Hep söyleyip yapamıyorum ama
gerçekten bu sefer konuyu dağıtmamak için kısa yazmaya
çalışacağım. Türkiye’nin yaşadığı dış siyaset
kaoslarının tamamı çok karışık, bu nedenle ister Suriye
konusunda ister Amerika ve Avrupa Birliği ilişkileri, ister iç
siyaset çelişkileri ve öngörülerinde çeşitli boyutlarda
duvarlara çarpmak ve bunlar arasındaki çelişki yumakları
karşısında akli dengenizi kaybetmek durumunda kalıyorsunuz. Başlı
başına ayrı bir araştırma ve analiz konusu olan bu olguyu rafa
kaldıralım ve çok yakın zamanda gerçekleşen, hatta diğeri dün
yaşanan hükümetin iki muhteşem geri vitesine konsantre olalım.
Bunlardan biri, Milli Eğitim’de müfredattan Atatürk’ün
çıkarılması ve ancak sembolik oranlarda bırakılması, ikincisi
ise müftülere resmi nikah kıyılma yetkisi verilmesi.
HANGİ TEPKİLERİ DUYUYORUZ?
BİRİNCİ KONU: MÜFREDAT
Çocuklarını gerici bir müfredat
anlayışına teslim etmek istemeyen anneler ve babalar bu konuyu
gündemde tutuyorlar ve bu ağır geriye gidişi kesinlikle kabul
etmeyerek şiddetle karşı çıkıyorlar. Bu konuda gazetelere
yazıyorlar, imza topluyorlar, aralarında toplantı yapıp kendi
güçlerini birleştirip avukatlarla konuşup ne yapabileceklerine
bakıyorlar ve bir muhalif siyasi partiye giderek bu tepkilerini
ayrıca onlara iletiyorlar. Milli Eğitim’in önce felsefe ve
sanattan, arkasından da bağımsız bilim ve Atatürkçü ilkelerden
uzaklaşmasını kendilerine yediremiyorlar. Yerlerinde duramıyorlar
ve ellerinde hangi gücün olduğunu saptamaya çalışıp bunları
üst üste koyup nereye varabileceklerinin hesabını dehşet içinde
yapmayı sürdürüyorlar. Çeşitli çağdaş dernekler ve TGB gibi
gençlik grupları, durumu kabullenemiyorlar.
İKİNCİ KONU: MÜFTÜLERİN RESMİ
NİKAH YETKİSİ
Bu konuda da başta Atatürkçü
dernekler ve kadın dernekleri, yurdun her yerinde ayaklanarak
laiklik ilkesini yok etmeye çalışan bu uygulamayı protesto
ettiler, pankartlarını açtılar, sloganlarını attılar,
seslerini kaybedercesine haykırdılar. Atatürk’ün kendilerine
onca batı ülkesinden daha önce verdiği tüm hakları geri almak
isteyen yobaz uygulamalara karşı vücutlarını siper ettiler.
Aynen Semih ve Nuriye ve açlık grevi süreçlerinde onlara destek
veren ilerici demokratlar gibi dayak yediler ve derdest edildiler.
Terörist muamelesi gördüler. Hangi polisten? Her sabah Atatürk
fotoğrafına bakarak görevine başlayan ve yasalarını savunmakla
mükellef olduğu bu Cumhuriyetin, yasalarında yer alan laiklik
ilkesine de bağlı olması beklenen polisten. Onlar bu toplumda
halen annelerimiz, ablalarımız, kardeşlerimiz, eşlerimiz,
sevgililerimiz, hayranı olduğumuz düzeylerde entelektüel yaşama
ve bilime hizmet eden beyinlerimiz. Ama onlar şu anda bu görevleri
bırakıp cumhuriyet bekçisi oldular, Atatürk’e olan görevlerini
hatırladılar. Zaten çoğunu birinci dereceden tanıdığım için
şunu da eklemem lazım, ne zaman unutmuşlardı ki bu görevi?
Hiçbir zaman! Ben onlara hayranım, o Atatürkçü Türk kadınları
hiçbir zaman yüce önderin kendilerine hediye ettiği hakları ve
değerleri unutmadıkları gibi, işlerini güçlerini bırakıp,
hatta kimi zaman aile sorumluluklarını ikinci plana kaldırıp her
türlü riski alarak bu “koruma” görevlerine devam ettiler,
ediyorlar.
