19 Eylül 2018 Çarşamba

CUMHURİYET HANGİ İŞGALDEN KURTULDU VE YURTDIŞI KOMPLO NELERE YELTENİYOR? | Bedri Baykam | 18.09.2018



LE MONDE VE ALMAN GAZETELERİNİN GAZETECİLİK TEMEL İLKELERİNİ YOK SAYIŞI, HİÇ YAKIŞIK ALMADI
Cumhuriyet gazetesinde son günlerde yaşananlar konusunda elbet topa girecektim, ama bunu ne zaman yapacağımı bilmiyordum. Fakat, Türkiye’de Fransızca yayınlanan Aujourd’hui la Turquie gazetesi bu konuda benimle bir röportaj yaparken, Fransız Le Monde gazetesinin Cumhuriyet gazetesinde yaşanan görev değişikliği hakkında akıl almaz derecede yanıltıcı, demokratik haklar ve teamüller açısından kabul edilemez, yorumlu bir haber yayınladığını öğrenip bu yüz kızartıcı metni okuduktan sonra, tepkimi bir an önce ortaya koymak zorunda olduğumu anladım. Aslında bu yazımı da Le Monde’a bir yanıta dönüştürmemem lazım, çünkü bunun yeri bu köşe değil. Ama şu kadarını bilin ki, imzasız yayınlanan ve malum şekilde Atatürkçülerin uluslararası imajını sürekli olarak sabote etmeye çalışan bazı “yetmez ama evet”çilerin utanç verici marifetiydi bu zavallı metin.
Görüyoruz ki, bu utanmaz insanlar, asırlık bir çınarın yörüngesini değiştirmeye yeltenmenin ötesinde, gazetenin tarihi kimliği üstünden bu metinde Kemalizm’e, Cumhuriyet’in geçmiş gururlu birikimine ve ülkenin tartışılmaz siyasi akslarına gerçek dışı sataşmalar ve tamamen yanıltıcı uydurma bilgilerle yurt dışında da saldırmaktan çekinmemişler. Bu içeriksiz ve deforme saldırıların ilk ayağı, Avrupa Parlamentosu’nda Türkiye raportörü olan Kati Piri’nin Türkiye hakkında kaleme almaya cüret ettiği gerçek dışı tweet’ti. Ona bu sahte bilgileri içi boş balonlarda ulaştırıp emeline o gün sosyal medya üzerinden ulaşanların ikinci hedefleri, Cumhuriyet’i yabancı basının gözünde küçük düşürmeye çalışmaktı. İşte o imzasız acınası Le Monde yazısı, böyle bir gazetecilik prensibinin, temel etik değerlerinin iğfali üzerine kurulmuştu. Mesela Cumhuriyet’te kendi yerlerine dönen isimleri “Atatürk dogmasından mustarip insanlar” olarak tarif ederken, seçtikleri kelimeler bağnaz, körü körüne bu fikirlere bağlı, tıkanık insanları akla getiriyordu özellikle...
Alman basınında da yoğun bir Cumhuriyet anti-propagandası ve beyin yıkaması olarak yaşanan süreçte, anayasa referandumundaki “evet” kampanyasıyla övünen ve o günlerde kendini bizlerden çok daha zeki ve duyarlı sanan Aydın Engin var. Şimdi her gün şikayet ediyor göründüğü AKP hükümetinin bugünkü gücünün büyük kısmına katkıda bulunmuş biri olmak, acaba nasıl bir duygu? Bu arada o muhteşem “Evropa” basınında sıkılan palavraların düzeyi şöyle: Bu satırlarda anlatılanlara göre Cumhuriyet’i alan ekip “aşırı milliyetçi” imiş. Bugün Türkiye’de yerleşik rejimi ve -sıkı durun- hükümeti eleştirmeyi özellikle Türk-İslam sentezine geçildiğinden beri hiç bilmezlermiş! Demek bu anti-Kemalist profesör-yazar, düşünür-düşünmez tayfasına ivedi olarak birilerinin Cumhuriyet’in Özal dönemindeki ağır muhalefetini, Erbakan, Rizeli Şevki, Hasan Mezarcı ve Erbakan-Çiller dönemindeki muhalefetini ve AKP’ye karşı, Cumhuriyet mitingleri ve “tehlikenin farkında mısınız?” kampanyaları dönemindeki muhalefetini ve ardından zaten 2013’e kadar geçen süreçteki muhalefetlerini hatırlatıp, tüm kupür, köşe yazıları ve manşetlerden oluşan belgeleri gözlerine sokmaları lazım. Ya da mesela Fransa son Dünya Kupası’nda şampiyon olduktan sonra gerek Fransız basınında gerek Fransa sokaklarında yaşanan heyecan ve gurur verici bayrak taşmasını bir hatırlatmakta yarar var! Hepsine göre, ister 2002’de, ister 2018’de, Fransa şampiyonsa veya sokaklarda 14 Temmuz kutlamaları varsa, yaşanan Fransız milliyetçiliği patlaması olağandır, yaşanmalıdır ve tarihi keyif anlarıdır. Ama mesela herhangi bir gerekçeyle Türkler sokağa ister kutlama, ister anma, ister Atatürk’e saygı yürüyüşü için bayraklarıyla çıkarlarsa bu hemen faşistlik, aşırı sağ ve ultra-nasyonalistlik olarak fişlenmelidir! Ne kadar şık bir yorum farkı değil mi? Çok yakışıyor Avrupalı kardeşlerimizin standart ırkçı önyargılarına! Onlar kendi topraklarını her an yalayabilirler, bizler ise ülkemizi seviyoruz dediğimiz zaman aşırı milliyetçi terörist lümpenler olarak derhal izole edilmeliyiz. Batılının ön yargılı toptancı kafası, ülkesini, ulusunu, bayrağını, kurucusunu seven demokrat bir insanla, ırkçı, şoven, şiddet eğilimli bir insan arasındaki farkları algılamaya müsait değildir!
Burada düşündürücü olan, bu kendi beyinlerinin erkini kaybetmiş insanların nereye kadar gerilediklerinin tespiti değil, Le Monde, der Spiegel veya Tageszeitung gibi yayınların nasıl böyle tek yanlı yazıyı, evrensel gazetecilik ilkelerini altüst ederek yayınlayabilmiş olmasıydı. Basın ahlak yasaları ve iletişim fakültelerinde konunun alfabesi olarak öğretilen temel dürüstlük ilkesi, haberin farklı kaynaklardan doğrulanması ve “karşı tarafı” ve konunun eksperlerini dinleme mecburiyeti gibi verileri hiçe sayan bu duruş, kendi içinde maalesef yine arka kapıdan tarihe geçmiştir! En çok merak ettiğim de ne biliyor musunuz? Bugün gram utanma-sıkılma taşımadan “Kemalistler bu hükümetle iyi geçiniyor, onu eleştirmeyi bile bilmezler” iftiralarını atanların neredeyse hepsinin son üç yıl dışında tüm geçmişlerinde tarikatlara, yobazlara ve bölücü unsurlara hoşgörü ötesi yumuşak bir sempatiyle bakan ikinci cumhuriyetçi takım olduğunu bu yabancı gazeteciler fark etseler, acaba ne kadar kurnaz taktiklerle uyutulduklarını algılarlar mıydı?
Aydın Engin dışında bu operasyonların ana tetikleyicisinin artık Almanya’da ikamet eden Can Dündar olduğu da söyleniyor. Aaaaa aşkolsun!!! Hiç o muhteşem demokrat Can Dündar böyle küçük işlerin adamı olabilir mi? Eminim pek yakında kendisi hemen sahne alarak der Spiegel’in ve tüm yabancı basının nasıl kandırıldığını derhal dosta düşmana herkese açıklayacak ve Cumhuriyet’in gerçek püripak çizgisinin algılanmasını sağlayacaktır! (Bunu beklerken treni kaçırırsanız, i-Pad için çok keyifli bir satranç uygulaması var, aklınızda bulunsun)
Kati Piri’ye gelince, aman onun içi müsterih olsun! Ne de olsa Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucu temel değerlerine Atatürk üzerinden saldıran ne ilk ne de son Avrupa Parlamentosu raportörü veya siyasi sözcü olacak kendisi! Daha önce, Arie Oostlander’den Alman Yeşiller Birlik Partisi Başkanı ve milletvekili Claudia Roth’a kadar, nicelerini gördük, entelektüel sığlıkları ve Türkiye konusundaki algı çapsızlıklarına gülüp geçtik... Günümüz Avrupalı siyasetçilerin bir çoğunun Atatürk ve Kemalizm hakkındaki tarihi gerçeklerden ve kendi vatandaşları olan eski dünya liderlerinin algılarından uzak yorumlarını artık ne zaman okusam, onlar adına üzülüyor, utanıyorum...

