30 Aralık 2011 Cuma
28 Aralık 2011 Çarşamba
'UPSD'nin 'Sansürün Koşullu'suna da 'doğası ticari yaşama uyanı'na da hayır!' Başlıklı bazı imzalar altında kamuoyuna sunulan bildiriye yanıtıdır:
Sayı:1918/109
‘UPSD’nin ‘Sansürün Koşullu’suna da ‘doğası ticari yaşama uyanı’na da hayır!’ Başlıklı bazı imzalar altında kamuoyuna sunulan bildiriye yanıtıdır:
UPSD, Bubi Hayon ve İstanbul Modern arasında cereyan eden tartışmaların medya önünde ‘kanlı-bıçaklı’ hesaplaşmalara dönüştürülmek istenmesini hayretle izlemektedir. UPSD ve AICA’nın, tesadüfen aynı gün kamuoyuyla paylaşılan ve birbirine paralel ve destekleyici görüşlerinin yer aldığı bildiriler konuyu zaten net olarak ortaya koymaktadır.
A- Yukarıda belirtilen başlığı taşıyan ve başta İstanbul Modern ve Levent Çalıkoğlu’nu eleştiren metne, bazı küratörler, sanatçılar ve öğrenciler imza atmıştır.
UPSD olarak, bu veriler ışığında, bazı ikazlarımızı toplumla paylaşmak isteriz.
1- Öncelikle, özensiz bir üslupla kaleme alınan metin, maalesef UPSD ve AICA hakkında yakışıksız ve gerçekle ilgisi olmayan bazı deyimler kullanmıştır.
1- Öncelikle, özensiz bir üslupla kaleme alınan metin, maalesef UPSD ve AICA hakkında yakışıksız ve gerçekle ilgisi olmayan bazı deyimler kullanmıştır.
B-‘Uluslararası Sanat Eleştirmenleri Derneği (AICA) Türkiye Şubesi’nin ve UNESCO-AIAP Türkiye Ulusal Komitesi Uluslararası Plastik Sanatlar Derneği'nin ve görüldüğü kadarıyla sessizliği ve tavırsızlığı seçen birçok sanatçının, siyasal ve yönetsel iktidarın, koleksiyonerliğe merak sardığı bilinen muhafazakâr kesimlerin "duyarlılıklarını" tehdit olarak görüp eserlere müdahale eden piyasa aktörlerinin davranışlarına, "ticaretin doğası" deyip geçtiğini gözlemliyoruz.’ şeklinde kullanılan cümleler, çok havada kalmıştır. UPSD kadar ‘siyasal ve yönetsel iktidar’la, Türkiye’yi saran faşizm, şeriatçılık ve sansürle mücadele eden başka bir kurum yoktur.
Ayrıca UPSD (ve AICA), bu konuyu kesinlikle ‘Ticaretin doğası’ olarak analiz etmemiştir. Küratörlü, seçimli gerçekleştirilen iş, sergi ve organizasyonların kaçınılmaz olası sonuçlarından biri olarak görmüştür. Bunlar çok farklı analizlerdir ve bu yakışıksız sözleri sahiplerine iade ediyoruz.
2- Bu olayı bir ‘fırsatçılığa’ dönüştürerek abartılı kahramanlıklara soyunanlar, bir kurumla olan kişisel hesaplaşmalarını bu vesileyle ortalığa dökmek isteyenler, kimi kurumlarda sıfat ve söz sahibi olmak isteyip de olamayanlar, o kurumlara kabul edilmeyenler, medyatik ortamda bu şekilde ‘günün yıldızı’ olabilirler. Ancak sanat ortamı, çok daha uzun soluklu mantıklı ve zaman sorgulamasının ‘çapraz testlerinden’ geçmiş çizgileri hatırlar.
3- Sanatta özgürlük ve demokrasi istediklerini ve sansüre karşı çıktıklarını ifade edenler, burada çifte bir çelişkiye düşmüşlerdir.
-Bu olayın, İstanbul Modern nezdinde bir “Levent Çalıkoğlu’nun kellesini” talep etme yarışına dönüşmesi, çok yakışıksız yöntemleri hatırlatmaktadır. Çeşitli gazetecileri, çalıştıkları yayın organlarından attıran baskı ve karalama yöntemlerini anımsatan bu kampanyaları şiddetle kınıyoruz. Sansürle mücadele ettiğini söylerken, bir küratörü kararı beğenilmediği için görevinden etmeye kalkışmak ne kadar kabul edilebilir ‘bir demokratik’ (!) tavırdır, bunu anlamak mümkün değildir.
Ayrıca UPSD (ve AICA), bu konuyu kesinlikle ‘Ticaretin doğası’ olarak analiz etmemiştir. Küratörlü, seçimli gerçekleştirilen iş, sergi ve organizasyonların kaçınılmaz olası sonuçlarından biri olarak görmüştür. Bunlar çok farklı analizlerdir ve bu yakışıksız sözleri sahiplerine iade ediyoruz.
2- Bu olayı bir ‘fırsatçılığa’ dönüştürerek abartılı kahramanlıklara soyunanlar, bir kurumla olan kişisel hesaplaşmalarını bu vesileyle ortalığa dökmek isteyenler, kimi kurumlarda sıfat ve söz sahibi olmak isteyip de olamayanlar, o kurumlara kabul edilmeyenler, medyatik ortamda bu şekilde ‘günün yıldızı’ olabilirler. Ancak sanat ortamı, çok daha uzun soluklu mantıklı ve zaman sorgulamasının ‘çapraz testlerinden’ geçmiş çizgileri hatırlar.
3- Sanatta özgürlük ve demokrasi istediklerini ve sansüre karşı çıktıklarını ifade edenler, burada çifte bir çelişkiye düşmüşlerdir.
-Bu olayın, İstanbul Modern nezdinde bir “Levent Çalıkoğlu’nun kellesini” talep etme yarışına dönüşmesi, çok yakışıksız yöntemleri hatırlatmaktadır. Çeşitli gazetecileri, çalıştıkları yayın organlarından attıran baskı ve karalama yöntemlerini anımsatan bu kampanyaları şiddetle kınıyoruz. Sansürle mücadele ettiğini söylerken, bir küratörü kararı beğenilmediği için görevinden etmeye kalkışmak ne kadar kabul edilebilir ‘bir demokratik’ (!) tavırdır, bunu anlamak mümkün değildir.
- Çalıkoğlu ve İstanbul Modern’e ve bu vesileyle bu konu üstünden UPSD ve AICA’ya çamur sıçratmak isteyenler, bugüne kadar bu hükümetin çok daha net ve açık siyasal/sanatsal medyatik baskı ve sansürlerine ne kadar direnç göstermiş, ne kadar demokrasi mücadelesine katkıda bulunmuşlardır? Fazla uzağa gitmeden, örneğin 2011’de çeşitli trajik olaylardan sonra yıkılan Mehmet Aksoy’un ‘İnsanlık Anıtı’ için düzenlenen basın toplantıları, miting, panel, yürüyüş ve Kars’a seyahat etkinliklerine ne kadar katılmışlardır? Ne yazık ki, bizim görebildiğimiz kadar, bu çok önemli sorunun yanıtı, söz konusu metnin imza sahipleri açısından, pek iç açıcı değildir.
-Konunun ‘sansür’ üstünden abartılı medyatik pompalamalarla topluma sunuluşuna eşlik eden imzaları arasında, bazı küratörlerin de adı geçmektedir. Olayı daha fazla büyütmeden sanırız örnek bir uygulamayı hatırlatmak, tartışmak konuyu kapamak adına yararlı olabilir:
Mesela metne imza atanlar arasında Sn Vasıf Kortun, sanatçı Bedri Baykam’ın 2002 yılında Paris ve Buenos Aires Bienali’nde sergilenen ‘Harem Entrikaları’ adlı 10 metrelik enstalasyonunu Garanti Güncel Platform’da sergilenmesi konusunda işi görüp, onayladıktan bir süre sonra, sanatçı ‘tarih’ verilmesini beklerken, bu işi sergilemekten vazgeçtiğini kendisine iletmiştir. Şimdi Kortun’un bu seçimine illa ‘sansür’ olarak mı bakmak lazımdır? Yoksa bir küratörün öznel kararı olarak mı? Sanatçının bu karardan mutlu olmadığı açıktır. Ama bu karara ‘sansür’ diye tepki verip, olay çıkarmak mantıklı ve doğru olmazdı ve böyle bir polemik de, (serginin özel dikkat çeken ve sansürü çağrıştırabilecek konusuna rağmen), Kortun’la yaşanmamıştır. Peki Sn Kortun, kendi uygulama ve seçimlerini küratörlük alanı içinde doğal olarak yaparken, buraya imzasını, nereye attığını bilerek mi koymuştur?
-Konunun ‘sansür’ üstünden abartılı medyatik pompalamalarla topluma sunuluşuna eşlik eden imzaları arasında, bazı küratörlerin de adı geçmektedir. Olayı daha fazla büyütmeden sanırız örnek bir uygulamayı hatırlatmak, tartışmak konuyu kapamak adına yararlı olabilir:
Mesela metne imza atanlar arasında Sn Vasıf Kortun, sanatçı Bedri Baykam’ın 2002 yılında Paris ve Buenos Aires Bienali’nde sergilenen ‘Harem Entrikaları’ adlı 10 metrelik enstalasyonunu Garanti Güncel Platform’da sergilenmesi konusunda işi görüp, onayladıktan bir süre sonra, sanatçı ‘tarih’ verilmesini beklerken, bu işi sergilemekten vazgeçtiğini kendisine iletmiştir. Şimdi Kortun’un bu seçimine illa ‘sansür’ olarak mı bakmak lazımdır? Yoksa bir küratörün öznel kararı olarak mı? Sanatçının bu karardan mutlu olmadığı açıktır. Ama bu karara ‘sansür’ diye tepki verip, olay çıkarmak mantıklı ve doğru olmazdı ve böyle bir polemik de, (serginin özel dikkat çeken ve sansürü çağrıştırabilecek konusuna rağmen), Kortun’la yaşanmamıştır. Peki Sn Kortun, kendi uygulama ve seçimlerini küratörlük alanı içinde doğal olarak yaparken, buraya imzasını, nereye attığını bilerek mi koymuştur?
- Buna benzer birçok örnek verilebilir. Mesela kontrol ettikleri mekânlara hep aynı, kendilerine ‘çok yakın’ isimleri davet eden küratörler gibi…
Küratörlerin sanat ortamındaki yoğun gücüne tepki verilebilir, ki bu verilmiştir. Kararlar eleştirilebilir ki eleştirilmiştir. Bir sanatçı kariyerini küratörsüz’ geçirebilir. Hatta müzelerden bunu talep edebilir, bu kendi özgürlüğüdür. Ancak küratörlü alana, sergiye, davete adım atan bir sanatçının, ardından bu seçime ‘sansür’ diye isyan etmesinin anlamı yoktur. Seçildiğinde sevinen sanatçı, red edildiğinde doğal olarak üzülür. Ama kimse bu alan içinde küratör ve/veya kurumunu istemediği bir işi zorla sergilemeye, sunmaya mecbur edemez.
- UPSD olarak, belirli yanlış yönlendirmeler eşliğinde geliyor olsa da, Türk sanat ortamında çeşitli kesimlerden insanların ‘sansür’ kavramına karşı dik duruşlarından mutluluk duyar. Ancak bunun bir fırsatçılığa, kelle avcılığına, hesaplaşmaya ve sanat dünyasının gerçeklerini birden yapay şekilde inkâr etmeye varan bir zemin kaymasına neden olmasını da kabul edemez.
4- Bu vesileyle UPSD, madem öyle isteniyor, daha da güncel bir konudan hareket ederek imza sahiplerine sormaktadır: İstanbul Modern ve Levent Çalıkoğlu olayında gösterdiğiniz ‘ekip ruhu’ ve çalışkanlığı (!) dün Sayın İçişleri Bakanı’nın verdiği demece karşı çıkarken de gösterebilecek misiniz? Bildiğiniz gibi, İçişleri Bakanı dün medyaya yansıyan demecinde ‘terör’ kavramını, artık haberciliğin ötesinde sanat ve edebiyata da taşıyarak şunu söylemiştir:
‘Terörü besleyen arka bahçe var. Bir başka ifadeyle propaganda var, terör propagandası var. Neyiyle veriyor, belki resim yaparak tuvale yansıtıyor. Şiir yazarak şiirine yansıtıyor, günlük makale, fıkra yazarak oralarda bir şeyler yazıp çiziyor. Hızını alamıyor terörle mücadelede görev almış askeri, polisi doğrudan çalışmasına, sanatına konu yaparak demoralize etmeye çalışıyor. Terörle mücadele edenle bir şekilde mücadele ediliyor, uğraşılıyor. Terörün arkadan dolanarak arka bahçede yürüttüğü faaliyetler ki arka bahçe İstanbul’dur, İzmir’dir, Bursa'dır, Viyana’dır, Almanya’dır, Londra'dır, her neyse, üniversitede kürsüdür, dernektir, sivil toplum kuruluşudur.’
- UPSD, doğal olarak bu tavrı kabul edemez ve gereken mücadeleyi ‘siyasal ve yönetsel iktidara karşı’yine başlatmıştır. Umarız bu sefer, adı geçen imza sahipleri ki sayıları az olsa da onları önemsiyoruz, bir küratöre düşünce insanına karşı kampanya yürütmeye kalkışırlarken ki cesaretlerini, (!) bu defa ‘siyasal ve yönetsel iktidarı’ eleştirirken de kullanabileceklerdir. Yoksa çelişkiden de öte acıklı bir zaafları ortaya çıkmış olur. UPSD olarak, onları suni şişirilmiş polemikler yerine, ağır, zor ve taşlı- dikenli demokrasi yolunda saflarımızda mücadeleye davet ediyoruz. Bu dayanışmaya her zamankinden daha çok gerek vardır.
