düşmedin, provokasyona gelmedin. Sana bu muameleleri reva görenler, kullandığın baret veya gaz maskesini bile "suç delili" ilan ettiler!
            Bunlar dışında siyasi alanda özgürlükle arana hangi timsahlı dereleri koyup demokrasi ve laikliği nasıl öldürmeye çalıştıklarına hiç girmeyelim. Doğal ve haklı olarak böyle bir ortamda Türkiye'deki siyasi partileri beğenmiyorsun, onları kendine yakıştıramıyorsun. Siyasette bedeller ödemiş bir kuşağın çocuğu olarak hem ailen, hem sen siyasete soğuk bakıyorsun. Senin ölçülerine göre siyaset topluma mantık, özgürlük, eşitlik, dürüstlük ve etik taşımalı. Bu nedenle parti içi faşizme, yolsuzluğa, hukuksuzluğa dayanamıyorsun..İsyan ediyorsun, adı üstünde, direniyorsun!
             Siyasette koyduğun hedeflere ben de ulaşmak istedim. Şu farkla ki, ben siyasetin partilerde yapılacağını bildiğimden, partimi, CHP'yi ideal bir konuma taşımaya çalıştım. Bu felsefeleri öne çıkararak başkanlık yarışına girdim, önüm eski zihniyetin anti demokratik kalıntılarıyla kesildi. Yeni tüzük hazırladık yılmadan, gençleri ve kadınları siyasete kazandırmak için. Genel başkan ve üst kadrosu o yapılanmada partinin en ağır çalışanları olmalı, tek seçicileri veya imtiyazlıları değil...
             Şimdi bu hak etmediğin dünyadan kurtulma yolunda bir fırsat var: Seçimler geliyor. "
Hiçbir parti bana göre değil" dersen, maalesef yeni korkunç kayıplar yaşayacağız. Çünkü oy vermemek veya oy oranı düşük partilere destek olmak, sana bir şey kazandırmayacak. Siyasete küsmen ise sadece faşizmi ve yobazlığı harmanlayıp ağır bir beton gibi kuşağının üstüne yıkılmasına neden olacak! Bu tavırların siyasette gram değeri yok! Bunu yapanlar ancak kendi bindikleri dalı kesmekten öteye gidemiyorlar. Önümüzdeki seçimlerde CHP'nin ve muhalif sol partilerin güçbirliği yapması, gençlerin, çapulcuların, kararsızların oylarını alarak Türkiye'ye oksijen dolu bir atmosfer hediye etmeleri, tek siyasi çıkış.
              Belki ilk veya ikinci kere oy vereceksin. Büyük ihtimalle bunu kerhen yapacaksın. Ama zaten kimse senin CHP 'li olmanı beklemiyor. Bu parti barajı düşürmeye söz verdiği için, karanlık kefeni yırtıp ışığa kavuşana kadar ödünç verdiğin bir oy bu. Belediye, Cumhurbaşkanlığı ve Millet Meclisi seçimlerinden sonra ister kendi partini kurarsın, ister inandığın partiye oy verirsin. Ama şu anda zalim iktidarı bu ilkel seçim yasalarıyla sandıkta yenebilecek tek somut seçenek CHP ise, ona tavır koyduğunda, kendine, arkadaşlarına ve ailene tavır koymuş oluyorsun! Yoksa CHP'yi ben de acımasızca eleştirebilirim, hem de haklı olduğumu içinden  bilerek! Ne yazık ki bunu yapsam yalnız kendi oğlumun değil, tüm çocukların geleceğini bencilce ateşe atmış olurum! O andan itibaren artık hiç kimseye iktidarı şikayet edemem, yurt dışından gelen gazeteciler bana "zırdeli" deyip giderler!
            Lütfen gözlerini kapa ve Gezi Parkı'nda paylaşılan o inanılmaz dostluğu, iki lokma ekmeği, dayanışmayı, zengin sohbetleri, beraberce kullanılan kütüphaneyi, söylenen şarkıları hatırla. Bunların üzerinden birileri grayderle geçerse mutlu mu olacaksın? O umut dolu hayaller ayaklarına taş bağlanıp suya atılırsa,
"ne güzel hınç aldım" mı diyeceksin?
            Biz bunları konuşurken, Tuncay ve Balbay, arkadaşlık ve direniş tarihine geçen en içten sözleri birbirlerine bırakıyorlar, ODTÜ'lü gençler ısrarla ağaçları korumaya gövdelerini siper ederek devam ediyorlar, Berkin Elvan hala ölümle pençeleşiyor.

Karar senin. Bu sefer kazanmak istiyorsan, kerhen değil, aşkla oy verip şimdiden sokaklara dayanışma adına çıkman lazım... Kendin için değil, çocukların, ülken ve henüz doğmamış milyarlarca vatandaş adına yap bunu. Kanıksanmış tavırlarla kendi önüne barikat dikme! Seçim matematiğinde "en az" rakiplerin kadar zeki ol ve aynı sepette oy toplamanın önemini artık sonsuza dek anla!
       
   Olayların aynı ritimde kalacağını hiç sanma. Her şey ya daha kötüye gidecek ya da muhteşem bir güneş bizi bekliyor olacak!

20 Ağustos 2013 Salı

An interview with Bedri Baykam


Pubblicato il agosto 17, 2013
0

Bedri Baykam is a well-known Turkish artist and an intellectual mind often critical of Recep Tayyip Erdoĝan view on politics. Baykam is an appreciated neo-expressionist painter despite his art is sometimes considered too extremist and controversial. He also became very famous as a writer in 2000 when he published a book (translated as ‘the Bone’ or ‘Sex’ in English and Italian versions of the book in 2005) that predicted the events of 9/11. In 2011 he was stabbed by a Turkish religious fanatic after a press conference where Baykam criticized Erdoĝan because the prime minister ordered the demolition of a statue dedicated to the Armenian people and made by Turkish artist Mehmet Aksoy.
Image

