25 Mayıs 2016 Çarşamba

DOKUNULMAZLIKLAR YALNIZ MUHALEFETE DOKUNACAK! | BEDRİ BAYKAM | 24 Mayıs 2016


DİNİ BÜTÜNLÜK KURALLARI YİNE DEĞİŞMİŞ!

Gerçekten ne ülkeymiş ama! Kendi Anayasa’sına doğrudan tecavüz edercesine saldıranları baş tacı yapan, ardından Partiler yasasını yok sayanları kral ilan eden çok ülke tanıyor musunuz?
AKP muhteşem bir parti oldu. Şimdiden “partili” olduğu ilan edilen Beştepeli Başkanının kongrede mesajı okunurken tüm salon ayağa kalkıp Hitler selamı verdi. Mesela dinleyip ardından alkışlayabilirlerdi, ama öyle olmadı. Bağımlılıklarının, koltuk beklentilerinin ve yağcılığın siyasi örf ve adetlerin çok üstünde olduğunu dosta düşmana göstermiş oldular. Başka antikalıklar da oldu bildiğiniz gibi. Mesela yeniden beklenildiği gibi taptaze Enerji Bakanı Berat Bey, bir kaç saat içinde Başbakanlığı sönecek olan Davutoğlu’nun eşinin elini sıkmak istemedi. Ne de olsa, iktidarı devretmekte olan bir “ara dönem yarı-lideri” için günaha girmeye değmez diye düşündü herhalde! O el Emine Hanım’ın eli olsa askı da kalabilir miydi hiç kimse karşısında? Demek dini bütün kuralların bile net bir yeryüzü hiyerarşisi var ve moda gibi her yıl değişebiliyor, öyle değil mi?

KULLANIM SÜRESİ DOLANLAR ŞİKAYETÇİ
AKP’nin adı, bir iktidarın siyasi Partisi. Ama bu Parti, kendi “organlarını” yerinden oynatamayan bir külçe. Ancak başka bir illegal noktadan uzaktan kumanda ile hareket edebilen bu değişik türevin sözde önemli veya hatta tarihi isimlerinin hiç bir kıymet-i harbiyesi yok. Örneğin kendini büyük siyasetçi olarak gören Cemil Çiçek, Faruk Çelik, Ömer Çelik, Mehmet Ali Şahin gibi okkalı isimler, birden ofsaytta kalırken, kendisine sunulan 2. sınıf davetiyeyi beğenmeyen Bülent Arınç, protest demeçler verme yoluna kadar gitti. Bir çok kişi diyebilir ki, “böyle bir kitle partisinin her an kan değişikliğine ihtiyacı olabilir”. Ama şu farkla ki, sağlıklı bir Parti’de bu değişiklikler, Kongre üyelerinin seçimi ve kararlarıyla belirlenir. Dışarıdan gizli bir elin yolladığı zarf açılarak oluşmaz bu kararlar.
Kendisine sunulan tüm sakinleştirici alkışlara rağmen, eski Başbakan Davutoğlu da, sıkıntıyı ve kırgınlığını en sert şekilde dile getirmekten çekinmedi: “daha önce 2 kez sizlerle birlikte olduğum bu salonda zaferle sonuçlanmış bir seçimden kısa bir  süre sonra yeni bir kongre için karşınıza çıkmak benim arzu ettiğim bir şey değildi. Bu durumun sizin ve milletimizin maşeri vicdanında oluşturduğu rahatsızlığın da farkındayım”. Vallahi Billahi Davutoğlu -biraz geç de olsa- muhalefete “mert adammış” dedirtti! Tabii onun bu sözlerini dinlerken, kızıp köpürmüş birini ben çok iyi tanıyorum.