27.12.2011
Saygılarımızla arz ederiz.
UNESCO-AIAP Türkiye Ulusal Komitesi
Uluslararası Plastik Sanatlar Derneği
Başkan
Bedri Baykam
Yönetim Kurulu
Bahri Genç
Safiye Mine Erdurak
Berna Erkün
Hülya Küpçüoğlu
Murat Havan
Melik İskender
Uluslararası Plastik Sanatlar Derneği
Başkan
Bedri Baykam
Yönetim Kurulu
Bahri Genç
Safiye Mine Erdurak
Berna Erkün
Hülya Küpçüoğlu
Murat Havan
Melik İskender
'UPSD'nin 'Sansürün Koşullu'suna da 'doğası ticari yaşama uyanı'na da hayır!' Başlıklı bazı imzalar altında kamuoyuna sunulan bildiriye yanıtıdır:
Sayı:1918/109
‘UPSD’nin ‘Sansürün Koşullu’suna da ‘doğası ticari yaşama uyanı’na da hayır!’ Başlıklı bazı imzalar altında kamuoyuna sunulan bildiriye yanıtıdır:
UPSD, Bubi Hayon ve İstanbul Modern arasında cereyan eden tartışmaların medya önünde ‘kanlı-bıçaklı’ hesaplaşmalara dönüştürülmek istenmesini hayretle izlemektedir. UPSD ve AICA’nın, tesadüfen aynı gün kamuoyuyla paylaşılan ve birbirine paralel ve destekleyici görüşlerinin yer aldığı bildiriler konuyu zaten net olarak ortaya koymaktadır.
A- Yukarıda belirtilen başlığı taşıyan ve başta İstanbul Modern ve Levent Çalıkoğlu’nu eleştiren metne, bazı küratörler, sanatçılar ve öğrenciler imza atmıştır.
UPSD olarak, bu veriler ışığında, bazı ikazlarımızı toplumla paylaşmak isteriz.
1- Öncelikle, özensiz bir üslupla kaleme alınan metin, maalesef UPSD ve AICA hakkında yakışıksız ve gerçekle ilgisi olmayan bazı deyimler kullanmıştır.
1- Öncelikle, özensiz bir üslupla kaleme alınan metin, maalesef UPSD ve AICA hakkında yakışıksız ve gerçekle ilgisi olmayan bazı deyimler kullanmıştır.
B-‘Uluslararası Sanat Eleştirmenleri Derneği (AICA) Türkiye Şubesi’nin ve UNESCO-AIAP Türkiye Ulusal Komitesi Uluslararası Plastik Sanatlar Derneği'nin ve görüldüğü kadarıyla sessizliği ve tavırsızlığı seçen birçok sanatçının, siyasal ve yönetsel iktidarın, koleksiyonerliğe merak sardığı bilinen muhafazakâr kesimlerin "duyarlılıklarını" tehdit olarak görüp eserlere müdahale eden piyasa aktörlerinin davranışlarına, "ticaretin doğası" deyip geçtiğini gözlemliyoruz.’ şeklinde kullanılan cümleler, çok havada kalmıştır. UPSD kadar ‘siyasal ve yönetsel iktidar’la, Türkiye’yi saran faşizm, şeriatçılık ve sansürle mücadele eden başka bir kurum yoktur.
Ayrıca UPSD (ve AICA), bu konuyu kesinlikle ‘Ticaretin doğası’ olarak analiz etmemiştir. Küratörlü, seçimli gerçekleştirilen iş, sergi ve organizasyonların kaçınılmaz olası sonuçlarından biri olarak görmüştür. Bunlar çok farklı analizlerdir ve bu yakışıksız sözleri sahiplerine iade ediyoruz.
2- Bu olayı bir ‘fırsatçılığa’ dönüştürerek abartılı kahramanlıklara soyunanlar, bir kurumla olan kişisel hesaplaşmalarını bu vesileyle ortalığa dökmek isteyenler, kimi kurumlarda sıfat ve söz sahibi olmak isteyip de olamayanlar, o kurumlara kabul edilmeyenler, medyatik ortamda bu şekilde ‘günün yıldızı’ olabilirler. Ancak sanat ortamı, çok daha uzun soluklu mantıklı ve zaman sorgulamasının ‘çapraz testlerinden’ geçmiş çizgileri hatırlar.
3- Sanatta özgürlük ve demokrasi istediklerini ve sansüre karşı çıktıklarını ifade edenler, burada çifte bir çelişkiye düşmüşlerdir.
-Bu olayın, İstanbul Modern nezdinde bir “Levent Çalıkoğlu’nun kellesini” talep etme yarışına dönüşmesi, çok yakışıksız yöntemleri hatırlatmaktadır. Çeşitli gazetecileri, çalıştıkları yayın organlarından attıran baskı ve karalama yöntemlerini anımsatan bu kampanyaları şiddetle kınıyoruz. Sansürle mücadele ettiğini söylerken, bir küratörü kararı beğenilmediği için görevinden etmeye kalkışmak ne kadar kabul edilebilir ‘bir demokratik’ (!) tavırdır, bunu anlamak mümkün değildir.
Ayrıca UPSD (ve AICA), bu konuyu kesinlikle ‘Ticaretin doğası’ olarak analiz etmemiştir. Küratörlü, seçimli gerçekleştirilen iş, sergi ve organizasyonların kaçınılmaz olası sonuçlarından biri olarak görmüştür. Bunlar çok farklı analizlerdir ve bu yakışıksız sözleri sahiplerine iade ediyoruz.
2- Bu olayı bir ‘fırsatçılığa’ dönüştürerek abartılı kahramanlıklara soyunanlar, bir kurumla olan kişisel hesaplaşmalarını bu vesileyle ortalığa dökmek isteyenler, kimi kurumlarda sıfat ve söz sahibi olmak isteyip de olamayanlar, o kurumlara kabul edilmeyenler, medyatik ortamda bu şekilde ‘günün yıldızı’ olabilirler. Ancak sanat ortamı, çok daha uzun soluklu mantıklı ve zaman sorgulamasının ‘çapraz testlerinden’ geçmiş çizgileri hatırlar.
3- Sanatta özgürlük ve demokrasi istediklerini ve sansüre karşı çıktıklarını ifade edenler, burada çifte bir çelişkiye düşmüşlerdir.
-Bu olayın, İstanbul Modern nezdinde bir “Levent Çalıkoğlu’nun kellesini” talep etme yarışına dönüşmesi, çok yakışıksız yöntemleri hatırlatmaktadır. Çeşitli gazetecileri, çalıştıkları yayın organlarından attıran baskı ve karalama yöntemlerini anımsatan bu kampanyaları şiddetle kınıyoruz. Sansürle mücadele ettiğini söylerken, bir küratörü kararı beğenilmediği için görevinden etmeye kalkışmak ne kadar kabul edilebilir ‘bir demokratik’ (!) tavırdır, bunu anlamak mümkün değildir.
- Çalıkoğlu ve İstanbul Modern’e ve bu vesileyle bu konu üstünden UPSD ve AICA’ya çamur sıçratmak isteyenler, bugüne kadar bu hükümetin çok daha net ve açık siyasal/sanatsal medyatik baskı ve sansürlerine ne kadar direnç göstermiş, ne kadar demokrasi mücadelesine katkıda bulunmuşlardır? Fazla uzağa gitmeden, örneğin 2011’de çeşitli trajik olaylardan sonra yıkılan Mehmet Aksoy’un ‘İnsanlık Anıtı’ için düzenlenen basın toplantıları, miting, panel, yürüyüş ve Kars’a seyahat etkinliklerine ne kadar katılmışlardır? Ne yazık ki, bizim görebildiğimiz kadar, bu çok önemli sorunun yanıtı, söz konusu metnin imza sahipleri açısından, pek iç açıcı değildir.
-Konunun ‘sansür’ üstünden abartılı medyatik pompalamalarla topluma sunuluşuna eşlik eden imzaları arasında, bazı küratörlerin de adı geçmektedir. Olayı daha fazla büyütmeden sanırız örnek bir uygulamayı hatırlatmak, tartışmak konuyu kapamak adına yararlı olabilir:
Mesela metne imza atanlar arasında Sn Vasıf Kortun, sanatçı Bedri Baykam’ın 2002 yılında Paris ve Buenos Aires Bienali’nde sergilenen ‘Harem Entrikaları’ adlı 10 metrelik enstalasyonunu Garanti Güncel Platform’da sergilenmesi konusunda işi görüp, onayladıktan bir süre sonra, sanatçı ‘tarih’ verilmesini beklerken, bu işi sergilemekten vazgeçtiğini kendisine iletmiştir. Şimdi Kortun’un bu seçimine illa ‘sansür’ olarak mı bakmak lazımdır? Yoksa bir küratörün öznel kararı olarak mı? Sanatçının bu karardan mutlu olmadığı açıktır. Ama bu karara ‘sansür’ diye tepki verip, olay çıkarmak mantıklı ve doğru olmazdı ve böyle bir polemik de, (serginin özel dikkat çeken ve sansürü çağrıştırabilecek konusuna rağmen), Kortun’la yaşanmamıştır. Peki Sn Kortun, kendi uygulama ve seçimlerini küratörlük alanı içinde doğal olarak yaparken, buraya imzasını, nereye attığını bilerek mi koymuştur?
-Konunun ‘sansür’ üstünden abartılı medyatik pompalamalarla topluma sunuluşuna eşlik eden imzaları arasında, bazı küratörlerin de adı geçmektedir. Olayı daha fazla büyütmeden sanırız örnek bir uygulamayı hatırlatmak, tartışmak konuyu kapamak adına yararlı olabilir:
Mesela metne imza atanlar arasında Sn Vasıf Kortun, sanatçı Bedri Baykam’ın 2002 yılında Paris ve Buenos Aires Bienali’nde sergilenen ‘Harem Entrikaları’ adlı 10 metrelik enstalasyonunu Garanti Güncel Platform’da sergilenmesi konusunda işi görüp, onayladıktan bir süre sonra, sanatçı ‘tarih’ verilmesini beklerken, bu işi sergilemekten vazgeçtiğini kendisine iletmiştir. Şimdi Kortun’un bu seçimine illa ‘sansür’ olarak mı bakmak lazımdır? Yoksa bir küratörün öznel kararı olarak mı? Sanatçının bu karardan mutlu olmadığı açıktır. Ama bu karara ‘sansür’ diye tepki verip, olay çıkarmak mantıklı ve doğru olmazdı ve böyle bir polemik de, (serginin özel dikkat çeken ve sansürü çağrıştırabilecek konusuna rağmen), Kortun’la yaşanmamıştır. Peki Sn Kortun, kendi uygulama ve seçimlerini küratörlük alanı içinde doğal olarak yaparken, buraya imzasını, nereye attığını bilerek mi koymuştur?
- Buna benzer birçok örnek verilebilir. Mesela kontrol ettikleri mekânlara hep aynı, kendilerine ‘çok yakın’ isimleri davet eden küratörler gibi…
Küratörlerin sanat ortamındaki yoğun gücüne tepki verilebilir, ki bu verilmiştir. Kararlar eleştirilebilir ki eleştirilmiştir. Bir sanatçı kariyerini küratörsüz’ geçirebilir. Hatta müzelerden bunu talep edebilir, bu kendi özgürlüğüdür. Ancak küratörlü alana, sergiye, davete adım atan bir sanatçının, ardından bu seçime ‘sansür’ diye isyan etmesinin anlamı yoktur. Seçildiğinde sevinen sanatçı, red edildiğinde doğal olarak üzülür. Ama kimse bu alan içinde küratör ve/veya kurumunu istemediği bir işi zorla sergilemeye, sunmaya mecbur edemez.
- UPSD olarak, belirli yanlış yönlendirmeler eşliğinde geliyor olsa da, Türk sanat ortamında çeşitli kesimlerden insanların ‘sansür’ kavramına karşı dik duruşlarından mutluluk duyar. Ancak bunun bir fırsatçılığa, kelle avcılığına, hesaplaşmaya ve sanat dünyasının gerçeklerini birden yapay şekilde inkâr etmeye varan bir zemin kaymasına neden olmasını da kabul edemez.
4- Bu vesileyle UPSD, madem öyle isteniyor, daha da güncel bir konudan hareket ederek imza sahiplerine sormaktadır: İstanbul Modern ve Levent Çalıkoğlu olayında gösterdiğiniz ‘ekip ruhu’ ve çalışkanlığı (!) dün Sayın İçişleri Bakanı’nın verdiği demece karşı çıkarken de gösterebilecek misiniz? Bildiğiniz gibi, İçişleri Bakanı dün medyaya yansıyan demecinde ‘terör’ kavramını, artık haberciliğin ötesinde sanat ve edebiyata da taşıyarak şunu söylemiştir:
‘Terörü besleyen arka bahçe var. Bir başka ifadeyle propaganda var, terör propagandası var. Neyiyle veriyor, belki resim yaparak tuvale yansıtıyor. Şiir yazarak şiirine yansıtıyor, günlük makale, fıkra yazarak oralarda bir şeyler yazıp çiziyor. Hızını alamıyor terörle mücadelede görev almış askeri, polisi doğrudan çalışmasına, sanatına konu yaparak demoralize etmeye çalışıyor. Terörle mücadele edenle bir şekilde mücadele ediliyor, uğraşılıyor. Terörün arkadan dolanarak arka bahçede yürüttüğü faaliyetler ki arka bahçe İstanbul’dur, İzmir’dir, Bursa'dır, Viyana’dır, Almanya’dır, Londra'dır, her neyse, üniversitede kürsüdür, dernektir, sivil toplum kuruluşudur.’