During the protest in June 2013 I had an interview with Bedri Baykam and we talked about the Gezi Park and about AK parti and Recep Tayyip Erdoĝan political view.
-          Some Turkish artists, such as writers Orhan Pamuk and Elif Şafak and pianist Fazıl Say, justplaced an advertisement on several Turkish newspapers asking the end to the use of hate speech, are you among them? What is the position of Turkish artists about what happened and what’s still happening in Turkey?
Bedri Baykam: «No, I am not among them. This is a very fast done action on the go and many artists signed for the first time against Erdoĝan’s AK Parti. Some of Turkey’s most well known writers had unfortunately said nothing against the AKP ever. If even they finally changed their attitude than things must be going really bad! The real resistance against the AKP is the “Artists Initiative” (Sanatçılar Girişimi) created  a year and a half ago by poet Ataol Behramoğlu, actor Orhan Aydın and myself. Actually we had started the struggle even years ago but we didn’t have a group name. The group includes Turkey’s most important names such as Ferhan Şensoy, Genco Erkal, (theater directors) Rutkay Aziz, Tarık Akan, (Actors), Mehmet Güleryüz, Ekrem Kahraman, (painters) Edip Akbayram, İlhan İrem, Fazıl Say, Nejat Yavaşoğulları (musicians). Actually we had been doing several things before that like stopping the destruction of the Atatürk Cultural Center and reacting to the non secular schooling regime to which the country is being pushed to. We have organized several street actions, large scale events, concerts and speeches etc. Our slogan was “we refuse” (reddediyoruz) which meant that we refuse all the fait accomplis of AKP making ridiculous distortions in the country’s law system, secularism, fascist pressures, war-calls against Syria, police brutality etc. For us living under the AKP oppression is nothing but a life that almost doesn’t deserve to be lived! Hence all the reaction we’ve been giving for years. We also want to show the country that  they can do anything to us but they cannot scare us! For instance I was stabbed almost to my death 2 years ago by an Islamist fanatic obviously sent there by a religious sect. I was saved by a miraculous operation and I stayed two weeks in the Hospital. But as soon as I came out, I started to write and fight again. Can they hit me again? Yes, but they cannot scare us»
Image
-          I was very impressed when last year I read for the first time that Erdoĝan ordered to destroy an art monument dedicated to the Armenians made by Mehmet Aksoy. Last year I had an interview with satiric comic artist Bahadir Baruter and he told me that he’s prosecuted because of one of his satiric illustration mocking religion. What do you think about these episodes? Have you ever had difficulties with the government while exhibit your art paints, books or other things related to you as an artist? Do you think that these problems related to art could had triggered the people when they decided to go in the streets to protest?
Bedri Baykam: «Almost two year ago Erdoğan went to Van and suddenly decided that Mehmet Aksoy’s Monument of Humanity was an ignominy, a monstrous thing, that deserved to be destroyed. I had been writing about that monument long before that, praising it for the brotherhood it projected between Turks and Armenians, without getting stuck in the same disputes like was there a genocide or not. As the President of the Turkish Artists Association, (UPSD) Together with our Executive Committee we organized press conferences, panel discussions and conferences. Actually I got stabbed coming out of one of those press conferences on April 18, 2011. Actually even his Ministry of Culture tried to dissuade Erdoğan from his decision but it didn’t work! Baruter’s cartoon irritated the religious people because the Turkish democracy and freedom of speech is unfortunately not as large as France or Italy! In the past I have had my novel “the Bone” forbidden in Turkey for 8 months before it was acquitted in court. Also 4 other books I published from other authors have been forbidden also. They were all acquitted. However these were before the AKP government. I have had court cases going both ways between me and Islamists several times. The AKP started to pressure the whole secular society and attack our lifestyle. No, I cannot say that it’s just the attacks on different art forms that triggered the Gezi Park clashes. It’s much deeper and complex than that. AKP is trying to get rid of all the legacy of Mustafa Kemal Atatürk, the secular lifestyle, the freedom of speech and democracy, they just hate all that while they call their government “advanced democracy”. This is like a dark black humour of our century, what can I say? Worse than a case where let’s sat Berlusconi would preside a commission called “ethics in politics”! And the tragic thing is that till the Gezi events started, most of Europe saw them as something-like christian-democrats. So they were mostly caught by surprise. The main reason of the start of everything was that even this apolitical new generation couldn’t face to be humiliated anymore, insulted any longer. They could not keep watching Erdoğan interfering in their everyday life more and more. It came spontaneously and suddenly what we call “the Empire of Fear” died that night on the 31st of May».
 Image
-          I have the sensation that Erdoĝan turned to be much more authoritarian especially since 2011 when he had almost 50% of the support in the election. Do you think that Erdoĝan has became much more authoritarian? When this transformation did take place?
Bedri Baykam: «Well, in fact he didn’t get 50% of votes from all the voters. Many people didn’t vote and due to the 10% barrage in order to enter the Parliament a lot of people voted for parties that can be considered as opposition forces but without any representative member in the Parliament. Let’s say he got votes from 40% of the Turks. But with his recorded figure getting close to 48% he did become more sure of himself and his ego got a boost out of it, that’s for sure. Let me tell you how he became more and more authoritarian: when he first came to power in 2002-2003, he felt quite intimidated to “take over” the Republic of Turkey. That’s quite a big enterprise to operate you know! Also he had the Army, the press, the Judiciary system, The universities, the youth against him. Then one by one, he started getting rid of all his opponents, thus became stronger and stronger. The stronger he became, the pitiless he was. So as time moved forward and he managed to fulfil his operation, he became who he is now, which is the real him. In fact he had a really masterly planned storyboard and stick to it faithfully. In the beginning he used the EU as a shield against the Army. At the end of their first term in 2007 I had a book published and the name was: “the AKP express: En Route for Teheran with a European Ticket” ! I still think it was the best way to summarize the situation. Later it became obvious to everyone that he was not trying to enter Europe and most of Europe didn’t want Turkey as a full member either but they needed each other. Europe needed Turkey for the market, and the AKP needed the EU for making sure they were going to stay in power instead of risking a memorandum at best by the army. His macho- Islamist leaning voters wanted to see some real changes in the “Neo-Ottoman Turkey”! So Erdoğan talking more and more, became obviously more intolerant towards seculars, kemalists, leftists, to please his electorate. Especially after the Army was totally left aside, he started feeling totally free to do whatever he wants to do. For him democracy means that if you got the most of electoral support, the country almost belongs to you and you could do anything! He has no idea that democracy also means human rights, freedom of speech, minority rights, peace and universal brotherhood values in large, equality of all citizens no matter what sex or religion»
 Image
-          I was impressed to see a huge diversity in the people decided to take part in the protest of last summer. There were people who normally don’t care so much about politics or even people that when they normally go in the streets to protest are on opposite sides (such as Kurdish people and the most nationalist persons among CHP or MHP supporters). I first thought it was a historic sign and something very positive. What do you think about that?
Bedri Baykam: « The love of freedom and the hate of the oppressor united all the far ends and many of them felt like brothers in the Park. As you say the most different parties got so close with one another there, all fighting for their right to be respected and live like a free democratic human being no matter the divergences in their thoughts. The Park was such a unique experience for the whole world: a unique experience where people from all different social classes got together: the jobless, the CEO’s, the artists, the university students, the grandmothers, the fruit sellers, the prostitutes, the gays, the ex-army members, the high school or elementary school kids, all colours were there! There was no money, you could go and pick up the food or drink you wanted. It was a real communal life. It could only be compared maybe to the 60′s and the Hippies in the care for sharing and loving each other. The Park that it would be compared the best to would be Berkeley’s People Park, heart of the anti-Vietnam protests in the 60′s. It was something very positive of course! The real feeling about democracy, for the first time since they were born! Most of them, more than half were young kids discovering politics for the first time! Everybody thought they would stay away from it forever in play station rooms night clubs or football matches. Even the harshest football rivals like Fenerbahçe-Beşiktaş and Galatasaray became brothers in arms dancing and chanting with each other and everybody else. I am so happy I have been there! Everybody who was there, will forever stay proud of it and remember it.
Most of the protesters lived under the economic level of the Americans occupying wall street maybe. But there was one thing more important than bread in their eyes and that was freedom and honour. This is what they wanted to retrieve out of these protests. Not that their economy was any good but those other values were even greater in their eyes. It’s more comparable to people who protested in 1968. Those Gezi Park protesters had nothing against the people living in Islamist lifestyles. Strangely enough, most of the Islamist lifestyle people can not stand any other lifestyle, they are close to zero tolerance, well thank God not all of them. The 68 generation besides love-sex freedom and sharing, did everything for peace. Which made the movement universal and historical in the most beautiful sense. The new kids, they preached peace as well and were very angry to the government but they all stayed without arms, protesting peacefully. They only tried to defend themselves…»
 Image
-          What is the main reasons of the protesters in your opinion?
Bedri Baykam: «As I said previously, they were tired of having to go through each day with the same aggression coming fom the Prime Minister. Like a high school’s master teacher shouting endlessly to the students! Also they couldn’t take any longer that the founder of the Republic be insulted every day, either openly or in between the lines. Erdoğan calling Atatürk and İnönü “two drunkards” while referring to the politicians who did the laws about alcohol at the beginning of the Republic was also among the drops that made the bucket overflow. Well later they said “he didn’t mean them” but that was nonsense, it Just like the green they were really sincerely trying to protect. The government and the Municipality really didn t care anything about ecology or the Park. But they started saying “hey, it s just not about the Park, you see?”. Well of course it’ s not “just about the Park! Before the Park, AKP had already started to attack the lifestyle in Beyoglu. Many bars and Cafes started to close down because they couldn’t deal with all the new law demands, no smoke inside, no table outside etc… Also they started the Taksim renovations without asking anything to the crowds using Taksim: to us, to students, to the Taxi drivers, to the artists of the opera house etc… It s a government that has been always proud to provoke, to scare and create the “Empire of Fear”. Can you believe that hundreds of thousands of people are being tabbed and listened to? They spread the rumors that the mobile phone can record the talks even when it’s switched off and thus you have husbands and wives who switch off their phone and go place it under theit bed and come to the kitchen to still.. WHİSPER. to each other to be able to criticize the government! Can you believe that!? Worse than being in the opposition during Stalin or comparable to! You treat people like trash for years and you get surprised when they remember they were in fact human beings with as much rights as Mr Erdoğan! Can you believe that right now supposedly the government’s prosecutors are busy looking for “outsider” triggering points to the clashes just because the whole world has sent solidarity messages to the Park’s protesters?? They still could not get the messages! Or maybe this  is how they want to look! Also the Prime Minister kept sending threats even after the protests: “I am having trouble keeping my 50% in their homes” he said in a defiant tone making overt threats. Than couple days later he made his own rally while there were all his equipped police with gas and water tanks blocking the ways to Taksim. And he asked funnily enough to his crowd:” Hey, Istanbul are we all united, are we all here?” It’s like a bad taste joke. No other leader since WWII has ever divided his country in two rival poles like that, that s unheard of.»
-          In EU media presented the situation as a clash between secular people and religious people, is the situation just like that or is there something more?
Bedri Baykam: «No, we cannot summarize it like that. It s freedom seeking people against oppressors or islamo- fascists, not religious people. We have nothing against religious people. It’s people who want to make the best use of power for themselves against democratic people. Provoked by Erdoğan, many islamist people see it as their rights to insult us in Twitter or Facebook. For instance he has been telling for days and days that protesters drank beer in the Dolmabahçe mosk without any proofs!! Just the same way Erdoğan keeps insulting the CHP with all its people history and “roots”… İt’ s the regular clash between secular and islamists but this time officialized by the Government siding itself with the İslamists. And let me remind you that officially this country is fully secular and you don t have the right to introduce ANY religion into politics according to the Constitution and and the political Parties laws and legislations. After the Constitutional changes’ referendum done in 2010, the Judiciary system is not independent any longer and depends on the Ministery of Justice and hence Erdoğan himself. Can you believe that the EU kept applauding this so-called reform canceling totally the checks and balances in the country’s regime? Nobody with the right mind can explain that!»
-          EU condemned what happened in Turkey but Angela Merkel was particularly violent in attacking Turkish government. Do you appreciate this kind of reactions from EU?
Bedri Baykam: «As I said in the previous question, the EU kept doing all the wrong things concerning the relations of Turkey and the EU. The persons who have been in charge of Turkey’s case like Arie Oostlander and Claudia Roth who kept applauding all the erasings of the Atatürk period from Turkey thinking that it would be good for democracy. It was so ridiculous to follow for anybody who knew what was going on in the country. The misunderstanding of Atatürk has been one of the biggest problems of the EU politicians and the european press. But on the other hand what can we say? Some people in Europe think that Erdoğan “democraticized Turkey”. İf they are so unable to follow Erdoğan while his times are being broadcast live every day, how do you expect them to know the times of Atatürk besides AKP or second republican collaborator journalists’ interpretations? I can understand Merkel’s behavior but this is not a solution. What she’s saying is accepting the presentation of AKP. They must force the real democraticization of Turkey and accept that so far the EU has done an extremely bad job in seeing whether Turkey’s democratic standards were being put aside or back during the AKP reign! They must push Turkey towards real universal and European standards of democracy»

“BALYOZ” HAKKINDA ASKERLERİMİZİN DÜŞÜNDÜKLERİ / Bedri Baykam / 20 Ağustos 2013 tarihli Cumhuriyet makalesi..



