Benim
aşık olduğum bahar, yine geldi çattı! Hepimizin içinde giderek
artan Cumhurbaşkanlığı seçimi ile ilgili imrenilecek bir nabız
atışı var! Önce sevinelim ki, geçen seferin aksine bizleri
heyecanlandıran adaylarımız var! Ekmek için Ekmelettin, veya
Abdullah Gül-Abdüllatif Şener senaryolarını şükür ki
atlattık! Öte yandan sizin de farkında olduğunuz gibi, bir
hukuksuzluk ve medyatik eşitsizlik abidesi olarak gelişen seçim
süreciyle ilgili yorumlarımı merak ediyorsunuzdur! Ama izninizle
bu konular için sizi bir hafta daha bekleteceğim. Bugünkü konum,
68 Kuşağı’nın 50. yılı olacak!
Bu
yıl da, aynen 1997’de İstanbul’da, 1999’da Küba’da,
2008’de İstanbul’da yaptığım gibi, 1968’de dünyayı sarsan
depremi konu alan bir sergi hazırladım. 22 çağdaş Türk
sanatçısının işlerini sunacak sergi, bu Perşembe akşamüstü
18.00-21.00 arası Taksim’de Piramid Sanat’ta açılacak. Yani
30. ve 40. yıllardan sonra, 50. yılda da sanatseverlerimiz 68
anılarını bir sergiyle tazeleyebilecekler.
68
BAHARI, OYUNUN KURALLARINI TOPTAN DEĞİŞTİRİYOR
Bundan
50 yıl önce, sevgili dünyamız güneşin etrafındaki milyarlarca
turundan birini aynı hız ve heyecan ile atarken, İsa’nın doğum
gününden sonra 1968. yıl adını verdiğimiz tarihte, dipten bir
dalga ile gelen elektriklenme, öyle bir deprem yaşattı ki, sanki
bütün taşlar yerinden oynadı.
Fikirler
dünyası, eylemcilikle ani bir aşk evliliği yaparak materyal
dünyayı ve düzenin ta kendisini sarstı, türbülansa aldı.
Yepyeni kavramlar doğdu. Dünya karıştı, sanki başta bireyin
siyasal hakları olmak üzere, her şey yeniden tarif edildi!
Örneğin
“Savaşma,
Seviş” sloganıyla
bu ortama yüksekten girişini yapan seks kavramı da bambaşka bir
boyuta atladı. En azından batıda! “Yasak, ayıp, günah” gibi
kelimelerin esaretinden kurtulup onun yerine zevk için, her yerde,
her içinden gelen tarafından yaşanabilen cinsellikle, farklı bir
boyuta taşındı iş!
“DEVRİMCİ
DÜŞÜNCE YOKTUR. DEVRİMCİ EYLEMLER VARDIR”
Dünyanın
dört bir yanında başbakanların benzini attıran, kaldırım
taşlarını söktürten, arabaları devirip yaktırtan, zeka
fışkırmasını sokaklara yansıtan, dünyanın düzenine zoraki
rock’n roll yaptırtan bu büyük fırtına, ardından yarım asır
değil, belki beş asır geçse unutulmayacak izleri bıraktı.
Düzen,
önce ukalalığını, arkasından küstahlığını “şehit verdi”
68’in tsunamisi karşısında.
Önce birkaç fiske veya meydan dayağı ile kolayca baş
edebileceklerini sandıkları bu gençlere diş geçirmeye çalışan
kaç hükümet orada çenesinin tamamını bıraktı, hatırlayın
lütfen...
68’İN
KÖKENLERİ DERKEN...
1968’in
doğumunu dünyada ve Türkiye’de hazırlayan çok farklı
faktörler olduğunu biliyorum. Dünyada da Amerika, Fransa ve
Almanya’da farklı gerekçeleri tetikleyen farklı ortamlar
olduğunu biliyoruz. Peki ben size hangisinin kökeninden hatırlatma
yapsam ki? Gelin önce biraz ortak noktalarından başlayalım.