- UPSD, doğal olarak bu tavrı kabul edemez ve gereken mücadeleyi ‘siyasal ve yönetsel iktidara karşı’yine başlatmıştır. Umarız bu sefer, adı geçen imza sahipleri ki sayıları az olsa da onları önemsiyoruz, bir küratöre düşünce insanına karşı kampanya yürütmeye kalkışırlarken ki cesaretlerini, (!) bu defa ‘siyasal ve yönetsel iktidarı’ eleştirirken de kullanabileceklerdir. Yoksa çelişkiden de öte acıklı bir zaafları ortaya çıkmış olur. UPSD olarak, onları suni şişirilmiş polemikler yerine, ağır, zor ve taşlı- dikenli demokrasi yolunda saflarımızda mücadeleye davet ediyoruz. Bu dayanışmaya her zamankinden daha çok gerek vardır.
27.12.2011
Saygılarımızla arz ederiz.
UNESCO-AIAP Türkiye Ulusal Komitesi
Uluslararası Plastik Sanatlar Derneği
Başkan
Bedri Baykam
Yönetim Kurulu
Bahri Genç
Safiye Mine Erdurak
Berna Erkün
Hülya Küpçüoğlu
Murat Havan
Melik İskender
Uluslararası Plastik Sanatlar Derneği
Başkan
Bedri Baykam
Yönetim Kurulu
Bahri Genç
Safiye Mine Erdurak
Berna Erkün
Hülya Küpçüoğlu
Murat Havan
Melik İskender
27 Aralık 2011 Salı
ASYA NOTLARI(1) VE ANNA HAZARE / Bedri Baykam / 27 Aralik 2011 tarihli Cumhuriyet makalesi..
Evvelsi hafta size Hindistan’da katıldığım Jaipur konuşmasından izlenimler aktarmıştım. Araya davetsiz misafir olarak Fransız Parlamentosu’nun münasebetsiz kararını aldık. Şimdi o seyahatin 15 güne yayılan Hindistan-Nepal izlenimleriyle devam ediyorum.
Delhi Havaalanı çok modern. Ama dikkat edin: Bir yere uçacaksanız, 10 -12 polis ve kimlik kontrolünden geçmeye hazır olun! Şaka değil; çoğu 15 metre mesafeyle gerçekleşen bu kontroller, mantık hücrelerinize meydan okuyacak düzeyde bir terör paranoyasına işaret ediyor. Bu güvenlik hastalığı sizi otelde de takip ediyor. İçeri giren yolcular, valizleri dahil aletten geçirilerek kontrol ediliyorlar. Ardından sigara içmek için otel dışına çıkarsanız, üç dakika sonra tekrar içeri girerken tarama aletinden geçiyorsunuz. Bitmedi: ardından otelde kat güvenliği, oda kapınızdan girerken sizi sorgulayan bakışlarla izlemeye devam ediyor. “Bahşiş” olayı, bu ülkede başka düzeylerde. Sürekli elinizde bozuk para bulundurarak yaşamalısınız: Odayı gösteren, valizi getiren, kahvaltıyı veren, kapıyı açan, arabaya bindiren, vs vs… Hatta Nepal’de bu bir seviye daha ileri gidiyor, bahşiş alacak olan, yanı başınıza gelip sizi denetimde tutarak az verme hatasına düşmemenizi sağlamaya çalışıyor!
Hintliler fotoğraflarının çekilmesine kızmıyorlar. Burası bu açıdan Kenya veya Çin’den çok farklı. Kentler arası yollarda giderken, kimi otobüsün içinde 80, üzerinde (!) 40 yolcu görüyorsunuz. Ama zaten bu da bir şey değil! Hindistan’da HER sahne, mükemmel film karesi! Bir Hollywood yönetmeninin 5-10 günde hazırlatacağı dekorlar burada her nokta da mevcut… Ama tabii Hindistan’ın bu konuda da kimseye ihtiyacı yok. Bolywood’da yılda 800 civarı film üretiliyor..
Hindistan’da müthiş turistik ziyaret odakları var. Bunların tartışmasız bir numarası dünya şaheseri: Taj Mahal. Bu muhteşem tapınağı, Şah Cihan, deli gibi aşık olduğu eşi Mümtaz Mahal için yaptırmış. Yanlış anlamadınız ama “o” karısı dışında 3 eşi ve 3000 cariyelik haremi bulunan bir şah yapıyor bunu! (yorumlarınızı beklerim beyefendiler!) Oraya ilk giriş yaparken duyduğunuz büyü tarif edilemez. Kendinizi etrafta görüntü alma yarışında olan turistlere rağmen 1001 gece masalında rüyada hissediyorsunuz.
Hindistan’da siyaset her yerde olduğu gibi sorunlu gidiyor. İktidardaki Kongre Partisi’nin İletişim Bakanı Kapil Sibal, internete ciddi bir sansür getirme uğraşı verirken, medya bunun tepkilerini sayfalarına iletiyordu. Hatta benle röportaj yapan Rajasthan Patrika gazetesini ziyaretimde verdiğim demeçle ertesi gün baktım orada da birinci sayfadan muhalif haber olmuşum! Çok güldük eşimle. “Gördün mü, buralara ruhumuzu temizlemeye geldik, bak yine aynı girdabın ortasına düştük!”. Gazeteyi gezerken sanki eski Karacanların Milliyet’inde hissettim kendimi. Duvarda Ali Naci Karacan büstü. Davet eden Ali Karacan. Röportajı yöneten ise yayıncı babası Genel Yönetmen (rahmetli) Ercüment Karacan! Onun adı da Mr. Gulab Kothari. Böyle gerçek gazeteleri özlemişim!
Biz oradayken Hint siyasetinde yaşanan en ilginç gelişme, eski bir askeri şöför emeklisi olan Anna Hazare’nin, bütçeyle ve ihalelerle ilgili her maddi gelişmeyi, vatandaşın “Bilme Hakkı” kapsamında öğrenmek ve rüşveti engellemek adına yaptığı hukuki girişimler ve bunun Hint siyaset ve hatta iktidar ortamına getirdiği zelzele etkisiydi. Bu bilgiye eriştikten sonra, demokrasi kelimesinin Hindistan’da bizdekinden daha yüklü anlamlar içerdiğini zaten hemen anlamıştım. Çünkü bizde askeri bir şöför emeklisi buna benzer bir hamleyle yargıya gitmeye kalksa, önce tımarhanede kontrole alınır, ardından Ergenekon dosyasının neresine eklenebileceği araştırılır! Gerçekten her yerde Anna Hazari’nin açlık grevi gibi Gandivari hamleleri ve sonuçları vardı ve arkasında hatırı sayılır bir halk tabakası birikmeye başlamıştı. Gandi’ye de imaj olarak da benzeyen bu ilginç karakteri, rehberimizin anlattığına göre muhalefet partisi BCP kazanmaya çalışıyormuş. Şaşırdığımı gören rehber Sunil’e döndüm, “bizde öyle şeyler yaşanmaz, muhalefet partisi, kendine oy kazandırabilecek güçlü isimlerden uzak durur, Parti içi rekabet olmasın diye” dedim. Ama Hazare zaten siyasete girmek istemiyormuş (CHP korkmasın).
Hindistan’da kitlelerin büyük çoğunluğu Gandi’nin fikirlerine yakın duruyormuş. Yani onu yaşamlarından silme operasyonlarına girmeyi demokrasi sayacak “ileri demokrasi”hamleleri henüz bu ülkeye ulaşmamış. Bu bilgiyi de “Atatürk Bulvarı’nda bir evde büyüdüğünü” gururla anlatan bir başka rehberim Dilip anlattı. Benden naçizane aktarması…
Delhi Havaalanı çok modern. Ama dikkat edin: Bir yere uçacaksanız, 10 -12 polis ve kimlik kontrolünden geçmeye hazır olun! Şaka değil; çoğu 15 metre mesafeyle gerçekleşen bu kontroller, mantık hücrelerinize meydan okuyacak düzeyde bir terör paranoyasına işaret ediyor. Bu güvenlik hastalığı sizi otelde de takip ediyor. İçeri giren yolcular, valizleri dahil aletten geçirilerek kontrol ediliyorlar. Ardından sigara içmek için otel dışına çıkarsanız, üç dakika sonra tekrar içeri girerken tarama aletinden geçiyorsunuz. Bitmedi: ardından otelde kat güvenliği, oda kapınızdan girerken sizi sorgulayan bakışlarla izlemeye devam ediyor. “Bahşiş” olayı, bu ülkede başka düzeylerde. Sürekli elinizde bozuk para bulundurarak yaşamalısınız: Odayı gösteren, valizi getiren, kahvaltıyı veren, kapıyı açan, arabaya bindiren, vs vs… Hatta Nepal’de bu bir seviye daha ileri gidiyor, bahşiş alacak olan, yanı başınıza gelip sizi denetimde tutarak az verme hatasına düşmemenizi sağlamaya çalışıyor!
Hintliler fotoğraflarının çekilmesine kızmıyorlar. Burası bu açıdan Kenya veya Çin’den çok farklı. Kentler arası yollarda giderken, kimi otobüsün içinde 80, üzerinde (!) 40 yolcu görüyorsunuz. Ama zaten bu da bir şey değil! Hindistan’da HER sahne, mükemmel film karesi! Bir Hollywood yönetmeninin 5-10 günde hazırlatacağı dekorlar burada her nokta da mevcut… Ama tabii Hindistan’ın bu konuda da kimseye ihtiyacı yok. Bolywood’da yılda 800 civarı film üretiliyor..
Hindistan’da müthiş turistik ziyaret odakları var. Bunların tartışmasız bir numarası dünya şaheseri: Taj Mahal. Bu muhteşem tapınağı, Şah Cihan, deli gibi aşık olduğu eşi Mümtaz Mahal için yaptırmış. Yanlış anlamadınız ama “o” karısı dışında 3 eşi ve 3000 cariyelik haremi bulunan bir şah yapıyor bunu! (yorumlarınızı beklerim beyefendiler!) Oraya ilk giriş yaparken duyduğunuz büyü tarif edilemez. Kendinizi etrafta görüntü alma yarışında olan turistlere rağmen 1001 gece masalında rüyada hissediyorsunuz.
Hindistan’da siyaset her yerde olduğu gibi sorunlu gidiyor. İktidardaki Kongre Partisi’nin İletişim Bakanı Kapil Sibal, internete ciddi bir sansür getirme uğraşı verirken, medya bunun tepkilerini sayfalarına iletiyordu. Hatta benle röportaj yapan Rajasthan Patrika gazetesini ziyaretimde verdiğim demeçle ertesi gün baktım orada da birinci sayfadan muhalif haber olmuşum! Çok güldük eşimle. “Gördün mü, buralara ruhumuzu temizlemeye geldik, bak yine aynı girdabın ortasına düştük!”. Gazeteyi gezerken sanki eski Karacanların Milliyet’inde hissettim kendimi. Duvarda Ali Naci Karacan büstü. Davet eden Ali Karacan. Röportajı yöneten ise yayıncı babası Genel Yönetmen (rahmetli) Ercüment Karacan! Onun adı da Mr. Gulab Kothari. Böyle gerçek gazeteleri özlemişim!
Biz oradayken Hint siyasetinde yaşanan en ilginç gelişme, eski bir askeri şöför emeklisi olan Anna Hazare’nin, bütçeyle ve ihalelerle ilgili her maddi gelişmeyi, vatandaşın “Bilme Hakkı” kapsamında öğrenmek ve rüşveti engellemek adına yaptığı hukuki girişimler ve bunun Hint siyaset ve hatta iktidar ortamına getirdiği zelzele etkisiydi. Bu bilgiye eriştikten sonra, demokrasi kelimesinin Hindistan’da bizdekinden daha yüklü anlamlar içerdiğini zaten hemen anlamıştım. Çünkü bizde askeri bir şöför emeklisi buna benzer bir hamleyle yargıya gitmeye kalksa, önce tımarhanede kontrole alınır, ardından Ergenekon dosyasının neresine eklenebileceği araştırılır! Gerçekten her yerde Anna Hazari’nin açlık grevi gibi Gandivari hamleleri ve sonuçları vardı ve arkasında hatırı sayılır bir halk tabakası birikmeye başlamıştı. Gandi’ye de imaj olarak da benzeyen bu ilginç karakteri, rehberimizin anlattığına göre muhalefet partisi BCP kazanmaya çalışıyormuş. Şaşırdığımı gören rehber Sunil’e döndüm, “bizde öyle şeyler yaşanmaz, muhalefet partisi, kendine oy kazandırabilecek güçlü isimlerden uzak durur, Parti içi rekabet olmasın diye” dedim. Ama Hazare zaten siyasete girmek istemiyormuş (CHP korkmasın).
Hindistan’da kitlelerin büyük çoğunluğu Gandi’nin fikirlerine yakın duruyormuş. Yani onu yaşamlarından silme operasyonlarına girmeyi demokrasi sayacak “ileri demokrasi”hamleleri henüz bu ülkeye ulaşmamış. Bu bilgiyi de “Atatürk Bulvarı’nda bir evde büyüdüğünü” gururla anlatan bir başka rehberim Dilip anlattı. Benden naçizane aktarması…
ASYA NOTLARI(1) VE ANNA HAZARE / Bedri Baykam / 27 Aralik 2011 tarihli Cumhuriyet makalesi..
Evvelsi
hafta size Hindistan’da katıldığım Jaipur konuşmasından
izlenimler aktarmıştım. Araya davetsiz misafir olarak Fransız
Parlamentosu’nun münasebetsiz kararını aldık. Şimdi o
seyahatin 15 güne yayılan Hindistan-Nepal izlenimleriyle devam
ediyorum.