11 GÜN ÖNCE CUMHURİYET’TE NELER YAŞANMIŞTI?
Bundan 11 gün önce, 7 Eylül 2018 tarihinde, artık herkesin bildiği gibi, Cumhuriyet gazetesinde bir vakıf yönetim değişikliği yaşandı ve son dört yılda gazeteyi yöneten ekip ayrıldı. Daha doğrusu 2013 yılında dava konusu olan vakıf toplantısında, vakıf başkanının usulsüz şekilde salt çoğunluk olmadan değiştiği iddiasının haklı görülmesi üzerine o toplantı tekrar yapıldı ve gazeteyi dört-beş yıldır yöneten ekip, yani özetle vakıf başkanı Akın Atalay, Aydın Engin ve bir ölçüde Orhan Erinç, Cumhuriyet’teki iktidarlarını terk etmek zorunda kaldılar. Cumhuriyet’te o toplantı akşam üstü bitmiş olmasına rağmen, ertesi günkü gazeteye bu haber bir manifesto yayınlanarak yetiştirildi. Cumhuriyet’in gerçek ideolojik çizgisine geri döndüğünün altının çizildiği bu tarihi metin, gerçek Cumhuriyet okurlarının gözlerini yaşartan, birkaç yıldır heyecanla beklenen son derece önemli bir haberdi. Açık söylemek gerekirse, bu bir müjdeydi. Ülkemizde kıyaslanabileceği tek diğer gelişme, Fenerbahçe camiasının Ali Koç’un Başkanlığı kazanmasından sonra yaşadığı büyük rahatlamaydı. Ancak o noktada bile bir haksızlık yapmak istemiyorum çünkü her ne kadar Fenerbahçe’de de Aziz Yıldırım yönetiminin devri dolduğu ve kulübü yönetenler bunu görmek istemedikleri için kongrede oluşan görev değişimi büyük bir sevinç seli ve umut yaratmış olsa da, Aziz Yıldırım yönetimi hiçbir zaman, Fenerbahçe üyeleri tarafından cumhuriyetin dört yıldır yönetenler gibi büyük bir ideolojik ve aidiyet çıkışları sorgulama konusu olmadı. Olsa olsa devri dolmuş saygın bir yönetimin artık ayrılması gerektiğine inananların tepkisi, Genel Kurul’da büyük bir farkla oluşan iktidar değişimini getirmişti.      

İDEOLOJİK SABOTAJA YELTENENLERE VERİLECEK BAZI YANITLAR
İnanın bu yanıtlar çok fazla... Yurtiçi ve yurtdışında bir infial yaratmaya çalışarak yazdıkları evlerinden, sütunlarından, gazetelerinden yayın haklarından mahrum bırakıldıklarını iddia eden takıma sormak lazım: 2013 sonrası adım adım gazeteden Atatürkçü-Cumhuriyetçi yazarları en anti-demokratik bahanelerle “fast food style” tasfiye ederken, o günlerde 90. yaşını doldurma yaklaşan Cumhuriyet gazetesinin tüm varoluş sebebini ve temel hücrelerini değiştirmeye çalışırken, Alev Coşkun’u, Mustafa Balbay’ı, Erol Manisalı’yı, Özdemir İnce’yi, Ümit Zileli’yi, Çoşkun Özdemir’i, Deniz Banoğlu’nu, beni gazeteden uzaklaştırırken, çok büyük zafer naraları atıp çok mu sevindiniz bu üstün başarılarınıza?
Gazetenin genel yayın yönetmenliğini, gazeteye girişinin üzerinden bir yıl bile geçmeden 2015’te Can Dündar’a verdiniz. Can Dündar’ın Cumhuriyet gazetesinin çizgisi ile nasıl bir ilişkisi olabileceğine inandınız? Ben size söyleyeyim: Benim Çin ithalat-ihracat kanunlarıyla ne kadar ilişkim varsa, Can Dündar’ın da Cumhuriyet gazetesinin yerleşik siyasi çizgisi ile o kadar ilişkisi olabilirdi. Size bunu hayatının önemli bir süresini Cumhuriyet gazetesinin arşivinde geçirmiş ve gazetenin Latin alfabesi ile yayınlanmaya başladıktan sonra her nüshanın her sayfasını 80-90 yıl üzerinden okumuş veya elden geçirmiş, hazırladığı projeler için bu eşsiz bilgi hazinesinden yola çıkarak dev sergiler ve yayınlar hazırlamış, o gazetede 28 yıl yazmış bir insan olarak konuşuyorum. Can Dündar, Atatürk hakkında hazırladığı Mustafa filminde onun demokrasi ve çok partili rejimi getirmek için Serbest Fırka’yı kurdurduğunu bile gizleyerek antidemokratik ve depresif, yalnız ve halkından kopmuş bir insan olarak gösteren bir tipolojinin temsilcisidir: Atatürk’le tek ilişkisinin biçim bozma ve sabotaj-saptırma olabileceğini bilmiyor muydunuz? Yoksa bunu göremeyecek kadar cahil miydiniz?
Madem Can Dündar, Ahmet İnsel, Aydın Engin, Akın Atalay, Ceyda Kara çizgisinde bir yayın yapma hedefiniz vardı, neden Cumhuriyet gazetesinin vücuduna, DNA’sına, tüm varlığına saldırdınız da, gidip dürüstçe Yeni Yüzyıl, Radikal veya Taraf gazetelerinden birini veya onlar gibi yeni bir gazeteyi ele almadınız? Yoksa hedefiniz istediğiniz çizgideki gazeteyi çıkarmak değil de, Cumhuriyet gazetesini yok etmek miydi? Siz gazeteyi gerçek ideolojik yörüngesinden ve onu temsil eden yazarlarından uzaklaştırıp adeta işgal ederken her şey iyiydi de şimdi gazetenin özüne, esas kimliğine ve asırlık çizgisine dönüşü mü sizi şoke etti? Bu çok saf veya nankör veya çelişkili veya çifte standartlı veya acınası bir tavır olmuyor mu? Ne dersiniz? Yani sizler ev sahiplerini sokağa atarken iyi de, onlar şimdi evlerine dönerken mi kötü oluyor?
Gazeteye doldurduğunuz “yetmez ama evet”çilerin kökenlerinin 1990’ların başından beri Türkiye’nin medyadaki siyasi yörüngesini yerle bir eden ve ülkede her türlü yobaz veya bölücü oluşumun gelişmesine katkıda bulunan Atatürkçülüğün baş düşmanı ikinci cumhuriyetçilerle doğrudan göbek bağları olduğunu göremediniz mi? Yoksa tam tersine bunu saklayabileceğinize mi inandınız? Peki sonra nasıl tam tersine Cumhuriyet Gazetesi’nin temel değeri olan ödünsüz laiklik, ödünsüz Kemalizm ve bunlar üzerine kurulmuş demokratik bir anlayış bu kadar ortadayken, nasıl kalkıp bu vazgeçilmez doğrularımızı tam tersine “hükümet ile aynı çizgide olmak” gibi yalanlarla karalamaya çalışabildiniz? Yoksa uydurulmuş iftiracılığın, yalancılığın, köseleden bir yüze sahip olmuş olmanın kanıtlarını, merakla kendi üzerinizde mi arıyordunuz?
Le Monde’un veya Alman basınının Cumhuriyet’in değil, kendi tarihleri üzerinden üzücü bir belge haline dönüşen ve “pes” dedirten o yayınını kaleme alırken veya aldırırken, “Yahu biz abartmış olmuyor muyuz bu kadarını söylerken, fazla desteksiz atmış duruma düşmüyor muyuz?” diye kendi kendinizi sorgulayıp hiç mi vicdanınızda zor duruma düşmediniz? Bu kadar gerçek dışı yorumlarla konuya yüklenirken, hiç mi tereddüdünüz olmadı? “Yahu ileride bu söylediklerimizi yazdıklarımızı iz olarak bıraktıklarımızı çoluğumuz çocuğumuz okur, sonra onların karşısına da çıkamayız” diye acı düşüncelere daldığınız hiç mi olmadı? Nasrettin hocanın meşhur hikayesi ile, kazanın sizin adınıza doğurabileceğine inandınız da, yalanınızla beraber öldüğü gün, bunun da gerçekleşebileceğine neden inanmadınız? İnsanları evinden, gazetesinden, yüzyıllık düşünsel yuvalarından ederken tek zerre suçluluk veya rahatsızlık hissetmeyenlerin, bu isimler mantığın, hukukun, vicdanın emrettiği gibi yerlerine döndükleri zaman koparmaya çalıştıkları yaygarayı anlayabilen biri varsa, beri gelsin!

BUNLAR DAHA ÖNCE DENENMİŞTİ
Cumhuriyet gazetesi içinde, bu oyunun bir benzeri, daha önce denenmişti. Lütfen internetten araştırmanızı yaparak detaylarına ulaşın. 1990’ların başlarında Hasan Cemal ve Ekibinin gazete içi iktidarı ele alması ve İlhan Selçuk-Uğur Mumcu ve arkadaşlarının gazeteden ayrılması, okurlar tepki verip, gazete tirajları tepetaklak gidince, birden mecburen sona ermiş, Hasan Cemal’ler ayrılmış, İlhan Selçuk ekibiyle geri gelmişti. Yani benim sanatsal ünlü deyimle “this has been done before” diyebileceğimiz, “biz bu filmi daha önce görmüştük” sendromu da yaşadık. Son 4-5 yılda yaşananlar, o günlerdeki liberal ve Cumhuriyet kökenine uyumsuz ele geçirme operasyonunun bir başka versiyonu. Şu aksiliğe bakın ki, yine dikiş tutturamadılar...