Amerikan Bağımsızlık Bildirgesi, 1776 yılında, o güne kadar
dünyanın hiçbir yerinde görülmemiş bir metinle halkının önüne
çıktı. İnsanların eşitlik, özgürlük ve mutluluk arayışının
gündeme getirilmesinin ötesinde, halkın bu değerine karşı çıkan
ve despotizme yönelen hükümetleri yıkma hakkı olduğu
vurgulanıyor! Amerika bu noktaya 1776 yılında gelmiş! Bu
bildirgenin ruh kökeninde, İngiliz düşünür John Locke’un
“Devletin
asıl görevi, her insanın hakkı olan yaşam, özgürlük ve
mülkiyeti korumaktır. Siyasi otorite yalnız halkın yararı için
emanet olarak elde tutulur. İnsanın doğal hakları tecavüze
uğradığı zaman, halkın bu hükümete başkaldırmak ve
değiştirmek hakkı vardır”
cümleleri bulunur. Thomas Jefferson’un kaleme aldığı Amerikan
Bağımsızlık Bildirgesi de zaten Locke’nin izinden gidiyor.
İsyanların
somut hukuki dayanağı haline gelen bu metinler, o andan itibaren
başta Fransız Devrimi olmak üzere, dünyanın önünü ve gözünü
açıyor. Rönesans dünyasının filizlendirdiği Fransız
Devrimi’nin “özgürlük,
eşitlik ve kardeşlik”
felsefesinin hem Avrupa solunun, hem Kemalizmin kökeninde yer
aldığını kim yadsıyabilir ki?
1968,
hükümet ve ardından Vietnam Savaşı protestolarıyla ABD’de ve
Fransa’da başlangıcını yaparken, hem Paris hem de ABD’nin hem
batı hem de doğu yakası üniversiteleri devreye girdi.
Protestolar, yeni talepler, Avrupa, Türkiye ve ABD’yi birbirine
kattı!
JFK
VE ONU TAKİP EDEN DİĞER CİNAYETLER
Öğrencilerin,
zencilerin, orta sınıfın, sanatçıların, Holywood’un ve....
sıkı durun gelişmekte olan ülkelerin “sevgilisi” tek Amerikan
Başkanı olan John Fitzgerald Kennedy, CIA, FBI ve Pentagon’la,
yani kendi ülkesinde emperyalizm ve faşizmin ele başı olan
kurumlar ile zıtlaşmaya girmiş, kapitalist dev şirketlerin
verginin aslan payını üstlenmesini istemiş, İsrail’in nükleer
bomba elde etmesine Ortadoğu’da barış adına karşı çıkmış,
orduda Şahinlerin büyük baskısına rağmen ne Küba’yı istila
etmiş, ne de Sovyetlere nükleer savaş açmıştı. ABD’nin
karanlık ve kirli düzenini temsil eden ve çete gibi çalışan
petrol, silah, Yahudi lobisi, FBI ve CIA’den meydana gelmiş
konsorsiyum tarafından 22 Kasım 1963’te Dallas’ta alçak bir
suikaste kurban gitti, cinayet hakkında akıl almaz uydurma örtbas
senaryoları yazıldı.
Nisan
1968 Günü, Baptist siyahi papaz Martin Luther King’in, Memphis
Tennessee’de bir motelde kurşunlanarak öldürülmesi bardağı
taşıran son damla olarak görülürken, bundan yaklaşık iki ay
sonra JFK’in erkek kardeşi Robert Kennedy’nin 6 Haziran 1968’de
Los Angeles California’da, eyaletin önemli ön seçimini
kazandıktan sonra Sirhan Beşare Sirhan tarafından Ambassador
Hotel’de vurularak öldürülmesi, koca kıtanın uğrayabileceği
en büyük felaketti. Üstelik bu büyük suikastler, 1966’da
dünyanın en önemli ve en meşhur sporcusu, efsanevi boksör
Muhammed Ali’nin Vietnam Savaşı’na gitmeyi ret etmesi ve bu
uğurda şampiyonluk sıfatını terk ederek hapse girmeyi göze
almasının hemen ardından gelmişti.