ORMANDAKİ FİLE DON GİYDİRME ÇABASI BEYHUDE!
İşte böyle. Türkiye’de herkes herşeyin farkında ancak bir de aynı herkes Gülhane Parkı’nda! Bir kere halkımız artık Parlamento ve ya Cumhurbaşkanı yeminlerinin geçersizliğini anlamış durumda! Bölücülük ve yobazlık almış başını yürümüş, aldıran yok. Meclis Başkanı laikliği lağvetme peşinde. Halk  bu ortaoyununu seyrederken, içine sürüklendiği çaresizliğe de lanet okuyor; ülkeyi bu duruma düşürenler utansın! Şu duruma bakın: Ülkenin Anayasası belli, yemin metinleri belli, tüm yasaları belli, ve yaşanan fiili durum ortadayken insanlar kalkıp diyor ki “Bu tişört, bu timsaha uymuyor”. Ya da “bu donu bu file giydiremedik”. Ne bekliyordunuz? Ne yönetiminiz, ne vekilleriniz, ne yeminleriniz ne kongrelerinizin elle tutulur ve bu Cumhuriyet’in temelleri ile bağdaşır zerresi kalmadı! Neyi, neye adapte etmeye çalışıyorsunuz?
Yaşanan komediler şu şekilde gelişiyor: Önce Beştepe, Binali Yıldırım’a bir bakanlar kurulu listesi gönderiyor. Hemen ardından Binali Bey, Beştepe’ye çıkıp elindeki o aynı bakanlar kurulu listesini onaylattırmak üzere Erdoğan’a geri uzatıyor! Anlayabilen beri gelsin! O listeyi Binali Bey mi hazırladı? Aynı liste Beştepe’den baştan onaylı gelse, hiç olmazsa zaman kaybı olmazdı!
AKP’yi uzaktan kukla gibi yöneten güç, dokunulmazlıklar meselesinde de ülkenin tüm gerçekçi hedeflerini dinamitlemiş oluyor. Aslında bu hamleyi oldu-bittiye getirerek parlamentodan geçirmeyi başaran iktidar, tek siyasi rakibi CHP’yi de sanki ortasından testere ile bölmüş oldu. İki ana farklı düşüncenin elektrik akımına kapılan CHP, üzerinde bu konuda ağır bir dramın yükünü hissetti. Partinin kimi milletvekilleri, “teröre destek veriyor görünmemek için” dokunulmazlık kaldırmaya “evet” derken, diğerleri de en azından anayasaya ters bir yasa geçirmemek için ve “parlamenter seçenek kapanınca, terör artar” gerçekçiliğiyle “hayır” deme yoluna gittiler. Sonunda oluşan gri kararsızlık bulutlarının ortasına Kılıçdaroğlu yumruğunu indirerek “HDP’ye imza desteği bile veren olursa, Parti’den atarım” diyerek ağır bir ülke dramının Parti’ye olan izdüşümünü de açığa çıkarmış oldu.
Aslında Türkiye’de en önemli soru, “Neden dokunulmazlıkların tamamının kalkmadığı” yönünde. CHP bu konuda öyle bir ağır şekilde faka bastı ki, neler yaşanacağı konusunda kimsenin tam bir fikri olamaz. Yapılan yorumlarda, altıoklu Parti yönetiminin, söylediği “Anayasa’ya aykırı ama evet diyeceğiz” hezeyanından, “referandum yaparken yanına bir Cumhurbaşkanlığı sandığı koyup, dengeleri ve yasaları alt üst edebilir” paranoyasına kadar, sayısız iddia var. Burada Kılıçdaroğlu’nun
tüm savlarına verilecek  çok yanıt var. Ama en önemlisi ortada kabak gibi duruyor.