PEKİ ŞİMDİ NELER OLUYOR, OLACAK?
Öncelikle, her demokrat Cumhuriyetçi, Atatürkçü, ödünsüz laik vatandaşımızın durumun hassasiyetini anlayarak kendi durumuna göre her gün bir veya iki Cumhuriyet gazetesi alması okuması ve okutması lazım. Gazetenin yeni Genel Yayın Yönetmeni Aykut Küçükkaya’nın Pazar günü Enver Aysever’le yaptığı röportajdan öğrendiğimize göre, 7 Eylül Vakıf toplantısından önce, Orhan Erinç ve Aydın Engin imzalarıyla, işten çıkarılan 8 yazar için 2 milyon liralık tazminat anlaşması yapılmış. Bu arada çeşitli yazarlar da istifa etmişler. Aralarında Özgür Mumcu’nun da olduğu başka yazarların da “Gazeteyi izleyip, karar verecekleri” söyleniyor... Zaten zor durumda olan Cumhuriyet Gazetesi adına buna benzer ağır parasal anlaşmalara giderayak girmek ne kadar etik, ne kadar hukuki? Bunlar kesinlikle doğal olarak gündeme gelecek. Detaylarını bilmediğim bu konuları bir kenara bırakalım. Küçükkaya’nın topluma hatırlattığı değerler önemli: Cumhuriyet’in kırmızı çizgileri olarak Atatürk, laiklik ve kullanılan dilde nefret söylemi olmamasını vurguluyor. Gerek çalışanların, gerek okurların yeni ayrılan yönetimle uyuşamadıklarını ve bundan dolayı başarı gelmesinin mümkün olamadığını aktarıyor. Cumhuriyet’ten arkadaşların davasındaki haksızlıkları ve hukuksuzlukları gördüklerini ancak gazetenin dili ve önceliklerinin de bu süreçte değiştiğini anlatıyor Küçükkaya. Bu röportajın tamamını size ben anlatamam. İzlemediyseniz de, OdaTv veya cumhuriyet.com.tr’den bulup izlemenizi öneririm...
Niye biliyor musunuz? Çünkü artık bu saatten sonra sahte kamuoyu oluşturmalara tenezzül edenlerin, gerçekleri saptıranların, geçmişte işine geldiği gün Ergenekon davalarını haklı görüp o rezil kumpasın arkasında durup, sonra oyun bozulduktan sonra tüm tavırlarını değiştirenlerin, bu ortamı daha fazla kirletmelerine izin vermememiz lazım.

12 Eylül 2018 Çarşamba

SKANDAL FİNALDE, OSAKA, İSYANKAR SERENA’YI YOK ETTİ! | Bedri Baykam



Teniste, yılların Şampiyonu Serena, Amerika Açık’ta hiç tanınmamış bir Japon kıza karşı oynuyor dendiği zaman, büyük ihtimalle siz maçın skoru ile bile ilgilenmezsiniz! “Nasıl olsa yine ezer geçer” dersiniz...
Ama tenis öyle bir spordur ki, çoğu zaman favori kazansa da, hatırı sayılır oranda da evdeki hesap çarşıya uymaz. Mesela 16 yaşında bir Jelena Donkic, 1999 Wimbledon’un ilk turunda, zamanın büyük şampiyonu Martina Hingis’i eleyip geçebilmişti. Nadal, Wimbledon’da ilk turlarda rastalı müzisyene benzeyen ve güle oynaya sahaya çıkan Dustin Brown’a yenildi. Ya da uzağa gitmeyelim, bu turnuada Federer kimsenin tanımadığı Avustralyalı John Millman’e 3 sette yenilip gitti.
Dün Naomi Osaka, kimsenin kolay kolay anlayamayacağı şekilde dev rakibini yine iki sette 6/2, 6/4 gibi bir skorla paramparça ederek kupaya uzandı! Ama tabii alttaki detaylı yorumlardan öğreneceğiniz gibi, maçın skorunun içerdiği büyük sürpriz dışında, bu karşılaşmanın tarihe geçmesinin nedeni, Serena Williams’ın tüm dengelerini kaybederek hakemle girdiği ağız dalaşı ve unutulmaz büyük tartışmalara tenezzül edebilmiş olmasıydı. Tüm bu kavga ve tartışmaları buz gibi bir sükunetle izleyen Osaka ise, maçtan sonra gözyaşları ve yaptığı yorumlarla belki de insanlık tarihine geçti.
Bu yılın kadın finalinden önce, her ne kadar Serena bu yıl aralarında oynanan tek maçı kaybetmiş olsa da, buna rağmen herkes kendisini 20 yaşındaki deneyimsiz rakibine karşı açık ara favori görüyordu. Sonradan konuşuyor görünmek istemem; ben daha 10 gün kadar önce Artı Tv’de Asena Özkan’ın programında Serena Williams’ın turnuayı bu sefer alamayacağını ısrarla söylemiştim. Gerekçelerim arasında anneliğe geçişi, rekabetin artması ve “her an aşağıdan hiç tanınmamış yeni yıldız adaylarının artık kaçınılmaz şekilde geliyor olmasına” bağlamıştım. Bu nedenle ben, maçtan önce Serena’nın finale kadar nasıl hala yenilmediğine şaşıran kişiydim tam tersine! Dolayısıyla maçtan önce benim net tahmin ve temennim, Osaka’dan yanaydı. Hem Madeline Keys’e karşı yarı finalde rüştünü fazlasıyla ispat etmişti hem de gözümde artık devrini doldurmaya başlayan Williams’a karşı maçı kazanmaması için hiçbir gerekçe yoktu.
Naomi Osaka, bu turnuadan 5 ay önce, Miami’de Indian Wells turnuasında, çocukluk döneminin tartışmasız idolü Serena Williams’ı hem de ilk turda 6/3, 6/2 yenerek herkesi şaşırtmış ve büyük rakibi, basın toplantısına bile katılmadan “hezimet yerini” beş dakikada terkedip gitmişti. Ama dünya bunu nasıl olduysa pek ciddiye almamış, dünkü büyük finalde Serena’nın 24. büyük turnuasını kazanacağından emin olarak yorumlarını ortaya dökerek maçı izlemeye koyulmuştu.

MAÇIN AKIŞI
Maça kendi servisinde 0/30’la başlayan Williams, sert forehand ve ace servislerle bu durumu en şık şekilde kurtardı. 2. oyunda, ilginç bir şekilde aynı durum Osaka adına tekrarlandı ve genç tenisçi, sert servis ve güçlü forehandlerle kendisini 0/30’dan kurtarmayı bildi. 3. oyunda ilk kırılma anı yaşandı ve Serena bu sefer servisini kaybetti, hem de 30/40’ta yaptığı bir çift hatayla. Ardından servisine tutunan Osaka karşısında Serena riskler alması gerektiğini düşündü. Ancak güzel vuruşlarını basit hatalar ve yine bir çift hata gölgeledi ve skor birden 4/1’i buldu. Osaka’nın bir sonraki servis oyununda, Williams iki kere kırma sayısı elde etti. Ama Osaka birini ace’le kurtarırken, diğerinde Serena backhand’de bir basit hata yaptı. Böylece skor, Artur Ashe stadyumunu dolduran 24.000 izleyicinin kanını donduran bir şekilde 5/1’i buldu. Her ne kadar Serena kendi servisini koruduysa da, bir sonraki servis oyununda çelik sinirli Osaka, üst üste çaktığı üç zımba servisle ilk seti 6/2 ile kapamayı başardı.

2. SET VE OLAYLARIN DİZİ-FİLM OLARAK AKIŞI!
Serena maçın 2. setine servisine tutunarak başladı. “Belki şimdi her şey normale dönecek” diye düşündü taraftarları. O noktada olaylar patlak verdi. Osaka kendi servisinde 40/15 ilerideyken Serena’nın hocası Patrick Muratoglou, kendisine “ileri çık” anlamında açık hareketlerle oturduğu yerden işaretler yaptı. Tamamen yasak olan bu tavır karşısında hakem Carlos Ramos, Serena’ya bir ihtar verdi. Serena “ben hile yapmam, coaching almadım” şeklinde net ve gürültülü ilk itirazını yaptı. Bu tartışmaya rağmen sonraki servisini kazanan Serena, Osaka’nın geriden yaptığı basit hatalarla nihayet rakibinin servisini kırdı ve 3-1 öne geçti. Fakat hemen bir sonraki oyunda Serena 30/30’da üstüste iki çift hata yaparak inanılmaz şekilde servisini geri kırdırdı! Bir sonraki oyunda, acımasız Naomi, müthiş geri vuruşlardan sonra, bir de ace servis atarak skorda dengeyi buldu: 3/3. İşte o anda Serena raketini sinirden yerlerde parçalayınca hakim Ramos kendisine haklı olarak ikinci ihtarı verdi ve bir dahaki oyunun 0/15’ten başlayacağını bildirdi. Sonun başlangıcı bu noktada geldi. Serena buna da ağır itirazlarla ve sinir bozukluğunu açığa çıkararak tepki verdi. 30/40’da servis kırma topunda Osaka, Serena’yı harika bir paralel forehandle geçerek ihtiyacı olan puanı kaptı ve 4/3 öne geçti. Serena o noktada, tüm kariyerini gölgeleyebilecek şekilde tepkilere başladı: “Ben anneyim, benim bir kızım var, ben yalan söylemem, ben haklıyım, bana bir özür borçlusun” ve ardından ipleri koparan kelimeler geldi: “Sen bir yalancısın ve hırsızsın!” Oyuncular maça devam etmek için yerlerine geçerken, hakem Ramos, Williams’a hakeme sözlü saldırıdan dolayı 3. ceza puanını verdiğini ve böylece Osaka’nın servisinde puanlar oynanmadan oyunu Osaka’nın kazandığı ve artık skorun 5-3 olduğunu ve servisin yine Serena da olacağını bildirdi. Serena’nın buna tepkisi yine ağır karşılıklar, sataşmalar ve başhakemi sahaya çağırmak oldu. Hakem Ramos sakin bir şekilde başhekime olup biteni anlatırken Serena ağlayarak benzer sözleri tekrarlıyor ve “sana hırsız dedim diye bu cezayı veremezsin!” diyordu. Bir cümlesi daha dikkat çekti: “Sen bir daha hayatta hiçbir finali yönetemeyeceksin, sen bir yalancısın”. Başhakem Brian Earley ve yardımcısı, Serena’yı sakinleştirmeye çalıştıktan sonra sahadan çıktılar. 5/3 oyununda, Serena bir adrenalin patlamasıyla adeta hıncını tenis topundan çıkardı ve kendi servisini çok sert ve seri vuruşlarla sıfıra karşı kazandı. İşte o andan sonra nefesler tutuldu. Bakalım 20 yaşındaki genç Japon maç için servis atarken, her ne kadar dışından hiç belirti vermese de bu olaylardan etkilenmiş olacak mıydı? Osaka, işte o noktada tam büyük bir şampiyonun ruhuna büründü ve kendi servis oyunununda, Serena’nın güzel vuruşlarla iki puan almasına rağmen bir forehand ve üç muhteşem servisle maçı ve şampiyonluğu hanesine yazıp “İlk Japon Slam turnua şampiyonu” olarak tarihe geçti.