Delhi Havaalanı çok modern. Ama dikkat edin: Bir yere uçacaksanız, 10 -12 polis ve kimlik kontrolünden geçmeye hazır olun! Şaka değil; çoğu 15 metre mesafeyle gerçekleşen bu kontroller, mantık hücrelerinize meydan okuyacak düzeyde bir terör paranoyasına işaret ediyor. Bu güvenlik hastalığı sizi otelde de takip ediyor. İçeri giren yolcular, valizleri dahil aletten geçirilerek kontrol ediliyorlar. Ardından sigara içmek için otel dışına çıkarsanız, üç dakika sonra tekrar içeri girerken tarama aletinden geçiyorsunuz. Bitmedi: ardından otelde kat güvenliği, oda kapınızdan girerken sizi sorgulayan bakışlarla izlemeye devam ediyor. “Bahşiş” olayı, bu ülkede başka düzeylerde. Sürekli elinizde bozuk para bulundurarak yaşamalısınız: Odayı gösteren, valizi getiren, kahvaltıyı veren, kapıyı açan, arabaya bindiren, vs vs… Hatta Nepal’de bu bir seviye daha ileri gidiyor, bahşiş alacak olan, yanı başınıza gelip sizi denetimde tutarak az verme hatasına düşmemenizi sağlamaya çalışıyor!
Hintliler fotoğraflarının çekilmesine kızmıyorlar. Burası bu açıdan Kenya veya Çin’den çok farklı. Kentler arası yollarda giderken, kimi otobüsün içinde 80, üzerinde (!) 40 yolcu görüyorsunuz. Ama zaten bu da bir şey değil! Hindistan’da HER sahne, mükemmel film karesi! Bir Hollywood yönetmeninin 5-10 günde hazırlatacağı dekorlar burada her nokta da mevcut… Ama tabii Hindistan’ın bu konuda da kimseye ihtiyacı yok. Bolywood’da yılda 800 civarı film üretiliyor..
Hindistan’da müthiş turistik ziyaret odakları var. Bunların tartışmasız bir numarası dünya şaheseri: Taj Mahal. Bu muhteşem tapınağı, Şah Cihan, deli gibi aşık olduğu eşi Mümtaz Mahal için yaptırmış. Yanlış anlamadınız ama “o” karısı dışında 3 eşi ve 3000 cariyelik haremi bulunan bir şah yapıyor bunu! (yorumlarınızı beklerim beyefendiler!) Oraya ilk giriş yaparken duyduğunuz büyü tarif edilemez. Kendinizi etrafta görüntü alma yarışında olan turistlere rağmen 1001 gece masalında rüyada hissediyorsunuz.
Hindistan’da siyaset her yerde olduğu gibi sorunlu gidiyor. İktidardaki Kongre Partisi’nin İletişim Bakanı Kapil Sibal, internete ciddi bir sansür getirme uğraşı verirken, medya bunun tepkilerini sayfalarına iletiyordu. Hatta benle röportaj yapan Rajasthan Patrika gazetesini ziyaretimde verdiğim demeçle ertesi gün baktım orada da birinci sayfadan muhalif haber olmuşum! Çok güldük eşimle. “Gördün mü, buralara ruhumuzu temizlemeye geldik, bak yine aynı girdabın ortasına düştük!”. Gazeteyi gezerken sanki eski Karacanların Milliyet’inde hissettim kendimi. Duvarda Ali Naci Karacan büstü. Davet eden Ali Karacan. Röportajı yöneten ise yayıncı babası Genel Yönetmen (rahmetli) Ercüment Karacan! Onun adı da Mr. Gulab Kothari. Böyle gerçek gazeteleri özlemişim!
Biz oradayken Hint siyasetinde yaşanan en ilginç gelişme, eski bir askeri şöför emeklisi olan Anna Hazare’nin, bütçeyle ve ihalelerle ilgili her maddi gelişmeyi, vatandaşın “Bilme Hakkı” kapsamında öğrenmek ve rüşveti engellemek adına yaptığı hukuki girişimler ve bunun Hint siyaset ve hatta iktidar ortamına getirdiği zelzele etkisiydi. Bu bilgiye eriştikten sonra, demokrasi kelimesinin Hindistan’da bizdekinden daha yüklü anlamlar içerdiğini zaten hemen anlamıştım. Çünkü bizde askeri bir şöför emeklisi buna benzer bir hamleyle yargıya gitmeye kalksa, önce tımarhanede kontrole alınır, ardından Ergenekon dosyasının neresine eklenebileceği araştırılır! Gerçekten her yerde Anna Hazari’nin açlık grevi gibi Gandivari hamleleri ve sonuçları vardı ve arkasında hatırı sayılır bir halk tabakası birikmeye başlamıştı. Gandi’ye de imaj olarak da benzeyen bu ilginç karakteri, rehberimizin anlattığına göre muhalefet partisi BCP kazanmaya çalışıyormuş. Şaşırdığımı gören rehber Sunil’e döndüm, “bizde öyle şeyler yaşanmaz, muhalefet partisi, kendine oy kazandırabilecek güçlü isimlerden uzak durur, Parti içi rekabet olmasın diye” dedim. Ama Hazare zaten siyasete girmek istemiyormuş (CHP korkmasın).
Hindistan’da kitlelerin büyük çoğunluğu Gandi’nin fikirlerine yakın duruyormuş. Yani onu yaşamlarından silme operasyonlarına girmeyi demokrasi sayacak “ileri demokrasi” hamleleri henüz bu ülkeye ulaşmamış. Bu bilgiyi de “Atatürk Bulvarı’nda bir evde büyüdüğünü” gururla anlatan bir başka rehberim Dilip anlattı. Benden naçizane aktarması…
Delhi Havaalanı çok modern. Ama dikkat edin: Bir yere uçacaksanız, 10 -12 polis ve kimlik kontrolünden geçmeye hazır olun! Şaka değil; çoğu 15 metre mesafeyle gerçekleşen bu kontroller, mantık hücrelerinize meydan okuyacak düzeyde bir terör paranoyasına işaret ediyor. Bu güvenlik hastalığı sizi otelde de takip ediyor. İçeri giren yolcular, valizleri dahil aletten geçirilerek kontrol ediliyorlar. Ardından sigara içmek için otel dışına çıkarsanız, üç dakika sonra tekrar içeri girerken tarama aletinden geçiyorsunuz. Bitmedi: ardından otelde kat güvenliği, oda kapınızdan girerken sizi sorgulayan bakışlarla izlemeye devam ediyor. “Bahşiş” olayı, bu ülkede başka düzeylerde. Sürekli elinizde bozuk para bulundurarak yaşamalısınız: Odayı gösteren, valizi getiren, kahvaltıyı veren, kapıyı açan, arabaya bindiren, vs vs… Hatta Nepal’de bu bir seviye daha ileri gidiyor, bahşiş alacak olan, yanı başınıza gelip sizi denetimde tutarak az verme hatasına düşmemenizi sağlamaya çalışıyor!
Hintliler fotoğraflarının çekilmesine kızmıyorlar. Burası bu açıdan Kenya veya Çin’den çok farklı. Kentler arası yollarda giderken, kimi otobüsün içinde 80, üzerinde (!) 40 yolcu görüyorsunuz. Ama zaten bu da bir şey değil! Hindistan’da HER sahne, mükemmel film karesi! Bir Hollywood yönetmeninin 5-10 günde hazırlatacağı dekorlar burada her nokta da mevcut… Ama tabii Hindistan’ın bu konuda da kimseye ihtiyacı yok. Bolywood’da yılda 800 civarı film üretiliyor..
Hindistan’da müthiş turistik ziyaret odakları var. Bunların tartışmasız bir numarası dünya şaheseri: Taj Mahal. Bu muhteşem tapınağı, Şah Cihan, deli gibi aşık olduğu eşi Mümtaz Mahal için yaptırmış. Yanlış anlamadınız ama “o” karısı dışında 3 eşi ve 3000 cariyelik haremi bulunan bir şah yapıyor bunu! (yorumlarınızı beklerim beyefendiler!) Oraya ilk giriş yaparken duyduğunuz büyü tarif edilemez. Kendinizi etrafta görüntü alma yarışında olan turistlere rağmen 1001 gece masalında rüyada hissediyorsunuz.
Hindistan’da siyaset her yerde olduğu gibi sorunlu gidiyor. İktidardaki Kongre Partisi’nin İletişim Bakanı Kapil Sibal, internete ciddi bir sansür getirme uğraşı verirken, medya bunun tepkilerini sayfalarına iletiyordu. Hatta benle röportaj yapan Rajasthan Patrika gazetesini ziyaretimde verdiğim demeçle ertesi gün baktım orada da birinci sayfadan muhalif haber olmuşum! Çok güldük eşimle. “Gördün mü, buralara ruhumuzu temizlemeye geldik, bak yine aynı girdabın ortasına düştük!”. Gazeteyi gezerken sanki eski Karacanların Milliyet’inde hissettim kendimi. Duvarda Ali Naci Karacan büstü. Davet eden Ali Karacan. Röportajı yöneten ise yayıncı babası Genel Yönetmen (rahmetli) Ercüment Karacan! Onun adı da Mr. Gulab Kothari. Böyle gerçek gazeteleri özlemişim!
Biz oradayken Hint siyasetinde yaşanan en ilginç gelişme, eski bir askeri şöför emeklisi olan Anna Hazare’nin, bütçeyle ve ihalelerle ilgili her maddi gelişmeyi, vatandaşın “Bilme Hakkı” kapsamında öğrenmek ve rüşveti engellemek adına yaptığı hukuki girişimler ve bunun Hint siyaset ve hatta iktidar ortamına getirdiği zelzele etkisiydi. Bu bilgiye eriştikten sonra, demokrasi kelimesinin Hindistan’da bizdekinden daha yüklü anlamlar içerdiğini zaten hemen anlamıştım. Çünkü bizde askeri bir şöför emeklisi buna benzer bir hamleyle yargıya gitmeye kalksa, önce tımarhanede kontrole alınır, ardından Ergenekon dosyasının neresine eklenebileceği araştırılır! Gerçekten her yerde Anna Hazari’nin açlık grevi gibi Gandivari hamleleri ve sonuçları vardı ve arkasında hatırı sayılır bir halk tabakası birikmeye başlamıştı. Gandi’ye de imaj olarak da benzeyen bu ilginç karakteri, rehberimizin anlattığına göre muhalefet partisi BCP kazanmaya çalışıyormuş. Şaşırdığımı gören rehber Sunil’e döndüm, “bizde öyle şeyler yaşanmaz, muhalefet partisi, kendine oy kazandırabilecek güçlü isimlerden uzak durur, Parti içi rekabet olmasın diye” dedim. Ama Hazare zaten siyasete girmek istemiyormuş (CHP korkmasın).
Hindistan’da kitlelerin büyük çoğunluğu Gandi’nin fikirlerine yakın duruyormuş. Yani onu yaşamlarından silme operasyonlarına girmeyi demokrasi sayacak “ileri demokrasi” hamleleri henüz bu ülkeye ulaşmamış. Bu bilgiyi de “Atatürk Bulvarı’nda bir evde büyüdüğünü” gururla anlatan bir başka rehberim Dilip anlattı. Benden naçizane aktarması…
21 Aralık 2011 Çarşamba
UFUK BULUTLU! / Bedri Baykam
Fenerbahçe maça bu sene bana “ideal” olarak görünen kadrosuyla başladı. Ancak sarı lacivertli takımın gününde olmaması, yüksek pas hatası ile oynaması, yan ve geri paslarla vakit harcaması ortaya durağan bir ilk yarı formatı çıkardı. Bazen resmen şaşırıp “Fenerbahçe hangi kaleye akın yapıyordu ya?” diye durup düşünmem gerekti! Devre ortasında Fenerbahçe kombine akınlarla giremediği pozisyonları aşabilmek için üst üste Baroni ve Semih’in şutlarıyla gole yaklaştıysa da, kaleci başarılıydı. Alex’in erken bir sakatlıkla 38. dakikada yerini Bienvenu’ye bırakmasıyla sarı lacivetlilerin maç içindeki kaderi daha da belirsiz bir konuma itildi.
İkinci yarının başlarında değişen bir şey yoktu. Özellikle Alex’in yokluğunda, maestro’sunu kaybetmiş bir Fenerbahçe, Antalya yarı sahasında alış verişe çıkıp bir şey beğenemeden geri dönen gezginlere benziyordu. 62. Dakikada ilk silkinme anında, Emre’nin ceza sahasına nefis aşırtma pasında Bienvenu yüzde yüz bir golü kaçırdı. Tam “bu kaçar mı” demeye fırsat kalmadan kanarya’nın yeni Guiza’sı bu sefer de Semih’in pasında topu bomboş kaleye atamayarak jeneriklere aday oldu. Kocaman 69. Dk da Baroni yerine Ankaraspor günlerinden torpilli Özer’i sahaya alınca Fener’in maçı koparamayacağı tescillendi. Ardından sonlara doğru Stoch da çıkınca, uzaktan şutla bir piyango golü alternatifi de yok oldu.
Sezon boyunca gol kısırlığı çeken Fenerbahçe, bu maçta da bu görüntüyü silemedi. Stoch’un formsuzluğu da Alex’in yokluğuna eklenince santrforsuz takım, beraberliğe boyun eğdi. Bundan beteri, günü gününe uymayan sarı lacivertlilerin ufukta buluttan başka şey görememesiydi.
