LE
MONDE VE ALMAN GAZETELERİNİN GAZETECİLİK TEMEL İLKELERİNİ YOK
SAYIŞI, HİÇ YAKIŞIK ALMADI
Cumhuriyet
gazetesinde son günlerde yaşananlar konusunda elbet topa
girecektim, ama bunu ne zaman yapacağımı bilmiyordum. Fakat,
Türkiye’de Fransızca yayınlanan Aujourd’hui
la Turquie
gazetesi bu konuda benimle bir röportaj yaparken, Fransız Le
Monde
gazetesinin Cumhuriyet
gazetesinde yaşanan görev değişikliği hakkında akıl almaz
derecede yanıltıcı, demokratik haklar ve teamüller açısından
kabul edilemez, yorumlu bir haber yayınladığını öğrenip bu yüz
kızartıcı metni okuduktan sonra, tepkimi bir an önce ortaya
koymak zorunda olduğumu anladım. Aslında bu yazımı da Le
Monde’a
bir yanıta dönüştürmemem lazım, çünkü bunun yeri bu köşe
değil. Ama şu kadarını bilin ki, imzasız yayınlanan ve malum
şekilde Atatürkçülerin uluslararası imajını sürekli olarak
sabote etmeye çalışan bazı “yetmez
ama evetӍilerin
utanç verici marifetiydi bu zavallı metin.
Görüyoruz
ki, bu utanmaz insanlar, asırlık bir çınarın yörüngesini
değiştirmeye yeltenmenin ötesinde, gazetenin tarihi kimliği
üstünden bu metinde Kemalizm’e, Cumhuriyet’in geçmiş gururlu
birikimine ve ülkenin tartışılmaz siyasi akslarına gerçek dışı
sataşmalar ve tamamen yanıltıcı uydurma bilgilerle yurt dışında
da saldırmaktan çekinmemişler.
Bu içeriksiz ve deforme saldırıların ilk ayağı, Avrupa
Parlamentosu’nda Türkiye raportörü olan Kati Piri’nin Türkiye
hakkında kaleme almaya cüret ettiği gerçek dışı tweet’ti.
Ona bu sahte bilgileri içi boş balonlarda ulaştırıp emeline o
gün sosyal medya üzerinden ulaşanların ikinci hedefleri,
Cumhuriyet’i
yabancı basının gözünde küçük düşürmeye çalışmaktı.
İşte o imzasız acınası Le
Monde
yazısı, böyle bir gazetecilik prensibinin, temel etik değerlerinin
iğfali üzerine kurulmuştu. Mesela Cumhuriyet’te
kendi yerlerine dönen isimleri “Atatürk
dogmasından mustarip insanlar”
olarak tarif ederken, seçtikleri kelimeler bağnaz, körü körüne
bu fikirlere bağlı, tıkanık insanları akla getiriyordu
özellikle...
Alman
basınında da yoğun bir
Cumhuriyet
anti-propagandası ve beyin yıkaması olarak yaşanan süreçte,
anayasa referandumundaki “evet” kampanyasıyla övünen ve o
günlerde kendini bizlerden çok daha zeki ve duyarlı sanan Aydın
Engin var. Şimdi her gün şikayet ediyor göründüğü AKP
hükümetinin bugünkü gücünün büyük kısmına katkıda
bulunmuş biri olmak, acaba nasıl bir duygu? Bu
arada o muhteşem “Evropa” basınında sıkılan palavraların
düzeyi şöyle: Bu satırlarda anlatılanlara göre Cumhuriyet’i
alan ekip “aşırı milliyetçi” imiş. Bugün Türkiye’de
yerleşik rejimi ve -sıkı durun- hükümeti eleştirmeyi özellikle
Türk-İslam sentezine geçildiğinden beri hiç bilmezlermiş!