BİR ULUSLARARASI TENİS HAKEMİ OLARAK OLAYLARA BAKIŞIM
Şu andan itibaren yaptığım yorumları, yalnız eski bir yarı-profesyonel tenisçi olarak değil, yıllarca uluslararası turnualarda ve Davis Kupası’nda önemli maçlar ve finaller yönetmiş bir orta hakem olarak yapıyorum.
Günümüz tenisinde oyuncuların hocalarıyla ve yakınlarıyla konuşma hakkı olmaması kuralı eleştirilebilir, değiştirilmesi için kampanya yapılabilir, hatta belki bence de değiştirilmelidir; ama bütün bu dediklerim gerçeği değiştirmez: Şu anda bu kurallar vardır ve şampiyonalar bu kurallara göre oynanmaktadır. Hiç kimsenin Portekizli hakem Carlos Ramos’a bu konuda bir eleştiri getirme hakkı yoktur. Patrick Muratoglou, maçın hemen ardından televizyon kanallarına konuşmuş ve suçunu kabul etmiştir; zaten kameralar altında kayda alınmış görüntülerde bu çok açıkça bellidir. Serena’nın “ben böyle bir şey varsa bile görmedim” sözleri havada kalmaktadır, çünkü hakem bir de aynı anda Serena’ya bakıp görüp görmediği ile uğraşamaz ve o anda zaten ceza yalnız hocasına veriliyor olsa bile geçerlidir.
Dolayısıyla, Ramos’un Muratoglou nedeniyle verdiği birinci ceza, Serena raketini parçaladığı için verdiği ikinci ceza ve hakeme ağır ağıza alınmayacak sözler sarf ettiği için verdiği üçüncü cezaların her biri doğrudur ve geçerlidir. Aslında belki Ramos’a teknik olarak getirebileceğim tek eleştiri, Serena üçüncü cezadan sonra ağır çirkin tavırlarına ve sataşmalarına devam ederken, dördüncü cezayı vererek maçı Osaka lehine bitirmemiş olmasıdır. Fakat onda da kendisinin Osaka’yı da koruyan ve maçın “hükmen” mağlubiyetle bitmesi çirkinliğinden finali uzak tutmak için yaptığı bir hoşgörü olduğunu düşünebilirim ve kendisini mazur görebilirim.
Serena’ya gelince; ne yazık ki adının ve geçmiş başarılarının getirdiği havayla birçok insanı üzen bir şımarıklık ve küstahlık gösterisi yaptı. Sahada hakem maçın mutlak hakimidir ve bir hakeme böyle konuşamazsınız; konuşursanız bedelini ödersiniz! Adınız Serena da olsa, Federer de olsa fark etmez. Serena, “ben buraların kraliçesiyim, dokunulmazlığım var, sen bana hangi hakla bunları söylersin?” şeklinde gelişen bir vurdumduymazlık içindeydi ve doğal olarak bedelini ödedi. Tüm bunları ekleyebileceğim bir tek “ama” var: Bugünkü erkekler finali de dahil olmak üzere, tüm orta hakemler bu ciddi disiplin anlayışını her oyuncuya karşı uygulamalıdırlar. Oyunculara ihtar ve ceza puanı vermeyi ben de uyguladım çeşitli maçlarda. Ama bugüne kadar bir tenisçi aleyhine oyun cezası vermeye bu maçlarda hiç şahit olmadıysak, bunun nedeni hiçbir oyuncunun dünkü Serena kadar raydan çıkmamış olmasıdır.

OSAKA’nın TARİHİ DURUŞU:
Sırf Serena Williams’ın bu yüz kızartıcı tavırlarından söz ederek bu maç yorumunu kapamak, yeni şampiyon Naomi Osaka’ya büyük haksızlık olur. Japon oyuncu, muhteşem fizik ve ayak hızı gücü, harika geri oyunu, çelikten sinirleri, saha içinde inanılmaz olgun duruşu ve direnci ile şampiyonluğu zaten baştan sona hak etti. Şunu unutmayalım ki olaylar başladığı ana kadar Serena ve Osaka’nın oynadığı iki maça yayılan üç setin tamamını Osaka kazanmıştı. Serena’nın ve hocasının olaylardaki haksızlıklarının zaten tartışılır bir yönü yok. Serena’nın haklı çıkmaya çalışmak için anneliğini, kadınlığını ve genel kimlik mağduriyetini öne çıkarmaya çalışması ise gerçekten acınası tavırlardı. Serena’nın kendi geçmişine bu şekilde ihanet etmesi ve başarılarını gölgeleyecek şekilde bu konuları uzatması, aleyhine olacaktır.

HAKEME ŞİLT VERİLMEMESİ
Dünkü olaylar nedeniyle hiç kimsenin Serena’ya bir özür borçu yoktur. Olsa olsa kendi hocası, olayları başlatan şahıs olduğu için kendi oyuncusundan özür dileyebilir. Resmi özür gerektiren tek konu Amerikan Tenis Federasyonu ve Amerika Açık turnuasının, maçın orta hakemi Carlos Ramos’a bu finali yönetmiş olmanın anısı olarak şilt vermemiş olmasıdır. Bunun fiili gerekçesi, Serena’nın yaşadığı histeri krizlerini andıran tavırların ortasında bir provokasyon olarak o anda onları yan yana getirmemek ve öfkeli fanatik Amerikan seyircisine hakem Ramos’u yuhalatmama gayretidir. Dolayısıyla hakemi orada podyuma çıkarmamayı affedebilirim ama tek bir şartla: Pazartesi günü, Amerika Açık’ın özel bir törenle Ramos’a o şilti vermesi ve kendisinden özür dilemesi lazımdır. Hakem, hak ettiği şilti alamamak dışında, unutmayalım ki maçın 2. setini oyunculardan birinin ağır taciz ve sözlü saldırıları arasında sürdürmüş ve tam tersine sükunetini korumuştur. Dünyanın her yerinden uluslararası tenis hakemleri ve kimi ülkelerde bağlı oldukları derneklerin, dün Ramos’un yaşadığı tatsız olaylarla ilgili destek açıklamaları yapması şarttır. Yoksa tenis dünyası, ünlü oyuncuların hakemi kendilerine yem yapmaya çalışarak at koşturdukları çirkin bir alan haline gelir. Amerika Açık, derhal bunu yapmazsa, kendi varlığına ve bu spora ihanet etmiş olur.

SON SÖZ:
Bütün yazdıklarımı bir köşeye kaldırıp unutabilirsiniz. Lütfen maçtan sonra o taşkın ve azgın Amerikan seyircisinin yuhalamaları arasında gözyaşları ile sahneye çıkan yeni şampiyon Osaka’ya kafamızı çevirelim şimdi. “Hepinizden özür diliyorum, bugün maçı kazanarak sizleri üzdüm” derken büyük bir insanlığı, empatiyi ve Japon doğu kültürünün yüceliğini en mütevazi sözlerle samimi olarak yansıtmaktadır Naomi. Onu yalnız tenis değil, yalnız Japonya değil, insanlık tarihi hatırlayacak. Bravo Osaka... Amerikalılar beni şaşırtacak şekilde şoven fanatikliklerinde boğulsalar bile, dün gece Dünya seni bağrına bastı. Sen tüm saygı dolu tavrınla çocukluk idolünün önünde kazandıktan sonra boynunu eğerek bir selam verdin. Yaşadığın tüm haksızlıklara rağmen. Sen Atatürk’ün tarif ettiği bir dünya sporcususun: Zeki, çevik ve ahlaklı... Bravo Naomi!

