29 Aralık 2016 Perşembe

KAFASI KARIŞIK İKTİDARIN DARBE ANAYASASI! | BEDRİ BAYKAM | 28.12.2016


ASKERLERİMİZE NE OLDU?
Bütün dünya yakılan iki Türk askerinin korkunç ötesi görüntülerini izledi. IŞİD’e özgü cani, sadist, insanlık dışı, alçakça işkence ve katliam merakının yine en sefil görüntülerinden birini gördük. Bildiğiniz gibi geçen hafta sonu bu görüntünün tüm dünyada sosyal medyaya sızmasından itibaren, ülkemizde Twitter ve Youtube yine tesadüfen (!) kapandı. Biz Türklerin, içimizi parçalayan o sahneleri “öğrenememesi” başarıldı böylece. Olay hemen gri bir mıntıkaya havale edildi. “Bunlar Türk değilmiş”, “meğer bunlar ihanet eden IŞİD’lilermiş” ve daha neler neler... Her kafadan bir ses çıktı o hafta sonu...
Hem Türk siyasileri, hem askerleri hem de devletin zirvelerini iyi tanırım: Bu sahte bir video olsaydı, son derece sert birkaç basın toplantısı yaparak olay derhal lanetlenirdi. Veya net bir şekilde “bu görüntülerdekiler bizim askerimiz değil” derlerdi. Sahiden, arşivde tüm askerlerimizin vesikalık fotoğraflardan başlayarak görüntüleri yok mu? O bölgelerde hangi askerler kayıp, bilinmiyor mu? Kim kimi kandırıyor? Herhalde arzu edilen, gündemi farklı bir başlık işgal edene veya balık hafızalı milletimiz konuyu unutana kadar, olayın sis bulutları arkasına alınması... Gerçekleri, üzücü de olsa göğüslemek ve yüzleşmek yerine, devekuşu sendromuyla yok saymak, şu ortamda daha makbul anlaşılan. Ve ne acıdır ki, hükümet sözcüleri kalkıp hala konuyu haklı endişelerle gündeme taşıyanları tehdit edebiliyor!

IŞİD’A TEPKİ VEREN MÜSLÜMAN VAR MI BU ÜLKEDE?
Gerçekten merak ediyorum, bir Charlie-Hebdo karikatürü için yeri göğü inleten, binlerce kişi toplanıp her türlü protestoya imza atan değerli dindar-dinci (?) Müslümanlığını öne çıkaran vatandaşlarımız neredeler? Şu ana kadar herhangi bir IŞİD karşıtı hamleyle, toplantı ve gösteri-yürüyüş kanunlarının sınırlarını zorladıklarını pek göremedik! Düşünüyorum da, bu vahşetin bilgisi, belki “mütedeyyin” halkımızın gözünü bu konuda ilk defa açabilir... mi? Ama artık bu komedya sona ermelidir. Ben umutla “dinimizin bu kadar yanlış tanınmasına neden olan cani ve işkenceci katil IŞİD’ı lanetliyoruz” demeçlerini verecek harbi ve samimi din adamlarını arıyorum, çok mu safım?
Türkiye-Suriye diplomasisi yeniden neşeli günler yaşayabilir... Uzun yıllardır “düşmanımız Esed” olan şahıs, pek yakında yeniden “Kan Kardeşim Esad, işte burada kollarımda... Öyle kardeş kavgası arada olur, büyütmeyin böyle konjonktürel samimi tartışmaları” sözleriyle gündemimizin kraliyet salonuna taşınabilir. Şimdi Rusya-İran-Türkiye’nin ortak Suriye anlaşması, bu bölgedeki ana hamlemiz. Öyle küçümsemeyin! İsimler, vurgular, ses tonları, aksanlar, son derece önemlidir. Mesela ülkemizde DAEŞ terör örgütüdür, IŞİD’den ise pek söz edilmez. Esed’de sanki “esef etmek” fiili vardır! Küçümseme vardır... Ne ilginçtir ki, IŞİD’in Türkmenleri nasıl katlettiğini parlamentomuzun dikkatine taşıyan MHP Iğdır Milletvekili Sinan Oğan, 4 Ağustos 2014 günü yaptığı konuşmada, IŞİD’lilere “katil” deyince AKP’liler saldırıya geçerek kendisini parlamentonun ortasında linç etmeye çalışmışlardı. Yani anlayacağınız daha şurada 2-2,5 yıl öncesine kadar AKP milletvekillerine düşen, gerekirse kaba kuvvet sarf ederek, tüm dünyanın gözünde en tehlikeli teröristler sayılan IŞİD katillerini her ne pahasına olursa da olsun savunmaktı. Şimdilerde ise, Suriye ile ilgili yapılan üçlü anlaşmada, nasıl olduysa, IŞİD ve El Nusra, temasta kalınacak muhalif gruplar arasına alınmayarak dışlanmış! Eminim buna son derece üzülen din sömürücüleri olmuştur. Mesela geçen hafta Uludağ Üniversitesi’nde El Nusra’ya yardım masasını dağıtan solcu/demokrat gençler şimdi AKP’lilerin “yeni” pozisyonlarının dostu mu yoksa düşmanı mı oluyor?

ERDOĞAN’IN YENİ SURİYE POZİSYONU
Erdoğan’ın da zor vazgeçilebilecek bazı alışkanlıklarla karşı karşıya kalması hayli olası. Mesela bir masa başı buluşmasında, Putin Esad’la kendisinin ortasına geçince, acaba eski sevecen haliyle kaldığı yerden devam edebilecek mi, yoksa yumruğunu ve dişlerini sıkıp gözlerini bir noktaya mı dikecek? ÖSO’yu (Özgür Suriye Ordusu), bir yandan örnek bir “direniş hareketi” olarak övmeye devam ederken, diğer yandan bu cihatçı gruplar birliği pozisyonundaki bu oluşuma “terörist” diyenlere ateş püskürüp, Putin’in liderliğinde o masalarda gelişecek hamlelere nasıl ve ne pahasına tahammül edebilecek? Hepsini gönül rahatlığıyla imzalayacak mı? Yoksa eskiden YAŞ’ta yaptığı gibi, bazı kararlara şerh mi koyacak? Bu dönüşü halka izah etmek için çok uğraşacak mı, yoksa “dün dündür, bugün bugündür” cümlesinin arkasına mı sığınacak?

BAŞKANLIK DARBESİ, MHP VE CHP...
RTE’nin dertleri şu günlerde Suriye ile sınırlı değil. Haziran 2015’te yere çakılan morali artık kötü bir hatıradan ibaret. Şu günlerde büyük bir heyecanla “Alaturka” (kendi deyimiyle “Türk usulü”) bir Başkanlığa geçiş yapabileceği meclis oylamalarını ve referandumu bekliyor! CHP’nin tüm uyarılarına rağmen, MHP’nin yaşattığı affedilmez ve tarihe arka sayfalarından giren süreç önümüzdeki günlerde giderek ısınacak. Ne kadar acıdır ki, MHP’liler daha olup bitenin ne olduğunu anlayamamışlar bile! MHP Grup Başkanvekili Erkan Akçay, “CHP’nin ‘rejim değişikliği’ iddiası abartılı ve ölçüsüz. Burada yapılan sadece hükümet sistemine yönelik bir değişimden ibaret” diyebiliyor. Buna gerçekten “pes” demekten başka birşey yapılamaz! Ne yazmıştık? Bellek silen koltuklara mağlup oldu MHP’liler...
İşin özüne dönersek: CHP Eskişehir Milletvekili Cemal Okan Yüksel, AKP Anayasası’nın yıllarca eleştirdiği Esad’ın Suriyesi’nin Anayasası ile nasıl kritik bir paralelizm taşıdığını çok şaşırtıcı ve net ifadelerle açıkladı. Bu iki metnin ortak tarafları arasında tabii ki güçler ayrılığının yok edilmesi var. Deniz Baykal’ın bu hafta Perşembe akşam Habertürk’te çıkacağı televizyon programı ve özellikle önümüzdeki hafta parlamentoda yapacağı konuşmanın tarihe not düşmenin ötesinde, önemli bir sarsıntı getirmesini bekliyorum. Bu parlamentonun tecrübe ve bellek küpü Baykal’ın, İsmet Paşa’nın 1960 öncesi yaptığı tarihi ikazları hatırlatan bir “nutuk” atması sürpriz olmaz.

“ANAYASA GEÇİRME METODLARI” ÜZERİNE...
AKP’nin Anayasa “geçirme metodları” arasında neler var neler! Mesela komisyon çalışmalarında o meşhur “yeterlilik önergesi” ucubesine sığınarak, onca milletvekilinin konuşma hakkını askıya almak... Görüşmelerin hepsinin canlı yayınlanması için verilen önergeyi -tabii ki- reddetmek... HDP’nin “12 vekil içerideyken, bu Anayasa çalışmaları sürdürülmesin” talebiyle verdiği önergenin reddetmek... Rejim darbesine doğru gidişata kimsenin dur diyememesi için ellerinden geleni yapmak... “Referandum için 330 oya bile gerek yok” yönünde baskı yapmak....  VE, HERHALDE DUYDUNUZ: Fireleri azaltmak için gizli yapılması gereken Anayasa değişikliği oylamasının açık yapılmasını önermek!!! O kadar korkuyorlar ki verecekleri firelerden, parlamentoda kendi vekillerinin açık oy vermelerini isterlerse, hiç kimse şaşırmayacak! Bakalım buraya kadar düşmeye tenezzül edecekler mi?