Demek bu anti-Kemalist profesör-yazar, düşünür-düşünmez
tayfasına ivedi olarak birilerinin Cumhuriyet’in
Özal dönemindeki ağır muhalefetini, Erbakan, Rizeli Şevki, Hasan
Mezarcı ve Erbakan-Çiller dönemindeki muhalefetini ve AKP’ye
karşı, Cumhuriyet mitingleri ve “tehlikenin
farkında mısınız?”
kampanyaları dönemindeki muhalefetini ve ardından zaten 2013’e
kadar geçen süreçteki muhalefetlerini hatırlatıp, tüm kupür,
köşe yazıları ve manşetlerden oluşan belgeleri gözlerine
sokmaları lazım. Ya da mesela Fransa son Dünya Kupası’nda
şampiyon olduktan sonra gerek Fransız basınında gerek Fransa
sokaklarında yaşanan heyecan ve gurur verici bayrak taşmasını
bir hatırlatmakta yarar var! Hepsine göre, ister 2002’de, ister
2018’de, Fransa şampiyonsa veya sokaklarda 14 Temmuz kutlamaları
varsa, yaşanan Fransız milliyetçiliği patlaması olağandır,
yaşanmalıdır ve tarihi keyif anlarıdır. Ama mesela herhangi bir
gerekçeyle Türkler sokağa ister kutlama, ister anma, ister
Atatürk’e saygı yürüyüşü için bayraklarıyla çıkarlarsa
bu hemen faşistlik, aşırı sağ ve ultra-nasyonalistlik olarak
fişlenmelidir! Ne kadar şık bir yorum farkı değil mi? Çok
yakışıyor Avrupalı kardeşlerimizin standart ırkçı
önyargılarına! Onlar kendi topraklarını her an yalayabilirler,
bizler ise ülkemizi seviyoruz dediğimiz zaman aşırı milliyetçi
terörist lümpenler olarak derhal izole edilmeliyiz. Batılının
ön yargılı toptancı kafası, ülkesini, ulusunu, bayrağını,
kurucusunu seven demokrat bir insanla, ırkçı, şoven, şiddet
eğilimli bir insan arasındaki farkları algılamaya müsait
değildir!
Burada
düşündürücü olan, bu kendi beyinlerinin erkini kaybetmiş
insanların nereye kadar gerilediklerinin tespiti değil, Le
Monde, der Spiegel
veya Tageszeitung
gibi
yayınların nasıl böyle tek yanlı yazıyı, evrensel gazetecilik
ilkelerini altüst ederek yayınlayabilmiş olmasıydı.
Basın ahlak yasaları ve iletişim fakültelerinde konunun alfabesi
olarak öğretilen temel dürüstlük ilkesi, haberin farklı
kaynaklardan doğrulanması ve “karşı tarafı” ve konunun
eksperlerini dinleme mecburiyeti gibi verileri hiçe sayan bu duruş,
kendi içinde maalesef yine arka kapıdan tarihe geçmiştir! En çok
merak ettiğim de ne biliyor musunuz? Bugün gram utanma-sıkılma
taşımadan “Kemalistler
bu hükümetle iyi geçiniyor, onu eleştirmeyi bile bilmezler”
iftiralarını atanların neredeyse hepsinin son üç yıl dışında
tüm geçmişlerinde tarikatlara, yobazlara ve bölücü unsurlara
hoşgörü ötesi yumuşak bir sempatiyle bakan ikinci cumhuriyetçi
takım olduğunu bu yabancı gazeteciler fark etseler, acaba ne kadar
kurnaz taktiklerle uyutulduklarını algılarlar mıydı?
Aydın
Engin dışında bu operasyonların ana tetikleyicisinin artık
Almanya’da ikamet eden Can Dündar olduğu da söyleniyor. Aaaaa
aşkolsun!!! Hiç o muhteşem demokrat Can Dündar böyle küçük
işlerin adamı olabilir mi? Eminim pek yakında kendisi hemen sahne
alarak der Spiegel’in ve tüm yabancı basının nasıl
kandırıldığını derhal dosta düşmana herkese açıklayacak ve
Cumhuriyet’in
gerçek püripak çizgisinin algılanmasını sağlayacaktır! (Bunu
beklerken treni kaçırırsanız, i-Pad için çok keyifli bir
satranç uygulaması var, aklınızda bulunsun)
Kati
Piri’ye gelince, aman onun içi müsterih olsun! Ne de olsa Türkiye
Cumhuriyeti’nin kurucu temel değerlerine Atatürk üzerinden
saldıran ne ilk ne de son Avrupa Parlamentosu raportörü veya
siyasi sözcü olacak kendisi! Daha önce, Arie Oostlander’den
Alman Yeşiller Birlik Partisi Başkanı ve milletvekili Claudia
Roth’a kadar, nicelerini gördük, entelektüel sığlıkları ve
Türkiye konusundaki algı çapsızlıklarına gülüp geçtik...