11 Eylül 2018 Salı

DJOKOVİC FİNALDE “DEV” SÜRPRİZE GEÇİT VERMEDİ | Bedri Baykam | 10 Eylül 2018


Dünyayı birbirine katan tek kadınlar finali ve Serena Williams skandallarından sonra, iki müthiş oyuncunun kapışacağı tek erkekler finali neredeyse oynanmadan gölgelenmiş oldu! Çünkü böyle bir maç ne kadar iyi oynanırsa oynansın kadınlar maçında sahada yaşanan olayların yarattığı ilgiyi nasıl aşabilirdi ki! İşte bu çarpık düşünce, tenis dünyasındaki insanların bilinçaltına yerleşmişti dün.
Djokovic aynen Serena gibi, maçtan önce “Acaba 14. slam şampiyonluğumu alabilecek miyim bu gece?” sorusuyla kendini meşgul ediyordu. 1.98’lik dev Del Potro ise, bu sahada 9 yıl önce Nadal’ın ardından Kral Federer’i 5 sette muhteşem bir maçtan sonra yendiğini hatırlayıp, “neden tekrar olmasın ki?” diyerek kendisini ateşleme peşindeydi. Arada neler yaşamamıştı ki! Dünya 4 numarasına yükseldikten sonra 2010’da sağ bileğinden, 2014 ve 2015’te sol bileğinden ağır şekilde sakatlanmış, toplam üç yıl sahalardan uzak kalmıştı; hem de en verimli yıllarında! Şimdi bütün o “kaybolan yollar”daki dramın acısını çıkarmak istiyordu sahada..
İki yakın arkadaşın maçı, Artur Ashe stadyumunda, karşılıklı böyle psikolojilerin yarattığı puslu atmosferde, Osaka-Serena finalinin gölgesinde başladı.
İlk sette 4/3’e kadar her iki şampiyon da servislerini kazanarak geldiler. Her iki tenisçinin istatistikleri de birbirinden uzak değildi; belki ana farkları, Djokovic’in basit hataları daha çok backhandinde, Del Potro’nun ise aynı basit hataları daha çok düz vuruşlarında yapmasıydı. Bu arada Del Potro, sahada belki beklenilenden daha az agresif bir günündeydi. Djokovic ise öne daha kolay gelen, özgüveni daha yüksek olan taraf olarak görünüyordu. 3/3’te sahanın ortasından vurduğu drive-volleylerle 4/3 öne geçen Sırp şampiyon, bir sonraki oyunda avantaj kendisine geçtikten sonra uzun bir ralliden galip çıktı ve nihayet Del Potro’nun servisini kırarak durumu 5-3’e getirdi. Bunun ardından kendi servisini alarak ilk seti kapadığında maç başlayalı 41 dakika olmuştu.

MAÇIN KIRILMA ANI
Del Potro 2. setin ilk oyunda iki kez servisini kırdırma noktasına geldi. İlkini bir backhand passing shotla, ikinciyi rakibinin topu dışarı atmasıyla savuşturdu ve oyunu aldı. Djokovic kendi servisini rahatça kazandıktan sonra, bir sonraki oyunda Djokovic güzel bir lop ve forehandin ardından bir de harika bir servisi beklenmedik şekilde çıkarmayı başarınca, Del Potro’nun servisini tekrar kırmayı başardı. Djokovic bunun ardından kendi servisini de kolayca alınca, son 7 oyunun 6’sını alan ve maça ağırlığını ciddi olarak koyan büyük bir şampiyon olarak belirdi. Ama Del Potro henüz son sözünü söylememişti. Önce sert servisler ve güzel bir smaçla kendi servisini kazanan Arjantinli, ardından rakibinin servis oyununda sert ve tipik iki forehandiyle durumu 30/40’a getirdi; ardından 2. servis kırma şansını, Djoko bir düz vuruşu dışarı atınca değerlendirmiş oldu. Ama maçın kırılma anları bunlar değildi.
Kendi servisini de sıfıra karşı kazanarak birden skoru 4/3 kendi lehine çevirmeyi başaran Del Potro adına, her şey mükemmel gidiyor görünüyordu. İşte bundan sonra, Djokovic’in servisinde Amerika Açık tarihinde yer bulacak olan bir olağandışı 8. oyun oynandı. Bu oyun maçın en önemli, en heyecanlı dönemeciydi: Süresi 20 dakikayı bulurken, Del Potro 2-3 kere rakibinin servisini tekrar kırma noktasına geldi. Oyun sürekli olarak, kaprisli bir sevgili gibi iki oyuncu arasında gitti-geldi. En sonunda Del Potro’nun dışarıyı boylayan bir forehandi ile Djokovic, durumu 4/4’e taşımayı başardı. Şayet Del Potro orada avantaj defalarca kendi eline gelmişken şansını değerlendirebilseydi, 5-3’te set için servis atıyor olacaktı ve büyük ihtimalle ikinci seti hanesine yazacaktı. Zaten “memleketi”, Arjantin’de Tandil şehrinden gelen 14 yakın arkadaşı, kendi fanatik taraftar grubu, kendi inanılmaz güçlü futbol taraftarı tavırlarıyla Artur Ashe stadını yakmaya kararlıydılar ve tüm dikkatler üzerlerindeydi; maçın tekrar eşit skora ulaşmadı halinde sahaya bile inebilecek bir dinamit paleti gibiydiler! Her turnuada dev adamı izleyen o en yakın arkadaşları “Salaminler” tenis sahalarında görülmedik bir bütünleşme içindeydiler kendisiyle... Ama olmadı. O setlerin eşitlenebileceği andan itibaren her şey çok farklı akacaktı ama o 20 dakikalık maraton 8. oyun da “güçlü”nün hanesine yazıldı. Kısmet kaçtı...

DİSİPLİN VE KURAL ÇELİŞKİLERİ PARANTEZİ
İşte burada bir küçük parantez açmamız lazım. Djoko servis atarken galiba iki kere, kendisine tanınan 25 saniyelik süreyi aştı. Fakat hakem Alison Hughes o kritik aşamalarda, mesela ünlü 8. oyunda ceza vermeye yanaşmadı. Daha doğrusu dünkü kriz ve yaşanan skandalın ardından yanaşamadı: “Şimdi ben de bu maçı çığırından çıkarmış olurum, belki Djokovic de büyük tepki verir ve sonra kabak benim başıma patlar”. İşte bu düşünce, tüm o kritik süreçte ağır bir şekilde orta hakem ve turnua yöneticileri arasında konuşulamayan bir temel konu haline dönüştü. Evvelsi gün orta hakemin saçma bir şekilde cezalandırılır gibi hak ettiği ana şildini alamamasının ardından bu alaturka durumların yaşanması maalesef çok doğaldı. İşte bu noktada dün yazdığım “ama”yı hatırlamamız lazım. Ne demiştim? “...Tüm bunları ekleyebileceğim bir tek ‘ama’ var: Bugünkü erkekler finali de dahil olmak üzere, tüm orta hakemler bu ciddi disiplin anlayışını her oyuncuya karşı (eşit şekilde) uygulamalıdırlar
İşte dün Serena’nın haklı olduğu tek nokta böylece gündeme geldi. Bazı hakemler sanki bu disiplin cezalarını erkeklere karşı veremezlermiş ve onların bir ayrıcalığı varmış gibi davranıyorlar! Ya da Serena maçında yaşanan skandalın ardından her yerde konuşulanlar hakemleri bir çeşit pasifliğe ve görmezliğe itti -ki bu da çok gereksiz ve tehlikeli bir gelişme...
Dün dediklerimizi de hatırlayarak, bu konuda son sözümü size şöyle iletmek istiyorum: Bu mahcup ve çekingen-ürkek tavırlarla, bırakın dev finalleri, ilkokullar arası tenis müsabakalarını bile yönetemezsiniz! Vallahi onda da “Aman Tanrım, bu çocuklar yarın beni topluca şikayet ederler mi, ya da babaları beni döver mi?” diye de düşünebilir bir korkak hakem. Serena olaylarının iz düşümü bu olamaz. Ya Uluslararası Tenis Federasyonu artık “Antrenörlerin maça müdahale etmesini serbest bıraktım ve servis aralarında 25 saniye kuralını kaldırdım” diyecek ve tenis dünyası bu disiplin rahatlamaları ile yoluna devam edecek ya da, hakemler hiçbir oyuncudan korkmadan bu kuralları çatır çutur uygulayacaklar! İkisinin ortası yok. Halbuki şu anda yaşanan ucube durum, içler acısı. Şu anda her yerde, her turnuada yaşananlara baktığımızda, kaçınılmaz şekilde farklı uygulamalar, çelişkili çifte standardlar var. Dün İngiliz hakem, Djokovic’e zaman aşımı ihtarını ancak iş işten geçtikten sonra, 3. set 3-1’de verebildi. O anda bir Türk seyirci eminim santrkortta “Geçti Bor’un pazarı, sür eşeği Niğde’ye” demiştir!
Mesela basit bir sorum var: Kaç hakem, oyuncular raketlerini yere vurduğunda veya kırdıklarında veya duyulur şekilde küfür ettiklerinde çekinmeden gidip cezayı oyuncunun alnına yapıştırabiliyor? Bu her zaman aynı kararlılıkta uygulanıyor mu yoksa kimi hakemler, kimi “faullü hareketleri” görmezden mi geliyor?
Son bir önemli detay daha var. Aslında oldukça centilmen ve sempatik bir oyuncu olan Djokovic, en az iki kere şahin göze müracaat ettikten sonra iddiasında haklı çıkınca yan hakeme, hakeme, kameraya ve hatta seyircilere gülerek müstehzi bakışlar attı “Bu ne iş?” der gibisinden. Bu kendisine hiç yakışmayan bir tavırdı. Şahingöz uygulaması devreye girdikten sonra, yüz binlerce kere ya hakemler, ya oyuncular iddialarında haklı çıkmıştır. Bunların her birisinde insanlar Djokovic gibi davransalar, ne kadar çirkin sahneler yaşardık düşünebiliyor musunuz? O noktada hakem Hughes’un yerinde olsam, Djokovic’i sözlü olarak ikaz ederdim: “Haklı çıkmış olmanız size hakemlere sataşma hakkı getirmez, olsa olsa puanı kazanmanızı veya o puanın yeniden oynanması hakkını verir. Lütfen bunu bir daha yapmayın”.