           Geçtiğimiz hafta Türkiye’de yürek burkan anlamsız sahneler yaşandı. PKK, 1984’de ilk Türk askerini öldüren PKK’lının posterini Apo’nunkiyle beraber İstanbul’da Sultangazi’de asıp ayrıca Güneydoğu’da da kutlayarak aklı sıra bir gövde gösterisi yaptı. Dünyada görülmemiş seviyesizlikteki bu provokasyona karşı AKP Hükümeti hiç tepki vermedi. Tabii ki “Çapulcu”lara reva görülen dayak, TOMA, biber gazı, kurşundan söz etmiyorum. Bir basın toplantısı ile had bildirme bile yapılmadı. Bu sessiz onayın, hiç bir şekilde barış değil, daha çok kavga ve karşılıklı kin taşıyacağını görememek için insanın aklını yitirmiş olması lazım. Dolayısıyla herhalde “açılım” dedikleri bu olamaz!
          Peki bu içler acısı rezaletin bizi korumak için vücudunu siper etmiş, gözünü, bacağını kaybetmiş gazi askerlerimizde, şehit ailelerinde nasıl bir tepki doğurduğunu tahmin edebileniniz var mı? Ya da mesela sayısız madalya kazanmış, canı pahasına ülkesini savunmuş ve şu anda Yargıtay’ın kararını bekleyen, hiç bir zaman “suç”larının ne olduğunu anlayamayan Balyoz davası mağduru askerlerimizin psikolojisini hissedebilen bulunuyor mu aranızda? 
           “Balyoz” ve “Ergenekon” davalarının birçok ortak noktası var. Her ikisinde de suçlananlar konuyu bile anlayamıyorlar. Her iki grup için de sunulan delillerin mantıksızlığı, sahteliği, çok farklı yollardan kanıtlanmış durumda. Ve her iki davanın mağduru olan isimler ve aileleri dünyada eşi görülmemiş bir acıyı paylaşarak yaşıyorlar. Yargıtay kararı beklenirken, Balyoz’dan hüküm giymesi istenen değerli  askerlerimizin tüm bu süreçte bana ilettikleri seslerini bu vesileyle sizlere duyurmak istedim; “ Balyoz tertibi ile vatanında esir tutulan askerler” imzası ile gelen bu metinler arasında, yaşanan akıl almaz haksızlıkları hatırlatan cümleler:
- Telefonların hukuksuz olarak dinlenmesi
- Gizli kamera kayıtlarının siyasi şantaj malzemesi olarak kullanılması
- İnternet dahil her türlü iletişimin kanuna aykırı maksatlarla izlenmesi
- Her türlü dijital veri ile ses ve görüntü kayıtları üzerinde maksatlarına uygun manipülasyonlar yapılarak insanların karalanması
- İsimsiz ihbar mektupları veya elektronik postalar ile yapılan suçlamalara itibar edilerek, kaynağı ve maddi delil olup olmadığı dahi araştırılmadan kanuni işlem yapılması
- Bilgisayarlara virüslerle veya başka bilişim teknolojileriyle maksatlı olarak bulaştırılan dijital dosyaların suç delili olarak kullanılması
- Arama öncesinde veya sırasında yerleştirilen yasadışı malzeme veya sözde delillerle iftira atılması
- Size ait olmayan bir yerde veya kişide bulunan bir bilgi depolama biriminde isminiz yazılı olduğu için üzerinize suç atılması
- Kanuna aykırı olmasına rağmen bazı mahkemelerce bu gayri hukuki malzemelere delil muamelesi yapılarak, adil yargılanma hakkının gasp edilmesi
- Bilimin inkar edildiği, kanunların alenen çiğnendiği yargılama süreçleriyle, masum insanların yaşamlarını ipotek altına alan ağır hapis cezalarına çarptırılması sadece bunlara maruz kalanları değil, tüm toplumu korku içinde yaşamaya mahkum etmiştir.”

İkinci bir metinde ise aynı askerler ülkemizde sanatçıların, bilim insanlarının uğradığı fiili kişisel ve sanatsal kimliklerine yönelik saldırıları sıraladıktan sonra soruyorlar:“Şimdi ‘İyi de bunun, bütün bunların Balyoz’la ya da askerlerle alakası ne?’ diye düşünenler olabilir. Türkiye’de son yıllarda yer alan komplo davalarının sanıklarını gözünüzün önüne getirin lütfen. O zaman göreceksiniz ki benzer komplolarla sadece biz askerler değil, yazdığı, çizdiği, oynadığı, söylediği eserleriyle toplumu uyandıran ya da uyutanları rahatsız eden sanatçılar, Türkiye’nin çağı yakalayabilmesi için gecesini gündüzüne katan bilim adamları, her türlü baskıya rağmen gerçekleri yazmaktan çekinmeyen gazeteciler, haklarını arayan öğrenciler, doğruyu savunan avukatlar, kızlarımız okusun diye ömürlerini vakfeden sivil toplum örgütü mensupları, kısacası çağdaş bir toplum için çalışan birçok aydınımız hedef seçilmiştir.
Bu komplolarla bir yandan ordumuz yıpratılırken diğer yandan da aydınlarımız sindirilmekte ve halkımız türlü yöntemlerle kandırılarak, cennet vatanımız sözde ‘bahar’ların kirli bataklıkların sürüklenmektedir.” Bu arada size 17-7-2013 tarihli Aydınlık’tan bir başlık hatırlatayım: “Balyoz davasına bakan İstanbul 10. Ağır Ceza Mahkemesi’nin gerekçeli kararında Taraf yazarı Mehmet Baransu’nun köşe yazısından alıntılar yapıldığı tespit edildi (Virgülüne kadar aynı)”. Yoruma gerek yok.


15 Ağustos 2013 Perşembe

UPSD'DEN, KUTLUĞ ATAMAN'IN “CADI AVI” ÇAĞRISINA YANIT

Sayı:2013/117


UPSD'DEN, KUTLUĞ ATAMAN'IN “CADI AVI” ÇAĞRISINA YANIT

“Sanatçı ve yönetmen” Kutluğ Ataman’ın 13 Ağustos 2013 Salı günü, Star gazetesinde yayınlanan röportajında dile getirdikleri maalesef dünyanın hiçbir ülkesinde kabul edilemeyecek düzeysizliktedir ve acı bir kimlik kaybının ifadesidir.
Doğayı, demokrasiyi, ifade özgürlüğünü ve laikliği, bütün sanatçılar canı pahasına savunmaya mecbur değildir. Sanat ortamında her insanın, özveri vasıfları, ego kontrolü ve politik bilinç düzeyi aynı noktada olmayabilir. Maalesef yaşanan her türlü haksızlığa karşı sesi daha cılız çıkan veya hiç çıkmayan ürkek ve iktidar bağımlısı sanatçılar, karikatüristler, yazar ve gazeteciler her zaman görülmüştür. Ama kalkıp iktidara yaranma sarhoşluğu içinde hükümeti, Gezi’de tepki veren binlerce sanatçı yazar ve yaratıcı insana karşı tahrik eden ve bu sanatçılar aleyhine yasal işlem ve kampanya çağrısı yapma vasıfsızlığını gösteren başka bir isim, en azından bu topraklarda görülmemiştir:
 “Son iki yıldır sürekli uyarıyoruz. ‘Sanat camiası içindeki Ergenekon uzantılarına artık uyanın’ diye. (...) Hükümete de kızgınım bu yüzden, çünkü yıllarca bunun araştırılmasını istedik. Sadece askerler mi? Ergenekon’un sivil uzantıları var. Sanat ve kültür dünyasında yok mu? Sol olduklarını iddia eden, sol pozisyonu gasp etmiş, sol ideallerle uzaktan yakından alakası olmayan, üstüne üstlük sanatla da uzaktan yakından alakası olmayan, bir şekilde sanatçı sayılmış, Cumhuriyet müsameresinde sanatçı rolünü oynayagelmiş karanlık” (...)“Bence Beyaz Türkler düpedüz konsantrasyon kampı kurmaya hazırlanıyor. Bu da beni ürkütüyor”şeklindeki ifadeler hiçbir şekilde ne kabul görebilir ne de affedilebilir. Ataman’ı, meslektaşlarına karşı yaptığı bu linç çağrısının zavallılığı ile baş başa bırakıyoruz. Sanat ortamının, dünya kültür tarihine arka kapısından giren ve meslektaşlarına karşı ilkel bir “cadı avı” çağrısı yapan Ataman’ın bu acınası tavrını hiçbir aşamada, hiçbir gerekçeyle mazur görmesi mümkün değildir.


UNESCO AIAP TÜRKİYE ULUSAL KOMİTESİ
ULUSLARARASI PLASTİK SANATLAR DERNEĞİ
Bedri Baykam
Başkan

Yönetim Kurulu
Bahri Genç
Tijen Şikar
Turan Büyükkahraman
Murat Havan
Nebahat Karyağdı
Ekin Onat Von Merhart


Piramid Sanat | Hale Arpacioglu - 'Manyetik Siirler' | 11 Eylul-13 Ekim 2013‏‏ / Piramid Sanat | Hale Arpacioglu - 'Magnetic Poems' | September 11-October 13, 2013‏


PİRAMİD SANAT

Hale Arpacıoğlu

MANYETİK ŞİİRLER

11 Eylül – 13 Ekim 2013

Hale Arpacıoğlu’nun uzun süren sessizliği 11 Eylül’de sona eriyor!