AKP’nin parlamentoda sürdürdüğü bu cansiperane “demokrasi sabotajları” -hala kalıntıları sağda solda varsa- o zavallı “yetmez ama evet”çileri ve onların artık tedavülde ve serbest dolaşımda kalmayan ataları “2. Cumhuriyetçiler”i şaşırtır! İçişleri Bakanlığı, 1656 kişinin sosyal medya paylaşımları yüzünden tutuklu olduğunu ve binlerce başkasının da soruşturulmakta olduğunu böbürlenerek kamu oyuyla paylaşabiliyor! Çünkü artık iplerin tümü ellerinde olunca, “demokrasi makyajı”na gerek kalmadı!! “Yeni Türkiye”de, türban demagojisi ve demokrasi OUT, Başkanlık ve Osmanlıcılık İN! Ortada gezen taktikler ise hinOĞLUhin...

23 Aralık 2016 Cuma

ŞEHİTLER ÜLKESİ’NDE İSTİHBARAT ZAAFLARI | BEDRİ BAYKAM | 22.12.16


İSTİHBARATTAN SINIFTA KALMIŞ ÜLKE
Lafı gevelemeden söylememiz lazım. Rusya Büyükelçisi Karlov kameraların önünde “infaz” şeklinde arkadan kahpece vurulduktan sonra emniyet güçleri Çağdaş Sanatlar Merkezi’nden içeri girerken, herhalde Türkler’in %90’ı katilin birazdan öldürüleceğini biliyordu. Ne yazık ki Türkiye’de Emniyet’in pek “canlı” yakalama merakı ya da becerisi yok bu gibi durumlarda!
Rus Büyükelçi neden öldürüldü? Senaryolar birbirini takip ediyor, komplo teorileri tartışılıyor. Herkes en zeki çözümlemeyi yaptığını iddia ederek ister “Türkiye ile Rusya’nın arasını açmak için” diyorlar, ister “ilişkilerini yakınlaştırmak için” ya da “Amerika’yı suçlu göstermek için”... Bunlar tartışılabilir ama, Karlov’un istihbarat zaafından öldürüldüğü gün gibi ortada. İstihbarat bu ülkenin en güçlü yanı değil. Bu yıl 15 Temmuz darbe kalkışmasının nasıl yaşandığını bilmeyen yok. Ve herhalde milletvekilleri dahil, MİT ve Genelkurmay’ın saatler önce bildikleri darbeyi neden Cumhurbaşkanı neredeyse başladıktan sonra “eniştesinden” duyduğunu söylüyor; bunu izah edebilen olmadı şu ana kadar. Geçmişe dönersek, Aksoy cinayetinden Mumcu’ya, Çetin Emeç’ten Kışlalı’ya, Hablemitoğlu’ndan Hrant Dink’e, neredeyse ülkenin tüm yakın tarihi, bir “istihbarat zaafları romanı” şeklinde kurgulu... Aslında Dink olayı daha da farklı. Orada ne yazık ki bu cinayet istihbaratını, diğerlerinin tersine herkes almış ama kimseler tepki verip bu olayı engellememiş. Alıştırıldığımız büyük bombalı olaylar da zaten bireysel cinayetlere eklenen ağır dramlar. Hangisini sayalım ki?

BİLGİNİN ÖNÜNÜ KESME NEDENİNİZ NE?
Şimdi dönelim iki gece önceye ve Emniyet’te bu operasyonu yöneten birimlere soralım: Katili orada öldürerek, neyi amaçladınız? Halktan “aferin” almayı mı umuyordunuz? “Hak yerini buldu, kanı kan temizler” mi dedirtmek istediniz? Bunların doğru cevaplar olduğunu düşünmüyorsanız, doğru cevap size göre nedir o zaman?   
Ortada tek kesin veri var. Katil öldürüldüğü için konuyla ilgili istihbarat edinme yollarının %95’i kapandı. Örneğin, katil bir hücre mensubuysa ve böyle 50 polis daha varsa, artık bu izi sürüp potansiyel teröristleri bulmak mümkün değil. Emniyet güçlerini yöneten beyin takımının bunu düşünmesi o kadar zor mu? İçişleri Bakanı için “Bu katil kesinlikle canlı yakalanıp konuşturulacak!” komutunu vermek o kadar zor mu? Ya da MİT Başkanı veya Başbakan bunları düşünmüyor mu? Düşünmüyorlarsa, aynı akıbetin yarın herhangi başka bir diplomat veya devlet büyüğünün başına gelebileceğini hesaplayamıyorlar mı?

BAŞKA YOL YOKTU MASALI
Bir deyim kullanılır Türkçe’de: “Özrü kabahatinden daha büyük” diye... “Emniyet güçlerinin başka alternatifi yokmuş. Adam vurulmuş ama, o sırada elini cebine atmış, belki bombası varmış” sözlerinin benim açımdan -özür dilerim ama- hiçbir ikna gücü yok. Bu hikayeyi, A’dan Z’ye yaşanış senaryosuyla beraber İsraillilerin istihbarat örgütü Mossad’a anlatsanız, bön bön suratınıza bakarlar, “ne diyor bu adam” diye.. Çünkü hiç kimse onlara bir ülkenin bu kadar basit bir operasyonu bu kadar sorumsuzca yönetebileceğine inandıramaz! Şimdi basit operasyon diyorum ya, duruma bakalım: Katilin elinde herhangi bir rehin ya da rehineler var mı? Hayır. Kaç saldırgan var? Tek. Emniyet güçleri dağ başında teçhizatsız iki bekçiden mi oluşuyor? Hayır. Yer? Ankara’nın göbeği ve Emniyet kuvvetleri şu OHAL döneminde tüm donanımlarıyla orada. Peki adamı etkisiz hale getirmek için kaç alternatifleri var? 89 civarında herhalde! Bunlar arasında, neler var! Mesela katili ikna etmek. Mesela bayıltıcı gazla o  ortama müdahale etmek. Mesela elektrikleri kapatarak gece görüş gözlükleriyle operasyonu başlatmak. Mesela katili keskin nişancılarla el, kol, omuz, bacak gibi noktalarından vurup kımıldayamaz hale getirmek. Mesela gürültüyle başka noktaya dikkatini çekerek, camdan veya başka bir bölümden dolanmak. Mesela olay yerine ailesini getirtmek, mesela salona sis bombası atmak  veya... Keskin nişancılarımız yok mu bizim!? Şimdi size gerçeküstü sanatsal performans gibi geleceğinden, onca farklı yaratıcı seçeneğin detaylı anlatımına girmeyeceğim Bunlar gibi benim yazmaktan, sizin okumaktan yorulacağınız, ben diyeyim 89, siz deyiniz 129 farklı yol. Ama bunların hiçbirine tenezzül edilmiyor. Bu olağandışı cinayetin esrar perdesinin bir daha belki kalkmamak üzere yerleşmesine neden olacak şekilde, katil, sonsuza dek susturuluyor.