DOKUNULMAZLIKLAR NEDEN YOLSUZLUKLARA DOKUNMUYOR?
CHP şayet AKP’nin sunduğu teklife evet demeyi düşünüyor idi ise, tabii ki o dokunulmazlık kaldırma operasyonuna dur diyerek, çok daha eşitlikçi ve geniş kapsamlı bir tasarı sunmalıydı; yapılacak hamle, başta 17-25 Aralık olmak üzere, tüm yolsuzluk iddiaları üzerinden de dokunulmazlıkları kaldıracak bir yapının kurulmasıydı. Şayet AKP’liler bu yola girmeye izin vermiyorlarsa da o zaman CHP, kamu oyunu acilen bilgilendirerek “ben terör ve yolsuzluk arasında ayrım yapmadan  müdahil olmak  istiyorum” diyecek, ve AKP’nin oyununu teşhir edecekti. Kılıçdaroğlu’nun anlaşılmaz şekilde AKP’nin oyununa gelerek, Kasım 2015 sonrası yaşanan “seçme” (!) olaylar üzerinden dokunulmazlıkların kaldırılması lehine oy vermesi,  affedilmez bir muhalefet vizyon hatası. Çünkü aradan yıllar geçtikten sonra, geniş halk kitleleri, bu noktada yolsuzlukların üzerine gidilmediğini kesinlikle hatırlamaz. Sonuca bakar. “Dokunulmazlıklar kalktı ama AKP’liler hiç bir ceza almadı, HDP ve CHP’liler aldı” derler. Şayet CHP kendine güvenerek kamuoyuna bu konuyu tam olarak teşhir etse, o anda kesinlikle “HDP ile hareket etmiş” sayılmazdı. Uzun lafın kısası, CHP, dokunulmazlıklar konusunda amatörce davranarak, AKP’nin bir taşla 3 kuş vurmasına doğrudan neden oldu! Böylesine özgürlükleri daraltan bir ortamda, muhalefetin kendisini koruyabilmesi için elzem olan kürsü ve diğer hareket alanı dokunulmazlıkların ortadan kaldırmanın kimin işine yaradığı malum.

CHP ŞİMDİ İÇİ DİKENLİ FANİLAYI GİYDİ!
Sonuçlar ortada: Türkiye hızla yeniden 1990’lardan tanıdığımız bir ilkel “kafa bastırarak HDP’lileri sorguya ve nezarete götürme” operasyonuna kalkışacak, bu arada bu da yetmeyecek,  Muharrem İnce dahil, CHP’li bir çok üye de bu yasayla resmen taciz edilecek. Sonuçta içte ve dışta yaşanacaklarla, CHP içi diken dolu fanilayı bir güzel giymiş oldu!  Avrupa siyası ortamı ve  sosyalist enternasyonal CHP’yi büyük ihtimalle bu olay yüzünden dışlayacak, en sert şekilde eleştirilecek. Kendisini hukuki yollardan savunmak isteyen milletvekillerinin Anayasa Mahkemesi’ne gitmesini engellemek de, ayrı bir anti-demokratik, özgür adalet arayışı karşıtı duvar oluşturacak. Parlamento ve hukuk kapılarının üzerimize kapandığı bir ortamda ise, terör kaçınılmaz şekilde daha da artacak! Ve tüm bu karmakarışık çelişkili acılarla yüklü ortamda, AKP’lilerin ve en bilindik yolsuzluk dosyalarının bile üstüne gidilemeyecek! Bu nasıl bir kendi kalesine gol atmaktır anlayabilen var mı? CHP, bölücü teröre karşı çıkmak kadar onurlu bir hamleyi yaparken, bu kadar çelişkinin içine dolanıp kalmaya mecbur muydu? Şu andan itibaren durumunun özeti ne evliliğin düzenini, ne de bekarlığın sultanlığını yaşayamayan bazı yarı yolda kalmış arkadaşlarıma benziyor!
Yargı ve hukukun kullanılacağı “müteakip” hamle ise tabii ki tek lider, tek führer’in önünü açmak için girişilecek bir “yargı dizaynı” operasyonu ile, hala arada rasgeldiğiniz ve yüreğinize su serpen kimi olumlu yargı kararları tarihe karışacak! Tek otorite nasıl uygun görüyorsa,  onu mutlu edecek kararları alacak, “yeni Binaliler” acilen bulunacak, atanacak, seçtirilecek!”: Böylece mesela Cumhurbaşkanlığı tarafından Muharrem İnce’ye karşı açılan 100.000 TL’lik manevi tazminat davası reddedilemeyecek, ya da Geziciler beraat edemeyecek!

Başta dediğim metafora dönüyorum. Bu tişört, bu timsaha, bu don bu file giydirilemiyor... CHP’nin içi de, Parlamento’nun içi de her gün artan bu absürd çelişkilere gebe kalacak. AKP’nin her yönden çekiştirerek ucubeye benzetmeye çalıştığı Türkiye’nin şu anlık fotoğrafı ne maalesef böyle!