“Yaşamın kadınsı yönlerinin keşfi ve ifadesi, sanatımın çekirdeğini oluşturur. Evrensel karşıtların sonsuz oyunu, seyirciyi yeni bir hissetme ve görme yoluna davet eden mecazlar, ironi, renk ve şiirsel formların kullanımı yoluyla ifade ediliyor. Yaratıcısı ve seyircisi olarak, bu estetik deneyime ‘Şiirsel Felsefe'nin Görsel Sanatı’ diyorum.” H.A.
Bedri Baykam'ın küratörlüğünü üstlendiği, Hale Arpacıoğlu’nun “Manyetik Şiirler” başlıklı sergisi 11 Eylül’de Piramid Sanat’ta sizlerle buluşuyor.
Eserlerinde mitoloji, ontoloji, Doğu felsefesi, derinlik psikolojisi, metafizik ve tasavvuf gibi kavramları inceleyen Arpacıoğlu, 10 yıl süren içsel keşif yolculuğundan sonra, yepyeni ve zengin imgelerle yüklü eserleriyle sanat dünyasına dönüyor.
Manyetik Şiirler, 13 Ekim 2013 tarihine kadar Piramid Sanat’ta izlenebilir.
Açılış : 11 Eylül 2013, Çarşamba
Saat : 18:00-21:00
Yer : Piramid Sanat (Feridiye Cad. No:23 Taksim / İstanbul)
Tel : 0212 297 31 15-20-21

PİRAMİD SANAT

Hale Arpacıoğlu

MAGNETIC POEMS

September 11 - October 13, 2013

“Exploration and expression of the feminine aspects of Life is at the core of my art. The eternal play of the universal opposites is expressed through the use of metaphors, irony, color and poetic forms open to multiple interpretations that invite the onlooker to a new way of feeling and seeing. I call this aesthetical experience as its creator and onlooker, Visual Art of Poetic Philosophy” H.A.
The vernissage of Hale Arpacıoğlu's exhibition, Magnetic Poems, curated by Bedri Baykam, is going to be held at Piramid Sanat on September 11.
Following a ten year long inner discovery voyage, Hale Arpacıoğlu who has been studying mythology, ontology, eastern philosophy, depth psychology (Jungian), metaphysics is coming back into the Turkish art scene with new works full of rich images.
You can visit Magnetic Poems between the 11th of September and the 13th of October, 2013.
Opening : September 11, 2013, Wednesday  / 6-9 pm
Location : Piramid Sanat (Feridiye Cad. No:23 Taksim / İstanbul)
Tel : +90 (212) 297 31 20-21



13 Ağustos 2013 Salı

SİZE KONUŞUYORUM: ARTIK AKLINIZI BAŞINIZA ALACAK MISINIZ? / Bedri Baykam / 13 Ağustos 2013 tarihli Cumhuriyet makalesi..



             Benden, sonsuza dek AKP'nin size, bana veya tencere çalan vatandaşlara göre neyi yanlış yaptığının dökümünü dinleyeceğinizi sanmayın. Veya neden artık bu yaşananların bizler için kabul edilemez hukuk dışı uygulamalar olduğunu anlatarak size "deşarj olma fırsatı" sağlayacağımı düşünmeyin. Daha da ileri gideceğim: AKP'ye karşı bağırıp çağırmanın da yeterli olduğuna inancım sıfır. Neye şaşıyorsunuz ki? Onlar inandıkları yolda yürüyorlar. Sizin gibi demokrasiye, laikliğe, özgürlüğe, Atatürkçülük’e inanmaya mecbur değiller ve siz bunu hala öyle sanıyorsanız, sorun onlarda değil, sizde! Zaten benim derdim sizinle: Artık aklınızı başınıza alacak mısınız?
            AKP, seçmenleri veya onu destekleyen yan örgütler, vakıflar, öğrenciler, "7/24/365" çalışıp partiye güç akıtma yarışına giriyorlar. Metodik, sistematik ve üstelik son derece rasyonel bir düşünce yapısına sahipler. Bir seçim biter bitmez, bir sonrakine hazırlanmaya başlıyorlar. Partileri büyük hatalar yaptığında da ister laf kalabalığı, ister Twitter Ali Cengizliği, ister demagojiyle, her cephede savunmaya devam ediyorlar. İlkokul düzeyinde, gerekli matematik bilgileri güçlü olduğundan "seçim kazanmak için aynı sepette daha fazla oy toplamak" gerektiğini biliyorlar. Eh, bu demokrasi maçı da sandıkta oynandığı için, her defasında maçı kazanıp gidiyorlar! Size de hep şaşırmak, kabullenememek düşüyor! Size konuşuyorum: Artık aklınızı başınıza alacak mısınız?
             "Siz" derken kimi mi kastediyorum? Sizi! Yani küçük küçük muhalif partilerde çalışıp, bunlar aracılığıyla kendisine sıfatlar yaratıp ego tatmin edenleri, somut seçim alternatifi gösteremeden CHP'yi neden beğenmediğini durmadan anlatıp, onun adaylarını, başkanını veya örgütünü çekiştirenleri, tarafsız olduğunu ve parti işaret etmek zorunda olmadıklarını böbürlenerek söyleyen tüm sivil toplum kuruluşlarını, parti tabanıyla en uyumsuz adayları seçip ardından "
İşte peşinde koşacağınız adam ahanda budur!" diye örgütü çileden çıkaran başkanları, Gezi'de muhalefetin en yiğidini, en özverilisini yaparken, şimdi "Bana göre parti yok, al birini vur ötekine" diye homurdanıp çaresizliği ve çözümsüzlüğü destekleyen vücudu taze, beyni yorgun gençlerimizi, "Ben sosyalistim, neden gidip bir sosyal demokrat partiye destek olacakmışım ki" diye yaygara koparan iyi niyetli aydınları, tarafsız demokrat görünme adına ortada oynayan köşe yazarlarını, "Bu adamlarla, bu seçim yasasıyla bir şey değişmez, ben oy vermiyorum" diyen sorumsuzları, "Bunların hepsi düzen partisi, yesinler birbirini" deme lüksleri hala var sanan Ege sahili ve Ankara sokaklarının büyük filozoflarını ve hepsinden önemlisi SİZİ KASTEDİYORUM:  Bu kez o ünlü zaptedilemez "intihar sendromu"ndan çıkacak mısınız? Seçim gecesi kabuslarını tekrar ve daha beter şekilde yaşamamak için, siz de artık AKP'nin tek fiili gerçek rakibi olan Ana Muhalefet Partisi için 7/24/365 çalışacak mısınız? Kapı kapı gezip oy isteyecek misiniz?
                Yoksa "
Aaa, deli midir nedir bu Bedri Baykam, bana ne CHP'den, üstelik burası parti propaganda yeri değil" ekolünden mi gideceksiniz? Kimse sizden CHP'li olmanızı beklemiyor. Konu muhalefet oylarını tek sepette birleştirerek iktidar olup, barajı düşürüp, çok sesli, çok renkli, belki 15 partili özgür bir parlamentoya, demokrat bir ülkeye kavuşmak ve daha da önemlisi, tamamen yok edilmekten kurtulmak!
                Yoksa siz hala
 "Hele bir adayları görelim, benim oyum pahalıdır, kerhen oy vermekten bıktım"diyenlerden misiniz? O zaman hiç çekinmeden söyleyeyim: Kalkıp kimseye AKP hükümetinin "ters marifetlerinden", sansüründen, hukuk düşmanlığından, Silivri zulmünden, şundan bundan söz etmeye kalkmayın. "Ben o partinin gizli destekçisiyim, parklarda, meydanlarda aleyhine naralar atar, seçim yolunda oyumu yok ederek ona hizmet ederim. Adım Hıdır, elimden gelen budur" deyin ve bari susun.
             Yoksa, bunları yapmayıp "
Balbay'ın oğlunun feryatlarını duydun mu?" veya "Emine Ülker Tarhan hakkında bile fezleke çıkarmışlar, inanamıyorum" veya  "Rütbeleri sökülecekmiş, babalık hakları ellerinden alınacakmış" filan diye ortalığı ateşe vermeyin, gülünç oluyorsunuz. "Ben çözümsüzlüğün bir parçasıyım. Muhalefet...MİŞ gibi yapıp herkese oyun oynarım" deyin ve köşenize çekilin, gölge etmeyin. Bu cümleler size uymuyor ve mantıklı demokratlardan iseniz de, üzerinize alınmayın bu yazıyı. Kesip cebinize koyun veya internete girip dağıtın ve artık tek çıkış yolu için her gün çalışan yurtseverlerden biri olun... Bir de lütfen hayatınızı karartanlardan hiç olmazsa bu "demokratik" dersi almış duyarlı vatandaş olarak çalışın, çalışın, çalışın!!! Çünkü bu maçı alacağız, başka yolu yok!


6 Ağustos 2013 Salı

SİLİVRİ'DE "ALLA TURCA BAĞIMSIZ YARGI" / Bedri Baykam / 6 Ağustos 2013 tarihli Cumhuriyet makalesi..



