BİR ÜLKE
HAKKINDA ALGI NASIL OLUŞUR?
Öncelikle
yol yakınken size hemen söyleyeyim: Bugünkü yazımı okurken bazen anlaşılmaz ya
da tersine çok net bulabilirsiniz. Bazen komik, bazen içler acısı da gelebilir...
Bazen evlere şenlik, hatta kimi noktalarda da karmakarışık olduğunu
söyleyebilirsiniz. Bunun nedeni de emin olun benim güncel yorgunluğum veya
formsuzluğum değil. Çünkü size yansıtacağım konunun kendisi aynen böyle... Karışık,
komik, çelişki dolu, absürd, kabul edilemez ve güvenilemez!
Konumuz
son 30-40 yılda ve özellikle son 10-15 yılda Türkiye’nin batıdan nasıl
göründüğü... Yani yabancı gazeteciler, politikacılar, diplomatlar, sanatçılar,
halk katmanları bizi nasıl görüyorlar, nasıl algılıyorlar? İşte bugünkü ana
malzememiz bundan ibaret!
Diğer
ülkeler söz konusu olduğunda, anlatılan siyasi hikaye çok daha kolay toparlanıp
özetlenebilir. Mesela diyebiliriz ki, Kuzey Kore’nin Başkanı Kim Yong Un, uluslararası
değerlendirmelere göre “deli ve tehlikeli
bir adam” olarak dünyayı her an savaşa sürükleyebilecek bir “kötü”dür.
Halbuki Güney Kore, çok daha uyumlu, batı ile sağlıklı diyaloglar götürebilen, normal
sayılabilecek bir ülkedir. İngiltere’de Kraliçe, eksantrik ve pahalı masrafları
olsa da, herkesin saygı duyduğu bir nötr noktadır, öte yandan demokrasinin
beşiklerinden İngiltere parlamentosu, Thatcher’in adıyla yakın tarihte anılan
muhafazakarları ve solcu İşçi Partisi ile bir model oluşturur. Burada da herkes kendi siyasi tercihine
göre, kimin iyi, kimin kötü olduğuna karar verebilir. Hollanda, üzerinde
herkesin neredeyse anlaştığı, ideale yakın demokratik bir düzenin örnek
ülkesidir. Yani “iyi” bir ülkedir. Rusya ise, kendi başkanlık rejimi çerçevesinde,
basın özgürlükleri ve basının yaşam güvenceleri sağlam olarak yaşanamasa da,
artık eski Sovyet Bloku günlerine göre çok daha güvenilir ve batının kültürüne,
ticaretine açık bir yapı yansıtmaktadır. Mesela kimi Amerikalılara göre Küba,
korkunç baskıcı ve acil işgal edilmesi gereken eski bir düşmandır, “kötünün, şeytanın ta kendisidir”. Kimi
Amerikalılara göre ise, sınırların ve ticaretin açılması müthiş bir sanatsal/ekonomik
fırsattır ve bir an önce Obama’nın açtığı kapıdan koşarak geçilmeli, bu “çok
iyi” fırsat, olası yatırımlar sepetine hızla bırakılmalıdır. Örnekleri her yönde çoğaltabiliriz. Yani en
azından bakanın kendi gözlüklerine göre, bu veriler geleneksel “sağ-sol” ayrımından
veya diğer başka bakış açılarından değerlendirilebilir. Amaaa, gelin bakalım,
yıllardır bu genellemeci gözlüklerle Türkiye hakkındaki haberleri takip
edenler, nelere rastlayabiliyorlar!
