Öncelikle yeni yılınızı kutlar,
adı güzel 2020’nin (Yirmi Yirmi’nin) ailenize, sevdiklerinize
ve size sağlık, başarı, keyif, ülkemize de barış, adalet,
demokrasi getirmesini ümit ederim. Ama ne yazık ki bu sözleri
uzatmaya fırsat bırakmıyorlar! Gündemin raydan çıkma hızı
korkunç! Birkaç haftadır Kanal İstanbul dayatması ve
tartışmaları ile boğuşuyoruz. Adamlar gözümüzün içine
bakarak “Kanalın, Montreux anlaşmasıyla hiçbir ilgisi yok”
diyebiliyorlar. Kanal’ın İstanbul’a, Trakya’ya, Türkiye’ye
ekonomik, ekolojik, askeri, diplomatik açılardan vereceği zarar
dev boyutlarda. İşin kötüsü, ciddi eksperlerle kamuoyu önünde
hiçbir tartışma henüz yapılmamışken, çoktan bitirilmiş.
Yandaşlar, Araplar, Katarlılar arsaları kapatmışlar. Yani iş
sekteye uğrasa, hepsi isyan edecek, “Ne demek? Bizlere naylon
arsalar mı satıldı?” diye! Türkiye hayati bir konuda oldu
bittiye getiriliyor. Geriye dönüşü olmayan bir yola zorla
sokularak, doğal jeografik yapısı adeta tecavüze uğratılmak
isteniyor. Bizler de durdurmaya çalışıyoruz. Hani duyarlı
yurttaşlarımızın, Çevre ve Şehircilik İl Müdürlüklerinde
uzun kuyruklara girerek imzaladığı itiraz dilekçeleri var ya?
İşte herkes bilsin ki, o itirazların adedi kaç olursa olsun,
diyecekleri şu: “Gördünüz mü 16 milyonluk
İstanbul’da topu topuna şu kadar kişi itiraz dilekçesi verdi”.
Oysa bunun hiç önemi yok! Konu rakam değil. İsterse tek bir kişi
itiraz etsin, onu zaten halk adına yapıyor. Olayı bu şekilde
çığırından çıkarmaya kalkanlara verilecek tek cevap var:
“Referanduma gitmeye cesaretiniz var mı?”
İnsanı deli edecek bu Kanal İstanbul
oldu bittisi ile boğuşurken karşımıza bir de Sözcü davasını
sürdüler. “Hiç Emin Çölaşan veya Necati Doğru’dan
Fetöcü çıkar mı? Bunlar deli saçması iddialar” filan mı
dememi bekliyorsunuz? Bunları yanıtlamak bile, bu zavallı hayali
senaryolara güç vermek olur. Söylenecek başka laflar var: “Bu
sefer kim kandırdı sizi?” veya “Yarın bu hakim de
diğerleri gibi kaçarsa, onun hakkında o gün neler diyeceksiniz?”,
“Bu davaların da savcısı mısınız? Yoksa ‘bizlere
bağımsız yargı karar verdi, n’apabiliriz ki?’ mi
diyorsunuz?”
Bu iktidar, dehşet salma merakına,
olur olmaz sebeplerle o meşhur “Korku İmparatorluğu” havasını
ısıtıp ısıtıp sunmaya doyamadı gitti!... Allah’tan bu sefer
baltayı öyle bir taşa vurdular ki, kendi yandaşları bile isyan
ettiler. Yani Akif Bekiler, Nagehan Alçılar, hepsi “yeter artık”
diyebildiler yüksek sesle! Aralarında kişisel sataşma, kavga,
gürültü gibi onca polemik yaşanmışken, Ertuğrul Özkök ve
Fatih Altaylı bile merkez medyadan “insaf artık!”
diyenler arasında. Yüzü kızarmadan, hiç kimse bu kararın
arkasında duramaz, kefil olamaz.
Türkiye’yi belki de bunlar
kurtaracak bu iktidardan: Gözlerinin tamamen kararmış olması ve
kendi kendilerine verdikleri zararların bile ayırdında
olamamaları... Hem de fark ile gelen İstanbul hezimetinden ders
almadan, belediyelerin gidişatı hakkında yapılan anket
sonuçlarına göz atmadan...
“CEP HERKÜLÜ” BİLDİĞİMİZDEN
DE BÜYÜKMÜŞ!
Naim filmine geçtiğimiz hafta sonu,
çoğu insan gördükten sonra gittim. Ama iyi ki sinemada
kaçırmadım. Gerçekten muhteşemdi. Mustafa Uslu, müthiş
filmlere imza atmayı bilen bir yapımcı. Daha önce “Ayla” ve
“Müslüm” de onun prodüksiyonuydu.