11 Mayıs 2016 Çarşamba

MÜSAMERE REJİMİ | Bedri Baykam | 10 Mayıs 2016


 28 ŞUBAT’A YÜKLENENLER NEYE GÜVENİYORDU?
Lafı eveleyip gevelemeye gerek yok. Hadi sıraya girin bakalım, 28 Şubat’a kızıp yüklenenler! Şöyle bir renginize, kalıbınıza bakalım. Arkasından bugünle ilgili yaptığınız yorumları gözden geçirelim. Kabul etseniz de, etmeseniz de durum çok net: 28 Şubat’a öyle topa tutar gibi saydırıp, arkasından bugün RTE ve şakşakçılarına kızma hakkınız yok! O gün MGK’nın yaptığı neydi? Bir hükümete, nerede raydan çıktığını, nerede Anayasa’yı unuttuğunu, nerede laiklik ve demokrasiyi doğrudan tehlikeye düşürdüğünü anlatmaktı. Siz şayet o gün buna kızıyor idi iseniz, bugün de RTE’nin yaptığı her türlü hukuk ve Anayasa karşıtı uygulama ve eyleme gık deme hakkınız yok! Çünkü bugün yaşanan da benzer bir durumdan ibaret. 1995-97 arasında Rizeli Şevki, Hasan Mezarcı ve Necmettin “Hoca”nın diğer şürekâları, sabahtan akşama kadar Atatürk’e ve Cumhuriyet’e söverek ağır provokasyon içindeydiler. Bugün ise, bu bireysel sapmaların ötesinde, üstüne bir de rejimin her kurumu sabahtan akşama kadar delik deşik ediliyor.
MGK niye kurulmuştu, yeni kuşaktan bilen var mı? 1960 Devrimi yaşandıktan sonra, bir daha böyle bir anti-demokratik, felaket sürece girilmesin diye... 1961 Anayasası hazırlanırken eklenen bir maddeyle, bir daha Hükümet ve Ordu hiçbir şekilde karşı karşıya kalıp gerilmesin, darbeler yaşanmasın, herkes ne söyleyeceği varsa, gerginlik ipleri koparmadan önce rahatça söylesin diye Milli Güvenlik Kurulu adı verilen ve bir çeşit sigorta işlevi görecek kurum oluşturuldu. Şimdi bugün uzaktan yakından bu görevi ifa edebilecek bir MGK kaldı mı ortalarda? Tabii ki hayır. Bugün TSK düşünme ve konuşma fonksiyonlarını yitirmiş, bitkisel hayat süren ve kendisine söylenenleri yapmakla yetinen tekdüze bir kurum oldu. Eski bağımsız iradesini ve yorum yapma güdülerini kaybetmiş, nostalji yüklü canlı bir cenaze var ortada.
İşte şimdi RTE kalkıp “Asker-polis benim elimde, kimsenin ne gık deme hakkı var ne de hareket etme olasılığı, gerisi laf-ı-güzaf” demek istediğinde, 28 Şubat’a kızıp o günleri topa tutmuş hiç kimsenin ağzını açma veya kızma-şaşırma hakkı yok! Ordu artık aramızda değil. Eski bir esnafın işyerinde veya daha eski evlerin salonlarında, giriş hollerindeki bir posterden hatırlayabilirsiniz varlığını, yaşam dolu günlerini. Veya radyolarda, eskiden halkın gözünü yaşartan marşları şimdi sahaflardan bulup dinleyip duygulanabilirsiniz.

