GENÇLERİMİZİN MARUZ
KALDIĞI AĞIR TRAVMA!
Bu uçurumun ne kadar farkındasınız bilmiyorum ama, ergenliğe
geçiş yıllarından itibaren RTE Türkiyesi’nin ağır şartları ve baskıları altında
yaşayan bu gençler, doğal olarak bizim “Atatürk Cumhuriyeti”, “laik demokratik
toplum”, “özgür basın” derken nelerden bahsettiğimizi “teknik” olarak
anlayabilirler, ama o ruhu ve içeriği kavramaları uzaktan yakından mümkün değil!
Bu milyonlarca genç insan, kendilerini bildikleri andan itibaren, sabah akşam
demeden gözlerinin içine bakarak haykıran, birilerini en ağır kelimelerle suçlayan,
toplumun geniş kesimlerinin inandığı değerleri yerle bir eden, hakkındaki
suçlamalara asla içerikli bir yanıt verme zorunluluğu hissetmeyen, çevresindeki
herkesi çoluk-çocuk-genç-yaşlı demeden suçlayan, egosu ve kin kapasitesi bir
hayli kabarık koca bir dalganın tehditleri altında yaşıyorlar... Bundan başka
bir şey tanımıyorlar! Onlara ferah bir gülümsemeyle ciddi umut verebilecek bir
muhalefet liderini de ortada göremediklerinden, tüm kimyaları bozulmuş
durumda... Ve gerçekten bu yaşananların onların gencecik beyinlerinde yarattığı
yıkım ve içinde bulundukları kıstırılmışlık hissini bizlerin anlaması çok ama
çok zor. Lütfen biraz empati kurmaya çalışın: Sizler de 5-10 yaşından beri aynı
beyin saldırısını yaşasaydınız, yaşama nasıl bakardınız? Demirel ve Özal’ı bile
tanımadan, o ara etaplarda staj (!) bile göremeden bu işkencenin hedefi olmanın
bedelini bizlerin anlaması çoooook zor...
YOBAZ VE BÖLÜCÜ
TERÖRÜN DEŞİFRE HALİNE ULAŞMAK!
Sorumluluğun onlarda olduğunu anlattığım görüşlerim hakkında
soru yönelten bir genç kızımız biraz umutsuz gözlerle şunları sordu bana:
“Yaşanan onca olumsuzluğa karşın sizlerin kuşağı bir önceki dönemlerde ne 12
Eylül dönemi, ne de sonrasına bir şey yapamamışken, neyimize güvenerek
günümüzde her an artan baskıların ortasında bu düğümü bizim çözmemizi bekliyorsunuz?”.
Bir başka genç, mantıksızlığını anlattığım ırkçı toprak talepleri ve etnik
siyaset karşısında bana itiraz edemese de, artık bu yaz bizi iç savaş hızında
ağır çatışmaların beklediğinden söz açtı. Kendisine “yok öyle bir şey, nereden
çıkarıyorsun” demek isterdim, ama diyemedim. Ama Türkiye’de etnik siyaseti en
kirli şekilde yapanlar hakkında söylediğim sözler, galiba biraz gözlerini açtı.
“Dalmaçya köpekleri, İrlanda setter’leri veya has kanişler vardır. Hani ırk
bozulmasın diye sırf aralarında çiftleştirilirler. Peki siz birbirinizle flört
ederken birbirinizin kaşına gözüme, zekasına, espri kabiliyetine mi bakıyorsunuz yoksa hanginiz hangi ırktan,
ona mı bakıyorsunuz?” Tabii ki ikinci dediğime baktıklarını itiraf ettiler. “Demek
ki bu ırklar durmadan karışıyor” diyerek önce kendi oğlumdan örnek verdim: “Annesi
ve babasının kökenleriyle birlikte 6 etnik kök karışımından genlerini toplamış
olan Suphi, hangi ırktan oluyor? Bunu bilen var mı?” Bu çok basit örneğin
ardından, etnik siyaset yapanların, açık bir referandum yapılsa, hiçbir şekilde
iddia edildiği gibi Kürt kökenli vatandaşların İstanbul’u, Ege’yi, Karadeniz’i,
Ankara’yı bırakıp gidip Güneydoğu’da yaşamaya arzulu olmadıklarını, bunun bir
koca yalan olduğunu, bölücü terör ve siyasetin bu konuda hiçbir samimiyet
taşımadığını aktardım. Kaçınılmaz şekilde bu hatırlatmam da çok ikna ediciydi.