Sezon boyunca gol kısırlığı çeken Fenerbahçe, bu maçta da bu görüntüyü silemedi. Stoch’un formsuzluğu da Alex’in yokluğuna eklenince santrforsuz takım, beraberliğe boyun eğdi. Bundan beteri, günü gününe uymayan sarı lacivertlilerin ufukta buluttan başka şey görememesiydi.
UFUK BULUTLU! / Bedri Baykam
Fenerbahçe maça bu sene bana “ideal”
olarak görünen kadrosuyla başladı. Ancak sarı lacivertli takımın
gününde olmaması, yüksek pas hatası ile oynaması, yan ve geri
paslarla vakit harcaması ortaya durağan bir ilk yarı formatı
çıkardı. Bazen resmen şaşırıp “Fenerbahçe hangi kaleye
akın yapıyordu ya?” diye durup düşünmem gerekti! Devre
ortasında Fenerbahçe kombine akınlarla giremediği pozisyonları
aşabilmek için üst üste Baroni ve Semih’in şutlarıyla gole
yaklaştıysa da, kaleci başarılıydı. Alex’in erken bir
sakatlıkla 38. dakikada yerini Bienvenu’ye bırakmasıyla sarı
lacivetlilerin maç içindeki kaderi daha da belirsiz bir konuma
itildi.
İkinci yarının başlarında değişen
bir şey yoktu. Özellikle Alex’in yokluğunda, maestro’sunu
kaybetmiş bir Fenerbahçe, Antalya yarı sahasında alış verişe
çıkıp bir şey beğenemeden geri dönen gezginlere benziyordu. 62.
Dakikada ilk silkinme anında, Emre’nin ceza sahasına nefis
aşırtma pasında Bienvenu yüzde yüz bir golü kaçırdı. Tam “bu
kaçar mı” demeye fırsat kalmadan kanarya’nın yeni Guiza’sı
bu sefer de Semih’in pasında topu bomboş kaleye atamayarak
jeneriklere aday oldu. Kocaman 69. Dk da Baroni yerine Ankaraspor
günlerinden torpilli Özer’i sahaya alınca Fener’in maçı
koparamayacağı tescillendi. Ardından sonlara doğru Stoch da
çıkınca, uzaktan şutla bir piyango golü alternatifi de yok
oldu.
Sezon boyunca gol kısırlığı çeken Fenerbahçe, bu maçta da bu görüntüyü silemedi. Stoch’un formsuzluğu da Alex’in yokluğuna eklenince santrforsuz takım, beraberliğe boyun eğdi. Bundan beteri, günü gününe uymayan sarı lacivertlilerin ufukta buluttan başka şey görememesiydi.
Sezon boyunca gol kısırlığı çeken Fenerbahçe, bu maçta da bu görüntüyü silemedi. Stoch’un formsuzluğu da Alex’in yokluğuna eklenince santrforsuz takım, beraberliğe boyun eğdi. Bundan beteri, günü gününe uymayan sarı lacivertlilerin ufukta buluttan başka şey görememesiydi.
20 Aralık 2011 Salı
FRANSIZ PARLAMENTOSU’NA KARŞI “BÜYÜK TAARRUZ” ŞART! / Bedri Baykam / 20 Aralik 2011 tarihli Cumhuriyet makalesi..
Fransız Parlamentosunun “Ermeni Soykırımı” iddialarını yine gündeme yasa tasarısı olarak sunması öyle ağır bir olay ki, Asya seyahatim sürecinde de beni fazlasıyla meşgul etti. Katmandu’dan CHP’li vekiller Haluk Koç ve Muharrem İnce ile konuştum. Dışişleri Bakanımızı da aradım, birkaç denemeye karşın hala görüşemedik. Sağlamaya çalıştığım şey, AKP, CHP ve MHP’nin bu konuda uluslararası basın önünde ivedi bir basın toplantısı yapmalarıydı. Bu henüz gerçekleşemedi ama son derece gerekli. Çünkü bu vahim bir “Milli Dava” ve her şeyden önce demokratik bir haklı tepki.
Bunu yalnız Fransa değil, tüm Ermeni diasporasının oylarına talip olan siyasilerin ülkeleri sürekli yapıyor. Olay artık çığırından çıktı ve kanser Türkiye’yi kuşatmaya başladı. Evet, dünya omurgasız oportünist oy arayışıyla hareket eden ucuz siyasilerle dolu. İyi ama son 40 yılda bu “oldu-bitti”yle, aşağılamayla, imajımızı yerle bir etmeye çalışan karalama kampanyasıyla 50 yıldır hükümetler ne kadar mücadele ettiler? Bu konuda dünya kamuoyunu bilgilendirme kampanyası açmak gibi kaçınılmaz bir karşı-eyleme neden yeltenmedik? Yanıt:“Efendim, biz başında bunları ciddiye almadık, olayları kendi ağzımızdan büyütmek istemedik”. İyi de, 42 diplomatımız ve 4 sivil, 12 yıla yayılan bir süreçte öldürüldükten sonra da mı? Bugün Dışişlerinin daha öncelikli bir gündemi yok. Daha önce İsviçre ve ABD’de gördüğümüz o arsızlık yine hortladı. Türkiye bugün batı dünyasını şaşırtacak bir bütçe ve kadro ile bu karalama kampanyasının üzerine yürümeli!
Tabii ki Fransa’ya karşı ekonomik tepki ve yeni ihale vermemek, kesin anlayacakları bir yöntem. Tam sayfa çok mantıklı hazırlanmış ilanları aynı anda dünya gazetelerinde yayınlatmak da bu hafta içinde gerçekleştirmemiz gereken bir eylem. Dışişleri bu konuda çok hızlı karar alıp uygulayan bir yapıya geçmeli. Ama yetmez: Her düşünceden aydının oluşturacağı yürekli ekipler, başta Fransa ve ABD olmak üzere, diplomatik girişimler dışında sahaya çıkmalı, basın toplantıları düzenlemeli. Mesela ben bu Hükümetin yerinde olsam inanılmaz bir hamle yapar ve Doğu Perinçek’i tutuksuz yargılamak üzere salıverip, bu görevi yurt dışında üstlenmesini sağlarım. Tabii en sahtekar suratlarıyla “Düşünce özgürlüğü, Rousseau-Voltaire”sözcüklerini ağızlarından düşürmeyen 2. Cumhuriyetçi dönek kadronun bu oluşuma destek verebileceğini sanmıyorum!
Haluk Koç, bu sürekli hortlatılan trajik senaryonun en yakın takipçilerinden. Türkiye adına krizi yerinde izleyen beş kişilik parlamento komisyonunda yer alıyor. Koç, Fransa belki perşembe günü bu kararı parlamentodan çıkarsa bile senatoda bu karar 22 Şubat’a kadar aynen onaylanmazsa, başkanlık seçimleri geldiğinden, bu tarihten sonra artık önerinin kanunlaşamayacağını görüşmemizde hatırlattı.
Aslında Fransa’nın hukuk dışı çıkışlarıyla Türkiye derdini iyi anlatmayı başarırsa, eli bu konuda her zamankinden daha güçlü: Fransız Parlamentosu’nun böyle bir karar almaya yetkisi yok. Çünkü ancak bir Uluslararası Mahkeme, BM Soykırım Sözleşmesi’ne göre “Soykırım olmuştur”kararını verebilir. Ayrıca ortada açık bir insan hakları ihlali var. Ben Hükümetin yerinde olsam, her ne kadar BM’in bu konulara bakacak bir Mahkemesi olmasa da, en azından ses getirmesi için gidip Fransa’yı şikayet ederim: “Elinde hiçbir hukuki dayanak olmadan, ırkçılık yaparak beni ‘soykırımcı’ ilan ediyor, aşağılıyor, halkıma karşı kin ve nefret propagandası yapılmasına aracı oluyor”. Türkiye ayrıca bu hukuki çıkışı Fransa’da da, diğer ülkelerde de yargıya derhal taşımalı. Çünkü “Hukuk” kavramının artıklarının bile yaşadığı bir ülkede, bu yasa teklifi gayri ciddiyetiyle maskaraya çevrilir.
Onur Öymen, bu konunun yakın takipçilerinden ve basının kendisiyle bu konuda ikazlarını ciddiye almamasını eleştiriyor. Öymen 2003’te AKP ve CHP’nin bu konuda ortak bildiri yayınlayabilmiş olduğunu hatırlattı ve bugün CHP’nin çok daha aktif olması gerektiğini vurguladı. Şükrü Elekdağ ile beraber AB bünyesinde Türkiye-AB Karma Parlamento Komisyonu’nda bu konuda 2008’de çıkarılıp, 2010’da yürürlüğe giren ve “Milli mahkemelerin Soykırım konusunda artık karar alabilecek yetkiye ulaşmalarına” olanak veren kararın tehlikesine işaret ediyor. Bunun dışında “yasaklı” aydınlarımızdan (!) Banu Avar, dün 19 Aralıkta Los Angeles’da Federal Mahkemede Türkiye’den toprak ve tazminat talep edecek davanın yeniden görüldüğünü hatırlatıyor ve uyarıyor.
Türkiye artık bu Fransa “fırsatından” başlayarak, demokrasiyi ve “Tarihi tarihçilere bırakma”önerisini hiçe sayan uluslararası komploya karşı büyük bir kontratağa en birleşmiş şekilde başlamaya mecbur…
Bunu yalnız Fransa değil, tüm Ermeni diasporasının oylarına talip olan siyasilerin ülkeleri sürekli yapıyor. Olay artık çığırından çıktı ve kanser Türkiye’yi kuşatmaya başladı. Evet, dünya omurgasız oportünist oy arayışıyla hareket eden ucuz siyasilerle dolu. İyi ama son 40 yılda bu “oldu-bitti”yle, aşağılamayla, imajımızı yerle bir etmeye çalışan karalama kampanyasıyla 50 yıldır hükümetler ne kadar mücadele ettiler? Bu konuda dünya kamuoyunu bilgilendirme kampanyası açmak gibi kaçınılmaz bir karşı-eyleme neden yeltenmedik? Yanıt:“Efendim, biz başında bunları ciddiye almadık, olayları kendi ağzımızdan büyütmek istemedik”. İyi de, 42 diplomatımız ve 4 sivil, 12 yıla yayılan bir süreçte öldürüldükten sonra da mı? Bugün Dışişlerinin daha öncelikli bir gündemi yok. Daha önce İsviçre ve ABD’de gördüğümüz o arsızlık yine hortladı. Türkiye bugün batı dünyasını şaşırtacak bir bütçe ve kadro ile bu karalama kampanyasının üzerine yürümeli!
Tabii ki Fransa’ya karşı ekonomik tepki ve yeni ihale vermemek, kesin anlayacakları bir yöntem. Tam sayfa çok mantıklı hazırlanmış ilanları aynı anda dünya gazetelerinde yayınlatmak da bu hafta içinde gerçekleştirmemiz gereken bir eylem. Dışişleri bu konuda çok hızlı karar alıp uygulayan bir yapıya geçmeli. Ama yetmez: Her düşünceden aydının oluşturacağı yürekli ekipler, başta Fransa ve ABD olmak üzere, diplomatik girişimler dışında sahaya çıkmalı, basın toplantıları düzenlemeli. Mesela ben bu Hükümetin yerinde olsam inanılmaz bir hamle yapar ve Doğu Perinçek’i tutuksuz yargılamak üzere salıverip, bu görevi yurt dışında üstlenmesini sağlarım. Tabii en sahtekar suratlarıyla “Düşünce özgürlüğü, Rousseau-Voltaire”sözcüklerini ağızlarından düşürmeyen 2. Cumhuriyetçi dönek kadronun bu oluşuma destek verebileceğini sanmıyorum!
Haluk Koç, bu sürekli hortlatılan trajik senaryonun en yakın takipçilerinden. Türkiye adına krizi yerinde izleyen beş kişilik parlamento komisyonunda yer alıyor. Koç, Fransa belki perşembe günü bu kararı parlamentodan çıkarsa bile senatoda bu karar 22 Şubat’a kadar aynen onaylanmazsa, başkanlık seçimleri geldiğinden, bu tarihten sonra artık önerinin kanunlaşamayacağını görüşmemizde hatırlattı.
Aslında Fransa’nın hukuk dışı çıkışlarıyla Türkiye derdini iyi anlatmayı başarırsa, eli bu konuda her zamankinden daha güçlü: Fransız Parlamentosu’nun böyle bir karar almaya yetkisi yok. Çünkü ancak bir Uluslararası Mahkeme, BM Soykırım Sözleşmesi’ne göre “Soykırım olmuştur”kararını verebilir. Ayrıca ortada açık bir insan hakları ihlali var. Ben Hükümetin yerinde olsam, her ne kadar BM’in bu konulara bakacak bir Mahkemesi olmasa da, en azından ses getirmesi için gidip Fransa’yı şikayet ederim: “Elinde hiçbir hukuki dayanak olmadan, ırkçılık yaparak beni ‘soykırımcı’ ilan ediyor, aşağılıyor, halkıma karşı kin ve nefret propagandası yapılmasına aracı oluyor”. Türkiye ayrıca bu hukuki çıkışı Fransa’da da, diğer ülkelerde de yargıya derhal taşımalı. Çünkü “Hukuk” kavramının artıklarının bile yaşadığı bir ülkede, bu yasa teklifi gayri ciddiyetiyle maskaraya çevrilir.