Onlar devam ediyor da, yanlarında blok
oluşturması gereken diğer büyük kurumlar, erkekler liderler
siyasi partiler nerede? Bu soruyu onlar da soruyor duyarlı halk
kesimlerimiz de...
KURBAĞA FIKRASINI BİLMEYEN KALMADI
DEĞİL Mİ?
Tarih 1993’tü. Prof. Dr. Selçuk
Erez anlatmıştı bana. Ben de Cumhuriyet’teki köşemde bunu
hemen yazmıştım. Yalan söylemeyeyim, daha önce hiçbir yerde
yayınlandığını ben görmedim, duymadım. Siz biliyorsanız, daha
önce okumuşluğunuz veya bu konuyu yazmışlığınız varsa lütfen
bana bildirin ben de öğrenmiş olurum ama sonuçta benim bildiğim
o fıkra o günden sonra meşhur oldu yayıldı gitti. Ne diyordu
fıkra? Siz kurbağaları sıcak suya atarsanız derhal refleksle
ciyak ciyak bağırıp kendilerini suyun dışına atmaya çalışırlar.
Halbuki ılık suya koyarsanız ve suyu çok yavaş ısıtırsanız,
kurbağalar ne olduğunu anlayamadan yavaş yavaş pişirildikleri
için refleksleri harekete geçemez ve ne olduğunun farkına
varamadan orada öyle kalıp, fokur fokur kaynamaya başlayıp şaşkın
şekilde önce öbür dünyaya sonrada yenecekleri tabaklara geçiş
yaparlar. İşin komiği şu, ben dokuz veya on yaşındayken bir
arkadaşımın ailesinin getirdiği bir aşçı, bu kurbağa pişirme
işini o yanlış yöntemle gözümün önünde denedi ve ben ciyak
ciyak bağırarak kendini suyun dışına atan ve mutfakta sağa sola
koşturan kurbağaları bizzat gözümle gördüm!
Kurbağa fıkrasının siyasetimize
nasıl yansıdığını, yaşamın her zerresini yavaş yavaş nasıl
değiştirdiklerini çok iyi biliyorsunuz. Bizlerse ciyak ciyak
bağırıp dev nümayişlerle kendimizi sokağa atamadan, buradan
tepki koyarak, makale yazarak toplantılar yaparak “olmaz böyle
şey” diyerek, arada ufak naralar atarak sözde tepkimizi ortaya
koyuyoruz ve kurban olarak acı sonumuza doğru artık hayli
fokurdamış suda pişmeye devam ediyoruz! İşin akıl almazı, bu
durumu neredeyse 30 yıla yakın bir süredir yaşıyoruz! Yani
bizler 30 yıldır pişiriliyoruz, insaf birader! Hani Cemal Reşit
Rey’de içki yasağı geldi ya, mesela o günden beri
pişiriliyoruz; ya da resim öğretmenleri atanmadı ve felsefe
dersleri kaldırıldı ya, o günden beri pişiriliyoruz; her yere
hastane-üniversite-müze yapmak yerine durmadan camii ve imam hatip
liseleri yapılmasını seyrettik ya, AKM durup dururken kapatıldı,
içkili restoranların masaları kaldırımlardan kaldırıldı ya,
Mehmet Aksoy’un “İnsanlık Anıtı” Kars’ta yok edildi ya o
günlerden beri pişiriliyoruz!
Fıkranın anlamını hala
anlamadıysanız, yardımcı olayım: Alıştırıla alıştırıla
delirtildiniz. Halbuki pek o kadar da ılık suda pişirilmediniz,
ama öldürücü süreç 25-30 yıla yayıldığı için kişisel tüm
tepki reflekslerinizi kaybedip “bu muhalefet de birşey yapmıyor
ki” cümlesine yenildiniz. Kendinizi etkisiz ve yetkisiz, pasif
bir seyirci olarak konumlandırdınız.
GELELİM MUHALEFETE VE CHP’YE,
ONLAR HANGİ SULARDA PİŞİRİLDİ?
Bugün Türkiye’de muhalefetten söz
edilirken, maalesef insan bu kavramı nereye oturtacağını
bilemiyor. Vatan Partisi laiklikle ilgili konularda hükümete tam
muhalif, dış politikada hükümetin büyük destekçisi. HDP ise
siyaset yapamaz bir parti haline dönüştürülmüş durumda.
Demirtaş’ın yaşadığı mağduriyet ortada. Tabii HDP kendi ağır
özeleştirisini de yapmaya mecbur, o ayrı bir konu. Ama zaten
Atatürk ilke ve devrimlerini pek ağzına almayan HDP, bugün
değindiğimiz bu dramatik ortamda pek bir ağırlık taşıyamıyor.