Bu filmlerin ortak noktaları: Gerçek
yaşanmış hikayelerden yola çıkmaları, inanılmaz başarılı
yönetmenler ve aktörlerin elinden çıkmış olmaları, son derece
mükemmeliyetçi sanat yönetmenlerine sahip olmaları, seyirciyi
bazen mutluluktan, bazen milliyetçi duygulardan, bazen nostaljik
frekans yüklemesinden, bazen ise üzüntüden ağlatmayı
başarmaları… Bu filmleri ve üstün başarılarını seyrettikten
sonra, neredeyse şunu diyeceğim geliyor: Gerçek hayatta yaşanmış
önemli bir olay, bir serüven, dramatik bir yaşam dilimi, ancak bu
seviyede filmi yapıldığı zaman izleyen halkın gözünde uçuşan
taşlar yerine oturabiliyor! Bu filmlerden en az ikisini görenler,
neden haklı olduğumu çok iyi biliyorlar. “Çicero” ve “Türk
İşi Dondurma”, belki bu diğer üç filmin başarı zeminini
yakalayamadılar, ama onlar da büyük bir özen, emek ve araştırma
sonucu doğmuş çalışmalardı. Onlara da şapka! Nasıl biz
ressamların da her resmi aynı başarı seviyesini yakalayamazsa,
halkın veya Uslu’nun da bu yapıtlar arasında tercihleri
kaçınılmaz şekilde vardır. Ama bir konu dikkatimi çekiyor:
Nasıl 80’lerle beraber Yeşilçam, daha çok “Yönetmen
Sineması” moduna geçtiyse, sanki şimdi Uslu ile bir “Prodüktör
Sineması” sayfası açılıyor.
Gelelim Naim’e: O yılları içinden
yaşadık. Ama bizler bile işin iç yüzünün birçok virajını
tam olarak algılayamamışız. O yıllar, bizlerin Turgut Özal’a
karşı büyük bir muhalefet yürüttüğümüz dönem. Muhalefet,
doğal olarak Özal’ın her hamlesini yerden yere vuruyordu. İşte
o günlerde, Özal’ın Süleymanoğlu vakasını nasıl yerinde,
haklı ve doğru bir şekilde kararlı bir operasyonla tamamladığını,
satranç diliyle bir hamleyle dört taş alarak şah-mat yaptığını
film çok güzel bir şekilde yansıtıyor. Ardından dünya çapında
tarihi bir başarıya dönüşen bu hikaye, gözlerimizi yaşartmakla
kalmadı, sayısız Dünya, Olimpiyat ve Avrupa şampiyonluğu ve
rekoruna dönüştü. Ülkemiz o başarılara o kadar açtı ki...
Ülke, Naim ağırlıkları kaldırırken, onunla nefesini tutar,
onunla haykırır, onunla sokağa dökülürdü. Dünya “Cep
Herkülü”nün başarılarını imrenerek izledi!
Naim’in sportif
başarı olarak kıyaslanabileceği isimler var: Jean Claude Killy,
Eddy Merckx, Peter Phelps ya da Roger Federer... Ama aslında bu
diğer devler değil, tek bir isim onun yanına gelebilir: Muhammed
Ali. 1968 kuşağının simgelerinden Ali, Vietnam Savaşı’nın
kirliliğini nasıl bu uğurda hapse girmeyi göze alarak dünyaya
anlatabildiyse, nasıl siyah Amerikalılar’ın yaşadığı
ırkçılığı durduran hamleleri yapabildiyse, nasıl bu
mücadeleleri verirken dev başarılara imza attıysa, Naim
Süleymanoğlu da, Bulgaristan’da Türk azınlığın yaşadığı
korkunç muameleleri dünyaya taşıyan, sesini uluslararası arenada
duyurup onları kurtaran isim oldu. İşte bu nedenlerle onu bugün
tarihin en ünlü ve en çok iz bırakmış sporcusunun, Muhammed
Ali’nin yanına layık görebiliyoruz.
Sola özeleştiri: O günlerde,
-kendimden söz etmiyorum- Özal’ın örtülü ödenekten Naim için
Bulgaristan’a 1 Milyon Dolar verebilmiş olması, ciddi bir
eleştiri konusu olmuştu. Ama o konuda tarih ve zaman Özal’ı
haklı çıkardı. Bu tabii diğer hatalarını örtmez ama alkış
gerektirir!
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
Not: Yalnızca bu blogun üyesi yorum gönderebilir.