YEREL OSWALD’IMIZI DA BÖYLECE ÜRETTİK!
Böylece ondan yeni bir “mahalli ve milli Oswald”ımızı üretmiş oluyoruz. Katilin bu şekilde susturulmasından kimin çıkarı var? Şayet bir hücreye veya bir örgüte mensupsa, onların tabii. Bu cinayetin siparişini beyin yıkamayla vermiş bir örgüt varsa, onların çıkarı var. Ve artık isteyen, istediği neden-sonuç ilişkisini kurmak için artık ölü olan katilin alnına dilediği etiketi yapıştırabilir. Kimi ona FETÖCÜ der, kimi CIA AJANI der, kimi HİZBULLAH veya El Nusra der, der oğlu der! Hele bizler gibi kurnaz ve derin senaryo meraklıları, en yaratıcı sonuçları üretebilirler.
Biliyorsunuz, Karlov gibi benzer cinayetlerde katil hiç yakalanamamışsa, her türlü hayali üretimin önü açılır. Hemen “bu cinayet kime yaradı?” sorusu üstünden her türlü saçma sapan teori düşünsel yaratıcı cevher makyajıyla ortaya dökülmeye başlar. İtiraf edeyim, ben zaten elde herhangi bir elle tutulur somut ipucu veya belge olmadan girişilen bu komplo senaryolarından hiç haz etmem. Çünkü genellikle asıl potansiyel suçludan uzaklaştırma işlevleri vardır bu teorilerin. Diyelim ki, bir ülkede önemli demokrat bir gazeteci öldürüldü. Bunun sonucunda da demokrat haklar ve protesto için yüzbinler yürümeye başladı. Komplo senaryocuları hemen “Bakın bu cinayet en çok demokratlara yaradı, sempati ve yoğun destek kazandılar. Demek onlar kendileri bilerek arkadaşlarını öldürdüler” diyebilirler. Böylece başta faşist veya köktendinci olmak üzere, ana potansiyel katiller aklanır. Komplo senaryoları genelde buna yarar!
Bir nokta daha var: Genelde, bir intihar komandosu, kendi fikirleri dışındaki ters bir provokasyon veya komplo senaryosu için pimi çekip kendini öldürmez! Bu tip senaryolar için daha çok vur-kaç tetikçilere sipariş verilir. Yoksa bunu yapabilecek terörist tipini laboratuarlarda, uyuşturucu dozundan yaşayan ölü haline getirerek belki bazı süper güçler robotika olarak imal etmeye çalışabilirler, ama yine de pek başaramazlar -veya tam güvenemezler. İntihar komandosu, genellikle beyni ezelden beri yıkandığı için düz mantıkla hareket yolunu tercih eder. Ama din, ama sağcı-solcu faşizm veya uç silahlı düşünceler, ama mezhep, ama bayrak-millet... Bu nedenle bence bu komplo senaryoları ve  “bu bir provokasyondur” meraklıları, biraz abartılı yollarda kaybolmaya mahkumdurlar. Hiç kimsenin, bu kafa karıştırıcı ve hepsi birbirini iptal eden hikayelere dalmasının ülkeye şu anda pek faydası yok. Yaratıcılıklarını başka yönde kullansınlar.

ŞEHİTLER ÜLKESİ’NDE MİSAFİR DEMOKRASİ ŞEHİTLERİ Mİ DEDİNİZ?

Bütün kamuoyu Karlov cinayetine odaklanmışken, Halk TV’de bir şekilde hepimizin beyninin direkt yansıması oldu o başlık: Şehitler Köprüsü, Şehitler tepesi derken ve her geçen gün yeni şehitler hızla listeye eklenirken, belki işi uzatmadan direkt  “Şehitler Ülkesi” diyebiliriz. Çünkü ne yazık ki artık Beşiktaş’tan Beyoğlu’na, Şırnak’tan Ankara’ya, Kayseri’den Diyarbakır’a, Yeşilköy’den Çankaya’ya her an ülkenin her noktası şehitler veriyorsa, burada bir gerçek var: Bu ülke farkında olarak veya olmadan artık bir Şehitler Ülkesi haline dönüşmüş durumda! Ben bu satırları yazarken öğreniyorum ki, bu gece 16 askerimiz daha şehit düşmüş. Şehitler listemize, tepelerimize, köprülerimize, sokaklarımıza yeni yeni isimler ekleniyor... Karlov da bizim yeni demokrasi şehidimiz mi yoksa, yeni dünya savaşı provalarının olağan kayıplarından biri mi? Bence her şeyden önce Karlov bizim uyuyamama sebebimiz: Kendi ülkemizde, dost bir ülkenin en üst düzey temsilcisini, bizim kendi polisimiz öldürdü! Bazı gazetecilerimiz de diyor ki “efendim bence o polis FETÖcü, radikal İslamcı örgüt taklidi yapıyor”. İyi de, FETÖ’yü fikir veya spor kulübü sananlar mı var aramızda? Hadi kolaysa şimdi, sen git de anlat yedi düvele. “Efendim, emniyete dincileri kendi elimizle sızdırdık, sonradan bizi dinlemediler, kendi başlarına buyruk oldular böyle... N’apalım, bizim suçumuz değil! Üstelik biliyorsunuz 6-7 yıl önce irticayı artık tanım olarak suç olmaktan çıkardık, MGK’da bile ele alamıyoruz. Bu nedenle bu polisimizin eğilimlerini de filtre edip, süzüp ortaya çıkaramamışız” mı diyeceksiniz?? Yoksa “Fetö dersek hepsini kaplar, ahat ederiz” mi diyeceksiniz? Allah kolaylık versin! Rus heyetine bunları anlatmanız kolay olmayacak... Adamlar mantık ve bilginin emrettiği soruları masaya koyup duracaklar, koyup duracaklar, koyup duracaklar... Ta ki birileri onlara ülkelerinden seslenip “uzatma artık” diyene kadar... Bu çağda hak arayışları, müşterek çıkar arayışlarının engebeli virajlarına kadar sürer.

18 Aralık 2016 Pazar

BELLEK SIFIRLAYAN TAZE KOLTUKLAR! | Bedri Baykam | 15 Aralık 2016


ALÇAK BOMBADA NEREDEYDİNİZ?”
Ulus sırtlarında bir lokantadaydım. İnsanlar o korkunç sesle sarsıldıktan sonra, bir umutla göğe doğru baktılar... Acaba bu ses gök gürlemesi olabilir miydi? Pek benzemiyordu, ama kim bilir belki yıldırımların da sorumlusu olan Zeus, birilerine kızmış ve birden olağan standartlar dışında kükrer gibi gürlemişti! Sonra camdan dikkatlice baktım ve moralim yere kapaklandı. Hava hala güzeldi ve yağmur filan da yoktu. Bu ne yazık ki yine ağır-sıklet bir bombaydı ve büyük ihtimalle aynı anda onlarca insan ölmüştü. Sonra haberler yağmaya başladı... Patlama karşı tarafta kimilerine göre Ataşehir, kimilerine göre Tuzla’dan duyulmuştu. Gerisini nasıl olsa bu ülkede bilmeyen, hatırlamayan yok.


BERKAY AKBAŞ, TUNÇ UNCU VE DİĞER KAYIPLARIMIZ
Dile kolay, 44 ölü... Onları kaybedenlerin birinci dereceden acılarıyla, herhalde en az 8-10.000 kişinin doğrudan etkilendiği bir felaket oldu bu.. Her biri ayrı bir dram bu katliamların yaşattıklarının... 19 yaşındaki tıp fakültesi 2. sınıf öğrencisi Berkay Akbaş’ın hikayesini herkes öğrendi. Babası CHP Sinop Merkez İlçe eski Başkanı, Salim Akbaş. Kendisini aradım ve zar zor konuşabildim, hatta konuşamadım. Söylemek istediklerimin yarısını bile dile getiremedim. Nutkum tutuldu. Salim Bey, oğlunu henüz iki saat önce toprağa vermiş olmasına rağmen benden daha metindi. Tüm o aileleri arayabilmek isterdim, içim kanayarak... Mesela Beşiktaş Kartal Yuvası’nda çalışan Tunç Uncu’nun ve her güvenlik görevlisinin ailesini...
Halkta bir bıkkınlık, yılgınlık, tiksinme ve kaderine isyan hali var. Bu durumun oluşmasına katkısı bulunan herkese karşı bir nefret söz konusu.


ERDOĞAN’IN BAŞ DÜŞMANI VE BAŞ KURTARICISI AYNI KİŞİ!
Erdoğan, “Şu hayatta idealleriniz konusunda size en büyük desteği veren kim?” sorusuna artık hiç düşünmeden tek isim öne sürerek yanıt verebilir. Bu kişi, tabii ki Devlet Bahçeli. Şu kritik bir kaç yılında, ondan gördüğü desteği, hayatta annesinden babasından görmemiştir! 7 Haziran 2015 seçim gecesindeki sürpriz çıkışla başlayan bu “büyük tutku”, aradan bir yıl kadar geçtikten sonra Yenikapı mitinginden itibaren sağlam bir evliliğe dönüşmüş durumda. Tabii sağlam derken, bu belki “görüntüde sağlam” olabilir. Çünkü sağ siyasetin artık abartılı olarak yerleşen kendine has etik kurallarına göre, bu kulvarda, ne birbirine getirilen desteğin, ne de birbirine edilen küfürlerin bir kıymet-i harbiyesi yok. Olsaydı, Tuğrul Türkeş, en ağır sözleri sarf ettiği iktidar partisine gidip yamanmazdı. Daha önce kendisiyle aynı kaderi paylaşan Numan Kurtulmuş gibi, AKP Genel Başkan Yardımcısı olabilmek için hayatında attığı siyasi nutukların %88’ini yutmazdı!
Şimdi artık bize de tarihin kara sayfaları önünde düşen iştigal konusu, daha 1,5 yıl öncesine kadar birbirleri hakkında en ağır sözleri etmiş Bahçeli ve Erdoğan’ın taze aşk masallarını yakından izlemek! Bunlar benim anlayabildiğim şeyler değil. Bir insan dün “kapkara” dediği bir kişiye bugün nasıl “akoğlu ak!” diye tempo tutabilir? Halbuki her nutukta sabah akşam “omurga”dan, “dik duruş”tan bahsedenler bunlar değil mi? Bu olsa olsa ağır zikzaklı bir Brontozor omurgası olabilir -ki o da pek dik durmaz... Hangi familyadan geliyorlar, ben bilemiyorum. Türkiye’de aslında bu siyaset bölgesinde, ne dediğin, ne savunduğun ya da tutarlılığın önemli değil. Bağırıp çağırarak, ciğerinden ses getirerek, ne dediğini anlamayıp saçma sapan, komik derecede ters reaksiyonlar veren bir halkı galeyana getirerek konuşuyorsan, sorun yok... (Nasıl olsa artık meydan nutuklarında ahaliyi galeyana getirebilmek için kullandıkları başka bir bölge var. O hat üzerinde birbirlerine girmeden, FETÖ ortak zemininde ağızlarını en hayırlı şekilde açıp, gözlerini yumarak herkesin ortak düşmanına karşı sürekli kızgınlık atabiliyorlar.)