İKİNCİ KIRILMA ANI...
Evet, nerede kalmıştık? 2. sette 4/4’de... Bu skorun ardından oyuncular karşılıklı kendi servislerini fazla zorlanmadan kazanarak tie-break oyununa hak kazandılar. 2. ve son kırılma anı ise, işte bu tie-break’de yaşandı. Del Potro, bu kritik oyunda, önce 3-1 öne geçti. O anda maçta her şey tekrar romantik dev adamın istediği şekilde akıyor görünüyordu. Sonra buna rağmen Djokovic skoru önce 3/3 sonra 4/4’e taşıdı. O noktada Del Potro (bence) harika bir ace attı. Ama hakem topu dışarıda kabul etti. Aynı anda televizyonda maçı anlatan çift partnerim Ali Göreç de aynı reaksiyonu verdi ve bu top için şahin gözüne gitmemesini anlayamadığını söyledi. İkimizin tecrübesini birleştirince, belki de maçın uçup kaçma anı orada yaşandı diyorum. O noktadan sonra maç hakkında anlatılacak bir şey kalmadı. 2. seti 7/6 tie-break’de kazanan Djokovic’in 3. seti de kolayca 6/3 veya 6/4 kazanarak şampiyonluğa ulaşacağını görmek hiç de zor değildi. Sonunda kader 6/3’de karar kıldı. Aslında bu sette de Del Potro her şeye rağmen iyi dayandı! Ritmini fazlasıyla bulmuş bir Djokovic’e karşı 3-1’den 3-3’e dönmeyi başardı ve son defa bir “acaba?” sorusunu bize sordurmayı başardı. Arjantinli şampiyon son büyük bir gayret gösteriyordu. Ama o da çok yetersiz kaldı. Sonunda Djoko, 3 saat 15 dakikada maçı ve 3. Amerika Açık şampiyonluğunu hanesine yazarken maç topunda mutluluktan kendisini son smaçtan sonra yere bırakıverdi! Rüyası gerçekleşmiş, efsanevi Amerikalı şampiyon Pete Sampras’ın 14 slam rekorunu egale etmeyi başarmıştı. Artık önünde yalnız Federer ve Nadal’ın rekorları kalmıştı!

MAÇIN TEKNİK ANALİZİ
Normalde Djokovic’in daha müdafaada kalan, Del Potro’nun da puanları korkunç servisleri ve zımba forehandleri, sürpriz taş gibi backhandleriyle yutan birer oyuncu oldukları düşünüldüğünde maçın çok daha farklı akacağı, daha büyük çekişmelere sahne olacağı akla gelebiliyordu. Ama bu maçta Djokovic yalnız sakatlığından önceki eski 2015 formunda döndüğünü kanıtlamakla kalmadı, aynı zamanda artık sert vuruşlarla puanı hızlı bir şekilde hazırlayarak eskisine oranla çok daha fazla fileye çıkan ve puanları orada en kesin çözümlerle hızla bitirme yoluna giden bir kimliğe geçiş yaptığını gösterdi dosta düşmana. Del Potro ise, şaşırtıcı bir şekilde, hatta servis ve forehand vuruşuyla puanları çok hazırlanmış göründüğünde bile fileye gitmeyi çok az aklına getirdi. İşte cidden bunu anlamak zordu çünkü Djokovic’i Djokovic yapan geri oyununa rücu ederek onu yenmeye kalkışmak fazla iyi niyetli bir düşünceydi. Maçın içine girdikçe basit hata sayısını arttıran Del Potro, bu konuda rakibine sayısız hediye verdi. Serviste, Del Potro, her ne kadar servisten neredeyse rakibine oranla iki misli puan kazandıysa da, yine de belki kritik noktalarda alıştığımız kadar bu silahına yaslanamadı. Zaten bu tavrının bedeli de ödendi sahada. Sonuçta eskiye oranla en az iki-üç misli fileye çıkan, yalnız ısındıkça hatasız bir şekilde makine intizamı ile oynayan bir büyük “geri oyun” ustası değil, her fırsatta öne çıkarak aynı zamanda rakiplerine korkunç bir baskı uygulayan farklı bir terminatör vardı sahada artık. Hem de bulduğu inanılmaz açılarına dömi-voleler veya şaşırtıcı vole ve smaçlarıyla her türlü varyeteyi ekleyen farklı ve renkli bir terminatör! Djokovic, sakatlıklarını aşıp, oyununu bu yönlerde daha da geliştirmeye başladıktan sonra, bu boyut atlamayı ulaştığı olgunluk seviyesiyle harmanladığında, ortaya Nadal’a ve Federer’e daha da dert olabilecek bir yeni bir oyuncu tipolojisi çıkacak. Federer’in de onca şampiyonluktan sonra oyununa getirmeyi başardığı son dönemeç devrimlerini unutmayalım!

HİKAYENİN SONU...
Maçtan sonra Del Potro sandalyesine oturup hüngür hüngür ağlamaya başladı. Büyük bir boşalma yaşıyor ve tenisi birkaç yıl önce toptan bıraktığına inandıktan sonra tekrar çıktığı zirvede o kırmızı New York elmasını kopararak ısıramadığına yanıyordu. Törenden önce Djokovic seyredenlerin içlerinden ne geçirdiğini anlattı ve depresyonda olan dev rakibinin yanına giderek sarıldı, kulağına bir şeyler fısıldadı. Bundan güzel bir sahne olamazdı. Bundan sonra da, evvelsi günkü rezaletler hiç yaşanmadan, herkes sahnede birbirini tebrik edebildi. Hakem anı şildini tebrikler eşliğinde sorunsuz aldı. Mc Enroe ve USTA Başkanı Katrina Adams kupaları verdiler, sponsorlar birinciye 24 milyon TL’nin biraz fazlasını, “şanssız ikinciye” (!) 12 milyon TL’nin biraz fazlası karşılığı dolar çeklerini verdiler ve böylece herkes mutlu son yaşamış oldu. Del Potro ve Djokovic, centilmenlik ve birbirlerine çiçek atmak konusunda çok şık bir yarışa girdiler. Herkes birbirinin ekibini ve yakınlarını da kutlamayı ihmal etmedi... Peri masalının New York bölümünün erkekler kanadı, böylece perdelerini en güzel şekilde kapadı. Hem de seyirciler arasındaki Meryl Streep’in maçın heyecanından mest olmuş görüntüleri eşliğinde. Bir daha ki büyük turnua durağımız, Ocak ayında Melbourne, Avustralya... Bekleriz!

AMA İSTANBUL CHALLENGER TURNUASINI DA SAKIN İHMAL ETMEYİN
Bu hafta ise İstanbul’da Tenis Eskrim Dağcılık kulübünde, İstanbul Challenger turnuası başlıyor. Bu ülkenin tenisinin temel harcı olan iki büyük kulüpten biri olan TED (diğeri ATK, Ankara), yıllardır, 1948 yılından beri, büyük emeklerle adı değişen ama uluslararası niteliği aynı kalan bu turnuayı sürdürüyor. Bu hafta Tarabya’ya giderek 7 gün boyunca, yarın öbürgün slam turnualarında fırtına gibi esecek genç şampiyonları yakından, iki adım ötenizden izleme şansını sakın kaçırmayın! Unutmayın ki İstanbul daima o efsanelerin ilk durakları arasında yer aldı...

5 Eylül 2018 Çarşamba

DOST ACI SÖYLER SAYIN KILIÇDAROĞLU... | BEDRİ BAYKAM | 4 Eylül 2018


Size yazdığım bu açık mektubu dikkatle okumanızı diliyorum sayın Kılıçdaroğlu... Bu satırları kaleme alan partidaşınız sizden hiçbir beklentisi olmayan ve partideki saygın geçmişinden daha değerli hiçbir şeyi bulunmayan sade bir CHP üyesi. Yazıyı, geçmiş sıfatlarımı ve 2003 Genel Başkan adaylık sürecimi de yok sayarak okumanızı rica ediyorum. Bugün de hiç kimseden bir sıfat beklentim olmaması, bu rahatlıkta özgürce yazabilmemi sağlıyor. Ben bu açık mektubu size yazma yetkisini ve gücünü, kendi kariyerimden olduğu kadar, İnönülerden İsmail Rüştü Aksallardan, Kemal Satırlardan, Suphi Baykamlardan alıyorum... Siz o tarihi yakından tanımıyorsunuz Sayın Kılıçdaroğlu. İnönü dönemlerini de, “Ortanın Solu”nu da, Ecevit dönemini de özet değerlendirmelerden tanıyorsunuz ve bu nedenle ne yazık ki arada çeşitli yanlışlara ve maddi hatalara düşüyorsunuz... Neyse bugün konumuz bunlar değil, geçelim.