Günümüz Avrupalı siyasetçilerin bir çoğunun Atatürk ve
Kemalizm hakkındaki tarihi gerçeklerden ve kendi vatandaşları
olan eski dünya liderlerinin algılarından uzak yorumlarını artık
ne zaman okusam, onlar adına üzülüyor, utanıyorum...
11
GÜN ÖNCE CUMHURİYET’TE NELER YAŞANMIŞTI?
Bundan
11 gün önce, 7 Eylül 2018 tarihinde, artık herkesin bildiği
gibi, Cumhuriyet
gazetesinde bir vakıf yönetim değişikliği yaşandı ve son dört
yılda gazeteyi yöneten ekip ayrıldı. Daha doğrusu 2013 yılında
dava konusu olan vakıf toplantısında, vakıf başkanının usulsüz
şekilde salt çoğunluk olmadan değiştiği iddiasının haklı
görülmesi üzerine o toplantı tekrar yapıldı ve gazeteyi
dört-beş yıldır yöneten ekip, yani özetle vakıf başkanı Akın
Atalay, Aydın Engin ve bir ölçüde Orhan Erinç, Cumhuriyet’teki
iktidarlarını terk etmek zorunda kaldılar. Cumhuriyet’te
o toplantı akşam üstü bitmiş olmasına rağmen, ertesi günkü
gazeteye bu haber bir manifesto yayınlanarak yetiştirildi.
Cumhuriyet’in
gerçek ideolojik çizgisine geri döndüğünün altının çizildiği
bu tarihi metin, gerçek Cumhuriyet
okurlarının gözlerini yaşartan, birkaç yıldır heyecanla
beklenen son derece önemli bir haberdi. Açık söylemek gerekirse,
bu bir müjdeydi. Ülkemizde kıyaslanabileceği tek diğer gelişme,
Fenerbahçe camiasının Ali Koç’un Başkanlığı kazanmasından
sonra yaşadığı büyük rahatlamaydı. Ancak o noktada bile bir
haksızlık yapmak istemiyorum çünkü her ne kadar Fenerbahçe’de
de Aziz Yıldırım yönetiminin devri dolduğu ve kulübü
yönetenler bunu görmek istemedikleri için kongrede oluşan görev
değişimi büyük bir sevinç seli ve umut yaratmış olsa da, Aziz
Yıldırım yönetimi hiçbir zaman, Fenerbahçe üyeleri tarafından
cumhuriyetin dört yıldır yönetenler gibi büyük bir ideolojik ve
aidiyet çıkışları sorgulama konusu olmadı. Olsa olsa devri
dolmuş saygın bir yönetimin artık ayrılması gerektiğine
inananların tepkisi, Genel Kurul’da büyük bir farkla oluşan
iktidar değişimini getirmişti.
İDEOLOJİK
SABOTAJA YELTENENLERE VERİLECEK BAZI YANITLAR
İnanın
bu yanıtlar çok fazla... Yurtiçi ve yurtdışında bir infial
yaratmaya çalışarak yazdıkları evlerinden, sütunlarından,
gazetelerinden yayın haklarından mahrum bırakıldıklarını iddia
eden takıma sormak lazım: 2013 sonrası adım adım gazeteden
Atatürkçü-Cumhuriyetçi yazarları en anti-demokratik bahanelerle
“fast
food style”
tasfiye ederken, o günlerde 90. yaşını doldurma yaklaşan
Cumhuriyet gazetesinin tüm varoluş sebebini ve temel hücrelerini
değiştirmeye çalışırken, Alev Coşkun’u, Mustafa Balbay’ı,
Erol Manisalı’yı, Özdemir İnce’yi, Ümit Zileli’yi, Çoşkun
Özdemir’i, Deniz Banoğlu’nu, beni gazeteden uzaklaştırırken,
çok büyük zafer naraları atıp çok mu sevindiniz bu üstün
başarılarınıza?