BAKIN BİRBİRLERİNİ NASIL TARİF ETMİŞLER!!
İnternet ortamında dolaşan Erdoğan ve Bahçeli’nin birbiri hakkında ettikleri “yasal ve bilindik” sözlerden birkaç hatırlatma yapalım:
Bahçeli, Erdoğan hakkında, halka hitaben: “Sizler işsiz ve yoksulken, Ankara’da bir avuç imtiyazlı ve sonradan görme, hazineyi hortumlamakta, kaçak saraylarda yaşamaktadır. Sizler darlık ve yokluk çekerken, AKP milli servet ve kaynakları zimmetine geçirmektedir...... Erdoğan layık olmadığı makamın ağırlığı altında ezilmiş, siyasi tarafgirlikle açılış kılıfı altında düzenlediği mitinglerle Cumhurbaşkanlığı makamını mahvetmiştir. Bu şahıs her gün fitne saçmaktadır. Erdoğan israf, itham, inkar ve iftiradır. Dün yine zırvalamış, hezeyana batmış, zıvanadan çıkmıştır. (Bu noktada, benim alıntı olarak bile makaleme koyamayacağım ağır ötesi hakaretler de geliyor, onları çok merak eden Google’dan bakabilir)... Terörle pazarlık edenlerin kirli yüzleri açıktadır...... Biz geçmişte kendisine PKK ile görüşüyorsun dedik, yine şerefsizlik polemiğine başvurdu, kaybetti. Cumhurbaşkanı görevine başlarken şeref ve namus üstüne yemin etti, kaybetti. Şimdi bir kez daha ispat bekliyor, aksi taktirde alçaklıktan namertliği kadar sövüp sayıyor. .... Ve bir şerefsizliğin karabulutu üzerinden bir türlü ayrılmıyor. Kazdığın kuyuya yine kendin düşüyorsun. Ektiğin rüzgarı fırtına olarak biçiyorsun. Erdoğan, sen yakın tarihimizin en yanlış şahsiyetisin! Milletimiz adına çok üzülüyorum. Elazığlı adına kahrediyorum. Böyle birisinin cumhurbaşkanı olması yıkımdır, kayıptır, zulümdür, milli ve manevi depremdir.
Peki Sayın Cumhurbaşkanı ne yanıt vermiş? Bir de ona bakalım:
Beni kulağımdan tutacakmış, getirecekmiş, Sen ne biçim başkansın? Bu zat size layık değil, siz de ona layık değilsiniz! Bunların devlet-millet dertleri yok. 3,5 sene başbakan yardımcılığı yaptı, niye 4 seneyi doldurmadı? Çünkü bunlardan bir şey olmaz.... MHP’nin başkanı da uçak özürlüdür, hiç bu çıkmıyor...... MHP’nin başındaki beyefendi aile nedir bilmez. Onun derdi yok, ama bizim derdimiz var, biz çoluk çocuk nedir biliriz!.... Diyor ki ‘Türk’ün örfünde kadına el uzatmak yoktur’! Sen zaten geziciler ile birlikte hareket ettin, bunu geziciler yaptı..... Sen kimsin ya? Haddini bil!..... Askerlerimizi bile bile ateşe atmanın anlamı var mı? .... Bu zatın bir an önce bir aynaya bakması lazım. Sen Genel Kurmay Başkanımızın atılacak tırnağının bir paresi dahi olamazsın....”


KOLTUKLARIN YAN ETKİSİ: BELLEK SIFIRLAMAK!
Bence bu alıntıları daha fazla uzatmayalım, ana fikri anladınız. Saydığım tüm isimlerin ve hatta bugün bakanlığa terfi edenlerinki de dahil olmak üzere, buna benzer bıraktıkları sayısız malzeme geziyor ortalarda. Herhalde Devlet Bahçeli uzun geceler uykusuz kaldı! “Tuğrul (Türkeş) bunu yapıp hazmedebildiyse, ben niye yapamayayım, benim neyim eksik?” dedi ve Erdoğan’a yanaşma işlemleri başlatıldı! O kadar başlatıldı ki, mesela Sayın Cumhurbaşkanı’nın baş savunucusu, Parlamento ve medyadaki sağ kolu Mehmet Metiner, bakın ne demiş son Anayasa yakınlaşmalarının ardından: “Sayın Bahçeli her göreve layıktır. Büyük bir devlet sorumluluğu olan, ciddi bir siyasetçidir. Cumhurbaşkanlığına da layıktır, Cumhurbaşkanlığı yardımcılığına da layıktır”. Yukarıdaki nifak tohumlarını birbirinin üzerine kamu önünde serpen bu iki siyasimizin, demek ki birbirleriyle barış paktı ötesi bir birlik projeleri var! Artık emin olabilirsiniz. Yoksa Sayın Metiner, hiç bu kadar kesin konuşur muydu? Neyse, sonuçta şunu öğrenmiş oluyoruz: Cumhurbaşkanı yardımcılığı koltuğunun çeşitli yan etkileri olabiliyor, belleği sıfırlamak gibi!
Peki Başkanlık koltuğunda başka ne gibi yetkiler var? Meşhur ve meşhum Anayasa paketi neler içeriyor? Bunu da kendiniz rahat araştırabilirsiniz ama birkaç ipucunu hatırlatalım: Başkan devletin ve yürütmenin başıdır. Yürütme yetkisi başkana aittir. Yürütmenin başı olarak genel iç ve dış siyaseti yürütür, Türk Silahlı Kuvvetlerini temsil eder. YÖK, rektörler, HSYK, Anayasa Mahkemesi, Danıştay, Yargıtay gibi tüm üst kurul atamalarının yarısını üstlenir, bakanları atar, görevlerine son verir ve daha neler neler... Hepsini sayarsak anlarsınız ki, yeryüzünün en güçlü insanını üretmek için yola çıkmışız! Böyle bir güç, evrende herhalde kıyaslayacak olursak bizim seçilecek başkan dışında bir tek Kuzey Kore başkanı Kim Jong-Un’un elinde var. Eminim, onu da solda bırakacak bir-iki son saniye golü dahi atabiliriz!


SABİH KANADOĞLU AÇIK HUKUKSUZLUĞA İŞARET EDİYOR
Tabii tüm bu hazırlıklar yürüyedursun, merkez medyanın “hazırol”da bekleyen malum tayfalarının özellikle ön plana çıkarmadıkları bir veri daha var: Yargıtay Onursal Cumhuriyet Başsavcısı Sabih Kanadoğlu uzun süredir, “Bu meclis anayasa yapamaz, yetkisi yok” diyor: Bu meclis dört yıl için seçilmiştir. Üyeler, mevcut Anayasa’ya sadakat yemini etmiştir. Bu maddelerin belirttiği nedenlerle, bu Meclis’in yeni bir anayasa yapma yetkisi yoktur. Böyle bir Anayasa’nın istenip istenmediği, ancak halk oyuna sunulabilir. Nitelikli çoğunlukla kabul edildiği takdirde, barajsız bir seçimle bir kurucu meclis oluşturulur. Bu kurucu meclisin hazırlayacağı yeni anayasa taslağı yeniden halkoyuna sunulur.
Kanadoğlu, bu somut tespitlerini birkaç yıl önce kamuoyuyla paylaşmıştı. Kendisiyle yaptığım görüşmede, şu anda da bu durumun geçerliliğini aynen koruduğunu söylüyor. Ancak ne ilginçtir ki, CHP kendisi ile bu konularda bir temasa girmiş değil. Bu görüşlerini Halk TV’de de gündeme getirdiğini, ancak istenirse tabii ki görüşebileceğini söylüyor. Kanadoğlu, Türk Yargı tarihine, yakın dönemimize, aynen Sayın Yekta Güngör Özden veya Sayın Vural Savaş gibi damga vurmuş bir insan. Kendisini pür dikkat dinleyerek ağzından çıkan her görüş ve her kelimeyi incelemek, kendisine “muhalifim” diyen herkesin ana görevi!


Vallahi merak ediyorum... MHP içinde, bazı harbi insanlar çıkıp “Bir dakika Sayın Bahçeli, siz yıllardır neler demiştiniz, şimdi ne oldu da bunları söylüyorsunuz? Ne oldu da Sayın Erdoğan’ı ülkenin sahibi haline dönüştürecek bu denetimsiz uygulamaya yeşil ışık yakarak Türkiye’de demokratik parlamenter rejimi tek başınıza çöpe atıyorsunuz?” deme cesaretini gösterebilecekler mi?