          Silivri'de dün hukuk adına yaşananlar, Türkiye'nin, hatta dünyanın tarihine arka sayfasından girecek büyük bir dramdı. Bu ağır senaryonun en kabul edilemez kapanış safhasında, bu duruma öyle bir hafif komedi eklendi ki, o "kurşun gibi ağır" havanın ortasında, bin bir engel, barikat ve bürokratik çelmeyi aşmış gazeteci, milletvekili ve avukat grubu, alkışlar arasında "bravo"ları saydırarak gülmekten kendilerini alamadılar! Silahı, itirafı, hatıra fotoğrafı, video kaydı, elle tutulur kanıtı, hiçbir şeyi olmayan bu çook büyüüük davada bir suç bulabilmek  gerekiyordu. Bu kapsamda Ergenekon'a eklemlenmeye çalışılan "Danıştay Cinayeti"nin ana iki faili Alpaslan Aslan ve Osman Yıldırım’dan, Aslan iki kere ağırlaştırılmış müebbet alırken, Yıldırım Cumhuriyet’in bombalanması ve Danıştay gibi taşıdığı iki koca kamburdan beraat etti ve “minör" suçlarla dosyası alelacele kapatıldı! Hakimin sözlerine inanamadım. Kararları okumaya, yangından mal kaçırır gibi anlaşılması imkansız bir hmmlama dizisi eşliğinde jet gibi başlayan Hakim grubu, bu akıl almaz finalle kapadı günü!
           Olan bitenleri detaylı bilmeyen insanlar zannederler ki, bu vahşi cinayeti işleyenler, ya gençliklerinde CHP veya İP’te yer almışlar, ya da bu partiler veya Atatürkçü dernekler tarafından finanse edilmişler... Ne gezer? Danıştay’ın saygın üyesini yok edişin arka planında, malum gazetenin hedef göstermesi, cinci hoca takımlarıyla üfürük temasları, okunduğu için tetiği çektikten sonra görünmez olacağına inanan bir Aslan ve laik Türkiye aleyhine işlendiği her aşamada itiraflar olan bir cinayet! Ve tüm avukatların "insan içine çıkamaz" hale getirdikleri iddialarla en alakasız, gerçekötesi varsayım ve "yaratım"larla Ergenekon tertibine bağlanan bu ölüm, dün de ülkenin en saygın Atatürkçü gazeteci, siyasi ve askerlerini vurmayı başardı.
Dün duruşmadan önce Balbay, Mustafa Mutlu'nun "her yer gelincik tarlası gibi, herkes sizinle" sözlerine yanıt verirken "buluşmamızı engellemeye çalıştılar ama başaramadılar. Yine beraberiz. Hiçbirimiz hepimizden güçlü değiliz" diye yanıtladı. Herhalde üzerine daha çok konuşacağımız bu acı dolu günün dışında, bir ek yorum yapmam lazım: Hiç kimse gücenmesin ama, soruyorum, Türkiye neden bu hallere düştü? Durup dururken mi? Yoksa 12 Eylül sonrası, önce Ecevit, ardından Baykal-Karayalçın yüzünden birleşmeyen siyasileri yüzünden mi? Solu alternatif olmaktan çıkarıp, siyasetin eksenini 40 puan sağa kaydıran sorumsuzlar yüzünden mi?
Ama geçmişi suçlayarak da kurtulamıyoruz bu tıkanık durumdan! Peki şimdi içine düşürüldüğümüz bu derin çukurdayken işte önümüzde üç seçim duruyor. Soruyorum, peki geçmiş hatalardan ders alıp, "ben o partiyi sevmem, ben CHP’ye ölsem oy vermem, ben sosyalistlerle küçük partilerle işbirliği yapmam, bana layık parti yok, ben başkayım, en iyi ideoloji bizde, gerisi gitsin öte" demeye devam edecek misiniz? Yoksa haksız yere müebbete mahkum edilmiş Özkanların, Perinçeklerin ve gazetecilik kariyeri söndürülmeye çalışılan Balbayların hatırına artık bu deli saçması ayrılıkçılığa son verecek misiniz?
Demokrasi kelimesi, Türkiye’de artık yalnız AKP’nin “ileri demokrasi” komedyası için ağza alınabilen anlamsız bir kelime. Onun dışında hiçbir şey ifade etmiyor. “Vatandaş muhbir kutuları”, Hükümetin en son Zihni Sinir Projesi. Yani uzun lafın kısası Ergenekon ve Balyoz’dan yakın tanıdığımız “prefabrike”, sanal-hormonlu üretim ve kılıfı bile uydurulmamış sözde kanıtlar, bu sefer ister mahallenin delisi, ister kıskanan komşu hiç farketmez, malum odaklar tarafından her an devreye sokulabilecek.  İşte gerçek bağımsız yargı budur artık, 21. yüzyılın “Allaturka” yargısı: Hukuktan, vicdandan, mantıktan, akıldan “bağımsız”, kendi başına buyruk bir yargı türevi! Kim demiş evrim yok diye? Mesela dün Silivri’de yaşanan “yakınların ve izleyicilerin alınmadığı karar duruşması” skandalı devreye sokulurken bu “ucube” skandalı açıklamak İstanbul Valisi’ne düştü. Bu açıklamanın ertesi gününde de “İleri demokrasi” bu sefer Silivri duruşması için kendisine “tehlike” olarak algıladığı, İşçi Partisi, Aydınlık ve Ulusal Kanal’a, TGB'ye baskınlar düzenleyip, keyfi gözaltılar gerçekleştirdi. Bundan daha pratik ve hızlı spontan kararlar alarak ilerleyen bir bağımsız yargı ve iktidar işbirliği  duydunuz mu? Her gün kanunları ilerlerken gereksinim oldukça değiştiren,  o anda yoktan var eden başka ülke var mı dünyada?
Bu ağır sonuç, bize yalnız büyük mücadelenin en yoğun şekilde bugünden itibaren tekrar başladığını işaret ediyor, başka şeyi değil.

Yazılı medyada yazarın izni olmadan yayınlanamaz..

2 Ağustos 2013 Cuma

SANATÇI VE YAZAR BEDRİ BAYKAM’DAN DER SPİEGEL’İN TÜRKİYE ÖZEL SAYISI (24.06.2013) ÜSTÜNE AÇIK CEVAP

SANATÇI VE YAZAR BEDRİ BAYKAM’DAN
DER SPİEGEL’İN TÜRKİYE ÖZEL SAYISI (24.06.2013) ÜSTÜNE AÇIK CEVAP

TÜRKLER DE EN AZ AVRUPALILAR KADAR DEMOKRASİ VE ÖZGÜRLÜĞÜ HAK EDİYOR!”

Mr. Steinworth’e şu cevabı vermek zorundayım: Eğer Margaret Thatcher Sovyet Rusya’ya Komünizm’i getirdiyse (!), o zaman belki Erdoğan da Türkiye’ye demokrasiyi getirmiştir!”
  
