29 Kasım 2019 Cuma

GAZETECİLİK VE SİYASET ETİĞİ | Bedri Baykam | 28.11.2019


Yaratılan kaos, ne yazık ki ülkemize has bir şekilde abartılı gündem maddesi haline dönüşüverdi. Bu yaşananlardan en büyük zararı sanıldığı gibi şu ya da bu politikacı görmedi. Halkımız gördü. En büyük bedeli onlar ödedi. Milyonlarca Cumhuriyetçi insan, yine umutlarına limon sıkılan bir hafta geçirdiler. Sürekli olarak, o ne dedi şu ne dedi şeklinde beklentiler üzerinden saçma sapan bir konu Türkiye’yi meşgul etti. Gelişmeleri izleyen kumpasçılar, ellerini ovuşturdular.
Bizim arka bahçede olan tüm muhataplarda da baştan sona sükûnet eksikti. Gerek Rahmi Turan gerek Kılıçdaroğlu ve hatta mağdur olmasına rağmen Muharrem İnce, olaya soğukkanlı yaklaşamadılar. Bu olayın hiç kimse için fırsat oluşturmayan, saçma sapan ve rezil bir konu olduğunu herkes görmezden geldi.

GAZETECİLİĞİN TEMEL KURALLARI
Bu haber, normalde Rahmi Turan’ın önüne geldiği saniye çöpü boylamalıydı. Turan, dünyada hiçbir gerçek gazetecinin bu haberi başkasına paslamak istemesindeki saçmalığı göremedi. “Bu ne biçim gazeteci, niye kendisi kullanmıyor?” gibisinden basit bir mantığı bile yürütemedi. Ülke bu kadar zarar gördükten sonra bunu söylemeye mecburuz: Rahmi Turan’ın tavrı hiçbir şekilde kabul edilemez.
Gazeteciliğin temel etik kuralları vardır: Hiçbir gerçek gazeteci, en az iki apayrı kaynağa dayandırmadan bir iddiayı haberleştiremez. Turan’ın özrü ise kabahatinden daha büyük: “Habercilik arzusuyla davrandım”. Böyle affedilemez bir hatayı “ilk ben söyledim!” hırsına yenilerek yapmak, ancak genç bir stajyerin elinden çıkabilecek bir tecrübesizliktir. Bu, kelimelerin ürettiği şehvet duygusuna teslim olmaktır. Turan’a iki soru sormak lazım: İlki, Uğur Dündar neden bu tuzağa düşmedi? İkincisi de Talat Atilla kendisine göre gerçekten bu kadar güvenilir bir gazeteci midir? Böyle bir liste yapılacak olsa onu ilk 50 isim arasında sayacak kaç kişi vardır? Talat Atilla bir Uğur Mumcu mudur? Bir Uğur Dündar mıdır? Bir Orhan Bursalı mıdır? Bir Soner Yalçın mıdır? Bir Ümit Zileli midir? Bir Mustafa Mutlu mudur? Bir Yılmaz Özdil midir? Ben onlarca güvenilir, kimliğini kanıtlamış gazeteci sayabilirim. Ama kaç kişi Atilla’yı onlarla aynı kalibrede görebilir, merak ediyorum. Atilla bu hafta söylediği her lafı tekzip etmiş, birbirini tutan hiçbir cümlesi olmamıştır. Geçen yıl Kılıçdaroğlu ile görüştüğünü iddia ederken, Kemal Bey 7 yıldır kendisini görmediğini belirtmiştir. Önce Turan’a fısıldayan kuşun kendisi olduğunu inkâr eden Atilla, ardından bunu kabul etmiş ama kendisinin de adını açıklayamayacağı “CHP’li bir kaynağı” olduğunu iddia etmiştir! Oh ne güzel! Böylece artık, çamur atılmaya çalışılan İnce’nin kendini temize çıkarmasının ardından bulunan bu “özel formülle” tüm CHP’liler töhmet altında bırakılmıştır! Vallahi, helal olsun Rahmi Turan’a! Çok güvenilir olduğunu iddia ettiği bu kaynağın en büyük “güven ispat referansı” neymiş biliyor musunuz: Erken seçim olacağını bilmiş! Vay vay vay! Demek kaynak iktidara çok yakın güvenli bölgelerde gezebiliyor! Yani ona güvenebilecekmişsiniz!
Atilla’nın kendi sözde CHP’li kaynağını açıklamama inadı, bugünün gündeminde bir başka rezalet. Bu yöntemle o belirsiz iftira üretme yöntemi teorik olarak tüm CHP’lileri hedef alıyor! Adama sorarlar: Hani o kaynak, “Saray’dan bir isim”di? Madem bu sefer “üst düzey bir CHP milletvekili”nden kaynak olarak söz ediliyor, o zaman bu hayali ismi koruyan kim? Hedef onu korumak mı, yoksa bütün CHP’li milletvekillerini lekelemeye çalışmak mı? Tam ben “neden CHP veya Kılıçdaroğlu böyle bir rezalete karşı dava açmıyorlar?” diye düşünürken İnce, Turan’a beş kuruşluk, Talat Atilla’ya 3 kuruşluk manevi tazminat davası açacağını bildirdi. Sevindim! Ortalığı toz dumana katmanın bir maddi bedeli olmayacaksa da, manevi bir cezası olmalı!