Gerçekten ısrarla söylüyorum: Avrupa’nın tüm müşahit milletvekillerinin katılımıyla,
açık bir referandum yapılsa ve herkese sorulsa Türkiye’den ayrılarak gidip isteyip
istemedikleri, ortaya çıkacak sonuç, herkesin dudağında uçuk çıkarır. İşte o
zaman başta Avrupa ve ABD olmak üzere tüm dünya görür ki, Güneydoğulu
vatandaşlarımızın Türkiye’den ayrılarak bir başka ülke kurmak istedikleri
iddiası bir balon gibi söner, PKK ve hatta HDP’nin bu konuyu sürekli kaşıyan
iddiaları önce havada buz sarkıtı gibi asılı kalır, ardından da yere düşüp
tuzla buz olur. Böylece koca bir yalan deşifre olur, bizler bu yükten, bu
mesnetsiz suçlamalardan kurtuluruz, kimilerinin de sahte kahramanlık dönemleri
sona erer.
TÜRKİYE PARTİSİ
OLAMADAN, TERÖRÜN KULPU OLANLAR!
Yine gençlerin destek verdiği bir diğer sade ve kesin fikir,
siyasette ana konunun her bölgede, her vatandaşımızın eğitim, sağlık, burs, kültür,
gelir dağılımdan payını almak, insanca yaşamak gibi verilere ulaşması olduğu
gerçeğinin kabul edilmesidir. Bu nedenle hiç kimse, bir Türkiye partisi gibi tüm
vatandaşları ilgilendiren bir siyaset yapmadan, HDP veya başka bir etnik tercih
partisini canı gönülden destekleyemez. İşte bu veriler ışığında, cani PKK
terörü her gün 5-6 asker ve polisimizi şehit ederken, tesadüfen orada bulunan masum
vatandaşların IŞİD’le birlikte canını alırken, ne HDP, ne de başka bir ortaçağ
mantıklı tercih partisinin, kendi fanatik militanları dışında artık ödünç
olarak bile geniş kesimlerden oy alamayacağını görmek zor değil. “Halkların
Demokratik Partisi” artık halkları otomatik katliamlarla yok eden bir örgütün
yarı-açık avukatlığını ve yasal temsilciliğini üstlenmişken, Haziran’da elde
ettiği sonuçlara bir daha ulaşamaz.
Gündeme gelen diğer bir konu da bayraktı. Gençlere yine
sürekli olarak maruz kaldıkları bir büyük yalanı hatırlattım. İnsanın bayrağını
ve ülkesini sevmesinin gerici, ırkçı, faşist milliyetçilik olduğu palavrasının
bir beyin yıkama ve psikolojik savaş yöntemi olduğunu, dünyanın sağ-sol-merkez her
ülkesinin kendi bayrağını, cumhuriyetini, vatandaşlarını sevdiğini anlattım ve
başta Küba, ABD ve Fransa gibi birbirinden o kadar farklı onca ülkenin kendi bayraklarına
nasıl sahip çıktığını anlattım. Şayet ülkede bayrağı öne çıkararak silaha
sarılıp teröre veya ırkçılığa bulaşanlar varsa, bunun onların ayıbı ve sorunu
olduğunu ve kötü örneklerin örnek teşkil edemeyeceğini belirttim.
Ayrıca terörle mücadelenin, sonunda bombanın pimini kimin
çektiğini bulmaya çalışmanın çok ötesinde bir çaba gerektirdiğini, bu hükümetin
her gün yeni IŞİD üyeleri yetiştiren ve 5-6 yaşında çocukların zikir
seanslarına yeşil, hatta yemyeşil ışık yakarak katılmalarını sağlayan anlayışla,
terörle mücadelenin bir masal olduğunu anlattım. Bu şekilde pimi çeken ha Ali
Osman Nuri olsun, ister Abdullah Hector olsun, bunun bir anlam ifade
etmediğini, önemli olanın, yapılanın tersine, IŞİD’e militan kazandıran su yollarının
kesilmesi olduğunu anlattım.
GENÇLERİN GÖZÜNDE
YİNE DE IŞIK VAR!
Bu yazıda size o salonda içsel anarşi yaşayan, umutlarını
korumaya çalışan, kafa karışıklıklarını kendilerine bile itiraf etmekten
korkan, geliştirdikleri savunma mekanizmalarıyla tüm bu ağır ve mantıksız
saldırılara karşı direnmeye çalışan o gencecik beyinlerin çabalarına saygı duyduğumu
anlatmak isterim. Konuşmamda birilerine kızdım... Birilerine ağır söylendim. Bu
karanlık tablonun ortasında kendisine bu topraklarda ısrarla bir gelecek inşa
etmeye çalışan bu sevgili çocuklarımıza, siyasete korkmadan seçtikleri partiden girmelerini, çarpıklıkları “içinden” çözüme
ulaştırmaya çabalamalarını tercih ettiğimi söyledim. Tüm bildiğiniz olumsuz
şarta karşın, onların gözlerindeki ışığı gördüm... Önemli olan başta
kendilerinin taşıdıkları kapasitenin farkında olabilmeleri ve özgüven
kazanmaları... “Dünyayı BEN değiştirebilirim” düşüncesine hala inanmaya devam
edebilmeleri... Onlara inanmaya ve özgüvenlerini tırmandırmaya mecburuz!
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
Not: Yalnızca bu blogun üyesi yorum gönderebilir.