60 YILDIR SÜREN
KAVRAMA ZORLUĞU
Çok
geriye gidersek, 1960 Devrimini büyük alkışlarla karşılayan ve Türk Silahlı
Kuvvetleri’nin demokrasi aşkını öve öve bitiremeyen “yabancı basın”, Menderes
ve ekibinin ülkeyi nasıl bir faşizme taşıdıklarının dökümünü de hiç fazla
üzülmeden yapmışlardır. Bu yabancı basının neredeyse tamamı, daha sonraki
yıllarda, biraz da 2. Cumhuriyetçi yönlendirmelerle 180 derecelik bir dönüş
yaparak 1960 devrimini “faşist darbe”
olarak tanıtmaktan kaçınmayacaklardır. 1980 müdahelesine bakış, en başından
itibaren oldukça çelişkili ve “iyi” ile “kötü”nün her an yer değiştirdiği bir
yüzey oluştursa da, sonuçta negatif puanların baştan ağır basabildiği bir
döneme işaret eder. 28 Şubat, aslında bir Milli Güvenlik Kurulu sonuçlarının
adıdır. Nedense kimileri adına “post modern darbe” demeyi tercih etmişlerdir. Yani
yabancılar, önce Rizeli Şevki, Hasan Mezarcı ve “fıstık gibi olacak, kanlı mı kansız mı olacak” diye nutuk atan
Erbakan’ı –yani Refah Partisi ana kadrosunu- hemen “kötüler” sepetine atıp, MGK
ve yargının verdiği tepkiyi alkışlamışlardır. Ne var ki, yalnız bizim ülkeye
mahsus olan 2. Cumhuriyetçi neo-liberaller, birden MGK’nın ve yargının laikliği
koruyan bu doğal tepki ve kararlarını “faşist”
olarak nitelemeye başlayınca, geçiş biraz anlaşılmaz görünse de, yabancı
yazarlar ilk defa “mecburen” bu Kemalist çıkışları “anti-demokratik” olarak
algılama yoluna girmişlerdir.
AKP DÖNEMİ:
ALGIDA “MAD HOUSE” SENDROMU!
Tabii
hatırlattığımız hiç bir dönem, son 14 yılda AKP iktidarının yabancı uluslara ve
aydınlara yaşattığı 1001 surat maskeli balo karakterleri kadar değişken bir
algı dünyası sunamamıştır. Hem de ışık hızıyla giden bir algı değişimi! Yabancı
gözler için Türkiye’de kimin iyi kimin kötü olduğu yargısı, her saniye dönüşmüş
ve bazı gazetecileri veya diplomatları şizofren hale getirmişlerdir. Örneğin AKP’nin
2002 zaferi (!), batıda özellikle ilk yıllarda, ılımlı İslam masalıyla karışıp “zararsız Hristiyan Demokratlara paralel”
bir profil yansıtmıştır. Bu doğrultuda -kendi deneyimlerimle de konuşuyorum-
bizler gibi antika tutucu
Atatürkçüler, “militarist Kemalist”
tu kaka çizgiye hemencecik sokulmuştur. Hem de böylece Kurtuluş Savaşı’nın kavramsal
rövanşı da alınarak! 2007 Cumhuriyet Mitingleri, batılı gazetecinin gözünde korkulu
bir durum yaratmış ve kimse gönül rahatlığıyla, bu yürüyüşlerin demokrasiye karşı
Kemalist bir Ordu görüşü ağırlıklı bakış mı, yoksa faşizme geçiş sinyalleri
veren RTE’ye karşı demokratik tepki mi olduğunu yüksek sesle
söyleyememişlerdir. Bu olaylı dalga
savuşturulduktan sonra, sıra Ergenekon tutuklama dalgalarına gelmiştir! Batılı
algı, işte bu noktada yine biraz rahatlayarak Türkiye’de esas “iyi” demokrat
tarafın AKP olduğu görüşüne meyletmiş, 2007 yürüyüşlerini düzenleyenlerin darbeci askerlerle ilişkilerinin
kanıtlandığına kendini inandırmıştır! AKP’nin ülkeyi “tutucu ve askeri faşist yapısından
sıyırmak isteyen ılımlı İslam Demokratı” olduğu görüşü, 2010 Anayasa
Referandumu aldatmacası sırasında ana batılı görüş olmuş, AKP’nin güçler
ayrılığını bu kurnaz hamleyle yok ettiği gerçeği görünmezden gelinmiştir. Bunu takip
eden ve batı algısını alt-üst eden gelişme ise, tabii “Gezi Dirilişi” olmuştur. İşte orada Kemalistlerin yanı sıra
sosyalistleri, yeşilleri, kimi neo-liberalleri, işadamlarını topluca limitsiz bir
tepki dayanışmasında gören batılı beyin, bu sefer içine kendini hapsettiği
devekuşu bakışından biraz sıyrılarak RTE ve rejimini sorgular hale gelmiştir.