AMUDA KALKMAYA HAZIR MISINIZ?
O gün 28 Şubat’ı suçlayanlara şunu sormak lazım: Pardon da, neye güveniyordunuz? Gücü eline geçirdiğinde ülkeyi kaosa taşıyacak bir yapı olduğu zaman buna MGK karşılık veremezse, kim verecekti? Daha doğrusu B planınız neydi? Yargıyı, halk ve basın tepkisini, sokağın sesini hiç dinlemeyen bir güç kurumları esir aldığında, ne yapmayı düşünüyordunuz? Ülkeyi, demokrasiyi, Cumhuriyeti neyle koruyacaktınız? Suçluları “Tüketici Koruma Derneği”ne mi şikayet edeceksiniz. Bugün ülkede tek kişi, 78 milyonu rehin almış. Ayrıca olaylar o kadar çığırından çıkmış ki, o zat, kendi eski partisini bile aynı duruma düşürmüş. Yani bugün Abdullah Gül, Bülent Arınç veya Ahmet Davutoğlu da diğer muhaliflerle aynı sepetteler! CHP’lilerden veya Vatan Partililerden de pek farkları yok! Yarın padişahımız kalkıp “bundan sonra dernek genel kurulları ve hatta Bakanlar Kurulu amuda kalkmış olarak yapılacak” dese, söyler misiniz bana, kim buna itiraz edebilecek? Ben hemen size yanıt vereyim, rahatlayın: Yandaş medya, hemen bu kararın “halkın hareketsiz kalmasına karşı oluşturulmuş dahiyane bir formül olduğunu” söyler. Merkez basın konuyu birinci sayfanın bir köşesinden fazla büyütmeden ve yorumsuz verir. 3-5 köşe yazarı “ne alakası var şimdi” diye bir itiraza girişir. Sol muhalif gazeteler ve sitelerde bizler gibi yazarlar veryansın edip “bu çağda böyle bir rezalet yaşanabilir mi, bu nasıl bir ortaçağ zihniyeti?” diye ayağa kalkarlar. Sonra mı? Sonra gündem değişir, bağıran çağıranlar unutulur azalır. Ve ardından da, herkes amuda kalkarak genel kurula katılır!!
Şu anda yaşananların tümüne bakarsak, aslında Türk halkının tamamıyla alay edildiğini görürsünüz. Ortada başvurabileceğiniz herhangi bir mercii yok. Şayet kendinizi ve halkın tamamını kurtarmak istiyorsanız, Haşmetmeabın bir amca veya dayısını aramaya koyulun. Çünkü ortada ailevi baskı olasılığından başka teorik hiçbir şey kalmadı. Sakın öyle sokağa, Gezicilere, medyaya, protest eylemlere filan bel bağlamayın! Sonuç belli: Dayak-gaz-cop-kurşun veya kötek! Hem zaten sevgili Türk halkı 49 parçaya bölünmüş olduğundan, genellikle hangi grup iktidarın hışmına uğrarsa, nasıl olsa diğerleri “oh olsun” naraları atacağından, orta yerde ciddi bir itiraz sesi bile yükselemeyecek..

MÜSAMERE KONGREMİZ BAŞLIYOR!
Şimdi yaşadığımız olağandışı dönemde, içinde yer aldığımız rejim çatırdarken, her zerresi devletin zirvesinden gelen salvolarla tehdit ve saldırı altındayken, Davutoğlu siyasi tarihimizin en illegal, en geçersiz kırmızı kartıyla başbakanlığı kaybetmişken, Cumhuriyet tarihimizin en müsamere tadındaki kongresi haftaya sahnelenecek... Sonuçta bu müsamere rejimi, onu bugünkü haline getiren ana kaynağın bir diğer müsameresine sahne olacak. Sabık başbakanın sözleri herkesin kulağında yankılanıyor: Görevi bırakması meğer bir “zaruret”miş! Kimsenin anlamadığı gizli, özel bir zaruret!
Ülkemizde yeminlerin, hatta “şeref” üzerine edilen yeminlerin hiçbir geçerliliği olmadığı, artık bildiğiniz gibi fazlasıyla kanıtlandı. AKP kadroları nezdinde artık ne milletvekili laiklik ve Atatürkçülük yeminlerinin, ne de Cumhurbaşkanlığı tarafsızlık ve laiklik yeminlerinin bir önemi ve ağırlığı yok. AKP’nin başbakan ve yeni bakanlar kurulu listelerini titreyerek bekleyen rehin alınmış kadroları, Dünya tarihine geçecek bir komedya sonucu, “tarafsız Cumhurbaşkan”nın aralarından seçeceği “en düşük profilli” başkanın kim olacağını tahmin etmeye çalışıyorlar. Burada ana hedef, kimliği, bağımsız bir karakteri ve yönetim stili olmayan birini tespit edebilmek. Yani aranan aslında  bir “Başbakan” değil, söylenilenleri harfiyen uygulayacak bir “idari sekreter”! Seçimi çöpe atan, demokrasi kültürü yerine, atama ve biat kültürü yerleştiren, “Reis’e karşı “boynum kıldan ince”den başka bir tavrı olamayacak ve kendi varlığını yaşarken feshetmiş bir partiye başkan aranıyor. Aralarında sessiz ve gizlice “karar nasıl çıkar?” diye başkan-toto oynayan, ama nefes alamaya cüreti kalmamış bir yitik parti taslağı var ortada...
Halka en küçük bir saygıları kalmışsa, yeni başbakanı Beştepe’sinden canlı yayında Erdoğan açıklasın. Madem rejim darbeyi yedi, artık daha fazla “bir şeyler” yerine konmazsak sevinirim. Sizin de farklı bir noktada durduğunuzu sanmıyorum.