           Gezi Parkı direnişi başladığından beri, Avrupa hatta tüm dünya oldukça şaşırmış görünüyordu! Politikacıların ve basının büyük bir kısmı, Tayyip Erdoğan’ı güçlü yerel bir lider olarak görmeyi seçmişti ve AKP’nin muhafazakar Hristiyan demokratlara benzer şekilde, Türkiye Cumhuriyeti’nin problemli olan bölgeleriyle katalizör görevi göreceğini zannediyorlardı. O zaman bu aniden gelişen çatışmaların, vahşi ve acımasız polis saldırılarının, Mayıs sonundan itibaren tüm yurda yayılarak bütün sokakların dolup taşmasını sağlayan direnişin nedeni neydi?
Daniel Steinworth, Spiegel için kaleme aldığı yazıda, Türkiye’nin Erdoğan’ın “demir yumruğu” altında kaldığı son dönemde yaşanan bu kargaşayı analiz etti. Yakından tanıdığım bir yazar olarak, Steinworth’un bu yazıda genel olarak iyi bir iş çıkardığını söyleyebilirim. Ama öte yandan sözlerine birkaç ciddi eleştiri getirip, bazı tamamlayıcı ek yorumlar yapmak istiyorum.
İlk olarak çok sorunlu bir paragrafa göz atalım: “Erdoğan’ın başarısı nerdeyse herkes tarafından kabul edilmiş durumda. Atatürk reformlarıyla birlikte Türkiye’yi modernleştirdiyse, Erdoğan da onu saygı duyulan yerel bir güç haline çevirdi. Atatürk ülkeye laikliği getiren lider olarak biliniyorsa, Erdoğan da demokratikleşmesini sağladı. Onun hiçbir seçim zaferinde yabancı gözlemciler, seçimlerdeki gücü ve başarısı hakkında şüpheye yer verecek bir söylemde bulunmadı.”
Batı medyasının genel bakışını ve bu hatalı düşünce sistemindeki güç yapısını doğru şekilde yansıtmasına rağmen Steinworth’un varsayımlarını daha başlangıcından reddetmem gerektiği için üzgünüm. “Hiçbir yabancı gözlemci seçimlerdeki gücü ve başarısı hakkında şüpheye yer verecek bir söylemde bulunmadı” diyen varsa, bu sadece onların Türkiye’yi ne kadar yanlış izlediklerini ve nasıl yüzeysel analizlerde bulunduklarını kanıtlar! Bu yalnızca kendi açık yetersizliklerinin itirafıdır! Mr. Steinworth’e şu cevabı vermek zorundayım: Eğer Margaret Thatcher Sovyet Rusya’ya Komünizm’i getirdiyse (!), o zaman belki Erdoğan da Türkiye’ye demokrasiyi getirmiştir! Kendi basılı medya ve televizyonlarında yayınlanan röportajlarımı takip eden Almanlar, son birkaç yıl hakkındaki düşüncelerimi gayet iyi biliyorlardır. Erdoğan, tam tersine, güce kavuşur kavuşmaz Türkiye’deki demokratik kurumların hepsini yavaş yavaş yok ederek laiklikten kurtulmak için elinden gelen her şeyi yapmaya başladı.
Herkesin şunu bilmesi gerekiyor ki, laiklik olmadan demokrasi olamaz. Tüm bunlara ek olarak, Erdoğan kendi iktidarına muhalif olan bütün demokratik kurumlara saldırdı. Bunlar yaşanırken merkez medya tamamıyla onun tehditleri altında ve kendi kendilerince inanılmaz hüzün verici bir oto-sansür uyguluyorlar. Bu durumun demokrasi için ne kadar büyük bir tehdit oluşturduğunu bize tarih gösterecek. Ayrıca muhtemelen (!) bir takım gizli telefon görüşmeleri ve toplantılardan sonra Türk basını en önemli yazar ve yorumcularını kovmak zorunda kaldı. Örneğin, Emin Çölaşan ve Bekir Coşkun Hürriyet’ten kovulurken, Doğan Medya da Ruhat Mengi ve Uğur Dündar’a artık katkılarına gerek kalmadığını bildirdiler.
Yakın zamana kadar demokrasinin temel prensiplerinin hiçbir şekilde sekteye uğramadığının garantörü olan bir zamanların “kahraman” Türk Ordusu, artık apoleti sökülerek bu sorumluluğundan uzaklaştırıldı. Her halükarda Batı bu durumu asla anlayamaz, çünkü kendisi hiçbir şekilde böyle bir karşılaştırmayı yapabilecek sisteme sahip değil. Şu anda komutanların neredeyse yarısı, hükümete karşı sözde bir darbe girişiminden suçlanarak hapse atılmış durumda (Ergenekon ve Balyoz Davaları). Ve ilginçtir ki bu iddiaları kanıtlayacak hiçbir delil yok ellerinde. Türk hukuk sistemiyle, diyelim ki Amerikan sistemi arasındaki fark -her ne kadar kanunlar çok farklı yazılmamış olsa da- ülkemizde şüphelinin masumiyeti kanıtlanıncaya kadar suçlu muamelesi görmesidir.
Av. Zeynep Küçük’ün Ergenekon Davası’ndaki son savunması, doğru ve mantıklı bir düşünce yapısı taşıyan herhangi bir insanın, cezaevindeki aydınlara yönelik suçlamaların gerçeklerle bağlantılarını kabul etmesini imkansız hale getirdi. Umarım Alman bir savcı bu savunmayı kendi diline çevirir ve Mustafa Balbay, Tuncay Özkan, Mehmet Haberal ve Doğu Perinçek gibi ülkemizin en önemli politikacı, yazar, gazeteci ve akademisyenlerinin bu Kafkavari davaya dahil edilerek, 5 yıldır hapiste neler yaşamaya mecbur bırakıldıklarını kendi gözleriyle görür.
Erdoğan’ı protesto eden üniversite rektörleri, hapse atılarak veya sadece yerlerine muhafazakar veya açıkça İslamcı birileri yerleştirilerek koltuklarından ediliyorlar. Gezi Parkı olaylarının çok öncesinde de protestolarda bulunan üniversite gençliği ağır polis vahşetine ve tutuklanmalara maruz kalmıştı. Örneğin Ferhat Tüzer ve Berna Yılmaz sadece “Özgür eğitim istiyoruz ve alacağız!” yazılı bir pankart açtıkları için 8,5 yıla mahkum edildiler.
Türk yargı sistemi artık hükümete karşı bağımsızlığını tamamen yitirdi ve direkt olarak Adalet Bakanlığı’na, yani dolayısıyla Erdoğan’a bağlandı. Bunun sonucunda neredeyse hükümetin tüm kararları onaylanıyor ve muhalefetin, anayasaya aykırı şekilde çıkarılmak istenilen yasalar için yaptığı tüm itirazlar reddediliyor.
Ulusun demokratik değerlerinin taşıyıcı dayanakları artık tamamen şu anki rejimin kontrolü ve insafına kalmış durumda. Politik çağrışımlar uyandıran davalardan kamuoyuna öncelikle hükümetin bahsettiği bilinen bir gerçek ve tesadüfe bakın ki, Cumhuriyet’in savcıları da ondan sonra hemen bu davaları açıveriyor.
İlk olarak “doğru kaynaklardan” haber alan (!) ve hükümetin işbirlikçisi olan yandaş basın zemin hazırlıyor ve psikolojik baskılar kuruluyor, ondan sonra operasyon için yeşil ışık yanıyor. Ve sonuç olarak Türkiye’de şu anda 123’ü tutuksuz, 65’i tutuklu gazetecimiz yargılanıyor (CHP raporu). Bugün AKP, dünyada en çok gazetecisi hapiste olan bir ülkede iktidar olduğu için gurur duyabilir.
Bakanlar oldukça mutlu bir şekilde “onlar gazeteci değil, terörist” iddiasında bulunuyor! Ama nasıl oluyorsa, hiçbir somut delil ortaya koyamıyorlar ve de aksi gibi, hapiste olan gazetecilerin hepsi halk tarafından güvenilirliği olan ve iyi bilinen isimler. Bir diğer, mesela TÜSİAD, daha fazla demokrasi ve laik eğitim sistemi isteğini dile getirdiği için hükümetin üstü kapalı veya direkt tehditlerine maruz kalıyor. Üstelik TÜSİAD, demokrasinin temel prensiplerinden olan isteklerini sıklıkla dile getirdiği için ya çok ağır yanıtlar alıyor ya da üyeleri astronomik mali cezalarla karşı karşıya kalabiliyor.
Laik, demokratik ve Kemalist STK’nın büyük çoğunluğu, 2007 yılında organize ettikleri olağanüstü başarılı protesto gösterilerinin ardından devletin türlü tehdit ve denetimleri altına girdi. Türkiye’yi “demokratikleştiren” bir liderle asla karşı karşıya olmadığımızı ispatlayacak bunun gibi sayısız örnek vermeye devam edebilirim!
Eğer Steinworth Türkiye genelindeki ve üniversitelerdeki türban açılımı ile İslamcı kesimin yaşam tarzına Erdoğan’ın verdiği açık desteği referans gösteriyorsa, evet, -demokrasi kavramının bu çok dar tanımlaması çerçevesinde- başarılı oldu diyebiliriz. Ama bu açıdan baksak bile Erdoğan asla bir demokrat olamadı, çünkü çağdaş ve İslamcı olmayan yaşam tarzını benimseyen diğer vatandaşlarının haklarını kabul etmedi. Kazandığı seçimlerden sonra yaptığı her “balkon” konuşmasında “sadece kendine oy verenlerin değil, tüm Türkiye’nin başbakanı olacağı” doğrultusunda demeçler vermesine rağmen, kendine oy vermeyenleri her zaman yaşam tarzı seçimlerinden dolayı aşağılamayı tercih etti.
Buradan, bütün dünyanın gündemine oturan Gezi Direnişi’ne atlıyoruz. Erdoğan da, sıklıkla belirttiği bu konuda kesinlikle haklı: Bu olaylar sadece bir park veya doğa koruma işi değil. Tabii ki bundan çok daha derin sebepleri var. Sonuçta Gezi Parkı, sıkışmış bir gerilimi rahatlatan tetiği çekmiş oldu. O son fazladan damla kovayı taşırdı ve birden tsunami oluştu!
Sürekli olarak hayat tarzları ve tercihleri yüzünden Erdoğan tarafından aşağılanan ve hakarete uğrayan genç kuşak, aniden komadan çıktı ve tüm yurdun caddelerinde ışıldayarak son derece barışçıl bir şekilde adaletsizliğe karşı ayaklandı. Meşhur 31 Mayıs gecesi, Türk medyasının almanaklarına “penguenlerin utanç gecesi” olarak geçti.
Bu ismin onlara yapışmasının nedeni, hükümetten korkan merkez medya kanallarının, halkın ayaklanması esnasında evlenme programı veya penguenlerin yaşamı üzerine belgesel yayınlamakla meşgul olmalarıdır. Dünya basınının geri kalanı ise, böylesine yerel protestolarda kabul edilemez boyutlarda gerçekleşen biber gazına, şiddete, acımasız baskıya rağmen son derece kararlı bir gençlik tanıttılar dünya-aleme!