Onur Öymen, bu konunun yakın takipçilerinden ve basının kendisiyle bu konuda ikazlarını ciddiye almamasını eleştiriyor. Öymen 2003’te AKP ve CHP’nin bu konuda ortak bildiri yayınlayabilmiş olduğunu hatırlattı ve bugün CHP’nin çok daha aktif olması gerektiğini vurguladı. Şükrü Elekdağ ile beraber AB bünyesinde Türkiye-AB Karma Parlamento Komisyonu’nda bu konuda 2008’de çıkarılıp, 2010’da yürürlüğe giren ve “Milli mahkemelerin Soykırım konusunda artık karar alabilecek yetkiye ulaşmalarına” olanak veren kararın tehlikesine işaret ediyor. Bunun dışında “yasaklı” aydınlarımızdan (!) Banu Avar, dün 19 Aralıkta Los Angeles’da Federal Mahkemede Türkiye’den toprak ve tazminat talep edecek davanın yeniden görüldüğünü hatırlatıyor ve uyarıyor.
Türkiye artık bu Fransa “fırsatından” başlayarak, demokrasiyi ve “Tarihi tarihçilere bırakma”önerisini hiçe sayan uluslararası komploya karşı büyük bir kontratağa en birleşmiş şekilde başlamaya mecbur…
FRANSIZ PARLAMENTOSU’NA KARŞI “BÜYÜK TAARRUZ” ŞART! / Bedri Baykam / 20 Aralik 2011 tarihli Cumhuriyet makalesi..
Fransız
Parlamentosunun “Ermeni Soykırımı” iddialarını yine gündeme
yasa tasarısı olarak sunması öyle ağır bir olay ki, Asya
seyahatim sürecinde de beni fazlasıyla meşgul etti. Katmandu’dan
CHP’li vekiller Haluk Koç ve Muharrem İnce ile konuştum.
Dışişleri Bakanımızı da aradım, birkaç denemeye karşın hala
görüşemedik. Sağlamaya çalıştığım şey, AKP, CHP ve MHP’nin
bu konuda uluslararası basın önünde ivedi bir basın toplantısı
yapmalarıydı. Bu henüz gerçekleşemedi ama son derece gerekli.
Çünkü bu vahim bir “Milli Dava” ve her şeyden önce
demokratik bir haklı tepki.
Bunu yalnız Fransa değil, tüm Ermeni diasporasının oylarına talip olan siyasilerin ülkeleri sürekli yapıyor. Olay artık çığırından çıktı ve kanser Türkiye’yi kuşatmaya başladı. Evet, dünya omurgasız oportünist oy arayışıyla hareket eden ucuz siyasilerle dolu. İyi ama son 40 yılda bu “oldu-bitti”yle, aşağılamayla, imajımızı yerle bir etmeye çalışan karalama kampanyasıyla 50 yıldır hükümetler ne kadar mücadele ettiler? Bu konuda dünya kamuoyunu bilgilendirme kampanyası açmak gibi kaçınılmaz bir karşı-eyleme neden yeltenmedik? Yanıt: “Efendim, biz başında bunları ciddiye almadık, olayları kendi ağzımızdan büyütmek istemedik”. İyi de, 42 diplomatımız ve 4 sivil, 12 yıla yayılan bir süreçte öldürüldükten sonra da mı? Bugün Dışişlerinin daha öncelikli bir gündemi yok. Daha önce İsviçre ve ABD’de gördüğümüz o arsızlık yine hortladı. Türkiye bugün batı dünyasını şaşırtacak bir bütçe ve kadro ile bu karalama kampanyasının üzerine yürümeli!
Tabii ki Fransa’ya karşı ekonomik tepki ve yeni ihale vermemek, kesin anlayacakları bir yöntem. Tam sayfa çok mantıklı hazırlanmış ilanları aynı anda dünya gazetelerinde yayınlatmak da bu hafta içinde gerçekleştirmemiz gereken bir eylem. Dışişleri bu konuda çok hızlı karar alıp uygulayan bir yapıya geçmeli. Ama yetmez: Her düşünceden aydının oluşturacağı yürekli ekipler, başta Fransa ve ABD olmak üzere, diplomatik girişimler dışında sahaya çıkmalı, basın toplantıları düzenlemeli. Mesela ben bu Hükümetin yerinde olsam inanılmaz bir hamle yapar ve Doğu Perinçek’i tutuksuz yargılamak üzere salıverip, bu görevi yurt dışında üstlenmesini sağlarım. Tabii en sahtekar suratlarıyla “Düşünce özgürlüğü, Rousseau-Voltaire” sözcüklerini ağızlarından düşürmeyen 2. Cumhuriyetçi dönek kadronun bu oluşuma destek verebileceğini sanmıyorum!
Haluk Koç, bu sürekli hortlatılan trajik senaryonun en yakın takipçilerinden. Türkiye adına krizi yerinde izleyen beş kişilik parlamento komisyonunda yer alıyor. Koç, Fransa belki perşembe günü bu kararı parlamentodan çıkarsa bile senatoda bu karar 22 Şubat’a kadar aynen onaylanmazsa, başkanlık seçimleri geldiğinden, bu tarihten sonra artık önerinin kanunlaşamayacağını görüşmemizde hatırlattı.
Aslında Fransa’nın hukuk dışı çıkışlarıyla Türkiye derdini iyi anlatmayı başarırsa, eli bu konuda her zamankinden daha güçlü: Fransız Parlamentosu’nun böyle bir karar almaya yetkisi yok. Çünkü ancak bir Uluslararası Mahkeme, BM Soykırım Sözleşmesi’ne göre “Soykırım olmuştur” kararını verebilir. Ayrıca ortada açık bir insan hakları ihlali var. Ben Hükümetin yerinde olsam, her ne kadar BM’in bu konulara bakacak bir Mahkemesi olmasa da, en azından ses getirmesi için gidip Fransa’yı şikayet ederim: “Elinde hiçbir hukuki dayanak olmadan, ırkçılık yaparak beni ‘soykırımcı’ ilan ediyor, aşağılıyor, halkıma karşı kin ve nefret propagandası yapılmasına aracı oluyor”. Türkiye ayrıca bu hukuki çıkışı Fransa’da da, diğer ülkelerde de yargıya derhal taşımalı. Çünkü “Hukuk” kavramının artıklarının bile yaşadığı bir ülkede, bu yasa teklifi gayri ciddiyetiyle maskaraya çevrilir.
Onur Öymen, bu konunun yakın takipçilerinden ve basının kendisiyle bu konuda ikazlarını ciddiye almamasını eleştiriyor. Öymen 2003’te AKP ve CHP’nin bu konuda ortak bildiri yayınlayabilmiş olduğunu hatırlattı ve bugün CHP’nin çok daha aktif olması gerektiğini vurguladı. Şükrü Elekdağ ile beraber AB bünyesinde Türkiye-AB Karma Parlamento Komisyonu’nda bu konuda 2008’de çıkarılıp, 2010’da yürürlüğe giren ve “Milli mahkemelerin Soykırım konusunda artık karar alabilecek yetkiye ulaşmalarına” olanak veren kararın tehlikesine işaret ediyor. Bunun dışında “yasaklı” aydınlarımızdan (!) Banu Avar, dün 19 Aralıkta Los Angeles’da Federal Mahkemede Türkiye’den toprak ve tazminat talep edecek davanın yeniden görüldüğünü hatırlatıyor ve uyarıyor.
Türkiye artık bu Fransa “fırsatından” başlayarak, demokrasiyi ve “Tarihi tarihçilere bırakma” önerisini hiçe sayan uluslararası komploya karşı büyük bir kontratağa en birleşmiş şekilde başlamaya mecbur…
Bunu yalnız Fransa değil, tüm Ermeni diasporasının oylarına talip olan siyasilerin ülkeleri sürekli yapıyor. Olay artık çığırından çıktı ve kanser Türkiye’yi kuşatmaya başladı. Evet, dünya omurgasız oportünist oy arayışıyla hareket eden ucuz siyasilerle dolu. İyi ama son 40 yılda bu “oldu-bitti”yle, aşağılamayla, imajımızı yerle bir etmeye çalışan karalama kampanyasıyla 50 yıldır hükümetler ne kadar mücadele ettiler? Bu konuda dünya kamuoyunu bilgilendirme kampanyası açmak gibi kaçınılmaz bir karşı-eyleme neden yeltenmedik? Yanıt: “Efendim, biz başında bunları ciddiye almadık, olayları kendi ağzımızdan büyütmek istemedik”. İyi de, 42 diplomatımız ve 4 sivil, 12 yıla yayılan bir süreçte öldürüldükten sonra da mı? Bugün Dışişlerinin daha öncelikli bir gündemi yok. Daha önce İsviçre ve ABD’de gördüğümüz o arsızlık yine hortladı. Türkiye bugün batı dünyasını şaşırtacak bir bütçe ve kadro ile bu karalama kampanyasının üzerine yürümeli!
Tabii ki Fransa’ya karşı ekonomik tepki ve yeni ihale vermemek, kesin anlayacakları bir yöntem. Tam sayfa çok mantıklı hazırlanmış ilanları aynı anda dünya gazetelerinde yayınlatmak da bu hafta içinde gerçekleştirmemiz gereken bir eylem. Dışişleri bu konuda çok hızlı karar alıp uygulayan bir yapıya geçmeli. Ama yetmez: Her düşünceden aydının oluşturacağı yürekli ekipler, başta Fransa ve ABD olmak üzere, diplomatik girişimler dışında sahaya çıkmalı, basın toplantıları düzenlemeli. Mesela ben bu Hükümetin yerinde olsam inanılmaz bir hamle yapar ve Doğu Perinçek’i tutuksuz yargılamak üzere salıverip, bu görevi yurt dışında üstlenmesini sağlarım. Tabii en sahtekar suratlarıyla “Düşünce özgürlüğü, Rousseau-Voltaire” sözcüklerini ağızlarından düşürmeyen 2. Cumhuriyetçi dönek kadronun bu oluşuma destek verebileceğini sanmıyorum!
Haluk Koç, bu sürekli hortlatılan trajik senaryonun en yakın takipçilerinden. Türkiye adına krizi yerinde izleyen beş kişilik parlamento komisyonunda yer alıyor. Koç, Fransa belki perşembe günü bu kararı parlamentodan çıkarsa bile senatoda bu karar 22 Şubat’a kadar aynen onaylanmazsa, başkanlık seçimleri geldiğinden, bu tarihten sonra artık önerinin kanunlaşamayacağını görüşmemizde hatırlattı.
Aslında Fransa’nın hukuk dışı çıkışlarıyla Türkiye derdini iyi anlatmayı başarırsa, eli bu konuda her zamankinden daha güçlü: Fransız Parlamentosu’nun böyle bir karar almaya yetkisi yok. Çünkü ancak bir Uluslararası Mahkeme, BM Soykırım Sözleşmesi’ne göre “Soykırım olmuştur” kararını verebilir. Ayrıca ortada açık bir insan hakları ihlali var. Ben Hükümetin yerinde olsam, her ne kadar BM’in bu konulara bakacak bir Mahkemesi olmasa da, en azından ses getirmesi için gidip Fransa’yı şikayet ederim: “Elinde hiçbir hukuki dayanak olmadan, ırkçılık yaparak beni ‘soykırımcı’ ilan ediyor, aşağılıyor, halkıma karşı kin ve nefret propagandası yapılmasına aracı oluyor”. Türkiye ayrıca bu hukuki çıkışı Fransa’da da, diğer ülkelerde de yargıya derhal taşımalı. Çünkü “Hukuk” kavramının artıklarının bile yaşadığı bir ülkede, bu yasa teklifi gayri ciddiyetiyle maskaraya çevrilir.
Onur Öymen, bu konunun yakın takipçilerinden ve basının kendisiyle bu konuda ikazlarını ciddiye almamasını eleştiriyor. Öymen 2003’te AKP ve CHP’nin bu konuda ortak bildiri yayınlayabilmiş olduğunu hatırlattı ve bugün CHP’nin çok daha aktif olması gerektiğini vurguladı. Şükrü Elekdağ ile beraber AB bünyesinde Türkiye-AB Karma Parlamento Komisyonu’nda bu konuda 2008’de çıkarılıp, 2010’da yürürlüğe giren ve “Milli mahkemelerin Soykırım konusunda artık karar alabilecek yetkiye ulaşmalarına” olanak veren kararın tehlikesine işaret ediyor. Bunun dışında “yasaklı” aydınlarımızdan (!) Banu Avar, dün 19 Aralıkta Los Angeles’da Federal Mahkemede Türkiye’den toprak ve tazminat talep edecek davanın yeniden görüldüğünü hatırlatıyor ve uyarıyor.
Türkiye artık bu Fransa “fırsatından” başlayarak, demokrasiyi ve “Tarihi tarihçilere bırakma” önerisini hiçe sayan uluslararası komploya karşı büyük bir kontratağa en birleşmiş şekilde başlamaya mecbur…
LETTRE OUVERTE A LA FRANCE SUR LE PROJET DE LOI CONCERNANT “LE GENOCIDE ARMENIEN” Bedri BAYKAM
LETTRE OUVERTE A LA FRANCE SUR LE PROJET DE LOI
CONCERNANT “LE GENOCIDE ARMENIEN”
Bedri BAYKAM
La présente lettre ouverte ne s’adresse pas uniquement aux deputes francais qui vont voter le Jeudi 22 Decembre, 2011. l’un des projets de loi parmi les plus scandaleux et les plus illogiques qui puissent exister. Elle s’adresse également aux diplomates, aux intellectuels, au people Français, bref, a la France entière.
La présente lettre est ecrite par un artiste et ecrivain Turc (www.bedribaykam.com) qui a etudié dans des ecoles françaises depuis sa toute premiere enfance, qui s’est impregné de la culture française tout au long de sa vie et qui a participé à maintes expositions en France tout en gardant en permanence des liens très étroits avec ce pays qu’il a tant aime.