Muhammed Ali, böylece ülkesinin emperyalist Vietnam Savaşı’na
karşı ayağa kalkan ilk insanlardan biri ve ilk şöhret oldu.
“SAVAŞI
BIRAK, FAKİRLİĞİ BİTİR”
O
Deniz Gezmiş, Mahir Çayan, Cihan Alptekin, Ulaş Bardakçı, Taylan
Özgür gibi gençlerin, o dönemlerde çoğunlukla lisede
olduklarını düşünürsek, bu tartışmalardan ve Muhammed Ali’nin
kişiliğinden etkilenmemiş olmaları mümkün değil diye
düşünüyorum.
Yine
ister Türk, ister Amerikan, ister Fransız, onlarca ülkeden gencin
uyanarak patlamasını sağlayan büyük mücadele, Fidel Castro ve
Che Guevara’nın önderliğinde Küba’yı fetheden efsanevi
gerillaların, bunun ardından yeni hamlelere açılmalarıydı.
Merkez Bankası Müdürlüğü’nü ve bakan sıfatını bırakan
Che’nin bunun ardından önce Kongo, sonra da can vereceği Bolivya
seferlerine çıkmış olması, La Paz’dan gelen CIA ajanı
gözleminde, Mario Teran isimli -hala yaşayan- bir asker tarafından
infaz edilerek öldürülmüş olması, onu adım adım dünyanın en
meşhur ve en çok sevilen gerillasından, dünyanın en büyük ve
efsaneleşen şehidi olmaya taşımıştı. Che,
bugün açık konuşacak olursak, İsa’dan daha meşhur ve daha sık
görülen bir kitlesel halk kahramanı... Onun görüntülerine
çarşı-pazarda dünyanın beş kıtasında rastlarsınız!
(Che’nin yalnız katili değil, tüm seferlerinde yanı
başında yer alan koruması “Pombo” lakaplı Harry Vilegas da
yaşıyor... Onunla da uzun bir röportaj yaptım ama onu okumak için
daha bayağ sabretmeniz gerekecek, Che kitabımı genişletip yeniden
basana kadar...)
Che
ve Fidel’in 82 gerillanın yer aldığı Granma gemisiyle,
Atatürk’ün Bandırma vapuru ile Samsun seferini örnek olarak
adayı emperyalizmden kurtarmak için giriştiği sefer, önce onu
sahada iner inmez karşılayan kurşunlarla, 18 kişiye inmelerine
neden olan bir trajediye dönüşüyor. Ama sonra o 18 kişi
gerçekten imkansız, mucizevi birkaç yıllık süreçte büyük bir
başarı kazanıyorlar ve adayı faşist diktatör
Batista’nın
işgalinden kurtarıyorlar. İşte bu mucize, tüm solcu gençler
için bir umut ışığı yakıyor. Che’nin 1967’deki ölümü,
aslında bilinçaltı da olsa, 1968 ateşinin fitilini yakan büyük
acıdır.
Daha
sonra 1975’ten itibaren yıllarca öğrencisi olacağım Sorbonne
Üniversitesi’nin “Quartier Latin” (Latin Mahallesi)
civarındaki amfileri, tarihi binaları, koridorları, 68 Mayısı’ndan
itibaren dünyanın tüm gözlerini üstüne çeviren bir dizi
protesto hareketlerinin merkezi haline geliyor. Aynen İstanbul
Üniversitesi’nin amfileri ve bahçeleri gibi...
Paris’te
6 Mayıs’taki ilk büyük yürüyüşten sonra, öğrencilerle
beraber, onlardan aldıkları cesaretle halk sokağa indi. Şiddet,
yani ceza gibi göstericilere yönelen şiddet acımasızdı. Coplar,
taşlar, plastik mermiler, dayaklar, halkın oluşturduğu
barikatlara karşı acımasızca girişilen saldırılar...
Öğrenciler
fabrikalara girip, işçilere dünyanın sömürü düzenini
anlatıyorlardı. Ama sendikalar Komünist Parti dışındaki
militanların, Maoist, Troçkist veya anarşist sızmalarla aralarına
girmesini istemiyorlardı.