Gö-re-ceğiz. 

9 Aralık 2016 Cuma

KONGO’DAN SAN FRANCİSCO’YA, GELECEK KORKUSU | BEDRİ BAYKAM | 8.12.16

Dünya, büyük bir zelzeleden önce magmasından başlayan çalkantıyı her köşesinde ve yüreğinde hissediyor. Neredeyse, dünya savaşları sonrası hortlamayı seven büyük belirsizliklerle dolu dönemin getirdiği sessizlik ve içe kapanma yaşanıyor. Herkesin içinde ve dilinde aynı soru var: Nasıl bir gelecek bekliyor bizi? Baksanıza, dünya bile kendine ve coğrafyaya aynı soruyu soruyor korkuyla: küresel ısınma bana nasıl bir gelecek vaat ediyor? Daha doğrusu vaat etmiyor? Gelecek korkusu her yerde...

ODACILARDAN PATRONLARA, SANATÇILARDAN BAŞKANLARA GELECEK KORKUSU...
Gençler aynı soruyu soruyorlar, korku dolu gözlerle: Bu ülkede bize bir gelecek bıraktılar mı? Burada yaşamaya çalışmak delilikten başka bir şey ifade ediyor mu? Onların anneleri ve babaları ise yeni anayasa adı verilen ucubenin getirdiği korkuyu dehşetle yüreklerinde yaşıyorlar. Çünkü biliyorlar ki, zaten taaa muhalefetten başlayan belirsizlikler ve güvensizlikler korkularını depreştirmekten başka şeye yaramayacaklar. İş adamları aylardır Dolar ve Euro kur belirsizliğinden, hiçbir hamleyi gönül rahatlığıyla yapamıyorlar. Onların odacıları da aynen patronları gibi korku içindeler: zar zor elde ettikleri ve ayda 1500 TL ile dört kişilik aile geçindirmelerini sağlayan bu görevi de her an kaybedebileceklerini biliyorlar. Patronlarına her türlü tehdidi çekebilen koskoca başbakanların da “ya beni de azlederlerse?” korkusuyla yaşadığını çok iyi biliyoruz. Yalnız başbakanlar mı? Saraylarda yaşayan total otorite düşkünlerinin bile korkunç bir gelecek korkuları var, daha nereye çıkacaksın ki? “Ya evdeki hesap çarşıya uymazsa? Ya bu sağ kolum da ihanet ederse? Ya çekirge 4. kez sıçrayamazsa? Ya bir gün devran döner, hesap sorulursa?” Gelecek korkusu, dağları sarmış... Peki sıfatların hiyerarşisi ile ilgilenmeyen sanatçıların gelecek korkusu yok mu? Onlar da zindandan, ölümden korkmazlar ama çocuklarının geleceğinden, arkalarında yavruları gibi bıraktıkları eserlerin geleceğinden, yok olup gitme tehlikesinden, kültürü kemiren, kanatan, kanırtan cehalet ve yobazlığın sonuçlarından korkarlar... Başladıkları projeleri bu gidişle bitiremeden bu kavga gürültü içerisinde dünyadan süpürülüp gitme tehlikesi ile boğuşan, her fırsatta hedef gösterilen bölgemizin, cefakar, cesur ve adam gibi adam, kadınlı erkekli sanatçıları bunlar!

ORTADOĞU KADINLARININ YAZGILARI VE GELECEK KORKULARI
Kadın deyince, ülkemizde mesela bir de salt kadınlarımızın yaşadığı gelecek korkusu var... Her gün kanıksanan kadın cinayetleri birbirini takip ediyor, inanılmaz bir süratle... Erkekler bunu tam anlayamazlar. Kadınlarımız bu mide bulandırıcı ortamda, bir de “bir gün acaba zorla kapatılır mıyız, kızımın kuşağında bile olsa haklarımız Suudi Arabistan veya Afganistan seviyesine düşebilir mi?” kabusunu düşünüyorlar kara kara... Siz inansanız da inanmasanız da düşünüyorlar. Ya da çocuklarını teröre, savaşa şehit verme dehşeti ile yatıp kalkıyorlar... Yalnız Türkiye’de mi? Bu dev korku tüm coğrafyamızda mevcut... 2003 yılında Iraklı bir kadının portresini yapmıştım... Amerika’nın kabus ve utanç verici Başkanı Bush’un Irak’a saldırısını planladığı aylardı. Ha saldırdı, ha saldıracak, ha ısırdı ha ısıracak.. O resimde kadının çocukları için kaygısı var.. Ha düştü, ha düşecek bombalar... “Embedded” gazeteciler(!), maç yayını gibi ha girdi ha girecekler sahaya diye bekliyorlardı ölüm kusan tankların üstünde...  İşte orada o kadın üstünden bugün milyonlarca annenin kursağındaki gelecek korkusu var çocukları için... Bu derin bir içsel sıkıntı; “angoisse” der Fransızlar, tıp dilimizde de yeri vardır.
Bundan 4-5 yıl önce etrafa güzellikler saçan Şam veya Halep bugün bambaşka görüntüler altında yaşıyorlar... Silah ve bombaların ortasında, harabe olmuş, yok olmuş sokaklar, aileler, insanlar... Sürgüne zorlanan Suriye halkı bugün tüm dünyada veba gibi dışlanıp, Avrupa’nın karanlık yüzü hortlarken milyonlarca aile, anne, geleceğe dehşet içinde bakıyorlar... Çünkü siyasiler anlamsız toplantılarda ittifak valslerinde eş değiştirirken Iraklılardan sonra en büyük bedeli onlar ödediler ve ödemeye devam ediyorlar.

LE PEN’DEN TRUMP’A, HOFER’E, BATI’NIN YAŞADIĞI KORKULAR...
Peki Ortadoğu göçmen istilası ve her an her yerde patlayabilecek bombalar dışında Avrupa’nın  yaşadığı diğer korkular ne? Brexit yaşanıp, Büyük Britanya adasının AB’den kopuşu, İngiliz gençliğinin kendini açıkta -hatta boşlukta- hissetmesi AB için sonun başlangıcı olacak mı? AB dağılmak üzere mi? Adımlarımızı kaç günlük, kaç yıllık atalım... Koca AB yok olma tehlikesi nedeniyle, Euro’yu rafa  kaldırmayı vücudunda kanserli bir hücre gibi taşıyor... Hadi bunca stres arasında bir de gülümseyin: Avrupa’nın bir diğer korkusu da... Türkiye’nin Lozan anlaşmasına uymama korkusu, AB temsilcileri kalkıp bize Lozan’ın faziletlerini ve tarihi gururunu gerisin geriye satmaya çalışıyorlar! Düne kadar AB karşıtı aşırı sağcı aday Norbert Hofer’in kazanma ihtimaline karşı büyük bir gelecek korkusu yaşayan Avusturyalılar, şimdilik Alexander Van der Bellen’in cumhurbaşkanlığa seçilmesiyle rahat bir nefes aldılar. Ama “gelecek korkusu” ciğerlerinde nefes almaya devam ediyor: Bu seçimi %48’le kaybeden aşırı sağcı FPÖ’nün, önümüzdeki genel seçimlerde birinci parti çıkmasının işten bile olmadığını söylüyorlar...  Fransa, sağda ve solda Cumhurbaşkanlığı adayları ortaya çıkmaya başlarken, aşırı sağcı Marine Le Pen’in oluşturduğu ve kızıştırdığı rekabet, yine bu seçimde safların belirlenmesinde en önemli faktör olacak. Sokaktan tanıdığınız Fransızların büyük kısmı, belki terörden çok bu sarışın kadın yüzünden “gelecek kabusu” yaşıyorlar... İster Fillon, ister Vals, kim Başkan olursa olsun, fark etmez.. Yeter ki o kadın olmasın! Üstelik üç hafta önce yaşanan Amerikan Başkanı seçimleri, kabus ve korkuların gerçekleşebildiğini somut olarak ispat etti bile! Trump dehşetin en az 11 Eylül kadar somut olabileceğini kanıtlamış olmaktan gururlu! Belki kimilerine göre AB’den daha önemli bir ekonomik ve kültürel bir dev olan Kaliforniya, gelecek korkusunu öyle boyutlara taşıyor ki, ABD’den ayrılma kampanyaları sokaklarda ciddi nümayişe dönüşebiliyor!