Gazetenin
genel yayın yönetmenliğini, gazeteye girişinin üzerinden bir yıl
bile geçmeden 2015’te Can Dündar’a verdiniz. Can Dündar’ın
Cumhuriyet
gazetesinin çizgisi ile nasıl bir ilişkisi olabileceğine
inandınız? Ben size söyleyeyim: Benim Çin ithalat-ihracat
kanunlarıyla ne kadar ilişkim varsa, Can Dündar’ın da
Cumhuriyet
gazetesinin yerleşik siyasi çizgisi ile o kadar ilişkisi
olabilirdi. Size bunu hayatının önemli bir süresini Cumhuriyet
gazetesinin arşivinde geçirmiş ve gazetenin Latin alfabesi ile
yayınlanmaya başladıktan sonra her nüshanın her sayfasını
80-90 yıl üzerinden okumuş veya elden geçirmiş, hazırladığı
projeler için bu eşsiz bilgi hazinesinden yola çıkarak dev
sergiler ve yayınlar hazırlamış, o gazetede 28 yıl yazmış bir
insan olarak konuşuyorum.
Can Dündar, Atatürk hakkında hazırladığı Mustafa filminde onun
demokrasi ve çok partili rejimi getirmek için Serbest Fırka’yı
kurdurduğunu bile gizleyerek antidemokratik ve depresif, yalnız ve
halkından kopmuş bir insan olarak gösteren bir tipolojinin
temsilcisidir: Atatürk’le tek ilişkisinin biçim bozma ve
sabotaj-saptırma olabileceğini bilmiyor muydunuz? Yoksa
bunu göremeyecek kadar cahil miydiniz?
Madem
Can Dündar, Ahmet İnsel, Aydın Engin, Akın Atalay, Ceyda Kara
çizgisinde bir yayın yapma hedefiniz vardı, neden Cumhuriyet
gazetesinin vücuduna, DNA’sına, tüm varlığına saldırdınız
da, gidip dürüstçe Yeni Yüzyıl, Radikal veya Taraf
gazetelerinden birini veya onlar gibi yeni bir gazeteyi ele
almadınız?
Yoksa hedefiniz istediğiniz çizgideki gazeteyi çıkarmak değil
de, Cumhuriyet
gazetesini yok etmek miydi? Siz gazeteyi gerçek ideolojik
yörüngesinden ve onu temsil eden yazarlarından uzaklaştırıp
adeta işgal ederken her şey iyiydi de şimdi gazetenin özüne,
esas kimliğine ve asırlık çizgisine dönüşü mü sizi şoke
etti? Bu çok saf veya nankör veya çelişkili veya çifte
standartlı veya acınası bir tavır olmuyor mu? Ne dersiniz? Yani
sizler ev sahiplerini sokağa atarken iyi de, onlar şimdi evlerine
dönerken mi kötü oluyor?
Gazeteye
doldurduğunuz “yetmez ama evet”çilerin kökenlerinin 1990’ların
başından beri Türkiye’nin medyadaki siyasi yörüngesini yerle
bir eden ve ülkede her türlü yobaz veya bölücü oluşumun
gelişmesine katkıda bulunan Atatürkçülüğün baş düşmanı
ikinci cumhuriyetçilerle doğrudan göbek bağları olduğunu
göremediniz mi? Yoksa tam tersine bunu saklayabileceğinize mi
inandınız? Peki
sonra nasıl tam tersine Cumhuriyet Gazetesi’nin temel değeri olan
ödünsüz laiklik, ödünsüz Kemalizm ve bunlar üzerine kurulmuş
demokratik bir anlayış bu kadar ortadayken, nasıl kalkıp bu
vazgeçilmez doğrularımızı tam tersine “hükümet ile aynı
çizgide olmak” gibi yalanlarla karalamaya çalışabildiniz? Yoksa
uydurulmuş iftiracılığın, yalancılığın, köseleden bir yüze
sahip olmuş olmanın kanıtlarını, merakla kendi üzerinizde mi
arıyordunuz?
Le
Monde’un veya Alman basınının Cumhuriyet’in
değil, kendi tarihleri üzerinden üzücü bir belge haline dönüşen
ve “pes” dedirten o yayınını kaleme alırken veya aldırırken,
“Yahu
biz abartmış olmuyor muyuz bu kadarını söylerken, fazla
desteksiz atmış duruma düşmüyor muyuz?”
diye kendi kendinizi sorgulayıp hiç mi vicdanınızda zor duruma
düşmediniz? Bu kadar gerçek dışı yorumlarla konuya yüklenirken,
hiç mi tereddüdünüz olmadı? “Yahu
ileride bu söylediklerimizi yazdıklarımızı iz olarak
bıraktıklarımızı çoluğumuz çocuğumuz okur, sonra onların
karşısına da çıkamayız”
diye acı düşüncelere daldığınız hiç mi olmadı? Nasrettin
hocanın meşhur hikayesi ile, kazanın sizin adınıza
doğurabileceğine inandınız da, yalanınızla beraber öldüğü
gün, bunun da gerçekleşebileceğine neden inanmadınız?