Deprem
her ülkede benzer ama farklı şekillerde gelişen iz düşümleriyle
yaşanıyordu: Almanya’da Rudi Dutschke, öğrenci lideri olarak
cesareti ve bilgi donanımı ile öne çıkan bir sosyologdu. 1968’de
uğradığı silahlı bir saldırının artçı fizik sarsıntıları
nedeniyle 1979’da hayatını kaybedecekti.
Fransa’da
öne çıkan ilk hareketler Renault işçilerinin hareketliliği ve
1967 yılında yaşanan Rhodiaceta grevi ilk kıvılcımlardı.
1968’e gelirken yaşı 16-25 arası olan 8 milyon Fransız gencin
ve zaten yüz milyonlarca başka dünya gencinin kanını ısıtan
sayısız yeni şarkılar ve şarkıcılar vardı.
Türkiye’deki
hareketlenmeler de tabii ki aynen batıda olduğu gibi Fidel ve
Che’nin Küba zaferinden, Che’nin inanılmaz derecede çekici
kimliğinden etkilenmişti. Ancak yine aynen o Küba devrimi
yıllarına paralel olarak ülkemizde yaşanmış olan bir başka
büyük dönemeç de, 68 Kuşağı’nın temelinde yatan ve onların
en güzel şekilde imrendiği 27 Mayıs Devrimi’ydi. İnönü ve
genç milletvekilleri, inanılmaz bir çalışkanlık ve cesaretle
CHP’yi “Demokrat Parti’nin kendi milletvekillerinin
oluşturacağı Tahkikat Komisyonu aracılığı ile kapatmaya
yeltenmelerine kadar varacak faşist ve anti-demokrat tavırlarıyla
göğüs göğüse çarpışmak durumunda kalmışlardı.
“Prag
Baharı”, Sovyetlerin Varşova Paktı içerisinde, demokrasi
arayışlarına izin vermeyeceğinin doğrudan göstergesiydi! Prag
gençliğinin baskılara karşı ayaklanan her ülkeden esinlenerek
kendi 68 itirazını Sovyetlere yönelik ortaya koyması ve yeni
devlet başkanı Alexander Dubçek’in getirdiği reform ve
özgürlüklerin, Ağustos ayında Varşova Paktı üyeleri
birliklerinin tanklarla Prag’ı basmasıyla son bulmuştur.
Wenceslas Meydanı’nda Jan Palach isimli öğrencinin kendini
yakması ve birkaç gün sonra ölmesi, aslında Prag devrimlerinden
çok, Sovyetlerin kendi yaratmaya çalıştığı ve ABD’yle
rekabete soktuğu imajın yerle bir oluşudur.
Prag
Devrimini Sovyetler önderliğinde ezmeye gelen tanklar, dünya
solunu kalıcı bir şekilde tam ortasından bir fay hattıyla
ayırmıştır. Bu olay, gerek Fransa’da, gerek Türkiye’de gerek
her ülkede solcuların iki kampa bölünüp, neredeyse birbirlerine
saldırmasına neden olmuştu.
Sol,
sağ, öğrenci, iş adamı, asker, politikacı, herkes bu
çalkalanmalardan nasibini alırken, gerilim hatları, yaşanan köklü
değişimler, değişen beklentiler, hiçbir şeyin artık dünyada
aynı noktalarda durmadığını, düzenin kemerinin artık
çözüldüğünü gösteriyordu.
Gencecik
insanlar birden hem farklılaşmış, hem de daha olgunlaşmıştı.
Hem filozof, hem âşık, hem eylemci, hem mizahçı, hem konunun
hamalı, hem de ideolog olacaklardı! Hatta bazen de... General.
Mesela
Deniz Gezmiş, bu tanımlamalarını istisnasız her birine uyuyordu.
Topluma, hatta düzenin zirvesine göre o sokaktaki muhalefetin
yalnız ele başı değil, generaliydi. Herkes ya onu çok seviyor,
ya da ondan korkuyordu.