4 Mayıs 2016 Çarşamba

AKSARAY’IN DENGİ ANAYASA! | Bedri Baykam | 3.05.2016


 Biliyorsunuz, Beştepe’deki Aksaray bir mevkii için yapılmadı. Bir şahıs için yapıldı. Önce o sarayın “yeni başbakanlık” için yapıldığı söylendi. İlk tartışmalar o eksen üzerinden yaşandı. Ardından Tayyip Bey -Kılıçdaroğlu’nun Ekmeleddin hamlesi sayesinde- Cumhurbaşkanlığı koltuğuna kurulduktan sonra, sarayımızın adı birden Cumhurbaşkanlığı Sarayı oluverdi. Bu dünyanın demokratik hiçbir hukuk devletinde görülebilir rezalet değildi. Sarayın, bir kişinin siparişi olarak devlet parasıyla yapılması sonucu rezalet ayyuka çıktı.
Neden mi hatırlattım? Yeni Anayasa tartışmalarımız da ondan farklı değil. Şu anda sürekli ısıtılıp her gün gündeme servis edilen Anayasa, aynen malum Saray gibi kişiye özel: AKP Parlamentosu ve yandaş-paydaş basın, her gün Tayyip Bey’in tarif ettiği ve ruhuna uyacak bir Anayasa’yı çiziktirmekle meşguller! Ne ka Saray, o ka Anayasa!
Yeni Anayasa’nın temel hatları, her an yeni Türkiye erbabının ağzından dökülüyor.. Atatürk ve laiklik olmayacakmış.. İslam ve inançlar, yeni metinde sahne alacakmış. Zaten yeni Anayasa ve Başkanlık tarifi, beraber gelen bir bütün! Artık Anayasamızın temel hedefi, seçilecek yeni başkanın tüm ulvi ve bu dünyaya ait hak, hukuk ve mutlak otoritesini kullara ve dünya aleme duyurmak olacak. Göklerden, AKP’den ve dini yorumlarından gelen tüm yetkiler, katıksız ve limitsiz olarak oradan duyurulacak. Aynen Saray’ın kimsenin tam bilemediği oda sayısı kadar sonsuz bir görev alanı tanımı olacak bu... Ayrıca öyle Amerikan Başkanlığı gibi güçler ayrılığı tarzından garabetlerle uğraşmaya mecbur kalınmayacak.