KÜBA’DAN KONGO’YA, VENEZUELA’YA KADAR GELECEK KORKUSU HER YERDE Kübalıların karmakarışık duygular arasında yaşadıkları gelecek korkusu, Fidel Castro’nun ölümü ile tavan yapmış durumda. Artık kahraman gerilla Che’nin ardından devrimin başkumandanının yok olması, ABD’nin ve vahşi kapitalizmin tüm aygıtlarıyla köşede tetikte beklemesi, adanın omurgasının bu yeni dönemi, devrimin son yaşayan kumandanı Raul’le ne kadar göğüsleyebileceği, belirsizliklerin her gün artması, gelecek korkusunu kaçınılmaz kılıyor. Che’nin bir zamanlar devrim yapmak üzere Bolivya’dan önce gittiği Kongo’da da gelecek korkusu yaşanıyor... Başkan Joseph Kabila, iki dönemi dolmasına rağmen “koltuğumdan inmem de inmem, illaki inmem” diye tepiniyor. Kongo’da kitlesel gösteriler polis şiddetine veya demokrasi şehitleri verme pahasına yapılıyor. Gelecek korkusu, halkın direnme hakkını beraberinde getiriyor. Venezuela’da, Chavez sonrası sönen hayallerin de ortada akbaba gibi gezinen kaosun tetiklediği yolsuzluk furyaları halkın güvenini yok ederken, önünü görememesine neden oluyor. Sağ politikalar Chavez’li yılların acısını çıkarmak istercesine halkın geleceğini ipotek altına almaya çalışıyor.

EMPERYALİZM SÖMÜRÜRKEN, İNSANLIK İLERLİYOR MU?
Uzun lafın kısası, siyasilerin hırsları, insan yaşamını hiçe sayışları eşliğinde her gün her yerden cesetler toplanıyor.. Haklı gerekçelere dayanan “gelecek korkuları”, kah oraya kah buraya kurşunlar, bombalar yağdırıp, görevini en üst seviyeden gerçekleştiriyor. Siyasal yaşam ve sosyal çalkantılar, emperyalizmin açık ve gizli emirleri doğrultusunda yıkımı sürdürüyorlar... İlginç bir şekilde “insanlık” bu alçaklıklara rağmen ayrı bir kulvarda ilerlemeye devam ediyor: Bilim, tıp, teknoloji ve sanat bağımsız bir şekilde yürümeye ve insanlığı başka bir düzeye taşıma yolculuğuna devam ediyorlar. Tabii bu da bizi Mehmet Akif Ersoy’un tartışılan ama haklı “medeniyet dediğin tek dişi kalmış canavar” dizesine götürüyor... Bu cümle doğru olmasaydı, dünyanın sözde tartışmasız en ileri ülkesi, sözde “kitle imha silahları arayacağım” bahanesiyle 1,5 milyon insanı katletmeye güle oynaya gidebilir miydi?

BANA RAHATLATICI BİR YALAN SÖYLE Kİ... DAYANABİLEYİM!
Dünyanın tümü ciddi gelecek kaygıları ile çalkalanıyor... Geleceğini göremeyen, okuyamayan üç kuşak insan, önünde yalnız karanlığı görüyor... Los Angeles bulvarlarından Kongo ormanlarına, Paris Rive-Gauche entellektüel kahvelerinden Viyana konser salonlarına, Halep’in harabeye dönmüş taş yığını sokaklarından Beyoğlu ara sokak meyhanelerine kadar, Moskova’dan Bağdat’a, Havana’dan Londra’ya hava “kurşun gibi ağır”...

Herkes yaşamak için, canlı kalabilmek için belirli ölçülerde çocuğuna da, kendine de, birbirine de yalan söylemeye mecbur. Yoksa bu yaşam sürmez. Bir resmim daha vardı: “Lütfen Bana Rahatlatıcı Bir Yalan Söyle”... 1986’da yaptığım bir resimdi. Sihirli çaydanlıktan çıkan bir yılana konuşuyordu uzayda yürüyen bir kadın... Yılanlardan bile rahatlatıcı bir yalan duymaya hazırız şu ortamda... Bu yapay dünyada, sahte umutlar fakirin veya geleceği karartılmışın ekmeği.. Havuçu. Sahte güvenli hareketler, yarınımız sorunsuz sislerin arasından belirecekmiş gibi, yapay ortaklıklardan bile medet umulacak bir duruma getirdi herkes kendisini... AB olmazsa Şangay verelim, sosyalizm olmadıysa kapitalizme geçelim, faşizm ve ırkçılık hortladıysa, eski sağ-sol kavgalarını bırakıp, orta yolda buluşalım.... Dünya, kendi kendisiyle yürüyemeyince, neredeyse her karış toprağında, yeni ittifaklarla sil baştan kurulmak dahil, İnönü’nün koyduğu gerçeğin, kendilerine adapte olmuşunda arıyor, umudunu arıyor: “Yeni bir dünya kurulur ve  “herkes” bu yeni dünyada yerini alır!” Gittiğimiz yer, burası olsa gerek... Yoksa Kaliforniya bile “batsın bu dünyaaa!” diye haykırır mıydı?