Gezmiş,
burada da yine özellikle tekrarlayacağım, yaşarken, nefes alırken
de efsaneydi. Bunu bilerek, o günleri içinden yaşamış biri
olarak söylüyorum size. Öyle bir hava vardı ki, sanki
Parlamento’da mesela AP grubuna biri “Deniz
Gezmiş, sizleri arıyor, kaçılın!”
dese, Demirel’in her bir vekili, çil yavrusu gibi dağılıp
kaçmaya başlayacaktı! Efsanelerin varlığı zaten bir mantığa
dayanmaz, o yüzden efsanedirler. Deniz böyle biriydi.
Öğretmen
olan rahmetli babası Cemil Gezmiş, inanılmaz bir sevgi ve inanç
taşıyordu oğluna. Mustafa Kemal’in öğretmeniydi tam olarak.
Siyasal bilinci oğluna ilkokuldan beri vermişti. Rahmetli annesi,
ki aynen babası gibi onu da çok iyi tanıma fırsatı buldum,
dünyanın en iyi kalpli, en vefakâr insanlarından biriydi. Ne var
ki sevgili oğlu elinden alçakça koparıldıktan sonra hayata
küstü. Kimse artık onun kalbini, beynini bir daha eskisi gibi
konuşturamadı. Cemil Bey 2000’de, Mukaddes Gezmiş ise 2014
tarihinde ebediyete intikal ettiler.
Deniz
Gezmiş “kararlı eylemcilik” adına Amerikalı askerleri de
kaçırdı, banka da soydu, elinde tabanca kaçak olarak sırra kadem
de bastı, çatışma ortamına da girdi...
Ama
hiçbir zaman tek kurşun bile sıkmadı bir insanın üstüne. Niye
biliyor musunuz? Tek bir insanın canını yakıp yaralasa, bunun
hesabını annesine, babasına, abisine veremeyeceğini bilirdi.
Peki
silahlı mücadeleye geçiş, Ankara ve İstanbul’da hangi
tartışmalardan sonra yaşanabildi? Bu kararlar hiç de kolay
alınmadı. Aynen “Prag Baharı” gibi, bu karar da sol eylemci
gençleri, bir deprem hattı gibi ortadan ikiye böldü!
Kimileri, konuyu tam anlamayan arkadaşlarına “bu bir tür siyasal
mafya” diyerek izah etmeye çalışıyorlardı. Soygunlar, adam
kaçırmalar ve maalesef kimi cinayetler, bu kararlar alındıktan
sonra yaşandı. Bu büyük bir ideolojik kırılma, örgüt içi bir
bölünme getirdi.
Gençlerin
bir kısmı, TİP’in parti disiplini içinde tıkanıp boğuldu.
CHP ise “Ortanın Solu” felsefesi ile daha sola açılsa da,
radikal talepleri olan bu farklı ve olağan dışı, kalıbına
sığamayan gençleri her bir açıdan kucaklayacak bir yapıda
değildi. Sonuçta fasit bir dairede dönüp, yaptıkları eylemlerle
bir yere varamadıklarını gören gençler, 4. vitesten 6. vitese
çıkmaya karar verdiler. Acı olaylar yaşandı... Arkadaşlarını
kurtarma umuduyla üç İngiliz teknisyeni kaçıran Çayan ve
arkadaşları, Kızıldere’de güvenlik güçlerince öldürüldüler.
Deniz,
Yusuf ve Hüseyin, ölüme korkusuzca yürüdüler. Adalet
Partisi’nin o günkü Meclis baskısıyla CHP ve özelikle İsmet
Paşa’nın gösterdiği çaba ve dirence rağmen...
Deniz
Gezmiş, Yusuf Aslan ve Hüseyin İnan’ın hayatlarını kurtarmak
için meclis ve senatoda kritik imzalar toplanırken, Menderes, Zorlu
ve Polatkan’ın idamlarına gönderme yapan, intikam ve kan davası
güden güruh “3’e 3” diye bağırarak faşist tavırlarını
ortaya koydular! Gören duyan zannederdi ki, o siyasileri bu solcu
gençler aşmıştı!