2009 “TÜZÜK YEMEĞİMİZİ” HATIRLIYOR MUSUNUZ?
NE KADAR BENZEYECEKMİŞ MEĞER İNCE YEMEĞİNİZE...
Zaten partimizi yıllardır bu sıfat beklentileri öldürdü, sayın Başkan. Yıllardır, Genel Başkan’ın hiç kimseyi atama veya azletme yetkisinin olmayacağı, demokratik bir tüzük yapısı için en çok uğraşanların başında geldim, ancak bugüne kadar böyle bir uygar noktaya erişemedik. Hatırlayacaksınız, 2010’da kamuoyuna açıklanan, benim yönlendirdiğim bir ekibin kaleme aldığı çağdaş demokratik devrim tüzüğü çalışması için 2009 yılında sizden randevu alarak arabayla Ankara’ya gelmiştim. Çankaya’da sizin seçtiğiniz sakin bir restoranda erken bir akşam yemeğine baş başa oturmuştuk. O günlerde siz Grup Başkan Vekiliydiniz. Özetle, size yepyeni bir tüzük çalışması yaptığımızı, partinin önünü açacak bir girişim olduğunu ve halkın bunu beklediğini aktarmıştım. Aynı zamanda artık partide demokratik bir hamlenin vaktinin geldiğini ve bu tüzükle beraber partinin kapılarının kitlelere ve kitle örgütlerine açılarak, yeni bir anlayışla siyaset yapılması gerektiğini vurgulamıştım. Aslında söylediklerim özetle şuna geliyordu: “Kemal Bey bu hamleyi lütfen siz yapın, siz yapmayacaksınız ben yapacağım”. Demokratik bir tüzüğe hak veriyor görünseniz de, sözlerime somut bir yanıt vermediniz. Belki aynen sayın Muharrem İnce ile seçim sonrası yediğiniz yemekte olduğunu duyduğumuz gibi! O gün de sakin, nazik ve renk vermeyen bir noktada kaldınız. Ardından, 2010 yılında bu yeni tüzük kitapçığı hazır olduktan sonra bu sefer parlamentodaki Grup Başkan Vekili makamınızda randevulaştık ve keyifli bir sohbetten sonra size bu çalışmayı orada teslim ettim. O günlerden hemen sonra kaset krizi ile beraber sizin Genel Başkanlık döneminiz başladı. Olaylar çok hızlı gelişti; size güvendik ve Baykal döneminden sonra sizi alternatifsiz genel başkan yaptık.
O gün partide ne kadar büyük bir umut vardı, biliyor musunuz sayın Kılıçdaroğlu? Hani bugün neredeyse hiç kalmayan o umut var ya? İşte o günlerde tavan yapmıştı! Nereden bilebilirdik o zaman, Baykal’ın hiçbir iyi tarafını (ödünsüz laiklik ve Cumhuriyetçilik nutukları) almadan, tüm defolarını içselleştirebileceğinizi... Şimdi aradan 7-8 yıl geçtikten sonra bakıyorum da o tüzüğün çeşitli bölümleri peyderpey devreye sokulmaya çalışıldı. Ne yazık ki tarafınızdan total bir tüzük devrimi göze alınamadı. Dolayısıyla istediğimiz, hayalini kurduğumuz olumlu etkilere ulaşamadık. Örneğin, tüm illerle ön seçim devrimini farkında olarak veya olmadan tamamen deforme ettiniz; belki inanmamıştınız. Milletvekillikleri ve belediye başkanlıkları için önerdiğimiz gençlik ve kadın kotalarını sözde yaşama geçirdiniz, ama 24 Haziran seçimlerinde o kotalara uyulmadığını, kadınların ve özellikle gençlerin genel olarak seçilemeyecek sıralardan konulduğunu görüyoruz.

DEMOKRASİYLE SORUNLARINIZ BUNLARLA SINIRLI DEĞİL
En sondan başlayalım Kemal Bey: Ne yazık ki siz ve yönetim kurulunuzdan başka hiç kimse, kurultayı 600 küsur imza ile neden toplamadığınıza ikna olmadı. Seçim sonrası, parti içi bu hesaplaşmadan sorunlarla yüzleşmekten kaçındınız. Hem de halk bu konuda çok ısrarlı iken... Konuyu salt “Kemal Kılıçdaroğlu-Muharrem İnce” çekişmesine indirgediniz. Bu tavır doğru değil Sayın Başkan. Bakın ben kurultayın toplanmasını istedim, cumhurbaşkanlığı için İnce’ye destek verdim, ama benim “İnceci” olmakla hiçbir alakam yok ve olamaz. Ben ne yazık ki ona verdiğim desteğe rağmen kendisinde de birçok zaaf görüyorum. Yalnız 24 Haziran gecesinin esrarengizliği değil; ekip kuramaması, beyin fırtınalarına açık olmaması, kendisine tavsiyeler vermek isteyen tecrübeli isimlerle olan iletişimsizliği, 3-4 kişilik bir dar kadroya tıkanıp kalmış olması veya en azından bu imajı yayması, sağlam bir strateji ve uzun vadeye yayılan bir yol planı oluşturamaması... Saymakla bitmez. Keşke özeleştiri yetileri gelişmiş olsa da, halkın kendisine duyduğu heyecana layık hamleler yapabilse... Neyse, bugün konumuz bu da değil.

Kemal Bey, koltuğu bırakmamak konusunda o kadar ısrarcı oldunuz ki, parti içinde farklı planları ve görüşleri olan insanları size karşı imza topladılar diye ihraç etmeye kalkıştınız. Bu ihraç mekanizmasını ne kadar sık gündeme getirdiğinizin farkında mısınız? Şöyle özetleyeyim: Partiye büyük zarar verecek kadar yaptınız bunu! CHP, sanki her farklı ses çıkaranı ihraç ediyor veya ihraçla tehdit ediyor şeklinde ters bir imajı kamuoyuna, gençler arasına yaydınız. Yakışmadı bize... Yıllar üstünden yoldaşımız, çalışma arkadaşımız olan Fikri Sağlar’a karşı dahi aynı şeyi denediniz. 2012’de çıkardığınız kararla, CHP, “disiplinden kınama cezası alanların, bir yıl adaylık hak mahrumiyeti aldığı”anti-demokratik bir partiye dönüştü ve böylece muhtemel rakiplerinizden Sağlar’ın bu yıl yapılan kurultayda aday olamamasını sağladınız. Seçim sonrası değerlendirmeleri ve çıkışları nedeniyle hemen Gürsel Erol’a da aynı disiplin sopası taktiğini devreye soktunuz. O konuda herhalde beklemeye alındı ki, yeni dumanlar tütmedi.

KENDİ DÖNEMİNİZDEN GERİYE NELER KALACAK SAYIN KILIÇDAROĞLU?
Biz sizi Baykal sonrası dönem için, partiyi bu şekilde yönetiniz diye seçmedik sayın Kılıçdaroğlu. Baykal’da görmekten sıkıldığımız baskılar ve antidemokratik tavırlardan sonra bir nebze nefes alalım, yolumuzu açalım diye seçtik. Ama siz hepimizi hayal kırıklığına uğrattınız. Bize verdiğiniz o “yolsuzluklarla mücadele eden babacan ve sade partili” imajınız, yaşanan gerçeklerle örtüşmedi. Belki başkan olduktan sonra ilk hamlenizin, size o koltuğun yolunu açan Önder Sav’ı infaz etmek olmasından şüphelenmeliydik. Ama öyle büyük bir coşku vardı ki, herkes üzerinde fazla durmadan pas geçti bu durumu. Hem zaten siz partiyi toptan demokratikleştirecektiniz ya? İşte bu nedenle Sav’dan kurtulmak bu konuda da genel kitlelerce anlaşılır, hatta belki faydalı görüldü... Ardından adım adım parti içinde kendi özel “şatonuzu” inşa ettiniz. Partiye korkunç kalıcı imaj zararları veren Ekmeleddin İhsanoğlu adaylığı gibi akıl almaz kararlara tek başınıza imza attınız; hem de tüm iyi niyetli ikazlarımıza rağmen. Tek bir miting toplayamadan Cumhurbaşkanlığı koltuğunu sayın Erdoğan’a teslim etmiş oldunuz. Sonra da bu korkunç kararınız ve sonuçları hakkında ne toplumdan özür dilediniz, ne de özeleştiri yaptınız. Geriye baktığımızda “Kılıçdaroğlu döneminde neler başarılmış?” sorusunun yanıtı pek iç açıcı değil. Parti bir seçim başarısı elde etmiş mi? Hayır. Parti içi demokrasi ve özgürlük, örnek bir ilerici tüzük gelmiş mi? Hayır. Kitlelere en azından mücadele ve güç birliği aşılanabilmiş mi? Hayır. Geriye baktığımızda maalesef “Adalet Yürüyüşü” gibi alkışladığımız ve destek verdiğimiz elle tutulur o büyük hamleden başka hiçbir şey hatırlanmıyor maalesef... Onda da şu farkla: Türkiye için istediğimiz, söylediğimiz “Hak-Hukuk-Adalet” kavramlarını, parti için uygulamadığımızı fark ediyoruz maalesef! Dolayısıyla inandırıcılığı kalmıyor onun da...
Vazgeçtim sanat ve kültür insanlarıyla aranıza koyduğunuz büyük mesafelerden, Ercan Karakaş gibi değerli bir Kültür Bakanı’na bu konuda verilmiş görev ve yetkileri elinden almanızdan, sanki vebalıymış gibi Atatürkçülüğü ile tanınan her milletvekili veya potansiyel milletvekili adayı ile aranıza timsahlı dereler yerleştirdiniz. CHP’yi, kamuoyunda tanınan ve güvenilen sol-Atatürkçü ve devrimci isimlerden ısrarla uzak tuttunuz. Bu tavrınızı son 24 Haziran seçimlerinde yine gördük...
Ayrıca parti içinde kendisini Atatürk’e mesafeli olarak gösterme konusunda hiçbir çekincesi olmayan 10 Aralık oluşumu ve benzeri isimlerle partinin tüm geleceğini kurmaya çalışmanız ve parti içi diğer önemli ideolojik zenginlikleri ve genel dengeleri gözetmemeniz, ortaya CHP’ye yakışmayan bir yönetim tablosu çıkarıyor. CHP, her “uç” düşünceye açık, ama kendi kuruluş felsefesine mesafeli bir yapı haline getirildi!
Bir türlü şunu anlatamadık size Kemal Bey, burası kurucularından olduğunuz TESEV değil. 1994’te sözde liberal, anti-Kemalist fikirlerle yanıp sönen yeni demokrasi hareketi değil. Burası, 10 Aralık Hareketi kulübü değil. Siz istediğiniz dizaynı hangi yolla denerseniz deneyin bu girişimler tarihte beyhude birer çaba olarak kalacak.