EKŞİ VE BAYKAM’IN BUGÜN KONUŞMA HAKLARI HERKESTEN FARKLIDIR
Geçen Cumartesi, Oktay Ekşi ve TGB Başkanı genç dostum Çağdaş Cengiz’le beraber Ulusal Kanal’daydım. Çağdaş, günümüz Türk gençliğinin yüz akı. Orada hemen çekinmeden söyledim: Ekşi ve benim, bugün herkesten çok farklı bir konuşma hakkımız var! Bundan otuz yıl önce, en büyük mücadeleyi başta Atatürkçü Düşünce Derneği Başkanı Muammer Aksoy verirken, onun en büyük destekçileri bizlerdik. Oktay Bey, eşi Aysel Hanım, Türkan Saylan gibi damardan Atatürkçüler... Savunduğumuz çok netti: Şayet Türk Ceza Kanunu’ndan 163. Madde’yi kaldırırsanız, bunun sonu felakettir. Yobazlık yayılır, önce siyasi arenamızda etkin hale gelir, gücü ele geçirdikten sonra da rejimi toptan teslim alır. Bu düşüncelerimizi her yolla yaydığımız kitle, Özalizm’in nimetlerine teslim olmuş bir neo-liberal depolitize toplumun ta kendisiydi. SHP bile ne yazık ki bu konuda akıl almaz bir saflık ve öngörüsüzlük içindeydi. Merkez sağ zaten her zamanki gibi en yoğun işbirlikçi rolünü oynuyordu. Ana işi siyaset olmayan bizim gibi bazı akademisyenler, sanatçılar ve gazeteciler, Atatürkçülüğün vicdanı ve beyni rolünü üstlenmişlerdi. O zamanlar bizlerin yaptığı her ikaz, kimilerine “Atatürkçü paranoyakların abartılı çıkışı” olarak görünüyordu. Bugün ulaştığımız bu korkunç sonuçlardan bir hayli uzaktık, ama ne var ki, bizler haklı çıkacaktık! Hem de haksız çıkmak için yaptığımız onca efora rağmen! Dolayısıyla kimse alınmasın, ama Oktay Ekşi ve benim bugün konuşma haklarımız neredeyse herkesten farklıdır, arşivler ortada!

MECLİS BAŞKANI KAVRAMSAL DARBE TAHRİKİNDE BULUNDU!
Bugün onların o tarihten sonra adım adım kuşattıkları Türkiye’de, yobazlık ülkenin siyasi-hukuksal sistemine yapıştı. Artık 2000 ana okulu talebesi topluca namaza götürülürken, Meclis Başkanı da Anayasa’da laikliğe gereksinim olmadığını dile getirebiliyor. Medyanın sözde demokrasici tellallarından bu sözleri duyamazsınız: Kahraman’ın yarattığı çalkalanma, öyle hafife alınabilir basit bir gaf değildir. Kavramsal bir darbe tahrikidir. Tabii ki siyasetin yobaz kanadı, yıllardır bu toplumu şuna alıştırmıştır: Önce bir piyon seçilir, sonra bu piyon ortaya damardan ağır bir salvo atar. Küçük ya da büyük bir tsunami yaratacak ciddi bir provokasyon... Kim ne derse desin, ilk hedef, yobazlığa yöneliş konusunda toplumsal bir nabız ölçmedir. İkincisi de hemen ardından nasıl olsa “ben onu demek istememiştim” tarzında yine malum bir orta oyunu sahnesi tekrarlanır, bu da 2. perdenin tekrarlanan diyalog parçasıdır.
Burada gözden kaçırılan nokta kullanılan piyonun, Meclis Başkanlığı koltuğunda oturuyor olmasıdır. Bu herhangi bir yobaz köşe yazarının gazetede böyle bir çağrı yapmasından çok farklı bir durumdur. Gücü elinde tutan Parlamento’nun bir numaralı ismi bu sözleri söylemektedir. Hiç kimseler kalkıp “efendim bunlar Meclis Başkanı’nın şahsi görüşüdür” sözlerinin arkasına saklanamaz -ki, bunu da deneyen çoook yandaş gazeteci oldu!- Dolayısıyla bu çıkışa eleştiri olarak Kılıçdaroğlu’nun “ya laikliğe inan, ya da o koltuğu terket” sözleri çok havada kalmaktadır. Bu saatten sonra Meclis Başkanı, “vazgeçtim, artık laikliğe inanıyorum” dese, Kılıçdaroğlu buna inanacak mıdır? Ortada yapılan bir gaf değil, açıkça işlenen bir suç vardır. Parlamentoda şerefi üzerine laiklik yemini etmiş o koltuğun sahibi böyle bir çağrı yapamaz, değişmesi teklif dahi edilemeyecek maddeleri aşağılayamaz, bunu yaparsa da... Ana Muhalefet Partisi ve bağımsız yargının, Anayasa Mahkemesi’nin buna verecekleri yanıtlar gündelik eleştiri seviyesinde kalamaz. Tabii “laiklik tehlikede değil” demecini birkaç yıl önce en kritik Anayasa Referandumu’ndan sonra verebilmiş bir Ana Muhalefet Partisi Başkanı, bu ciddi inceliklere uzak olabilir. Laiklik Türkiye’de sistematik şekilde, özellikle 1986’dan itibaren tehlikede altında kalmıştır ve ne yazık ki bunu göremeyen insanların bazı mevkilerden uzaklaşması herkes açısından yararlı olacaktır. Bu arada pasif TÜSİAD bile, Meclis Başkanı’nın demeci hakkında hiç olmazsa “üzgünüz” diyebilmişken, yeni kalelerine bağlılık konusunda sıfır falso ile görev yapan kahraman TSK, ağzını açmayarak yine o malum mercilerden aferin almayı başarmıştır. Daha önce birkaç kere yazdığım gibi TSK’nın tek çelişkisi, Anıtkabir’in girişinde yer alan Atatürk’ün şu meşhur sözleridir, onların da acilen üzeri sıvanmalıdır. "...Türk Vatanı’nın ve Türklük camiasının şan ve şerefini, dahili ve harici her türlü tehlikelere karşı korumaktan ibaret olan vazifeni, her an ifaya hazır ve amade olduğuna benim ve büyük ulusumuzun tam bir inan ve itimadımız vardır. –Atatürk, 29 Ekim 1938