CHP KAZANI NEDEN FOKURDADI?
Kabul etmek lazım ki, Turan’dan sonra anchormanler de haberin patlamasına katkıda bulundular, olayı uğraşarak köpürttüler. İşaretler İnce’ye yönelmeye başladıktan sonra, kendisinin tepki vermesi normaldi. Keşke ilk konuşulduğu gibi Kılıçdaroğlu ve İnce çıkıp beraber basın toplantısı yapmış olsalardı! Keşke bu konu ile ilgili sorular kendisine yöneltildiğinde Kılıçdaroğlu çıkıp şu minvalde bir şeyler söyleseydi: “Bu iddia deli saçması! Ama kim bilir hangi bahtsız bunu hangi niyetle uydurmuş! Velev ki bu iddia doğru! O zaman bu da kanıtlanırsa ortada yine sorun yok, çünkü Beştepe’den kendisine ve CHP’ye bir hayır geleceğini düşünen insan, aklını peynir ekmekle yemiştir ve zaten siyasi kariyeri bitmiştir!” Kemal Bey, bunun yerine herkesin her yöne çekebildiği malum sözleri kullandı. İddiaların havada kaldığı ortaya çıkınca, gerilim birden arttı. “Ben onu demek istememiştim” formülüne geçiş yapılıverdi. Uzun lafın kısası, birden CHP kumpas kaynağını tiye alarak atlatabileceği bir ortamdan, el bombasını Turan’ın elinden alıp, kendi kucağına yerleştirdi. Birden parti içi iktidar ve muhalefet, bu ortamı kendi kurultay hesaplaşmalarının ön düellosu şeklinde gördüler. Bu akıl almaz bir hataydı. Parti, Fenerbahçe-Trabzon maçının tribünleri gibi ikiye bölünüverdi. Evet, CHP örgütü ve seçmeni mağdurdan yanadır. Ama partisine zarar gelmesini de istemez! “Kumpas, parti içindeki çete tarafından üretilmiştir” cümlesi, kontrolsüzce sarf ediliverdi. Sonuçta bu parti içinde yola devam edilirken, rakibin eline böyle ağır bir koz vermek, CHP’de kimseye faydası olmayan bir yara oluşturdu. AKP, işin başındaki “olağan şüpheli” konumundan, kendini mağdur duruma düşürmeyi başardı! Resmen krizi fırsata çevirerek kontratağa geçti. CHP’li arkadaşlar, yanlış zaman ve zeminde birbirlerine girdiler...

SONUÇ
Kimse “Bu olay kimin işine yaradı?” sorusunu sorarak etrafa cerahat saçan bu duruma bir açıklama getiremez.
-CHP, elinde bir kanıt olmadan “senaryo sarayda yazıldı” ithamlarına girişmemelidir. Çünkü aynı gerekçelerle bu bile partiye zarar getirir. Bırakın gündem kendiliğinden değişsin!
-Her ne kadar yaşına, geçmişine çok saygı duyulsa da, bu saatten sonra sayın Rahmi Turan, Sözcü gibi çok sorumluluğu olan örnek bir demokrat-Atatürkçü gazetenin “başyazarı” olmamalıdır. “Gereğini yaparım” sözünün karşılığı kuru bir özür olamaz!
-Bunca olayın ardından Turan’ın kalkıp “CHP’li haber kaynağı Atilla’ya yanlış bilgi vermiş olabilir diye ciddi ciddi düşünüyorum” diyebilmesi insana artık ne dedirtir, buyurun siz karar verin!



24 Kasım 2019 Pazar

SAMANYOLU’NUN YENİ YILDIZI... | Bedri Baykam | 21.11.2019

Tüyler ürpertici bir sahneydi… Nefesini kesmiş, hüzünlü izleyicilerin önünde perde nihayet açıldı. Yıldız Kenter oracıkta bayrağa sarılı tabutun içinde sahnede tek başına yerini almıştı. Sanki o tabutun içinde, hala dimdik durarak halkını sevgiyle selamlıyor ve ömrü boyu yaptığı gibi o candan alkışlarla kucaklaşmaya devam ediyordu. Torunu, sahne arkadaşları, meslektaşları “en eski arkadaşı” her biri sırayla konuştular. Salon hıçkırıklara boğulmuştu. Gözlerim Şükran Güngör ve Müşfik Kenter’i aradı. Onların cenaze törenlerinde, o salonda yine bulunmuş, Yıldız Kenter’i teselli etmeye çalışmıştık, başarılı olamayacağımızı bilerek... Artık o müthiş üçlüden hiçbiri aramızda değil...
Aman Allah’ım, nasıl bir oyunculuktu o Yıldız Kenter’inki... Her kılığa, her renge girebilen, herkesi ağlatabilen, boğulurcasına güldüren, düşündüren, kızdıran, bizlerle kedinin fareyle oynadığı gibi oynayan, ama bir de bunu herkese büyük bir saygı göstererek yürütmeyi başaran bir dehaydı Yıldız Hanım. Tiyatro koridorunda, konservatuarda, ünlü hoca Alman Carl Ebert’in 435 numaralı öğrencisi Yıldız için “fevkalade” şeklinde notunu belirtip, sınıf atlaması yönünde görüşünü okuyorum. Sonra anne-babasının o inanılmaz tanışma, evlenme ve yaşam mücadelesini düşünürken, köşede onların resmini görüyorum. Bir başka fotoğrafta, Yıldız Kenter İsmet Paşa ile kahkahayı basıyor! O ne muhteşem bir kare öyle! Tören boyu duyduğum güzel cümleler kulaklarımda yankılanıyor: “Her duruşunuzda, her sessizliğinizde, siz tiyatronun ta kendisi oldunuz. –Dostoyevski, ‘Biz, hepimiz Gogol’un paltosundan çıktık’ derdi. Bizler de hepimiz Yıldız Kenter’in mantosundan çıktık!”
Sevgili Zeynep Oral, 12 Eylül günlerinde Kenter’in Vasfi Rıza Zobu karşısında kaplan kesilerek resmen özgürlük ve adalet dersi verdiğini aktardı sahneden. “Varsın tutuklasınlar, hepimizi mi tutuklayacaklar sanki?” sözlerini de unutmadan...
Koca değerimiz Genco Erkal, “Çöl Faresi” oyununun o ünlü telefon sahnesinde 5 dakika boyunca salondan nasıl alkış aldığını hatırlattıktan sonra, son dönemlerde Yıldız Kenter’in en büyük derdinin, Kenter Tiyatrosu’nu yaşatma savaşı olduğunu hatırlattı ve yardım edilmesi gerektiğini vurguladı. Zaten bu pası Ekrem İmamoğlu hemen gole çevirerek, kesinlikle bu güzide sahnenin yaşatılacağının sözünü verdi ve büyük alkış aldı.
Bizler artık her Samanyolu’na baktığımızda orada parlamaya devam eden Yıldızımızı göreceğiz...