MHP, bildiğiniz gibi. Artık muhalefet partileri arasında yer
almıyor. Daha çok yavru iktidar, zirveye hizmet partisi rolünde.
Hatta burada saydığımız ana şikayet konularımız da tabi ki
Sayın Bahçeli’nin 2015 Haziranı’ndan beri AKP’ye olan
tartışılmaz desteği sayesinde oldu!
Gelelim CHP’ye... Her biri yakın
arkadaşım, dostum, yoldaşım olan sevgili CHP’lilerin normalde
bu iki ağır toprak kaymasına karşı neler yapmaları lazım,
şimdi ise ne yapıyorlar?
Hiçbiri yanlış anlamasın, her biri
parlamento kürsüsünden değerli itiraz sesleri yükseltiyorlar,
her biri önemli vurucu demeçler veriyorlar. Hiçbirini yadsımıyorum
ve kendilerine teşekkür ediyorum.
ANCAK: Sevgili arkadaşlar, gerçek
Türkiye’de, bırakın bu iki geri vites eylemini, herhangi bir
insan kalkıp bu iki akıl almaz Cumhuriyet karşıtı eylemi aklına
getirip, böyle bir niyetin adını ansa, yeryüzünün en şiddetli
itiraz ve pişman edilme fırtınasına tutulurdu. Atatürk
devrimlerine ve kadınların en büyük medeni kanun kazanımlarına
bu şekilde ihanet edilmesinin soyut düşüncesi bile, Türkiye’de
hem halkın, hem siyasi partilerin, hem de kurumların
kaldıramayacağı bir şekilde Cumhuriyetin hanesine tecavüz olarak
kabul edilirdi.
ATATÜRK CHP’DEN NE BEKLERDİ?
Sevgili
CHP’lilerin bu konuda neler yapmaları gerektiğini tam olarak
hatırlamaları için MYK olarak topluca Anıtkabir’e gidip bu
soruyu Atatürk’e sormaları son derece etkili olabilir! Ben atanın
neler söyleyeceğini tahmin edebiliyorum. Mesela “Siz bu
dayatmaları ve devrim iptallerini kabul edebiliyorsanız, neden hala
benim resmimin her yerinde yer aldığı bir partide görev
yapıyorsunuz? Benim size bıraktığım mirası böyle mi
koruyorsunuz? Bunun kadınlarımıza ve toplumumuza vereceği zararı
görmekten aciz misiniz?” derdi. Ya da o noktaya gidip, “Bizim
yerimizde Atatürk olsaydı, şu anda ne yapardı? Halkı ile
bütünleşip hangi dev mitingi düzenlerdi, kendini dünyaya nasıl
dinletirdi?” sorusunu birbirlerine sormaları da bir o kadar
etkili olur!
CHP, bırakın yıllardır yaşadığımız
tüm olumsuzlukları, %51 iddiasıyla değiştirilen koca rejimi,
yalnız burada hatırlattığım iki verinin gereğini yaparak
Türkiye tarihinin gördüğü en büyük ve en tarihi mitingleri
yapabilir, yapmalıdır! Alıştırılarak delirtilen ülkemizin “ana
muhalefet” partisi, bu iki konunun “MTV zammına karşı çıkmak”
gibi güncel bir oynak siyaset konusu olmadığını, Cumhuriyet’in
kalbini tehdit eden bir saldırı olduğunu anlamalıdır. “Biz
halkımıza avukat vereceğiz, itiraz etsinler bu müfredata” veya
“kadınlarımız bu şekilde evlendirilirse, hemen gidip baksınlar
bakalım belediyenin medeni kanun listelerine evlilikleri yansımış
mı yansımamış mı,” kontrol etsinler demek bir çıkış kabul
edilemez, tam tersine büyük bir mağlubiyetin tescili onayı ve
kabulü anlamına gelir bu tavırlar.
CHP derhal demokratik haklarını
kullanarak örgütü, ülkemizin kadınları ve aydınlanmacı halkı
ile beraber sokağa çıkarak ses vermelidir. Başka hiçbir çözüm
ve alternatif yoktur. Yoksa bu geriye kayış, bir sabah vakti,
“şalvar ve peçe mecburiyeti ilan edildi(!)” bildirisine
kadar gidecektir.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
Not: Yalnızca bu blogun üyesi yorum gönderebilir.