Erdoğan’ın sürekli olarak Kemalist dönemi aşağılaması ve devamlı hangi anıtların yıkılması gerektiğini belirleyen sanat eleştirmeninden kürtaj veya sezaryen yasağını devreye sokan doktora, beslenme uzmanından Türk alfabesine en uygun klavye tek-seçiciliğine, alkol düşmanlığından sözde laik bir ülkede sürekli olarak dini eğitim fetvacısına geçiş yapan despot rejimi, “biz Beyaz Türkler” -yabancı basın bizden genelde böyle bahseder- için artık baş edilemez bir hal almıştı. Hem de Atatürk’ün emanet ettiği devrimleri doğduğundan beri kucaklamış olgun vatandaşlar olan anne-babalardan, zamanlarını sürekli olarak video oyunlarla veya barlarda flört ederek futbol seyrederek geçiren çocuklarına kadar…
Polisler sadece 5 metreden biber gazı kapsüllerini direnişçilere fırlatmaktan ve plastik veya gerçek mermi kullanmaktan hiç çekinmediler. 5 ölü, gözlerini kaybeden bir düzine insan, binlerce yaralı ve komada olan gençler varken hükümetin hiçbir üyesi bu ailelere herhangi bir şekilde taziyede bulunmadıkları gibi, üzgün olduklarına dair hiçbir açıklama da yapmadılar. Ne aradılar ne de bir taziye mektubu yazdılar. İnanılmaz derece üzüntü verici ama ne yazık ki gerçek! Ayrıca parkın hemen yanında olan ve çatışmalarda yaralananlarla kaybolan çocuklar için bir revir gibi kullanılan Divan Oteli’nin polisin biber gazına maruz bırakılması, hükümetin ne kadar acımasızca orantısız güç kullandığının kanıtıydı. Hükümet o günden beri savaş dönemlerinde bile yapılmayan bu saldırılar için özür dileyeceğine, otelin sahibi Koç ailesini “teröristlerin işbirlikçisi” olarak tehdit etmeyi tercih etti. Bu makale yayınlanmak üzereyken, Koç ve Shell’in bir ortaklığı olan TÜPRAŞ, sahip olduğu AYGAZ ve OPET gibi diğer kuruluşlar polis desteğiyle bu kurumları basan maliye müfettişlerince denetleniyordu.
Steinworth haklı olarak şu soruyu soruyor: “Türkiye nerede olmak istiyor?”. Gerçekten, biz kim olmak istiyoruz? Steinworth doğal olarak şöyle algılamış: Türkiye iki ucun arasında kalmış. İlerici, şehirli ve modern halkıyla Atatürkçü Türkiye veya Erdoğan’ın -dinin etkisiyle- kırsal kesimi ve kentsel dönüşümü altındaki varoşlarıyla beliren farklı Türkiye. Gerçek şu ki, ikinci Türkiye, son on yıllık süreçte, Cumhuriyetin kurucusu Atatürk’ün reformlarını ve kültürel devrimlerini hazmedemeyen iki siyasi tarafından yapay olarak üretildi: İlki Necmettin Erbakan, ikincisiyse tabii ki Erdoğan.
Türk toplumunda bunların yaşanabilmesi dipten gelen gerçek bir ivmeyle değil, Erbakan ve Erdoğan’ın Türk sağ ve solundaki gülünç ötesi bölünmelerle gelen küçük ve mütevazı başarılarıyla gerçekleşti. Erdoğan, solun toplamının %34,08 ve merkez sağın %37,59 olduğu bir dönemde, oyların sadece %25,19’uyla İstanbul Belediye Başkanı oldu.
Ankara’da da aynı senaryo yaşandı: Sağ %26,9 olan oyunu ikiye, sol ise %36,74’luk oyunu üçe bölmüşken %27,33 oyla Melih Gökçek zafer kazandı. Ayrıca 2002 seçimlerinde de AKP sadece %34,28 oyla %10 barajından dolayı parlamentodaki koltukların 2/3’ünü alarak iktidar olmuştu. İşte böylece din ve devlet işlerinin birbirine karıştırılması Anayasa ve partiler yasasında tartışmasız şekilde yasak olmasına rağmen, dinin politikanın içine ve Türkiye siyasetinin merkezine girişinin nasıl başlatıldığını rahatça anlıyoruz.
Türk yargı sistemi 2008 yılında, Cumhuriyet Başsavcısı Abdurrahman Yalçınkaya öncülüğünde dinin siyasetin içine girmesine tepki gösterdi. Ancak tek oy farkla Anayasa Mahkemesi, Turgut Özal’ın atadığı -dini eğilimleri bariz- Başkan’ı Haşim Kılıç’ın yaptığı açıklamayla, AKP’yi anti-laik uygulamaların merkezi olarak gördü ama parti kapatılmadan yalnız bir para cezasıyla dosya sonuca bağlandı. 11 kişiden oluşan yüksek mahkemenin 6 üyesi partinin kapatılması yönünde oy verirken, 5 tanesi buna karşı çıktı. Eğer sadece tek bir üye daha partinin kapatılması yönünde oy kullansaydı (7’ye 4 oy oranında), karar uygulanacaktı.
Mahkemenin bu kararını takip eden gün ve aylarda, Erdoğan laik halk ve kurumlardan bütün intikamını almak istermişçesine davranmaya başladı. Laikliği savunan yazar, gazeteci, akademisyen ve aydınlara açılan davaları hızlandırdı. Aynı dönemde Erdoğan’ın “kendi tarafında olmayanlara” yönelik ağır ve aşağılayıcı söylemleri çok daha sertleşti ve sıklaştı.
Kendi düşüncesini benimsemeyen herkese bu şekilde açıkça ve göz göre göre zulmederek ülkesini bölen bir lider, 2. Dünya Savaşı’ndan beri görülmemişti. Erdoğan’a göre, seçimlerde en yüksek oyu aldığına göre, her istediğini yapabilmesine karşı önünde hiçbir gücün durmaması gerekiyordu. Başka bir deyişle, Erdoğan’ın demokrasi tanımı oldukça yetersiz ve sığ. Ayrıca, gün geçtikçe daha net anlaşılıyor ki, Erdoğan demokrasiyi sadece 4 yılda bir tekrar eden bir seçim ritüelinden ibaret görüyor.
Azınlık hakları-insan hakları-kadın erkek eşitliği-ekoloji-ihale ve anlaşmalarda şeffaflık” gibi uluslararası değer yargıları, görüyoruz ki onun için hiçbir şey ifade etmiyor. Erdoğan’a göre, bir iktidar ne yaparsa yapsın, kendi “saltanat yılları” boyunca asla hiçbir engelle karşılaşamaz. Hatta bu durum, iktidar geniş bir halk kesimine göre özgürlüğün ve demokrasinin yaşam alanını yok ediyor olsa bile böyle olmalı!
Mısır’da Mursi’nin iktidardan indirilişi bizi demokrasi kavramı üzerine düşünmeye yönlendirdi. Türk siyasileri ve medyası, gün geçtikçe tehlikeli boyutlarda anti-laik zemin üzerine oturtulmuş olan Mısır anayasasının gerçekleri ve iktidardaki Başkanın, -aynen bizdeki gibi- ülkedeki hassas ve demokratik değerleri sürekli tehdit eden ve bazı kurumları kontrol altına almaya çalışan tavrından kitlelerin büyük rahatsızlık duydukları gerçeğini görmezden geliyor.
16 Haziran’da kendisine Cumhuriyet Gazetesi’nde yazdığım açık mektupta da izah ettiğim gibi, Erdoğan bize yaşattığı bu ağır durumu, ancak başka bir hükümet tarafından, mesela Kuran eğitimine 18 yaş sınırı getirilmesi veya bireysel dini haklara açıkça saldırılması veya camilere özgürce girilmesine yasaklar konulması gibi, kabul edilemez saçmalıklar devreye sokulsa anlayabilir. Böyle bir durumda, Erdoğan’ın asla “Ne yapabiliriz ki? Şu anda iktidar onlarda, elimizden gelen tek şey iki sene sonra yapılacak olan seçimleri beklemek” demeyeceği aşikar. Ama bizler adına bugün AKP’nin garip yasaklar listesinde 29 Ekim’de Atatürk Anıtı’na çelenk koymak veya 19 Mayıs kutlamalarını yasaklamak da var. Ne yazık ki bu noktalara kadar gelinmiş!
Şunu da unutmayalım, bu “tek adam” gösterisi, AB yolunu da tamamen kapattı. Arie Oostlander veya Claudia Roth gibi Türkiye’nin AB sürecine başından beri dahil olmuş temsilcileri, memnuniyetle Erdoğan’ın bütün sosyal ve politik yaşamın içindeki Kemalist ve laik sistemi silme çabalarına onay vermiş, hatta desteklemişlerdi. Nasıl olduysa onlar Erdoğan’ın uygulamalarında “demokratikleşme unsurları” görebilmişler! Burada açıkça görüyoruz ki, Kemalizm’in sosyal-demokrasiye yakın gerçekleri hakkında hiçbir şey anlamamışlar.
Bu nedenle de AB, 12 Eylül 2010 tarihinde, anayasa değişikliği için yapılan referandumun sonucunda çok mutlu oldu. AB, AKP’yi “demokratikleşme adına yapılan bu anayasa değişiklikleri” sebebiyle kutlarken, iktidar bütün bu yeni Anayasa maddeleriyle artık tüm karar aşamalarında despot bir rejime geçiş yapıyordu. Burada ciddi bir soru yanıt bekliyor: AB bu anayasal değişiklileri neden ve nasıl demokratik olarak değerlendirdi? Hangi Avrupa ülkesi “kontrol ve denge” mekanizmaları olmadan her istediğini yapmakta özgür bir iktidar tarafından yönetilmeyi kabul eder? Dosyayı okumak veya kendi dillerine çevirtmek için hiç zamanları olmadığı için mi böyle değerlendirdiler? Böyle bile olsa, bu bir mazeret sayılabilir mi? Sonuç olarak AB bu sahte-demokrasinin Türkiye üzerine hüküm sürmesine çok özel katkılarda bulundu.
AB ile gerçek Türkiye Cumhuriyeti’nin bu sağır ve dilsiz ilişkisinin ana nedeni, AB siyasilerinin ve medyasının Kemalist dönemi tamamıyla yanlış okumalarıdır. Ama bu çok da şaşırtıcı değil: Kendi süreç ve içinde bulunduğumuz haberleşme çağının orta yerinde, Erdoğan’ı canlı yayınlarda sürekli izleyebildikleri bir dönemde, kendisinin politik geçmişini okumaktan bu kadar aciz kalmışken, 75-90 yıl geride kalan Atatürk döneminin inceliklerini anlamalarını nasıl bekleyebiliriz ki?