MİLLİ TAKIMIN BAŞARISINA ÜZÜLENLER!
Ülkemiz, birbirini aşağıya çeken felaket tellalları, kıskançlıktan çatlayanlar ve başkalarının başarısını görmektense ölmeyi yeğleyenler tarafından kuşatılmış durumda... Bazen ne söyleyeceklerini o kadar şaşırıyorlar ki, onların çaresizliğini izlemek bir stand up kadar zevk verebiliyor! Şenol Güneş, Milli Takım teknik direktörü olarak yine büyük bir başarıya imza attı. 30 puanın 23’ünü alarak Fransa’nın ardından 2. olarak Avrupa Şampiyonası’na gitme hakkını kazandı. Kimi takımların tek bir maçta 6 veya 9 gol yiyebildikleri bir ortamda, Milli Takım 10 maçta yalnız 3 gol yemeyi başardı. Bu da neredeyse 1969-70 sezonu şampiyonu Fenerbahçe’nin, efsanevi kalecisi Datcu ile tüm sezon 6 gol yiyen defansının performansına yakın. Bu arada dünya şampiyonu Fransa bizi iki maçta da yenemezken, ikili puan-gol averajında da arkamızda kaldı. Ne beklersiniz seyirciden, tüm bu veriler ışığında? En azından bir kuru tebrik veya selam çakarak, en ateşli teşekkürü değil mi?
Ne gezeeer! Güneş’i kimi defansif oynatıyor diye eleştiriyor, kimi doğrudan korkak olarak niteliyor, kimi ise ipe sapa gelmez sözlerle laf olsun diye hakkında dedikodu üretiyor! Türkiye’nin kaderi bu... Memnun olmak, tebrik etmek, teşekkür etmek, güzel günü sabote etme keyfinin yerine geçemez bu ülkede! Daha komiği kimi takım elbisesini eleştiriyor, kimi saçını, kimi sesini... Fransa’nın ardından tek beraberlik farkıyla 2. olmamız, insanları çok üzmüş! Neredeyse “Nasıl Dünya Şampiyonu’nun ardından geliriz?” diye dava açacaklar Federasyon’a!
Allah sizi inandırsın, 2002’de Türkiye Dünya 3.sü olduğunda bile bu güdümlü ve içten pazarlıklı kadrolar iş başındaydı. “Efendim Milli Takım hiçbir Avrupa takımı ile oynamadan yarı finale gelmişmiş de, başarı bunun neresindeymiş!” Irkçılık ve bir sömürge altında ezilme ihtiyacı ile yanıp tutuşan şu laflara bakar mısınız? Uyanmasalar diyecekler ki “Başımızın tacı olan bu Avrupa ülkelerini utanmadan yenen Asya veya Afrika ülkelerini ihraç edelim turnuadan da beyaz ırkın emperyalist başarıları gölgelenmesin!” Bu nasıl zavallı bir mantıktır yahu? Ne yapacaktık? “Kore’nin, Senegal’in, Japonya’nın eledikleri sömürgeci Emperyalist Avrupa takımları, bize gereken dersi verme fırsatı bulamadılar” diye üzülecek miydik? Bu nasıl yerleşik bir Avrupa ezikliğidir ki, bu zavallı mantığı hala bugün bile dillendirenler var. Demek onlar için Atatürk ve yaşama geçirdikleri, hepsi laf-ı güzaftı! Emperyalist devletler her yerde, hatta oynamadan kazanmalıydılar! Hatta kaybetseler de, bir formül bulunup bu insanlık yıkımı durdurulmalıydı!
Düşünebiliyor musunuz, mesela 2002’de Güney Kore sırayla Portekiz, İspanya ve İtalya gibi dünya devlerini bileğinin hakkıyla yenmiş, buna rağmen biz o Kore’yi yenince gazoz takım yenmiş sayılıyoruz bu dostlarımıza göre! Ya da Senegal Fransa’yı, İsveç’i elemiş ama bize yenilince biz Afrika kabile takımı yenmiş sayılacağız öyle mi? Biz mi “kaybedin” dedik bu beyefendilere? Tanrı kimseyi bu durumlara düşürmesin! Ben mi? 2002’de Milli Takım’ı hararetle tebrik etmiş, İlhan Mansız’ı yarı finalde ilk 11’de oynatmamasını eleştirmiştim.