2 Aralık 2016 Cuma

CASTRO VE DÜNYANIN EN MÜKEMMEL SAVUNUSU | BEDRİ BAYKAM | 30.11.2016


Fidel Castro’nun ölümünün ardından, “Küba’nın Atatürk’ü” olarak görebileceğimiz bu büyük devrimci hakkında onca makale yazıldı, belgeseller ve sayısız fotoğraf gösterildi. Bizim yeni Türkiye tuzağında tarihten ve sosyal izlerden kopuk yaşayan gençlik bile özetle onun kim olduğunu biraz daha iyi anlama fırsatı buldu. Dolayısıyla bugünkü yazımda Castro’nun ne hayatını özetlememe gerek var, ne de Atatürk’ü hangi candan kelimelerle övdüğünü tekrarlamama... Bugün burada, genç devrimci Fidel Castro’nun Batista rejimine karşı ilk büyük mücadelesini ve bunun sonucunda oluşan mahkemede yaptığı unutulmaz savunusunu gündeminize taşıyacağım.
Tarihte birçok savunma veya iddianame metni, unutulmazlar arasında yerini almıştır. Deniz Gezmiş ve Mahir Çayan’ın savunmaları, ABD’de Black Panther’lerin savunmaları, Saddam Hüseyin’in bütün engellemelere karşın yaptığı son savunması, savcı Jim Garrison’un Kennedy cinayetinde sanık sandalyesine taşıdığı işadamı Clay Shaw hakkındaki iddianamesi gibi siyaset ve hukuk tarihine kalmış metinler, hatırlanacaklar arasındaki örneklerdendir. Fidel Castro’nun “Tarih beni aklayacak” cümlesiyle hatırlanan savunma metni ise bu örnekler arasında -bana göre- Gezmiş savunmasıyla beraber, en unutulmazların başında gelir.
10 Mart 1952 tarihinde yaptığı askeri darbe ile iktidarı ele geçiren diktatör Fulgencio Batista’ya karşı, Fidel Castro ve arkadaşları, Moncada askeri Garnizonu’na 26 Temmuz 1953 tarihinde bir saldırı düzenlediler. Girişimin başarısızlığa uğramasının sonucunda, Castro’nun birçok arkadaşı hunharca öldürüldü, kendisi gibi bazıları da hapse atıldı. Arkadaşları ile olağandışı kötü şartlarda bu süreci geçiren Castro, büyük zorluklarla savunusunu hazırladı. Aslında buna savunudan çok karşı- iddianame veya mücadele gerekçelendirmesi de diyebiliriz. Bu tarihi savunma metninin dışarıya sızdırılıp, halka ulaştırılması çalışmalarında, Castro ve arkadaşlarının kullandığı metodlar arasında limon suyu ile yazılmış ve ancak kağıt ısıtıldığında görülebilen satırlar veya kibrit kutusu içine sığabilecek küçücük minyatür ötesi yazılar var. Genç Fidel, bu tarihi metni 16 Ekim 1953 tarihindeki duruşmada okudu. Hedef, yapılan tüm baskılara karşı, kendi karşı propagandasını oluşturmak ve yaymaktı. “Bu metin aslında bizim program ve ideolojimizi de içinde barındırıyor” diyordu Castro. İlk hedefi 100.000 kopyanın basılıp dağıtılması idi. İlk aşamada bu on binlerde kaldı -ki bu da hiç fena değildi. Ana hedeflerinden biri, Batista rejiminin barbarlığını ve suçlarını halka aktarabilmekti. 26 Temmuz hareketinde uğradığı mağlubiyetten, analiz ettiği nedenlerle birlikte bu metin sayesinde temeli atılan bir galibiyet doğmuştu. Şimdi size bu tarihi günde Castro’nun ağzından çıkanlardan derlediğim bir özet çeviriyi vermek istiyorum:
“TARİH BENİ AKLAYACAK” -FİDEL CASTRO
“Saygıdeğer Hakimler,
Tarihte hiçbir zaman, bir müdafi, bu kadar ağır ve kötü şartlarda savunmasını hazırlamamıştır. Bana yardımcı olmak isteyen cesur avukat benimle görüştürülmedi bile. Şu bulunduğum hapishanede kaç kere beni öldürmeye çalıştılar... Benim saklayacak hiçbir şeyim yoktu. İlk günden itibaren her şeyi aynen olduğu gibi açıkladım. Hangi silahı hangi parayla aldığımız dahil... Biz doğruları açıkladıkça, hakkımızda uydurulan yalanlar iskambil kartlarından oluşmuş şatolar gibi çöktü. Yapılacak ikinci sorgumda, hükümet güçlerinin Manzanillo bölgesindeki katliamlarını karşı-sorgu olarak gündeme taşıyabilirdim. Bu nedenle beni duruşmaya almadılar. Hedefleri doktorlardan benim hakkımda hasta raporu almaktı; bunu başaramadılar. Kaçmak istediğimi iddia edip öldürmeyi de başaramadılar. Bu planları da deşifre olup suya düştü. Kendini müdafaa etmek isteyen silahsız, yalnız bir adamdan korktular. Aslında dava açıldıkça, roller değişti. Suçlayanlar, suçlananlar oldu, suçlananlar da suçlayanlar... Bu salona ancak iki avukat ve altı yandaş gazetenin muhabiri girebildi. Ceza kanunu bile bana verilmedi. Matematik kitapları dahi yasaklandı. Belki de “26 Temmuz hareketi için matematik esin kaynağı oldu” dedim diyedir! Buna karşın savcı iki dakikada Sosyal Müdafaa Kanunu’nun 148. maddesini okumakla yetinerek, benim için 26 yıl mahkumiyet talep edebildi.
Sayın Yargıçlar, neden beni susturmak bu kadar önemli hale geldi? Savcı, talebine açıklık getirecek tek bir kelime dahi etmedi. Gerçeklerden mi korkuluyor? Bakın, bahsettiğim madde “Devletin Anayasal güçlerine karşı silahlı bir kalkışmadan” söz ediyor. Sayın Yargıç hangi ülkede yaşıyor? Millete baskı uygulayan bu diktatörlük anayasal değil, tam tersine anayasal olmayan bir güç! Cumhuriyet’in anayasasına karşı bir rejim oluşturmuştu. Yasal bir anayasa gücünü halkın egemenliğinden alır. Ayrıca söz konusu metin “anayasal güçler”den söz ediyor. Anayasal güçler, yasama, yürütme ve yargının güçlerinden, güçler ayrılığından söz eder. Yani hiçbir şekilde bu madde 26 Temmuz olayları üzerinden bize karşı uygulanamaz. Yüreğinizde vatan toprağı, insanlık ve adalet için bir dehliz bulabilirseniz, beni lütfen dikkatle dinleyin. Sesim hiç dinmeyecek. Ne kadar yalnız kalırsam, o kadar güçlenecek. Bizim arkadaşlarımız iddia edildiği gibi askeri uzmanlardan oluşmuyordu. Şimdi yarısı öldürülmüş olan bu gençler (Abel Santamaria, Jose Luis Tasende, Renato Guitart Rosell, Pedro Miret, Jesus Montane) yalnız cesur birer yurtseverdiler.
Aslında operasyonumuz en iyi şekilde başlamıştı. Saat 5:15’te hem Bayamo, hem de Santiago de Cuba’da... İlk defa burada açıklıyorum: Ölümcül bir hata yaptık. Adamların yarısı, yanlış sokaktan saparak tanımadıkları bu şehirde kayboldular. Abel Santamaria ve 21 adamı sivil hastaneyi, Raul Castro ise 10 adamıyla birlikte Adalet Sarayı’nı aldı. Ben ise geri kalan 90 adamla garnizona saldıracaktım. Ama 45 kişilik grup yolda kayboldu. Daha sonra yakalanan bu arkadaşların büyük bir kısmı ölümü cesaretle göğüslediler. Biz en başından beri, rakiplerimizin birçoğunu esir aldık ve onlara son derece saygılı davrandık. En başından beri güçlerimizi bölüş tarzımız da hatalıydı. Geri çekilmeye başladıktan sonra, planladığımız gibi arkadaşlarımla önce bir çiftliğe gittik, ardından da Gran Pietra Range dağına çıktık. Bir haftanın ardından, açlık ve susuzluk sebebiyle adamlarımla inmek zorunda kaldık. Teğmen Sarria, bizi şafakta uyurken kıskıvrak yakaladı. Bu saygıdeğer asker en başından beri bize çok saygılı davrandı ve infaz edilmemizi de engelledi. Zaten yapılan katliamlara halktan büyük tepki vardı.
İki şeyi yapabilirdik, yapmadık: Birincisi, generallerin evlerini basıp onları toplayabilirdik. Bunu yapmadık, çünkü evlat ve eşlerinin önünde trajediler ve ağır çarpışmalar yaşansın istemedik. İkincisi, gayet rahatlıkla bir radyoyu ele geçirip halktan mücadeleye katılmalarını isteyebilirdik. Bunu da yapmadık, çünkü çok kişi katılırdı ama sayısız kayıplar olurdu! Moncada Garnizonu’nu ele geçirmiş olsaydık, iddiaların aksine bizimle olan halk sokaklara dökülürdü. Deniz kuvvetleri zaten bizimle hareket edecek, diktaya karşı aydın insanlardan müteşekkildi.
Şayet Batista, Kübalılar’ın çoğunluğuna karşı iktidarda kalmaya çalışırsa, sonu Gerardo Machado’dan daha trajik olur. Askerlerimize komik şekilde düşük maaşlar veriliyor. Bir de üstüne diktatörlüğün kodamanlarının ayak işlerine; şoför, kapıcı, hizmetçi, koruma gibi pozisyonlara sürülüyorlar.
Biz Kübalılar, vatanımızı korumak için örneği kendi geçmişimizden alırız. 1895’te İspanyol sömürgeciliğine karşı çıkan halkımız, son model silahlar kullanan 500.000 kişilik orduya sahip düşmanlarına karşı, çakı, yumruk, çelik bardaklarla savaşmayı göze almış ve tarih yazmıştı. Bu nedenlerle biz halkımızın desteğinden emindik. 600.000 işsiz, yılda en kötü şartlarda yalnız dört ay çalışan ve çocukları aç gezen 500.000 tarla işçisi, 400.000 zor şartlarda yaşamaya çalışan endüstriyel işçi, 100.000 başka çiftliklere çalışan tarla işçilerine kadar, hatta krize yenilmiş 20.000 esnafa ve 10.000 serbest meslek sahibine kadar her kesimden Küba halkını kastediyorum.
MÜCADELEYİ KAZANSAK, NELER YAPACAKTIK?