GELELİM YEREL SEÇİMLERDEKİ POTANSİYEL ADAYLIK KRİZLERİNE...
Sayın Genel Başkan, herhalde hatırlayacaksınız birkaç hafta önce, henüz iki ay önce milletvekili seçilmelerine rağmen akıl almaz bir şekilde belediye başkanlığı adaylıklarını gündeme getirebilen bazı milletvekillerimize karşı, ağır bir ikaz yazısı kaleme almıştım. Aradan geçen zamana rağmen o konuda, bu yanlış heveslerini kursaklarına tıkayacak kesin çıkışı sizden göremedik. Yarın, öbür gün “hiçbir milletvekili boş yere belediye başkanlığına heveslenmesin” diye kesin bir konuşma yaparsanız, sorunun hiç olmazsa bu kısmını yoğun bir parti içi anti-kampanya yapmamıza gerek kalmadan atlatmış oluruz. Ama lütfen şunu bilin ki, örgütten hiç kimse böyle bir skandalı görmezden gelmeyecek ve bunun için ne gerekiyorsa yapacağız.
Lütfen şu aşamada bana isim söylettirmeyin! Ama bildiğiniz gibi, bir de evli çiftlerimizin durumu var. Hani biri milletvekili diğeri belediye başkanı olsun diye, sinerjik şekilde aile içi ve parti içi stratejiler götüren isimler var. Herhalde bunun da farkındasınız. Bu ikili çıkışların artacağı yönünde duyumlar ortalıkta geziyor. Bunlara izin verirseniz ve parti içi gücün bu kadar merkezileştirilerek insan kayırma yolunda kullanıldığını toplum görürse, bunun parti içinde olduğu kadar kamuoyunda da ne kadar nahoş karşılanacağını hesaplamanızı öneriyorum.

Şimdi de -herhalde yine bildiğiniz gibi- her türlü gizli aday dayatma toplantılarının dedikoduları başını alıp yürümüş durumda. Bunları da onaylamamanızı veya yalanlamanızı bekliyoruz. Mesela İstanbul belediye başkan adaylarını Hüsamettin Özkan, Mustafa Sarıgül, Canan Kaftancıoğlu, Oğuz Kaan Salıcı ve Erdoğan Toprak’ın belirledikleri veya belirleyecekleri doğru mu? Kamuoyu bu ve buna benzer söylentilerin akıbetini merak ediyor. Ayrıca bu isimler arasında yine birçok milletvekilinin yer alması da işin cabası!

GELİN ÖRGÜTE GÜVENİN, ADAYLARI HER ÜYEMİZ BELİRLESİN!
Sayın Genel Başkan, gelin bu önümüzdeki seçimlerde kendiniz dahil herkesi şaşırtın! Tüm bu zorlama çabaları ve dedikoduları gömebilirsiniz! Yıllardır söylediklerimizi, demokratik devrim tüzük çalışmalarımıza yansıyanları gelin birden uygulamaya koyun! Yıllardır ısrarla söylediğimiz şekilde, “Bırakın Zonguldak’ı Zonguldaklılar, Şişli’yi Şişlililer, Van’ı Vanlılar, Trabzon’u Trabzonlular, Tekirdağ’ı Tekirdağlılar seçsin! Size gelen ricalar, minnetler, dedikodular, nazik baskılar, hepsini elinizin tersiyle geri çevirin. Bırakın gerçek halk nabzını doğrudan temsil eden her üyemiz, adaylar arasından özgürce tercihini kullanabilsin! Aday saptama işi, sizin veya MYK’nın işi olamaz Kemal Bey! Nerden bilebilirsiniz 1398 belediye başkan adayının en has ve iyilerinin hangileri olduğunu? Bunlar insanoğlunun beynine sığabilecek şeyler olamaz! Bunu yapmayı deneyenlerin de ister istemez nasıl “kısa devre” yaptığını maalesef hep gördük! Kendi üyenize, örgütünüze, ez cümle halka güvenin sayın Kılıçdaroğlu! Partinin onlardan başka tutunacak dalı yok ve artık peygamber rolüne soyunmuş tek seçicilerin hatalarına tahammülü hiç yok! Şunu unutmayın ki, önümüzdeki yerel seçimlerde bu öneriden başka CHP’yi felaketten koruyacak hiçbir formül ufukta gözükmüyor.

SOKAKTA NELER KONUŞULUYOR FARKINDA MISINIZ SAYIN BAŞKAN?
Bakın sayın Kılıçdaroğlu, ben ve benim gibi sayısız partili, her zaman olduğu gibi karşılık beklemeden ülkemiz ve Atatürk adına çalışmaya hazırız; sıfat istemeden, karşılıksız ve kimseye yaranma ihtiyacı duymadan... Ama siz de artık Menderes’in tarihte yerini almış “Ben odunu koysam milletvekili seçtiririm” mantığından lütfen hızla uzaklaşın.

Ayrıca “Bu ülkede nasıl olsa hafıza yoktur. Bugün bunca sözü edilen seçim mağlubiyetlerini yarın kimse hatırlamaz” şeklinde düşünceleriniz varsa, bunları da lütfen hızla terk edin! Bakın, bu konuda bu şekilde düşünenler çok ağır bir ders alacaklar diye korkuyorum. Ne yazık ki çevremizden yansıyan nabız, partinin önümüzdeki yerel seçimlerde şu ana kadar bu alanda almış olduğu en düşük oy düzeyine geçiş yapacağı şeklinde... Bunu yalnız benim söylediğimi sanmayın, her yerden bize ulaşan duyumlar bu şekilde. Şunu bilin ki, artık “tıpış tıpış oy vermeye gidecekler” diye yorum yapabileceğiniz kitleler kalmadı. Lütfen o gün, maazallah böyle bir sonuçla karşılaşırsak suçu hemen yine Ali’ye, Veli’ye, Ayşe’ye, Fatma’ya atmaya çalışmayın. O, daha da korkunç bir görüntü yaratır. Bu gerçekleri bugünden görüp, kendinizi o felaketten uzak tutun!

Lütfen dinleyin beni, sayın Kılıçdaroğlu: İnsanların CHP ve yaklaşmakta olan seçimler hakkında neler dediğini duyuyor musunuz? Üstelik ben CHP’nin kendi yerleşik seçmenlerinden söz ediyorum. İnsanların neler söylediğini size sansürsüz şekilde aktaran iletkenleriniz var mı? Size bir örnek vereceğim: Sekreterlerinizden rica edin, örneğin Merdan Yanardağ’ın sizi savunan tweet’lerinden birinin altındaki yorumlara bakın, ahali ufukta görünen seçimler hakkında neler yazmış bir öğrenin! Lütfen benden duymayın, siz kendiniz okuyun. 1 Eylül günü saat 11.45 de attığı tweet... Onun altına yazılan 700’e yakın yanıtı okuyun. Bunu yaptıktan sonra ülkenin nabzını daha iyi hissedeceğinizi düşünüyorum. Çünkü biliyorsunuz, deve kuşluğu oynamak, tarihte hiç kimseye yaramamış bir yöntemdir.

ÜLKEDE MUHALEFET KALMADIĞININ GÖRÜYOR MUSUNUZ?
Sayın Kemal Bey, 24 Haziran’da AKP’ye karşı oy kullanmış insanların önemli bir kısmında, hiçbir muhalif inanç veya dürtü kalmadığının farkında mısınız? Ülkede her gün onca kötü olay yaşanırken halkın da, tepkisel tavırların da adeta felç geçirdiğinin farkında mısınız? Kendini tek adam rejiminin tamamen şok edici dar sahasına hapsolmuş olarak gören halkın, hiçbir siyasi oluşuma dair bir umut taşımaması ve özellikle ana muhalefet partisine karşı hiçbir aidiyet duygularının kalmaması sizi rahatsız etmiyor mu?
Sayın Başkan, görünen köy kılavuz istemez. Her ne kadar şu ana dek herhangi bir ışık görmemiş olsak da, partinin adaylarını seçerken, sizi bu sütunlardan ikaz ettiğimiz ağır falsoların tuzağına düşmemenizi, yalnız örgüte güvenerek aday belirlemesini gerçekleştirmenizi canı gönülden diliyorum. Çünkü bir de bu hataları yaparsanız, sonucun nerelere varabileceğini aklıma bile getirmek istemiyorum.