PEKİ SEN NE YAPTIN?
Adama sormak lazım, bu sonuca “başarı sayılmaz” diyerek burun kıvıranlara, “Peki sen ne yaptın hayatında?” diye... Herhalde yanıt almayı beklemiyorsunuz...
Öyle bir içimize işlemiş ki bu yıkıcı tavır! Sanat veya edebiyat ortamımız farklı mı? En güzel yaptığımız şey, aynaya bakmadan küçümsemek...
Emin olun bu tipolojiler yarın Milli Takım Avrupa finallerinde hezimete uğrasa “N’oldu? Hani bayram yapıyordunuz?” diye demediklerini bırakmazlar.
Ömrüm sanatta da bu “batıcı” kompleksi taşıyan insancıklara doğru yolu göstermeye çalışmakla geçti. Hem yurt içinde hem de yurt dışında... Ama bu ayrı bir bağımsız makale konusu! Sabredin...



NANKÖRLER VAR; AMA FRANSIZ BİR KEMALİST KARDEŞİMİZ DE VAR! | Bedri Baykam | 14 Kasım 2019


Hani bizim ülkemizde, yıllardır “siyasiler” ince, küçük, ortanca veya abartılı bindirmelerle her sıkıştıklarında Atatürkümüze saldırıyorlar ya? Hani bazı sözde Diyanet Başkanları ve görevlileri, ama özde nankör, saygısız, nifak tohumcu, Cumhuriyet düşmanı zavallılar, milleti birbirine düşürmek istercesine, hutbelerinde, bu yılki 10 Kasım öncesindeki Cuma günü de dahil olmak üzere, Atatürk’ü provokasyon dozunu arttırarak alçakça yok sayıyorlar ya? Hani bu göz göre göre gelen durumun, bazı sözde devlet adamları sessizlik içinde seyrediyorlar ve bu yapılan kabul edilemez ihanete seyirci kalıyorlar ya? Hani utanmaz arlanmaz bazı medya kuklaları, her fırsatta tarihi biçim bozmaya uğratarak, yalan söyleyerek, her fırsatta büyük önderimize dil uzatma hastalığından vazgeçemiyorlar ya? Hani Atatürk’ü yalnız bayram seyran tören günlerinde hatırlayan devlet zevatı var ya?

İşte onların hepsine bir okkalı yanıt geldi bir Avrupalı’dan...

LOULOU DEDOLA’YI KEŞFETME KEYFİNİ YAŞAYIN!
Fransız beyefendinin adı Loulou Dedola. Son günlerde, tüm sosyal medyada her yerde onun röportajını izliyoruz. Tane tane Atatürk hakkında konuşuyor. Kameranın gözünün içine baka baka “Ben bir Kemalistim” diyor! Size söylediklerini aktaracağım; ama lütfen önce izin verin şunu belirteyim: Ne kadar farkındasınız bilmiyorum ama yıllardır bu ülkede Kemalist olmak insanların gözünde bir suç olarak gösterilmeye çalışıldı. Hani nasıl 70’li yıllarda biri hakkında “o bir komünist” diye arkadan suçlama yapılıyorduysa, nasıl Cumhuriyet okuyanların hanesine “suç” yazılıyor idiyse, aynı şekilde biz Kemalistler, bunu övüne övüne topluma duyuranlar, en az 20 yıldır merkez medyada veya sözde liberal özde kabız çevrelerde küçümsendik, hor görüldük dışlandık, sansüre uğradık. Tabii ki bunlara pabuç bırakmadık, tabii ki rotamızı değiştirmedik ama yaşanan buydu...
Şimdi izninizle Fransız dostumuza dönelim: İşte o yürekli adam, yukarıda saydığım ve saydırdığım tüm kesimlere, onların bile anlayabileceği bir sadelikle bir ders veriyor. Şimdi kendisi bir yazar, resimli roman senaristi, Rock şarkıcısı olan bu kompleksiz ve mantıklı Fransız’ı dinleyelim:
Ben bir Kemalist olmakla gurur duyuyorum. Ben bir hikaye ve şarkı yazarıyım. Mustafa Kemal’in hayranıyım ve ben her zaman bir Kemalist oldum. Yaşam felsefemi hep Kemalizm’i canlandırmak, onun kavramlarını yaşatmak üzere kurdum.Hatta daha ötesi, bunu bilmiyorken bile! Gerçekten Kemalizm senin içinde uyanan ve büyüyen bir ışık. Fransızlar Mustafa Kemal’i yeterince tanımıyorlar. Kemalizm’in temellerini anladıktan sonra bilinçli bir insanın ona saldırması, ona karşı tavır alması mümkün değil. Onun hakkında olsa olsa saçmalıklar söylenebilir orta yere, o da cehaletten! Kemalizm evrensel bir değerdir. Kemal, Jean Jaures gibi barışçı, Jean Moulin gibi direnişçi, Nelson Mandela gibi hümanistti. Tarihte onun bir dengi yok! Bütün bu saydıklarım, onu bir Tanrı, ya da hepimizin üstünde bir varlık haline getirmiyor! Ama onun çizdiği yol gerçekten inanılmaz ve hepimize bir esin kaynağı oluşturmalı. 21. yüzyıl bakış açımız ondan esinlenmeli! Bana sorarsanız 21. yüzyıl sorunlarına yanıt Kemalizm’dir. Laikliği bünyesinde taşıması, nepotizm veya kimseye karşı yeminli düşmanlık taşımaması, barışçılık, “Yurtta Sulh, Cihanda Sulh” (Loulou burayı Türkçe söylüyor) bunların her biri çözümün parçasıdır. Ben Kemalizm’i tekrar gündemin problematiklerinin merkezine çekmek istedim.”
Bu son derece candan ve sempatik insan, sahnede rock müzik söylüyor, hem de Atatürk hakkında eşzamanlı olarak fotoğraf ve videolar göstererek! Hayranlarıyla fotoğraf çektiriyor hem de Atatürk flamasının önünde…
Türk Baba” başlıklı bir resimli roman var elimde. Senaryosunu yani hikayesi ver metnini yazan Dedola, çizen Lelia Bonaccorso. Fenerbahçe televizyonunda 15 yıldır beraber program yaptığım sevgili Ferruh Tanay, bana bir yıl kadar önce Paris’ten hediye getirmişti. Çok zarif bir hareketti. İnsanlar böyle bir kitaba rastlayıp “Şu arkadaşımın ilgisini çekebilir” diye düşünür ama onu ender olarak satın alarak o yakınına hediye olarak götürür. Size bu çok ilgi çekici isimli romanın nasıl bugünü ve geçmişi harmanladığını anlatmayayım. İnanın çok güzel bir kurgu... Okumanızı isterim.
Sizin için bu satırları kaleme aldıktan sonra, uğraşarak sosyal medyadan Fransız yazar arkadaşımızı buldum. Ve hemen bir telefon randevusunda buluştuk. Aynen seyredenlerin videoda gördükleri gibi rahat samimi kompleksiz ne dediğini bilen bir insan! Kemalizm’i keşfetmesi, neredeyse çocukluğunda, ergenlik çağında gerçekleşmiş. Atatürk devrimlerinin getirdiği her şeye bilinçli bir hayran. Mustafa Kemal’i “aşılamaz bir ufuk” olarak tanımlıyor. Loulou ile telefonda konuşurken ilk defa bir yabancıyla “Kemalist kardeşimle konuşuyor gibi” hissettim! Çok ilginç ve daha önce hiç tanımadığım bir duyguydu. Kemalizm’in evrensel yansımalarını ilerleyen süreçte daha çok hissedeceğiz. Dedola’yı ikimize müsait olan yakın süreçte ülkemize konferansa davet ettim. Piramid Sanat’ta ilginç bir akşamüstü yaşanacağına şimdiden eminim.