Moncada Garnizonu’nu aldıktan sonra derhal ilan edilecek olan beş yasayı burada tekrar hatırlatıyorum: İlk olarak egemenliği tekrar halka ve 1940 Anayasası’na verecektik. İkinci yasa, toprağı çalışanlarına vermek olacaktı. Toprak sahiplerine de 10 yıl üstünden kiralamışlar gibi ellerine geçecek parayı devlet verecekti. Üçüncü yasa ile işçi ve çalışanlar, şirket ve endüstrilerin karının %30’una hak kazanacaklardı. Dördüncü yasa, şeker kamışında çalışan işçilere özel haklar kazandıracaktı. Beşinci yasa ile, belirsiz şekilde servet biriktirmiş şirketlerin ve insanların mal ve paralarına el konulması olacaktı ve yurt dışına kaçırdıkları mallar geri talep edilecekti. Bu paralar, halka, işçilere ve emeklilik fonlarına aktarılacaktı. Bu yasaların hemen ardından ise sıra toprak reformuna, eğitim reformuna, elektrik ve telefon tröstlerinin millileştirilmesine gelecekti.
Halkı bu kadar sefaletten ancak ölüm kurtarabilir ve hükümet de zaten bu ölüm için elinden geleni yapıyor! Yılda yüzbinlerce çocuk ayak tırnaklarından giren parazitlerle ölüyorlar ve insanlar buna duyarsız kalıyorlar. Bakımsız dişleri ve umutsuz gelecekleri ile dinledikleri binlerce nutuğa rağmen sefalet içinde yüzen bu insanların çoğu, Mayıs’tan Aralık’a kadar işsiz geziyorlar. Biri hırsızlık yaptığında kendisine işi olup olmadığını sormuyorsunuz ve cezasını çekiyor. Ama depolarını yakarak sigorta şirketlerinden milyonlar kazanan büyük işadamlarının avukatları olduğu için onlara bir şey olmuyor. Sonra bir bürokrat milyonerliğe terfi ettiğinde, zengin kulüplerine ve kardeşlik masalarına katılıp yılbaşını bu kesimle kutlama şansına erişiyor. Milletin geleceği, karşılaştıkları problemlerin çözümü, küçük bir kesimin egoist çıkarlarının soğuk çıkar hesaplarını bekleyemez. Aynen Jose Marti’nin dediği gibi, benim rüya gördüğümü iddia edenlere vereceğim yanıt şudur: Gerçek bir insan, hangi tarafta yaşamın daha iyi olduğuna bakmaz, ödevlerin ve sorumlulukların hangi tarafta yattığına bakar.
YAŞANAN DEHŞET VERİCİ İŞKENCE VE KATLİAMLAR
Ben bu olayın ilk gününden beri yargıç önüne çıkmak için uğraştım. Onlarla karşı karşıya gelmek istedim, ama gerçeklerden kaçtıkları için buna cesaret edemediler. 27 Temmuz günü diktatör Batista 32 saldırganın öldürüldüğünü söyledi. Aynı hafta sonu bu rakam 80’e çıkmıştı. Arada hangi meydan savaşı oldu ki? Gerçek şu: Konuşmasından önce 25 tutuklu öldürülmüştü, konuşmasından sonra da 50 tutuklu daha yok edildi. 27 Temmuz’da burada yaptığı konuşmayı, cesareti varsa gitsin Küba halkının önünde yapsın. Maalesef bu insanlar Moncada Garnizonu’nu bir işkence ve ölüm atölyesine dönüştürdüler, tutukluları kasapların eline verdiler. Cezaevinin kapısında “tüm umutlarınızı terk edin” yazıyordu aynen cehennem kapılarında olduğu gibi. Aramızdaki çarpışma bittikten sonra sokakları dalıp evinin önünde oynayan küçük çocukları vurdular. Ardından onların başına gelip ağlayan babalarını infaz ettiler. İlk öldürdükleri tutuklu, doktorumuz Mario Munoz’du. Ardından ölen her asker için en az on tutuklunun öldürülmesi gerektiğini söylediler. Bu arada işkencenin ortasında eski başkan bize para verdiğini itiraf ederlerse, onları kurtaracaklarını söylediler. İşkence ve tehditlerle ablukaya aldıkları Haydee Santamaria’ya “Artık bir erkek arkadaşın yok, çünkü onu öldürdük” dediler ama onun yanıtı da şu oldu: “O ölmedi, çünkü insanın vatanı için ölmesi sonsuza dek yaşaması anlamına gelir”. Hastaneleri basıp kan verilen genç adamlarımızı öldürdüler. Başka arkadaşlarımızı kentin değişik yerlerine götürüp işkenceden sonra oralarda öldürdüler. Öldürdükleri her insanın ceplerini boşalttılar, saatlerini ve özel eşyalarını çaldılar.
Sayın yargıçlar 26, 27, 28 ve 29 Temmuz’da Santiago de Cuba’da tutuklanan 60 arkadaşımız nerede? Yaralılar nerede? Yalnız 5 tanesi canlı kaldı, diğerinin hepsi öldürüldü. Onurlu bir asker, eli kolu bağlı tutukluları öldürmez, onlara saygı duyar, onlara yardım eder. Ama bu 10 Mart generalleri hayatlarında tek atış yapmadan bu sıfata erişmiş, vatana ihanet ederek o noktalara gelmiş ve katılmadıkları çarpışmalarda tutuklanan insanlara öldürülme emri verebilmiş, eşek sürmeye bile hakkı olmayacak zavallılar... Öte yandan son derece saygıdeğer başka askerlerin de olduğunu gördük. Tutuklulara centilmence davranan askerler, komutanlar gibi...
İNTİKAM PEŞİNDE DEĞİLİM
Öldürülen yoldaşlarımız için intikam alınmasını istemiyorum. Çünkü onların yaşamlarına paha biçilemez. Onları öldürenlerin hepsini toplasanız, tek birinin yaşamı etmez. Aslında benim yoldaşlarım ne öldüler ne de unutuldular. Onlar bugün yaşıyorlar, hatta her zamankinden daha çok yaşıyorlar ve onların katilleri dehşet içinde ölü vücutlarından fışkıran zafer ruhunu ve fikirlerini seyrediyorlar.
Sonra bu vatanın bir evladı, var olan yasalara ve sosyal müdafaa kanunlarına bakarak bütün maddeleri sıraladı ve Batista’nın ile 17 suç ortağının 108 yıl cezaya çarptırılmayı bu yasalara göre açıkça hak ettiğini vurgulayarak cezalandırılmalarını talep etti. Aylar ve günler geçti, hiçbir şey olmadı! Suçlanan general, Cumhuriyet’in bir yerinden öbürüne bir lord veya saygıdeğer generaller gibi yürüdü ve istediği gibi yargıçları görevlerinden aldı veya yerlerine başkalarını görevlendirdi. Burada benim esas suçlandığım konu şu oluyor: İllegal bir rejimi düşürüp, yerine anayasal gerçek cumhuriyeti tesis etmekle suçlanıyorum! Onlar tanklar ve askerleri kullanıp Başkanlık Sarayı’nı, Hazine Binası’nı ve diğer resmi binaları, silahlarını halka doğrultarak ele geçirdiler ve iktidar oldular. Nazilerden hiçbir farkları yoktu.
Kabul ediyorum ki, bir devrim yasal bir hak getirebilir ama 10 Mart gecesi yaşananlar hiçbir şekilde bir devrim sayılamaz. Bir önceki rejim kirli politikalardan, hırsızlıktan, insan yaşamına saygısızlıktan suçlu ise, bugünkü rejim bu suçları beş kere, on kere, insana saygısızlıkta yüz kere çoğaltmayı başardı!
ANAYASADAKİ TUTARSIZLIKLAR
Anayasayı en önemli ve en yüksek kanun olarak kabul edersek şu durumla karşılaşıyoruz: Birinci madde “Küba egemen ve bağımsız bir devlettir, demokratik bir cumhuriyet olarak organize olmuştur”. İkinci madde şöyle diyor: “Egemenlik halkın arzusunda ve bu kaynaktan gelen güçlerin kullanımında yatar”. Fakat sonra 118. madde geliyor: “Cumhurbaşkanı Bakanlar Kurulu tarafından görevlendirilir”. Yani artık halk değil Bakanlar Kurulu atanmayı yapıyor! Peki, Bakanlar Kurulu’nu kim atıyor? 120. maddeye göre “Başkan özgürce bakanları atamaya ve istediği zaman değiştirmeye yetkilidir”. Bu da bizi tavuk ve yumurta problemine taşımış oluyor, değil mi? Yani “Sen beni başbakan yap, ben de sizi general yapayım. Sonra da 20 tane ‘evet efendimci’ adam bul, ben sizi bakan yapayım, siz de beni başkan seçin”. Böylece hepsi birbirini general, bakan ve başkan olarak seçtiler, hazineye ve Cumhuriyet’e el koydular. İşte ben de diyorum ki, Sosyal Anayasal Haklar Mahkemesi tüm bu olup bitenleri seyretmekle yetindi ve bu mide bulandırıcı yetki dolandırıcılığına korkakça aracı oldu.
Bu arada bir hak var ki, onu kimsenin “iyi miydi, değil miydi” diye sorgulama veya yok etme hakkı yok: O da baskı döneminde bir haksızlığa direnme hakkı! Bundan şüphesi olanlar varsa, işte Sosyal Müdafaa Kanunu’ndan savcının unutmaması gereken bir cümleyi size aktarayım: “Seçilen veya atanan hükümet yetkilileri şayet bir başkaldırıya direnç göstermezlerse ve onu durdurmak için ellerinden gelen her şeyi yapmazlarsa, altı ila on yıl arası görevden men edilirler”. Yani Cumhuriyet’in hakimlerinin Batista’nın 10 Mart darbesine direnmeye mecburiyetleri vardı! Şimdi gayet anlaşılır bir durum var ortada: Hiç kimse bu kanuna riayet etmediyse, o kanuna saygı gösterenler ve üzerlerine düşeni yapanlar tabii ki hapse girerler! Yaşanan budur!
TARİHTEN VERİLEN ÖRNEKLER
Fidel Castro’dan size aktardığım özet metin bu kadar olsun. Böyle uzun bir makaleye daha fazlasını sığdıramıyorum. Metnin kalan kısmında Castro, tarihten örnekler veriyor. Mesela Ortaçağ’da John Salisbury, “Devlet Adamının Kitabı”nda diyor ki “bir prens kanuna göre riayet etmez ve acımasız bir diktatöre dönüşürse, onun şiddet kullanılarak yerinden edilmesi kanuni ve doğrudur”. Castro, savunusunun geri kalan kısmında yüzyıllar arasında gel-git yaparak, Saint Thomas Aquinas’dan, Martin Luther’den, İskoçyalı reformcular John Knox ve John Poynet’ten, 17. yüzyıl hukukçusu Alman John Althus’ten, John Milton’dan, Fransız Jean-Jacques Rousseau’dan örnekler vererek tezlerini taş gibi sağlamlaştırıyor. Fransız devriminden çok önce de, demokrasi için direnç hakkının nasıl canlı tutulduğunu somut örneklerle aktarıyor.
İşte 20. yüzyılın en unutulmaz 7-8 liderinden birinin kökeninde, bu inanılmaz savunma metni yatıyor... Fidel Castro’nun Küba halkı ile arasındaki altyapının sağlamlığı, bu “senet” üzerinden, en emin ve iç içe geçmiş bir sonsuz birliktelik üzerine kurulu olmasından geliyor...”