Avec votre Histoire si profondément enracinée, votre Revolution de 1789 qui, vers la fin du Siècle des Lumières a donne naissanse aux fondements de la démocratie des temps modernes, vos philosophes tels que Voltaire, Rousseau, Sartre et Camus qui ont marqué de façon décisive l’histoire de l’évolution de la pensée humaine, vous avez influencé aussi bien les Turcs que les citoyens de toutes les autres nations. Fondateur de notre Republique, Mustafa Kemal Atatürk n’a jamais caché que son projet de revolution politique aussi bien que culturelle s’est largement inspiré des apports de 1789.
Par votre litterature, vos philosophes, vos artistes, vos createurs, vos visions et votre reflexion dynamiques qui, tout en s’interrogeant sur le passé et sur l’avenir, continuent a changer la face du monde, vous êtes une fière nation.
C’est pourquoi ce projet de loi, qui relève d’un état d’esprit moyenageux et que vous allez voter ce jeudi-même, nous attriste beaucoup plus que vous ne pouvez l’imaginer. Soyez certains que, bien au-delà du fait que nous nous sentons accusés à tort et que les relations franco-turques risquent de se trouver blessées d’une maniere grave et irrémédiable, c’est la triste constatation de la position dans laquelle la France se met en validant cet acte scandaleux qui nous atterre. Vous n’avez pas le droit de procéder à une telle mesure, contraire à toute justice et à tout esprit démocratique, éminemment dommageable aux excellentes relations séculaires entretenues par la TURQUIE avec la FRANCE, berceau des idees les plus progressistes.
De plus, un tel projet de loi ne fait que retarder une paix tellement souhaitée et attendue entre la Turquie et l’Arménie, entre les turcs et les arméniens depuis si longtemps. Ce projet de loi ne fait que saboter la paix en fait. La Turquie suit la ligne de Kemal Atatürk qui a toujours proclamé “Paix dans le pays, Paix et dans le Monde”…
Par contre, oui, effectivement, ce jeudi il y’a un risque de voir infliger une tache honteuse a toute une nation. Seulement, et je tiens a vous le preciser, si ce crime est commis, la victime n’en sera pas La Turquie, mais la France elle-meme!Car vous devez bien le savoir que personne ne peut etre condamné pour une accusation sur laquelle il n’a pas été jugé et, surtout, sur laquelle il n’a pas été autorisé a s’expliquer, à se défendre. C’est l’une des toutes premieres lois universelles de la justice, aussi bien que de la démocratie, de la logique et des droits de l’homme.Mais malheureusement vous etes tellement aveuglés que vous n’arrivez meme pas à faire abstraction de cette condition sine qua non de la justice, sans laquelle on ne peut parler que de verdict fasciste et totalitaire. Avec ces comportements ridicules qui vont egalement a l’encontre des systèmes de reflexions dialectiques, vous pourriez même devenir un objet de satire, sur la ligne imaginaire du temps : que ce soit Asterix le Gaulois, ou Montesquieu ou le General de Gaulle, les commentaires ne seraient pas l’un moins méprisants que l’autre.
En fait vous ne vous rendez méme pas compte qu’un Parlement n’a pas le droit de définir un “Genocide” ou un pays de “ Genocidaire”. C’est uniquement un tribunal ou un tribunal international qui peut definir et utiliser ce terme aprés un procés ouvert et juridiquement acceptable par les Nations-Unies, d’aprés la Convention contre le Génocide (9/12/1948).
En verité, du fait de vos médias malheureusement si anti-democratiques, depuis que vous vous êtes saisis de la question du prétendu “genocide armenien”, vous avez toujours lu le meme article, avec des auteurs différents et des textes similaires qui rodent inlassablement autour des mêmes arguments. On vous a toujours relaté que les turcs avaient commis un génocide contre les arméniens, qu’ils avaient occupé des territoires arméniens, qu’ils avaient occupé Chypre sans raison(!) et que, maintenant, ils s’etaient mis a exterminer les kurdes a l’est du pays. Evidemment cela cadre bien avec vos préjugés bâtis sur des réminiscences d’Atilla le Hun ou de Genghis Khan. Par contre vous n’avez presque jamais accepté de publier et de rendre public le revers de la medaille sur ces sujets, à savoir les reponses données par les intellectuels turcs ou même étrangers. Alors, vous vous êtes pris à votre propre jeu. Comme vous ne publiez que les articles dénonçant et offensant la Turquie, tout en censurant le reste, toute accusation devenait ainsi crédible et véridique, faute de contre-poids. Donc le champ restait libre pour ce viol des droits d’un peuple et pour un lavage de cerveau à sens unique des citoyens français.
N’est-il pas remarquable que les intellectuels francais, victimes directs de ce processus malhonnête, ne se soient jamais demandé comment il se faisait que les turcs ne repondaient jamais à ces graves accusations? Un scepticisme sain et inévitable aurait dû au moins naitre chez eux! Malheureusement, cela n’a pas été le cas. Ils ont tous accepté de facto que s’il n’y avait pas de reponse donnée, cela voulait dire tout simplement dire qu’il n’y avait pas de reponse a donner!
Même dans ce cas, avec un peu de recul et des connaissances historiques basiques, n’auriez-vous pas pu vous poser quelques questions?
Est-ce que l’Empire Ottoman qui, en 1915 et en pleine première guerre mondiale, était accablé de tous côtés et moribond, aurait vraiment pu se relever un beau matin de printemps pour,tout d’un coup, à propos de rien, prendre la décision “d’annihiler tous les arméniens en un beau génocide”? Qui pourrait imaginer cela?L’Empire Ottoman qui avait vécu jusque là pendant plusieurs siécles en paix avec toutes les ethnies qui le composaient, qui avait accueilli à bras ouverts les juifs chassés d’Espagne, qui n’avait pas hésité à placer nombre d’arméniens jusque dans le Conseil des Ministres (Divan) du Sultan? Comment et pourquoi aurait-il pu procéder à un tel acte sans fondements et sans raison?
Pour nous, les differents groupes arméniens qui ont vu l’empire Ottoman se dissoudre ont voulu profiter de cette situation. S’alliant à l’envahisseur Russe, qui les a aussitôt armés, ils ont lancé une révolte sanglante de grande envergure et ont massacré des dizaines de milliers de turcs dans leurs villages. L’empire Ottoman que l’on croyait en ètat “comateux” a pu néanmoins réagir en mobilisant une armée qui a réussi à écraser cette révolte in extremis.
De toute évidence, le sang qui coula alors ne pouvait nullement s’apparenter à un “génocide”. Il s’agissait bien là d’une guerre dont l’Empire Ottoman, qui defendait ses frontières, n’avait meme pas eu l’initiative. Il n’y avait pas ici de haine raciale, loin de là, mais une défense par l’Empire Ottoman de sa souveraineté. La guerre déclencheé était très déstructrice et terrifiante, comme tout autre guerre, et il est évidemment certain que nombre d’arméniens innocents, qui n’avaient rien à avoir avec cette révolte, en ont également souffert.
Telle est donc la version Turque de ces tragiques évènements, la version à laquelle moi-même j’adhère. Des historiens mondialement connus tels que Justin Mc Carthy ou Bernard Lewis souscrivent également à cette analyse.Et pourtant vous ne lirez jamais leurs articles dans la presse francaise, condamneé à publier en continu des articles représentant le “méchant turc fasciste”!
Maintenant imaginons un instant que messieurs Lewis et Mc Carthy aient tort, tout comme moi-même. Que vous, les intellectuels et les hommes politiques francais aient raison de croire ce que vous déclarez croire. Que vous reste t’il à faire en ce cas? La seule voie normale, serait de faire analyser de manierè civilisée et sur la base de documents crédibles tous les aspects possibles de ce dramatique sujet, et cela par les historiens de differents pays, dont certains pourront considérer qu’il y a eu une genocide, et d’autres qui penseront tout à fait le contraire...
En tout cas, en empêchant la réalisation d’une telle procédure démocratique, vous écartez en mème temps et pour très longtemps tout espoir d’un possible pacte de paix entre les deux nations directement concernées, la Turquie et l’Arménie. C’est pourquoi beaucoup d’armeniens se sont toujours déclarés eux-mêmes contre ce projet de loi, y compris le grand patriarche de l’eglise armenienne.
Il est également triste de constater que, du fait de la campagne menée depuis de longues années par les médias français pour détruire l’image d’une Turquie démocratique et laïque, l’affaire turco-arménien a pu ètre assimilée impunément au genocide commis envers les juifs. En 1995, quatre procès m’ont été intentés en Turquie parce que j’aurais “insulté” certains négationnistes islamistes qui refusaient de reconnaitre ce crime odieux commis contre l’humanité. J’ai refuséde faire un pas en arrière et finalement grace àmes preuves trouvés et ma resistance, c’est eux qui ont étécontraints d’abandonner le procés.Mais soyons honnétes et francs: comment pourrions-nous même imaginer un instant une telle comparaison? Où donc sont les décrets, racistes, la montée de forces fascistes d’un ètat dictatorial s’arrogeant tous les pouvoirs, les preuves de déclarations racistes,les verdicts de tribunaux independants? etc. etc? C’est une tragi-comédie que l’on ait pu faire croire aux francais que ces deux événements historiques étaient directement comparables.
Aujourd’hui la plupart de vos politiciens peuvent étre tentés de prendre une décision opportuniste sur ce sujet, en pensant aussi bien à l’échéance des élections présidentielles comme à celle des élections législatives qui s’approchent; N’est-ce pas déplorable que a chaque échéance d’éléctions en France, nous vivons la méme tragi-comédie qui se répéte insassablement? Ainsi les parlementaires se trouvent à deux doigts de commettre un véritable crime contre l’humanité et la démocratie en général, et contre la Turquie républicaine plus précisément. Cela aboutira à mettre à l’honneur et à récompenser le groupe terroriste arménien ASALA qui a assassiné trente quatre diplomates Turques entre 1973 et 1984 et commis l’attentat d’Orly, dont les Français devraient pourtant encore pouvoir se souvenir.
D’autre part, les médias français entretiennent l’illusion que la Turquie, poussée par son ambition européenne, pourra, avec le temps, céder aux chantages politiques de la France ou de l’union Europeénne. Tenez-le vous dit une fois pour toutes, cela n’arrivera jamais. Aucun Turc qui se respecte n’acceptera jamais de mettre en péril son honneur et son respect de soi pour accepter un tel marché, une offre aussi intolérable.
Qu’attendez-vous donc? Que l’on ramenè à l’ordre du jour les massacres commis par la France en Algérie? Que l’on vous demande si vous allez suivre la mème démarche pour condamner les Etats-unis pour le génocide des indiens d’Amérique? Pensez vous à quoi ressemblerait le monde si chacun se mettait à juger de l’histoire de ses voisins
Donc, à la lumiere de tous ces rappels et arguments, nous demandons à la France de se rappeler avant tout des principes fondateurs de sa propre République et de ne pas signer un acte irréparable qui bloquerait toute discussion constructive pour surmonter ces graves incidents historiques.
Je vous en prie, écoutez la raison, la logique et la bonne conscience: ne tuez pas la démocratie et ne portez pas cette gaffe historique au crédit de la France.
Votre pays mèrite beaucoup mieux que cela. Il doit également continuer à mériter notre estime, notre Amitié et notre respect mutuel.
Bedri BAYKAM
LETTRE OUVERTE A LA FRANCE SUR LE PROJET DE LOI CONCERNANT “LE GENOCIDE ARMENIEN” Bedri BAYKAM
LETTRE
OUVERTE A LA FRANCE SUR LE PROJET DE LOI
CONCERNANT
“LE GENOCIDE ARMENIEN”
Bedri BAYKAM
La
présente lettre ouverte ne s’adresse pas uniquement aux deputes
francais qui vont voter le Jeudi 22 Decembre, 2011. l’un des
projets de loi parmi les plus scandaleux et les plus illogiques qui
puissent exister. Elle s’adresse également aux diplomates, aux
intellectuels, au people Français, bref, a la France entière.
La
présente lettre est ecrite par un artiste et ecrivain Turc
(www.bedribaykam.com)
qui a etudié dans des ecoles françaises depuis sa toute premiere
enfance, qui s’est impregné de la culture française tout au long
de sa vie et qui a participé à maintes expositions en France tout
en gardant en permanence des liens très étroits avec ce pays qu’il
a tant aime.
Avec
votre Histoire si profondément enracinée, votre Revolution de 1789
qui, vers la fin du Siècle des Lumières a donne naissanse aux
fondements de la démocratie des temps modernes, vos philosophes tels
que Voltaire, Rousseau, Sartre et Camus qui ont marqué de façon
décisive l’histoire de l’évolution de la pensée humaine, vous
avez influencé aussi bien les Turcs que les citoyens de toutes les
autres nations. Fondateur de notre Republique, Mustafa Kemal Atatürk
n’a jamais caché que son projet de revolution politique aussi bien
que culturelle s’est largement inspiré des apports de 1789.
Par
votre litterature, vos philosophes, vos artistes, vos createurs, vos
visions et votre reflexion dynamiques qui, tout en s’interrogeant
sur le passé et sur l’avenir, continuent a changer la face du
monde, vous êtes une fière nation.
C’est
pourquoi ce projet de loi, qui relève d’un état d’esprit
moyenageux et que vous allez voter ce jeudi-même, nous attriste
beaucoup plus que vous ne pouvez l’imaginer. Soyez certains que,
bien au-delà du fait que nous nous sentons accusés à tort et que
les relations franco-turques risquent de se trouver blessées d’une
maniere grave et irrémédiable, c’est la triste constatation de la
position dans laquelle la France se met en validant cet acte
scandaleux qui nous atterre. Vous n’avez pas le droit de procéder
à une telle mesure, contraire à toute justice et à tout esprit
démocratique, éminemment dommageable aux excellentes relations
séculaires entretenues par la TURQUIE avec la FRANCE, berceau des
idees les plus progressistes.