HEPİNİZ ORADAYDINIZ! BIRAKIN MASUM BAKIŞLARI!
Hani sevgili halkımız “yahu bu kadar olmaz, nerelerden nerelere geldik” diyor ya durmadan! Cevabım net: Sevgili TÜSİAD üyeleri, sevgili sosyalistler (hani laiklik ve Atatürk’ün önemini yok sayan bir sosyalistler grubu vardı ya!), sevgili merkez sağ (sahi ya, eskiden merkez sağ diye bir şey vardı, hatırladınız mı?), sevgili CHP ve SHP’liler (ki en büyük suç onlardadır!), sevgili medyamızın demokrasi gülleri, 163. Madde’nin derhal kaldırılmasını demokrasi adına sorgulamadan kabul eden köşe yazarları, milletvekilleri, hepiniz susunuz ve oturunuz! Hepiniz oradaydınız! Bugün hiçbirinizin, demokrasimizin içine düştüğü bu süfli durum karşısında “Hay Allah, olacak şey değil efendim, nerelere geldik!” deme hakkı yoktur! Hepiniz oradaydınız, hepiniz suçlusunuz! Bırakın bu masum şaşkın pozları! Ne bekliyordunuz? Sizler hazırladınız bu ucube Türkiye’yi! Sizler yobazlığı tüm zerreleriyle yasalarla koruyup geliştirdiniz! Ektiğinizi biçiyorsunuz.

ATATÜRKÇÜLERİN GÜR SESİ

Bugünlerde her yerde giderek artan momentumla yürüyüşler yapan sevgili Atatürkçü Düşünce Derneği üyeleri, sevgili Çağdaş Yaşamlılar, sevgili TGB’liler, her biri dimdik ayaktadır. Onların hiçbir şekilde “bizler aldatıldık-kandırıldık” veya “biz onu demek istememiştik” gibi acınası garabet sözlere ihtiyaçları yoktur. Hepsi 26 yıldır aynı şeyi söyleyen -veya TGB konusunda, kurulduğundan beri aynı şeyi söyleyen- A’dan Z’ye tutarlı, her sarf ettiği lafın bugün arkasında durabilen, alkış hak eden kuruluşlardır. Bugünün giderek yozlaşan ağır ortamında onların varlığını bilmek, her yurttaşa güç ve direnç vermelidir. Ben onlara gerek artan sesleri, gerek üç kuşaktan gösterdikleri örnek insanlar için candan teşekkür ediyorum. O kadar fırıldak şaşkın ördeğin yaşadığı bir coğrafyada, bu bulunamaz bir erdemdir!