İnsanları evinden, gazetesinden, yüzyıllık düşünsel
yuvalarından ederken tek zerre suçluluk veya rahatsızlık
hissetmeyenlerin, bu isimler mantığın, hukukun, vicdanın
emrettiği gibi yerlerine döndükleri zaman koparmaya çalıştıkları
yaygarayı anlayabilen biri varsa, beri gelsin!
BUNLAR
DAHA ÖNCE DENENMİŞTİ
Cumhuriyet
gazetesi içinde, bu oyunun bir benzeri, daha önce denenmişti.
Lütfen internetten araştırmanızı yaparak detaylarına ulaşın.
1990’ların başlarında Hasan Cemal ve Ekibinin gazete içi
iktidarı ele alması ve İlhan Selçuk-Uğur Mumcu ve arkadaşlarının
gazeteden ayrılması, okurlar tepki verip, gazete tirajları
tepetaklak gidince, birden mecburen sona ermiş, Hasan Cemal’ler
ayrılmış, İlhan Selçuk ekibiyle geri gelmişti. Yani benim
sanatsal ünlü deyimle “this has been done before”
diyebileceğimiz, “biz bu filmi daha önce görmüştük”
sendromu da yaşadık. Son 4-5 yılda yaşananlar, o günlerdeki
liberal ve Cumhuriyet
kökenine uyumsuz ele geçirme operasyonunun bir başka versiyonu. Şu
aksiliğe bakın ki, yine dikiş tutturamadılar...
PEKİ
ŞİMDİ NELER OLUYOR, OLACAK?
Öncelikle,
her demokrat Cumhuriyetçi, Atatürkçü, ödünsüz laik
vatandaşımızın durumun hassasiyetini anlayarak kendi durumuna
göre her gün bir veya iki Cumhuriyet
gazetesi alması okuması ve okutması lazım. Gazetenin yeni Genel
Yayın Yönetmeni Aykut Küçükkaya’nın Pazar günü Enver
Aysever’le yaptığı röportajdan öğrendiğimize göre, 7 Eylül
Vakıf toplantısından önce, Orhan Erinç ve Aydın Engin
imzalarıyla, işten çıkarılan 8 yazar için 2 milyon liralık
tazminat anlaşması yapılmış. Bu arada çeşitli yazarlar da
istifa etmişler. Aralarında Özgür Mumcu’nun da olduğu başka
yazarların da
“Gazeteyi izleyip, karar verecekleri” söyleniyor...
Zaten zor durumda olan Cumhuriyet
Gazetesi adına buna benzer ağır parasal anlaşmalara giderayak
girmek ne kadar etik, ne kadar hukuki? Bunlar kesinlikle doğal
olarak gündeme gelecek. Detaylarını bilmediğim bu konuları bir
kenara bırakalım. Küçükkaya’nın topluma hatırlattığı
değerler önemli: Cumhuriyet’in
kırmızı çizgileri olarak Atatürk, laiklik ve kullanılan dilde
nefret söylemi olmamasını vurguluyor. Gerek çalışanların,
gerek okurların yeni ayrılan yönetimle uyuşamadıklarını ve
bundan dolayı başarı gelmesinin mümkün olamadığını
aktarıyor. Cumhuriyet’ten
arkadaşların davasındaki haksızlıkları ve hukuksuzlukları
gördüklerini ancak gazetenin dili ve önceliklerinin de bu süreçte
değiştiğini anlatıyor Küçükkaya. Bu röportajın tamamını
size ben anlatamam. İzlemediyseniz de, OdaTv veya
cumhuriyet.com.tr’den bulup izlemenizi öneririm...
Niye
biliyor musunuz? Çünkü artık bu saatten sonra sahte kamuoyu
oluşturmalara tenezzül edenlerin, gerçekleri saptıranların,
geçmişte işine geldiği gün Ergenekon davalarını haklı görüp
o rezil kumpasın arkasında durup, sonra oyun bozulduktan sonra tüm
tavırlarını değiştirenlerin, bu ortamı daha fazla
kirletmelerine izin vermememiz lazım.