Açıkçası AKP yorumlarından ve 2. Cumhuriyetçi gazetecilerden alınan biraz fiili yardımla, AB politikacıları en sonunda Atatürk’ü Avrupalı yaşam tarzını, -bu reformları hiç istememesine rağmen- kendi halkına zorla dayatmış faşist bir lider olarak görebilirler. Gerçek şu ki, kendi dönemindeki tüm liderlerin aksine, Atatürk bu ülkeye demokratik Cumhuriyet kavramının temellerini getirmiştir. Yeni Cumhuriyet adına siyasi erki, padişah ve halifenin elinden alarak halka vermiştir.
Ayrıca Türkiye, tüm dünyada kadınlara seçme ve seçilme hakkı tanıyan ilk ülkelerden biridir. Yeni alfabeyle okuma ve yazmanın hız kazanması için seferberlik düzenlemiştir. Bu eylemler hiç söz edilmemesine karşın, ülkedeki okur-yazar sayısını dev ölçülerde arttırmıştır. Sanat ve bilim alanında gelişme sağlamak için tüm imkanları seferber etmiştir. Atatürk en önemli deyişlerinden biri olan “Yurtta sulh cihanda sulh” cümlesiyle hep barıştan yana tavır koymuş ve hepsinden önemlisi de döneminde tek olan kendi partisine, CHP’ye, rakip çıkması için çok partili döneme geçiş adına yapılan çalışmaları başlatan isim olmuştur. Açılan ilk parti, Terakkiperver Fırka, bazı üyeleri Atatürk’e karşı suikast girişiminde bulunduğu için kapatılmak zorunda kalmıştır. İkinci olarak da, 1930 yılında Fethi Okyar tarafından Serbest Cumhuriyet Fırkası’nın kurulmuş, ancak bu partinin ömrü de, yeni rejim düşmanlarının İzmir’de bazı kanlı çatışmalar yarattıkları kanıtlanınca kapatıldığından çok kısa olmuştur. Buradan anlıyoruz ki, Atatürk daha 20. yüzyılın başlarında demokrasinin farklı bakış açılarına gereksinim duyacağını teşhis etmiştir. Bu bilgilerin temel olarak yeterli olacağına inanıyorum. Bahsedilen iki kişiden hangisinin demokrasiye daha çok katkısı olduğunun kararını okuyucuya bırakıyorum: Atatürk mü, yoksa Erdoğan mı?
Başka bir deyişle, “biz Beyaz Türkler” inanıyoruz ki, şu an Avrupa’nın Atatürk dönemi hakkındaki ciddi bilgisizliğini gidermek için kendine sorular yöneltmesinin tam zamanı.
Uluslararası Plastik Sanatlar Derneği’nin Başkanı ve profesyonel bir sanatçı olarak Steinworth’un şu cümlelerine de cevap vermek zorundayım: “Türkiye’nin bugünkü gerçek kültür-sanat ortamı Koç, Sabancı gibi sanayi devi ailelerin desteği altında ve önceki on yılların boğucu Kemalist sanatının bu sanatla hiçbir ortak yanı yok.”
Bu nasıl bir anakronik karşılaştırma! Mesela Max Beckmann’ın dönemiyle Sigmar Polke’ninkini nasıl karşılaştırabiliriz? Veya Neo Rauch’un eserleri “Kemalist” sanatın kasvetine sahip (!), ama buna karşılık, Johannes Wohnseifer’in Jodie Foster ve Reagan kuklaları yeterince neşeli diyebilir miyiz? Böyle ifadeler, herhangi bir yerde mantıklı bir anlam taşıyabilir mi? Ama eğer birine bunlar mantıklı geliyorsa, o zaman “Kemalist” bir sanat uzmanı olarak, kendisine naçizane hatırlatmalarım olacak: 1987 yılında, Demokrasinin Kutusu’yla bu tür multi-medya politik eserleri ilk defa üretmeye bizzat ben başladım. Bunun üstüne de çok şey eklememe gerek yok.
Gerçekten açık fikirli olan herhangi biri, Kemalizm’in erken dönemlerinden, Ali Avni Çelebi veya Bedri Rahmi Eyüboğlu’ndan başlayarak, Burhan Doğançay ve Altan Gürman’a, oradan da benim kuşağım olan Balkan Naci İslimyeli ve İsmet Doğan’a kadar gelebilir. Sadece Kürt siyaset ve kültürünü öne çıkaran birkaç galeriyi ve sergiyi ele alan Avrupa’nın inanmak istediğinin aksine, Atatürk yalnızca modern kültürün ve güncel sanatın temellerini kuran insan değildir; buna ek olarak, sanatçılar, yapımcılar, yönetmenler, aktörler, tiyatrocuların çoğu Kemalist kültürün gururlu birer mirasçısı olmaktan hiçbir rahatsızlık duymuyorlar.
Bundan iki buçuk yıl önce, Sanatçılar Girişimi ismiyle, Türkiye’nin her disiplinden önde gelen sanatçıları AKP’ye karşı bir direniş başlattı ve “Reddediyoruz” sloganı altında birleşti. Sanatçılar Girişim, Ataol Behramoğlu, Zeynep Oral, Ümit Zileli gibi daha birçok yazar ve gazeteciyi; Tarık Akan, Rutkay Aziz gibi ünlü aktörleri; Ekrem Kahraman, Mehmet Güleryüz, Mehmet Aksoy (İnsanlık Anıtı heykelinin sanatçısı) gibi görsel sanatçıları; Edip Akbayram, Fazıl Say, İlhan İrem, Nejat Yavaşoğulları başta olmak üzere birçok müzisyeni; Genco Erkal, Ferhan Şensoy, Orhan Aydın gibi sayısız tiyatrocuyu ve burada sayamadığım yüzlerce ismi bir araya getirdi. Ben de ayrıca girişimin üç sözcüsünden biriyim.
Söylemek istediğim, büyük ihtimalle Batı’nın asıl problemi, oldukça karmaşık olan 20. Yüzyıl Türkiye siyaseti hakkında olan bilgisizlikleri ve anlama yoksunlukları. Aslında evet, Türkiye Erdoğan’dan önce de bazı demokrasi problemleri yaşadı, ama unutmamak gerekir ki, 1946 yılında çokpartili sisteme geçildiğinden beri CHP sadece 4 yıl iktidarda kaldı, onun haricinde CHP ve diğer sosyal demokrat partiler sadece bölük pörçük kısa dönemlerde, toplam sadece 14 yıl koalisyon ortağı oldular ve Başbakanlık koltuğu, yalnız 8-9 yıl onlarda kaldı!
Dini farklı derecelerde kullanan sağ partiler maalesef ülkede bildiğimiz tüm anti-demokratik uygulamalardan sorumludurlar. Bu karanlık yıllara geri dönüp baktığımızda bile daha önce hiçbir liderin bu kadar büyük tepki toplamadığını ve aralarından hiçbirinin Erdoğan kadar, karikatürler dahil olmak üzere tüm eleştirilere karşı bu derece tahammülsüzlük taşımadıklarını görürüz. Ayrıca çoğu zaman askeri darbe ve muhtıraların, birbirlerinden düşman kardeşler kadar farklı olmalarına karşın, sistematik olarak aynı sepette değerlendirildiklerine şahidiz. Ciddi araştırmacıların bu özet-genel değerlendirmelere prim vermeden ve konu hakkında AKP verilerine körü körüne inanmadan, kendi çalışmalarını yapmalarının en doğru çözüm olduğuna inanıyorum.
Hala yaşanmakta olan bu serüvene bir son söz seçecek olursak şunu ifade etmem lazım ki, “millete ve köylülere aşağılayarak bakan Kemalist elit” türünden toparlamalar AKP ve yandaşlarının söyleme soktuğu ve gerçeklerden çok uzak değerlendirmelerdir. Türkiye dinin yoğun olarak her isteyen tarafından yaşandığı ve her sosyal sınıfın, bürokratlar ve köylüler de dahil olmak üzere birbirine saygı duyduğu bir ülke oldu hep. Paranın ortalarda az gezdiği o yıllarda Converse veya Adidas ayakkabılarımız olmadı, ama sonsuz bir gurur, özgüven ve kendimize saygı vardı. Geleceğimize büyük hedefler koyuyorduk. Türk olmakla övünüyorduk ve demokrasiye inanıyorduk (burada Türk olmak tabii ki Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlığı anlamında kullanılıyor), karanlık günler geldiğinde ise bilime ve Atatürk’e olan inancımız moralimizi ayakta tutuyordu. Bugüne dönecek olursak Alman dostlarıma hatırlatmak isterim ki, biz Türkler aynen bir Alman veya Hollandalı insan kadar dünyadaki en iyi demokrasiyi hak ediyoruz. Hiçbir şekilde Erdoğan’dan arta kalan bir sözde demokrasinin bizim için yeterli olacağına inanmak istemiyoruz. Bu sebeple bütün dünyanın Türkiye’deki aydınların, gazetecilerin ve direnen halk kitlelerinin durumunu çok yakından izlemesini talep ediyoruz.
Bu aynı zamanda Ergenekon ve Balyoz davaları için de geçerli bir talep. Erdoğan’ın kendi kararlarını ve eylemlerini sorgulayan herkese karşı yine bir hınç içinde hareket etmeyeceğinden dünyanın emin olması lazım. Şimdiden gözaltına alınmış olan Gezi Parkı’nın barışçı göstericilerinin durumu gelecek için kötü bir işaret olabilir: Avrupa’dan sorumlu bakanınızın ”demokrasinin en yüksek şekli Türkiye’de en iyi şekilde yaşanmaktadır” demesi başka şey, bunun gerçekten uygulandığını görmek ise bambaşka! Ne çapta bir korku imparatorluğu ile karşı karşıya olduğumuzun bir örneğini size vereyim: Gezi krizinin ilk günlerinde CNN International dahil birkaç medya organına röportaj veren aktör Mehmet Ali Alabora “konu sadece parkla ilgili değil” diye bir söz sarf etmişti. Siz hiç böyle bir cümlenin bir taciz konusu haline getirilebileceği ve hala da “demokratik bir ülke” olarak görülebilecek bir AB ülkesi tanıyor musunuz? Bu olayın da nasıl süreceğini yakından takip etmenizde çok yarar var.
İşte tam bu noktada Avrupa’nın Türkiye ile olan diyaloğuna yeniden başlamasını ümit ediyoruz. Ülkemize insan haklarının, laikliğin, demokrasinin ve özgürlüğün temel değerler olarak muhalefettekiler de dahil olmak üzere herkes için geçerli olduğunun hatırlatılmasını bekliyoruz. Bu artık ülkemizde bir yaşam ve ölüm konusu haline geldi.
  Bir de lütfen birini bulun da, gidip hükümetimize tüm dünyanın yaşananlara, Türkiye’den akan korkunç görüntülere karşı spontane olarak verdiği tepkinin, bu protestoların “dışarıda tek merkezden” tetiklendiği anlamına gelmediğini anlatıversin! Çünkü şimdilerde de kanıtlamaya çalıştıkları şey bu…