MÜMTAZ SOYSAL: UNUTULMAZ DEĞERİMİZİN KAYBI
Loulou, Kemalizm’i Avrupa’da keşfetmeyi başaran bir aydınsa, hocaların hocası, Anayasa Profesörü Mümtaz Soysal da Mustafa Kemal’in ve Cumhuriyet’in bize kattığı değerleri sol çizgiye en yakın kalarak bu ülkede en mükemmel şekilde taşıyan unutulmaz bir isimdi. Dün kendisini maalesef Zincirlikyu’dan sonsuzluğa uğurladık. Cenaze yine Kemalist, Sosyal demokrat ve sosyalist tüm isimlerin buluşma noktasıydı. Herkesin hemfikir olduğu nokta Mümtaz Hoca’nın ödünsüz saygın kimliği, ömür boyu işçi ve emek dostu ve savunucusu kalmış olması, rotasında hiçbir kırılmaya izin vermemesi, ciddiyeti, güvenilirliği, iyi insanlığı ve gülümsemesiydi. Mümtaz Hoca, ömrü boyunca sömürü düzeniyle, hukuk suiistimalleriyle, faşizmle, tehdit ve baskılarla, ez cümle bozuk düzenle savaşmış bir büyük değerdi. Siyasetin kirinden pasından yorulup kendi partisini de kurdu. Ancak dünya, onun hayal ettiği kadar saf ve iyiniyetlilere, temiz insanlara kucak açan bir yer olmaktan uzaktı. Şundan eminim: Bu sözler lafta kalmayacak ve sevgili Mümtaz Hoca kuşaklar boyu unutulmayacak... Emekçiler ve aydınlanmacılar onu hep yüceltecekler!