Der Spiegel yazarı, özel bir dosyada, bu şaşkınlığı toparlamaya çalışırken “Türkiye’ye Cumhuriyeti Atatürk, demokrasiyi
Erdoğan getirmiştir” (!) gibisinden bir
kahkaha konusu cümle kurabilmiştir. Benden aldığı yanıt ise “şayet İngiltere’ye sosyalizmi Margaret
Thatcher getirdiyse, bizim ülkeye de demokrasiyi Erdoğan getirmiş olabilir”
olmuştur. Protestocuların uğradığı şiddet ve ölen 8 genç, batılı siyasilerin
uzun kış uykusundan uyanmalarına olanak sağlayan dramatik gelişmelerdir. İşte tam orada “iyi-kötü” ezberleri
sekteye uğrayan batılı grup, hemen ardından 17-25 Aralık dalgasıyla karşılaşmış,
o noktadan itibaren ezberleri toptan bir daha iflah olmamak üzere bozulmuştur. Önce
RTE ve bakanları hakkında gördükleri iddialarla beyinleri alt üst olan batılı,
ardından yaşanan F tipi avcılığı döneminde, kendilerini toptan bir boşlukta
bulabilmişlerdir. Kimin elinin kimin cebinde olduğunun belli olmadığı, kimin
çıkarının çelişkili olarak kime hizmet ettiğinin artık hiç anlaşılamadığı bu
dönem “düşmanımın düşmanı dostumdur”
ezberini de, “dostumun düşmanı
düşmanımdır” ezberlerini de iktidardan düşürmüştür. Bunun ardından tam bin bir
ışık, bin bir surat dönemi başlamıştır. Demokrasi
mağduru olarak öne çıkan F tipi basın mensuplarının, daha 3 ay veya bir yıl
önce, bugünkü söylemlerinin tam tersine yaslanarak, laik demokrat basını hapse
attırmak için çabalayan şahıslar olduğunu pek az batılı beyin
algılayabilmiştir. Bu dönemde oluşan eski ve yeni ittifakları anlayamama
sendromu, artık her birimizin beraber yaşamayı öğrendiği, birbirine geçmiş çok
renkli yumaklar yığınından oluşmaktadır. F tipi yargının üzerine gidildikçe
suçsuzluğu ortaya çıkan Atatürkçü askerler ve bürokrasi-basın, F tipi
sızmaların taşıdığı farklı bilgilerden medet umarak baskıcı iktidarla baş etmek
istemiştir.
Şimdi lütfen
elinizi vicdanınıza koyun: Türkler için bile anlaşılması neredeyse imkansız
olan bu iç içe geçmiş matruşkavari ilişkileri, bir yabancı nasıl anlasın? Zaman
gazetesi önünde robot polislerden dayak yiyen türbanlı bacıların ömür boyu Tayyip’e oy verdiğini Le Monde
yazarına nasıl anlatırsınız? O ne anlar? Bugün sol bilinen kimi medya
organlarının, şaşırtıcı çoklu ittifaklarını onlara kim izah edebilir? Kendini
“Ergenekon savcısı” ilan edenlerin bir anda nasıl öbür tarafa geçiş yaparak
aynı davanın avukatı haline getirdiklerini, kim bir Alman’ın beynine
açıklayabilir?
Tabii
bu saydıklarıma, bu kutupların dışında bir de IŞİD, PKK ve demokratik
ittifaklar üstünden “Türkiye’nin dış
politikası” açılımı getirmeye kalkışsak, hele üstüne bir de Fenerbahçe
davasını izah etmeye çalışsak, yabancı gazetecimiz, bir daha uğramamak üzere
topraklarımızı bırakır gider... Burada yediği dayaklar da yanına kar kalır. O
Avrupalı beynin ezberlerini bozmak için bir de AİHM’in 1924 Ermeni iddiaları
kararları ve onun Türkiye ittifaklarını demokrasi mantığı üzerinden izah etmeye
kalksanız, kaçmadan önce gazetecilik mesleğini de sonsuza dek bırakırlar!
Bugün Türkiye
hakkında kolay ve hızlı bir “iyiler-kötüler” ayrımı yapmaya kalkışan saf bir yabancı
beyine rastlarsanız, lütfen ona acıyın ve hiç bir şey anlatmaya kalkışmayın! Bu
kargaşadan kendisi neyi anladıysa, bırakın ona inanmaya devam etsin. Sizin
anlattıklarınızı zaten ya hiç anlamayacak, ya da hiç inanmayarak sizi yalancı
ilan edecektir. Çünkü böyle şizofren bir siyasi yapı yeryüzünde yoktur.. Zaten
o yargısı da her an yeniden değişmeye adaydır!