De plus,
un tel projet de loi ne fait que retarder une paix tellement
souhaitée et attendue entre la Turquie et l’Arménie, entre les
turcs et les arméniens depuis si longtemps. Ce projet de loi ne fait
que saboter la paix en fait. La Turquie suit la ligne de Kemal
Atatürk qui a toujours proclamé “Paix dans le pays, Paix et dans
le Monde”…
Par
contre, oui, effectivement, ce jeudi il y’a un risque de voir
infliger une tache honteuse a toute une nation. Seulement, et je
tiens a vous le preciser, si ce crime est commis, la victime n’en
sera pas La Turquie, mais la France elle-meme!
Car vous devez bien le
savoir que personne ne peut etre condamné pour une accusation sur
laquelle il n’a pas été jugé et, surtout, sur laquelle il n’a
pas été autorisé a s’expliquer, à se défendre. C’est l’une
des toutes premieres lois universelles de la justice, aussi bien que
de la démocratie, de la logique et des droits de l’homme.
Mais malheureusement vous etes tellement aveuglés que vous n’arrivez
meme pas à faire abstraction de cette condition sine
qua non de la justice, sans
laquelle on ne peut parler que de verdict fasciste et totalitaire.
Avec ces comportements ridicules qui vont egalement a l’encontre
des systèmes de reflexions dialectiques, vous pourriez même devenir
un objet de satire, sur la ligne imaginaire du temps :
que ce soit Asterix le Gaulois, ou Montesquieu ou le General de
Gaulle, les commentaires ne seraient pas l’un moins méprisants que
l’autre.
En fait
vous ne vous rendez méme pas compte qu’un Parlement n’a pas le
droit de définir un “Genocide” ou un pays de “ Genocidaire”.
C’est uniquement un tribunal ou un tribunal international qui peut
definir et utiliser ce terme aprés un procés ouvert et
juridiquement acceptable par les Nations-Unies, d’aprés la
Convention contre le Génocide (9/12/1948).
En
verité, du fait de vos médias malheureusement si
anti-democratiques, depuis que vous vous êtes saisis de la question
du prétendu “genocide armenien”, vous avez toujours lu le meme
article, avec des auteurs différents et des textes similaires qui
rodent inlassablement autour des mêmes arguments. On vous a toujours
relaté que les turcs avaient commis un génocide contre les
arméniens, qu’ils avaient occupé des territoires arméniens,
qu’ils avaient occupé Chypre sans raison(!) et que, maintenant,
ils s’etaient mis a exterminer les kurdes a l’est du pays.
Evidemment cela cadre bien avec vos préjugés bâtis sur des
réminiscences d’Atilla le Hun ou de Genghis Khan. Par
contre vous n’avez presque jamais accepté de publier et de rendre
public le revers de la medaille sur ces sujets, à savoir les
reponses données par les intellectuels turcs ou même étrangers.
Alors, vous vous êtes pris à votre propre jeu. Comme vous ne
publiez que les articles dénonçant et offensant la Turquie, tout en
censurant le reste, toute accusation devenait ainsi crédible et
véridique, faute de contre-poids. Donc
le champ restait libre pour ce viol des droits d’un peuple et pour
un lavage de cerveau à sens unique des citoyens français.
N’est-il
pas remarquable que les intellectuels francais, victimes directs de
ce processus malhonnête, ne se soient jamais demandé comment il se
faisait que les turcs ne repondaient jamais à ces graves
accusations? Un scepticisme sain et inévitable aurait dû au moins
naitre chez eux! Malheureusement, cela n’a pas été le cas. Ils
ont tous accepté de facto que s’il n’y avait pas de reponse
donnée, cela voulait dire tout simplement dire qu’il n’y avait
pas de reponse a donner!
Même
dans ce cas, avec un peu de recul et des connaissances historiques
basiques, n’auriez-vous pas pu vous poser quelques questions?
Est-ce
que l’Empire Ottoman qui, en 1915 et en pleine première guerre
mondiale, était accablé de tous côtés et moribond, aurait
vraiment pu se relever un beau matin de printemps pour,
tout d’un coup, à propos de rien, prendre la décision
“d’annihiler tous
les arméniens en un beau génocide”? Qui
pourrait imaginer cela?
L’Empire Ottoman qui avait vécu jusque là pendant plusieurs
siécles en paix avec toutes les ethnies qui le composaient, qui
avait accueilli à bras ouverts les juifs chassés d’Espagne, qui
n’avait pas hésité à placer nombre d’arméniens jusque dans
le Conseil des Ministres (Divan) du Sultan? Comment et pourquoi
aurait-il pu procéder à un tel acte sans fondements et sans raison?
Pour
nous, les differents groupes arméniens qui ont vu l’empire
Ottoman se dissoudre ont voulu profiter de cette situation. S’alliant
à l’envahisseur Russe, qui les a aussitôt armés, ils ont lancé
une révolte sanglante de grande envergure et ont massacré des
dizaines de milliers de turcs dans leurs villages. L’empire Ottoman
que l’on croyait en ètat “comateux” a pu néanmoins réagir en
mobilisant une armée qui a réussi à écraser cette révolte in
extremis.
De
toute évidence, le sang qui coula alors ne pouvait nullement
s’apparenter à un “génocide”. Il s’agissait bien là d’une
guerre dont l’Empire Ottoman, qui defendait ses frontières,
n’avait meme pas eu l’initiative. Il n’y avait pas ici de haine
raciale, loin de là, mais une défense par l’Empire Ottoman de sa
souveraineté. La guerre
déclencheé était très déstructrice et terrifiante, comme tout
autre guerre, et il est évidemment certain que nombre d’arméniens
innocents, qui n’avaient rien à avoir avec cette révolte, en ont
également souffert.
Telle
est donc la version Turque de ces tragiques évènements, la version
à laquelle moi-même j’adhère. Des
historiens mondialement connus tels que Justin Mc Carthy ou Bernard
Lewis souscrivent également à cette analyse.
Et pourtant vous ne lirez jamais leurs articles dans la presse
francaise, condamneé à publier en continu des articles représentant
le “méchant turc fasciste”!
Maintenant
imaginons un instant que messieurs Lewis et Mc Carthy aient tort,
tout comme moi-même. Que vous, les intellectuels et les hommes
politiques francais aient raison de croire ce que vous déclarez
croire. Que vous reste t’il
à faire en ce cas? La seule voie normale, serait de faire analyser
de manierè civilisée et sur la base de documents crédibles tous
les aspects possibles de ce dramatique sujet, et cela par les
historiens de differents pays, dont
certains pourront considérer qu’il y a eu une genocide, et
d’autres qui penseront tout à fait le contraire...
En tout
cas, en empêchant la réalisation d’une telle procédure
démocratique, vous écartez en mème temps et pour très longtemps
tout espoir d’un possible pacte de paix entre les deux nations
directement concernées, la Turquie et l’Arménie. C’est pourquoi
beaucoup d’armeniens se sont toujours déclarés eux-mêmes contre
ce projet de loi, y compris le grand patriarche de l’eglise
armenienne.
Il est
également triste de constater que, du fait de la campagne menée
depuis de longues années par les médias français pour détruire
l’image d’une Turquie démocratique et laïque, l’affaire
turco-arménien a pu ètre assimilée impunément au genocide commis
envers les juifs. En 1995,
quatre procès m’ont été intentés en Turquie parce que j’aurais
“insulté” certains négationnistes islamistes qui refusaient de
reconnaitre ce crime odieux commis contre l’humanité. J’ai
refusé
de faire un pas en arrière
et finalement grace à
mes preuves trouvés
et ma resistance, c’est eux qui ont été
contraints d’abandonner le procés.
Mais soyons honnétes et francs: comment pourrions-nous même
imaginer un instant une telle comparaison? Où donc sont les
décrets, racistes, la montée de forces fascistes d’un ètat
dictatorial s’arrogeant tous les pouvoirs, les preuves de
déclarations racistes,les verdicts de tribunaux independants? etc.
etc? C’est une tragi-comédie que l’on ait pu faire croire aux
francais que ces deux événements historiques étaient directement
comparables.
Aujourd’hui
la plupart de vos politiciens peuvent étre tentés de prendre une
décision opportuniste sur ce sujet, en pensant aussi bien à
l’échéance des élections présidentielles comme à celle des
élections législatives qui s’approchent; N’est-ce pas
déplorable que a chaque échéance d’éléctions en France, nous
vivons la méme tragi-comédie qui se répéte insassablement? Ainsi
les parlementaires se trouvent à deux doigts de commettre un
véritable crime contre l’humanité et la démocratie en général,
et contre la Turquie républicaine plus précisément. Cela aboutira
à mettre à l’honneur et à récompenser le groupe terroriste
arménien ASALA qui a assassiné trente quatre diplomates Turques
entre 1973 et 1984 et commis l’attentat d’Orly, dont les Français
devraient pourtant encore pouvoir se souvenir.
D’autre
part, les médias français entretiennent l’illusion que la
Turquie, poussée par son ambition européenne, pourra, avec le
temps, céder aux chantages politiques de la France ou de l’union
Europeénne. Tenez-le vous
dit une fois pour toutes, cela n’arrivera jamais. Aucun Turc qui se
respecte n’acceptera jamais de mettre en péril son honneur et son
respect de soi pour accepter un tel marché, une offre aussi
intolérable.
Qu’attendez-vous
donc? Que l’on ramenè à l’ordre du jour les massacres commis
par la France en Algérie? Que l’on vous demande si vous allez
suivre la mème démarche pour condamner les Etats-unis pour le
génocide des indiens d’Amérique? Pensez vous à quoi
ressemblerait le monde si chacun se mettait à juger de l’histoire
de ses voisins
Donc, à
la lumiere de tous ces rappels et arguments, nous demandons à la
France de se rappeler avant tout des principes fondateurs de sa
propre République et de ne pas signer un acte irréparable qui
bloquerait toute discussion constructive pour surmonter ces graves
incidents historiques.
Je
vous en prie, écoutez la raison, la logique et la bonne conscience:
ne tuez pas la démocratie et ne portez pas cette gaffe historique au
crédit de la France.
Votre
pays mèrite beaucoup mieux que cela. Il doit également continuer à
mériter notre estime, notre Amitié et notre respect mutuel.
Bedri
BAYKAM
19 Aralık 2011 Pazartesi
Futbol kazandı / Fenerbahçe-Trabzonspor maç yazısı (FotoGOL)
Bazen bir futbol müsabakası futbolun çok ötesinde anlamlar ve gerginlikle taşır. Nadiren… Dünkü maç bunların en “kırmızı alarm” vereniydi. Ve Fenerbahçe camiası bu maçtan yalnız üç puanla değil, alnının akıyla çıktı. Bütün gerçek sporseverlerin korkusu bu maçın 3 yılın ve son 5 ayın “kanlı” bir hesaplaşması şeklinde geçeceği yönündeydi. Özellikle Sadri Şener ve Şenol Güneş’in yaptıkları provokatif açıklamalar ne yazık ki ibreyi yukarı kaldırmıştı. Fakat Fenerbahçeli yöneticiler bu tuzağa düşmemeyi başardılar. Bu maçın futbolumuz adına olaysız geçmiş olması normalleşme yönünde atılmış çok önemli bir adımdır.
Aykut Kocaman sahaya maçı kazanmaya mecbur olduğunu bilen ofansif bir kadro çıkarttı. Tek anlaşılmazı Baroni yerine Selçuk’u tercih etmesiydi, ama Kocaman’ın da bu sürprizlerine artık alıştık!
Her iki takım da ilk yarıda sert ve temkinli bir futbol oynuyorlardı ve hedef her şeyden önce gol yememekti. Orta sahada özellikle Selçuk’un kaybettiği toplarda Trabzonspor çeşitli tehlikeler yaratabildi. 18’de Burak’ın kafasını 1.5 metreden Volkan çıkarmasa maç ne olurdu bilemiyorum.
Topuz galiba neredeyse iki yıldır galiba ilk defa gol attı, ama ne attı! Kornerden gelen topa vurduğu kafa yan ağlara giden bir mermi gibiydi. İşte bu gol dünkü gladyatörler savaşının tek parlama anı olarak defterlere yazılacaktı. Ama biz henüz bunu bilemezdik maç akarken...Serdar’ın sanki 40 yıllık Fenerli gibi gösterdiği başarılı oyun, golden sonra da temposunu kaybetmeyen Trabzon’u durduran en önemli unsurdu. Stoch bu maçta sanki yerini ve işlevini tam anlamıyla bulamamıştı.
İkinci yarıda Trabzon 10 kişi kaldıktan sonra Fenerbahçe’nin maçı artık koparacağını sananlar yanıldı, çünkü sanki 10 kişi kalan sarı-lacivertlilermiş gibi Trabzon ikinci yarıya ağırlığını koydu. Oyun son yarım saatte tam bir gladyatörler savaşı olarak geçti. Fauller, sakatlananlar, karşılıklı kaçan goller ve heyecandan yerinde duramayan 50 bin seyirci. Dün Fenerbahçe özellikle Volkan, Yobo ve Serdar’ın savunma başarıları ve futbolcularının maçı alma yemini sayesinde bu galibiyeti koparırken özellikle başkanını ne kadar mutlu olduğunu biliyordu. Ama kim ne derse desin dünkü maçta galibiyetten daha fazla mutlu eden Aykut ve Şenol Güneş’in maçtan önceki karşılıklı tebrikleri, Gökhan Gönül ün rakibinin kırmızı kartını engellemeye çalışması ve Fenerbahçe seyircisinin birkaç küfre rağmen itidalli davranışıydı. Herşeyden çok futbol ve centilmenlik kazandı...
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)