8 Kasım 2019 Cuma

AMERİKAN SİYASET VE MEDYASININ ANLAYACAĞI DİL! | Bedri Baykam | 07.11.2019


Türkiye Dışişleri Bakanı’nın, hatta Cumhurbaşkanı’nın ABD’de kullanması gereken dil, bence aşağıda kaleme aldığım mantık ve demokratik yaklaşıma davetle öne çıkmalı. ABD Temsilciler Meclis veya Senato üyeleri, belki daha çok bu üsluptan anlayabilirler, işlerine gelmese de! Hatta siyasilerimiz, canlı yayında buna benzer görüş sergileseler, onları “sıkıştırmaya çalışan” büyük medyacılar bile oyunları bozulduğu için programı bitirmeye kalkarlar. Bu satırlara bu gözle bakmalarını, Sayın Dışişleri yetkililerinden rica ediyorum.
Tarihin birçok karanlık sayfası vardır. Ama her birimiz onun en trajik anlarını özgürce konuşabilmeliyiz. Öte yandan hiçbir zaman unutmayalım ki her insanın ve her ülkenin kendini koruma hakkı vardır. Hiçbir mahkemenin hiç kimseyi veya tüzel kişiliği tek yönlü bir yargılamayla mahkûm etme hakkı yoktur. Bu demokrasinin vazgeçilmezidir. Aynı zamanda insanın düşünmesi lazım: “Osmanlı gibi yüzyıllar boyunca Yahudiler, Ermeniler, Kürtler gibi tüm etnik gruplarla barış içinde yaşamış bir İmparatorluk, neden bir sabah durup dururken belirli bir ırka karşı saldırıya geçsin ki?”
Öte yandan ister Ermeni ister Türk veya Amerikalı olsun, herkesin bu konuyu gündeme getirmeye ve Türkiye’yi suçlamaya hakkı vardır. Ama tek bir şartla: Kendilerine verilecek yanıtı dinlemek ve karşılarındaki muhataplara karşı saygılı davranmak zorundalardır! (Unutmayın ki anlattığımız olaylar yaşanırken onların anneleri babaları bile doğmamıştı). Bir de özellikle karşı taraf size “Sizlerin duygularına ve gerçeği arayışınıza saygılıyız. Bizler, tüm arşivlerimizi açmak istiyoruz ve sizin de kendi arşivlerinizi aynen görmeyi diliyoruz. Ardından BM veya AİHM tarafından seçilmiş yargıçlarla oluşmuş tarafsız bir mahkeme bu davayı yürütürken, isteyen her ülke davaya kendi avukatları, tarihçileri ve tezleri ile katılabilir” diyebiliyorsa, sizin bu dürüst ve şeffaf tavra saygı göstermeniz lazımdır.
Aslında size çok özel bir şey söylemiyoruz. Eski Yunan ve Atina’dan, Roma’dan, İsa’dan asırlar önce var olan demokratik bir yaklaşımın temellerini hatırlatıyoruz.
Fakat ne var ki, demokrasinin tüm kural ve getirilerinin Türklere uygulanmadığı ırkçı bir dünyada yaşıyoruz!
Bazı ülkeler bu delirme sendromu kokan tavrı çok uç noktalara taşıdı. Örneğin Fransa birkaç yıl önce, herhangi birinin “Ermeni soykırımı yaşanmadı” demesini bile ceza yasası suçu ilan etmeye kalktı. Ne mutlu bize ki, hala özgür beyinli yargıçlar 2012’de Fransız Anayasa Konseyi’nde özgürlüğün ve demokrasinin alfabesini yıkan böyle bir kanun çıkarılamayacağı kararına vardılar. AİHM’in de Perinçek-İsviçre davasında 2013’de aldığı buna benzer örnek karar yine bir yargı zaferiydi.
Her Amerikalı dikkatli düşünmeli: “Amerikan Anayasası’nın en temel maddelerine ters düşen böyle bir yasa tasarısı, benim Temsilciler Meclisimden nasıl geçebilir? Ülkem resmi olarak böyle davranırsa, o zaman ben insan haklarından, tarafsızlıktan ve her insanın kendini koruma haklarından söz edebilir miyim?Temsilciler Meclisi böyle davranmaya cüret ederse, bu Amerikan Anayasası’nın tamamen çöktüğü anlamına gelir!
Türklerden Amerikan Anayasası’ndaki temel insan haklarının ne anlama geldiğini duymaya ihtiyacınız var mı?
İlk madde, bildiğiniz gibi ifade özgürlüğü etrafında şekilleniyor ve gerçekten vazgeçilmez.
Beşinci madde, çeşitli suçlar isnat edilen insanlara birçok anlamda koruma getiriyor. Ayrıca ciddi suç isnatlarının büyük jüri tarafından yargılanması gerektiğini vurguluyor. Aynı zamanda dürüst ve tarafsız bir şekilde yargılanmadan hiç kimsenin hapsedilemeyeceğini hatırlatıyor. Altıncı madde ise değişik konular de suçlanan insanlara daha da kapsamlı korumalar getiriyor: Hızlı, halka açık ve tarafsız jürili yargılamalar. Şu detaylar da ekleniyor, şahitler suçlananla yüz yüze olmalıdırlar ve suçlananın kendi şahitlerini getirme ve avukatıyla temsil edilme hakkı vardır. Ayrıca bildiğiniz gibi bu maddelerde suçlananın korunma haklarını arttırmak için birçok başka madde de eklenmiştir.
Lütfen şimdi geriye gidip hatırlattığımız bilgilerin ışığında, Temsilciler Meclisi üyelerinin Türkiye’ye getirdiği suçlamaların ne anlama geldiğini kontrol etmeye kalkmayalım. Çünkü bunu yaparsak bütün çıplaklığıyla göreceğimiz şekilde, Meclisinin kendi ülkesinin temel insan haklarını da kalbinden hançerlediğini görürüz.
Amerikalılar kalkıp “Demokratik temel ve insan hakları, kendi halkımız için, geri kalan dünya için değil. Hele Türkiye için hiç geçerli değil!” derse, bu ne anlama gelir?
Yalnız teorik olarak bile böyle bir cevap gelmesi, mantıki açıdan Temsilciler Meclisi’nin dengesini ve ırklara eşitlik ilkelerini kaybettiğini bize gösterir. Martin Luther King’in ünlü rüyasından 50 yıl sonra, bu gerçekten yazık olur.
BM’nin soykırım üzerine olan antlaşması 1948’den... Türkiye bu anlaşmayı en başından imzalayan ülkelerden biri. Bu anlaşma, bu konuda her iddianın ulusal veya uluslararası bir ceza mahkemesine taşınmasını öngörüyor.
Hukuktan biraz anlayan herkes, çıkarılan hiçbir yasanın geriye dönük uygulanamayacağını bilir. Dolayısıyla BM Soykırım Anlaşması ile, soykırım olduğu iddia edilen hiçbir döneme de uygulanamaz. Kaldı ki geriye dönük uygulamaya kalksanız bile, konuyu yukarıda sözü edilen mahkemelerden birine taşımanız lazım. Ama sizler, Türkiye’yi yargılanmadan mahkûm etmek istiyorsunuz.
Geçmiş hakkında bu terminolojiyi kullanacaksak, gerek ABD, gerek Fransa, gerek İspanya ve onca başka ülke bundan nasibini alır.
Bu anlamsız siyasi saldırıyı durdurmanızın yıllardır iyi ilişkiler sürdüren iki ülke açısından sayılamayacak kadar yararı vardır. Suriye sorunu, Türkiye ve Ermenistan’ı ve onca insanın yaşadıkları trajik olayları tekrar gündeme getirmek için bir bahane olarak kullanılamaz. Bırakın konuyu tarihçiler ve bağımsız yargıçlar, sükûnetle çözsünler. Kennedy’yi ve onun hiçbir zaman gerilimleri alevlendirmemeye çalışan, tersine diyalog hatları kurarak Atatürk’ün “Yurtta sulh, cihanda sulh” felsefesini şiar edinen devlet adamlığını hatırlayın.
Onları ve Martin Luther King’i hatırlayın. Hukukun evrensel prensiplerini daima aklınızda tutun ve halkları birbirine düşürmeyin. Daha şurada birkaç yıl önce dünyanın gözleri önünde sözde kitle imha silahları aramak için gittiğiniz Irak’tan, kaç kişinin kanına bulaşmış olarak döndüğünüzü size bizler hatırlatmayalım.
Her insanın barış içinde yaşayabildiği ve çıkar ilişkilerinin yönlendirmediği bir dünya dileğiyle…