Bu
travmatik korkunç olaydan sonra, daha önce söylediğim gibi,
sırayla tüm Gezmiş ailesini tanıdım. Bora ve Hamdi Gezmiş, her
biri mükemmel insanlardı! Avukat Halit Çelenk ve değerli eşi
Rahmetli Şekibe Teyzeyi’de ömür boyu unutamam. Hala
Halit abinin Deniz Gezmiş’in o efsanevi parkasını evlerinden ilk
ve belki son defa benim için çıkarmaları ve 40. yılda yaptığımız
“Bir Rüzgarın Arkeolojik Kazısı” başlıklı sergideki mekan
düzenlemem için o unutulmaz parkayı bana emanet etmiş olmaları,
hayatımda aldığım en büyük onur ve güvenoyudur.
KÜBA’DA
CHE VE DENİZ’İ NASIL “TANIŞTIRDIM”?
1999’da,
Küba’daki Devrim Müzesi’nde, “Yüzyılın
Son Süvarisi Che ve Küba Devrimi’nin 40. Yılı”
başlıklı sergim açılırken gerek yüzlerce Kübalı davetliye,
gerek Che’nin ailesine ve hem Havana hem de Küba televizyonlarına,
resimlerde Che’nin yanı başında duran o genç, esmer, uzun
boylu, yakışıklı adamı iyice anlattım. “Merak
etmeyin, Che’yi emin ellere emanet ettim. Yanındaki de bizim 1968
kahramanımız, Deniz Gezmiş”
diyerek en derin söylemlerle Deniz’i Küba halkına tanıtmış
olmak geçmişimin en onurlu ödevlerinden biri olmuştu. Deniz’i
en içerikli kelimelerle özetlediğim kişilerden biri, meşhur
Güney Amerika motosiklet turunu beraber yaptığı en yakın
arkadaşı Alberto Granado ve değerli eşiydi.
BATININ
UTANILASI 68 IRKÇILIĞI
Belki
diyeceksiniz ki “saçmalama
nereden çıktı bu ırkçılık?”
İyi de siz nasıl tanımlarsınız bu durumu?
Dünyada binlerce kitap çıktı ve çıkmaya devam ediyor “68’li
Yıllar” hakkında... Bunların her biri Berkeley’den,
Washington’dan, Columbia Üniversitesi’nden, Almanya ve Rudi
Dutschke’den, Prag ve Alexander Dubçek’den, “Prag Baharı”nın
o acımasız tanklarca ezilişinden söz ediyor. 50 yıldır bu
böyle. On binlerce de makale ve tanıtım yazıları yayınlanıyor
bu dönem ve uluslararası izleri hakkında. HİÇBİRİNDE, DENİZ
GEZMİŞ, MAHİR ÇAYAN, İBRAHİM KAYPAKKAYA bulunmuyor! (Belki 1-2
istisna bulursanız tesadüfen, bu beni ikna etmeye yetmez! Sanki
Türkiye 68’i hiç yaşanmadı, hiç iz bırakmadı, ve kimse bu
arkadaşlarımızı yurt dışında duymadı. gibi! Hepiniz mi sağır
dilsiz ve kördünüz? Ya
da Mayıs 68’i ve artçı şoklarını ele alırken, illa hikâyenin
her kahramanının “Avrupalı” mı olması lazımdı?
Ne
kadar uzun olsa da , böyle bir giriş yazısının sonlarına doğru,
Türkiye’de solun neden kendi yorumlarını bu kadar yetersizce
yaptığını uzun uzun açma fırsatımız pek olamaz. Ama bu 50.
yıl sergisi vesilesiyle yapılacak panellerde, 68, yalnız eski
kahramanlarını hatırlamayacak, sayısız konu ele alınacak. Solun
Atatürk’ten kopuşu, seçmen karşılığını bulamayışı,
masaya yatırılacak. 14 Mayıs günü başlayacak olan 8 panellik
dizi, 13 Haziran’da noktalanacak.