1 Kasım 2019 Cuma

“HANGİ BATI, BİZE NASIL BAKIYOR” IŞIĞINDA SURİYE... | Bedri Baykam | 31.10.2019


Bir yandan özellikle iktidar, “neden milli birlik-beraberlik istediğimiz gibi gerçekleşmiyor?” diye şikâyet ediyor, öte yandan Cumhuriyet Bayramı’nda Anıtkabir’de muhalefet liderinin eli sıkılmıyor, Diyanet Başkanlığı’nın hutbelerinde Atatürk’ün adı geçirilmiyor, Nevşehir Valiliği “Cumhuriyet yürüyüşü izin krizi” yaratarak ülke çapında rahatsızlığa neden oluyor.
Gerek protokolde muhalefetin yeri, gerek demokrasi konularında bitmeyen gerginlikler ve çifte standartlar, her biri siyasi günlük yaşamımızı sürekli zora sokan daimi gerçeklerimiz.
İşte bu anlaşılmaz şekilde süregelen hazımsızlıkların ortasında, bir kere daha umutla Atatürk’ün büyüklüğünü hatırlama ve yüreğimizde hissetme fırsatı bulduk. Büyük önder, Cumhuriyet’i kurarken, öyle bir hukuk ve kültür devrimi eşliğinde bunu gerçekleştirmişti ki, 70 yıldır uğraşmalarına rağmen batıramadılar! Türkiye’nin hala yakın ve Ortadoğu’nun kaosu içerisinde göreceli de olsa hala bir “demokratik” rejime benzeyebilmesi, işte bu nedenlerden…
HANGİ BATI, HANGİ ÇIKARLARIN PEŞİNDE?
Barış Pınarı Harekatı hakkında daha fazla analize girmeden önce, konuya makro açıdan bakmamız lazım. Batı, özellikle 150 yıldır niye bu coğrafya ile bu kadar ilgili? Bu bölgelere eğitim-kültür-sağlık-eşitlik ve adalet getirmek için mi? Hayır. Dünya egemenliği merakı dışında petrol, su, daha sonra doğalgaz gibi tamamen “duygusal” sebeplerden.
Hangi Batı’dan bahsediyoruz? Yüzyıllardır sömürücülüğü kendine şiar edinmiş, tüm dünyayı kendisine mal, hizmet ve zenginlik taşıması gereken bir dere olarak gören zihniyet...
Hangi Batı’dan bahsediyoruz? Irak’a sözde “kitle imha silahları bulmak” için giden ve orada bir buçuk milyon kişiyi sivil-asker demeden öldürdükten sonra “Özür dileriz yanlış istihbarat almışız” derken yüzü kızarmayan Batı... Ulaştığı bilimsel, ekonomik, teknolojik, kültürel seviyelere rağmen, manevi ve etik açılardan içler acısı bir iflas yaşayan emperyalist Batı...
Bir de madalyonun diğer yüzü var “Hangi Batı?” derken... Bitik Osmanlı Cumhuriyeti’ni yıkmaya kararlı iken, en beklemediği anda Kurtuluş Savaşı’nda Anadolu’da ve İzmir’de Atatürk’ün tokadını yiyen Batı... Zaten öncesinden 1453’te Fatih Sultan Mehmed’in İstanbul’u fethetmesini hala hazmedemeyen Batı. Uzun lafın kısası, her türlü kin, hesaplaşma, intikam ve bu doğrultuda entrika, gerekirse yaptırım, tehdit ve baskı, yalan dolan her türlü beyin yıkama ve operasyona hazır bir Batı...
İşte bu Batı, yüz yıldır gerek Ermeni Soykırım iddialarında, gerek ayrılıkçı Kürt ayaklanmalarında, gerek Yunanistan’la yaşadığımız her türlü Ege krizinde ve tabii Kıbrıs Harekatı tartışmalarında gerçek yüzünü ortaya çıkarır. Sürekli seviyesiz demokrasi saptırmalarıyla, içler acısı çifte standartlarla, ön yargılarla bu konuları kafasına ve o günkü gündeme göre yorumlayıp Arap saçına dönüştürerek ve tabi sonuçta bizi suçlayarak, bu kimliğini her fırsatta sergiler.