Peki
68’in, dünyada ve Türkiye’de kalıcı puanları, başarıları
olmadı mı? Tabii ki oldu? Tutucuların yaşam tarzı ekseninde,
kaybettikleri bayağı bir alan oldu. Üzerlerine gelen farklı
olaylar ve düşüncelerden çıkan büyük sele pek direnemedi
tutucular.
Kadınların
cinsel hakları, feminizm, ekoloji bütün bunlar 68 rüzgarıyla
gelen, güçlenen, toplumsal yaşama giren kavramlar. Cinselliğin
“ayıp-günah” bir alan olduğu savını yerle bir eden 68
rüzgarı, “Hair” müzikalini sahnede çıplak oynayabilen
aktörleri sahaya taşıdı.
Marx,
din hakkında o meşhur “Halkın
afyonudur”
sözlerini sarf etmişken, sosyalist sol, bu bağlamda Küba’dan
Sovyetler’e, bu sözlere büyük ölçüde “sadık” kalmışken,
Türk 68’i, pratik bir seçimle din konusunun geneline girmemeyi
tercih ediyor!
68
yaşandı, etkiledi, dünyaya kabuk değiştirtti. Gençler arasında
farklı kavramlar patlama yaptı: Goşistler, anarşistler,
Maoistler, Troçkistler, situasyonistler, sosyal demokratlar...
Aralarındaki
her farkı “öne çıkarma” hastalığından mustarip insanlar...
68’in
batıdaki en önemli ismi, Yeşiller Partisi Milletvekili Dany Cohn
Bendit’le birkaç defa polemiğe girmiş olmam, beni pek
şaşırtmadı. İlk tanıştığımız anda zaten fitili ateşlenen
anti-diyaloğumuz, birçok güncel siyasi polemik üzerine yayıldı.
2003 veya 2004 Istanbul’daki Yeşiller kongresinde, AKP’yi bir
demokrasi odağı sanıyordu mesela!
Ben
bu 68’in sönmeyen ateşi üzerine 3. kez bir sergi düzenliyorum.
İlk sergide, 1997’de, yayınladığımız sembolik İç Manzaralar
gazetesinin başlığı “Dünyayı değiştirmek isteyen gençlerin
öyküsü”ydü. İçinde tarihte yeri doldurulmaz söyleşiler
vardı. O önemli şahsiyetlerden Sadun Aren, Muhsin Batur, Halit
Çelenk, Raif Ertem, Cemil Gezmiş, Celil Gürkan, Rasih Nuri İleri,
Kazım Kolcuoğlu, Necdet Uğur, İlhan Selçuk ve Hasan Yalçın iyi
ki o uzun söyleşileri gerçekleştirmişim ve tarihe o belge
kalmış. O ilk sergi, bugün artık tarih olan AKM’de açılmış
ayrıca Mithat Bereket çok güzel bir videoyla bu sergime destek
vermişti.
2008’de
İç Manzaralar’ın 2. yayınının başlığı “1968’in 40.
Yılında, Geçen Yüzyılı Derinden Sarsan Fırtınanın Bir
Röntgeni... Bir Rüzgarın Arkeolojik Kazısı” idi. Bu sefer
Piramid Sanat ve UPSD’de büyük bir grup sergisi yapmıştık.
Daha önce bahsettiğim, Deniz Gezmiş’in parkası, Türkiye’nin
ilgi odağı olmuştu. Yine 88 sayfalık bir gazete bu sergiye eşlik
etmiş ve büyük bir bellek oluşturmuştu. Şayet Perşembe günü
Piramid Sanat’a gelirseniz, 50. yıl için hazırladığımız
gazetenin başlığının “1968: Yarım Asırlık Genç” olduğunu
göreceksiniz.
O
yayın ve sergi hakkında ne düşüneceğiniz, sizin takdiriniz
olacak. Ben şimdiden 100. yıl için demokrasi mücadelesinin bu
sonsuz meşalesini 2068’de nasıl ele alacağımızı tasarlamakla
meşgulüm! Bence siz n’olur ne olmaz bu buluşmayı kaçırmayın!