Batı’ya göre, Türkiye ortada hiçbir yargı kararı veya metodolojik arşiv tetkiki olmadan, Ermeni Soykırımı iddialarını kabul edip yaptırımlara da razı olmalıdır. Yine Batı’ya göre Nikos Samson darbesi hiç yaşanmamıştır, Türkiye bir sabah vakti Kıbrıs’ın yarısını durup dururken işgal etmiştir. Aynı Batı’ya göre “PKK bir terör örgütüdür” ama bu örgütün her üyesi ile görüşürler, hatta imaj yenilemek için sürekli güncellenen piyon isimlerle büro açmalarına göz yumarlar.
Bir de Batı’ya göre IŞİD lideri Baghdadi tehlikeli bir teröristtir, en çarpıcı ve gururlu kelime seçimleriyle “nasıl ortadan kaldırıldığı” ballandırılarak anlatılır. Ama Türkiye’ye karşı korkunç suçlara bulaşmış bir PKK uzantısı teröristi “General Mazlum Kobani” diye sunup kendisiyle diplomatik ilişki kurmak, yüz kızartıcı bir mektupta bile bundan gururla ve “akil” bir edayla söz etmek, Batı emperyalizmi için çifte standart bile sayılmaz!
Bütün bu “çetrefilli ilişkiler” ortadayken, 29 Ekim’de ABD’nin Ermeni Soykırım Tasarısı üzerine aynen 1975 ve 1984’te olduğu gibi yine geçirilen tasarı ve ABD ile varılan 17 Ekim kararlarına ters düşen ekonomik yaptırım hiç de şaşırtıcı gelmiyor. Çünkü tehdit, sopa, yaptırım, çelişki bu ilişkilerin ruhuna sızmış değişmeyen unsurlar.
GÜNÜMÜZ GERİLİMLERİNE DÖNERSEK
Sonuçta, ne yazık ki Batı budur. Yaşanan ve yaşanacak tüm ilişkiler, tartışmalar, diplomatik diyaloglar hep benzer zemin üzerinde yürümeye çalışacaktır. Bu nedenle UEFA, Türk futbolcularının “asker selamı” konusunda her türlü tehditkar soruşturmaya ırkçı şekilde yüzü kızarmadan girişebilir. Çünkü Türkiye her daim “olağan suçlu”dur. Fransa da geleneksel olarak “Ermeni Soykırımı” tasarıları veya anıtlarını sürekli gündeme getirir. Ama mesela akıllarına hiçbir zaman kapitalist yol ortakları ABD’ye karşı, bir “Kızılderili Soykırım Anıtı” veya yasa tasarısı gelmez. Aynen ABD’nin aklına Fransızlar’a veya İspanya’ya karşı “Cezayir Soykırım Anıtı” veya “Aztekler Soykırım Tasarısı” dayatmak gelmediği gibi. Geleneksel kanırtmaları için onlara Türkiye yeter...
Şimdi tekrar bu veriler ışığında dönüp göz atabiliriz Suriye’ye...
Evet Türkiye, Suriye sınırı boyunca kendisine dayatılan ağır tehditler ve risklerle dolu hattı kabul etmeyeceğini, oldu bittiye getirilemeyeceğini Barış Pınarı Harekatı ile göstermiştir.
İyi de, akla şu soru gelmektedir: ABD, aramızdaki mutabakatla, Kürt devleti projesini terk etmiş midir? Tabii ki hayır. ABD, silahsızlandırılmayan YPG’yi ordumuzdan korurcasına 32 kilometre içeriye, adeta güvenli bir bölgeye çekmiştir. Amerika bizim için terörist olan Kürt örgütlerini kendi “kara gücü” olarak devreye sokup şehit vermeden kendisi için vazgeçilmez olan enerji çıkar bölgelerini kontrol altında tutmak istemektedir.
Sonuçta ABD, hatta Rusya ile yapılan mutabakatlar bize bir çeşit sakinleştirici ilaç gibi gelse de, olsa olsa sorunu ötelemeye, ertelemeye ve kuluçkaya yatırmaya bırakmaktadır.
Sömürgeci devletler, sınır-savaş-büyük çıkar ilişkileri gibi konularla ilgili satranç hamlelerini, bizden çok daha sabırlı bir şekilde yapıyorlar. Bazen sus payı veya oyalama olarak bir fil veya kale verip bir sonraki hamleyi hazırlıyorlar. Biz ise 3-5-10 yıl ötede bekleyen senaryoların her zaman farkına varamadan, güncel hamlelerle mutlu olabiliyoruz. Barış Pınarı Harekatı, emperyalist devletlerin oyununu bozmuştur. Ama ne terör oluşumları, ne de onları kullanan kurnaz senaryolar ortadan kalkmıştır.