27 Nisan 2016 Çarşamba

BATININ GÖZÜYLE 1001 SURAT TÜRKİYE! | Bedri Baykam | 26.04.2016


BİR ÜLKE HAKKINDA ALGI NASIL OLUŞUR?
Öncelikle yol yakınken size hemen söyleyeyim: Bugünkü yazımı okurken bazen anlaşılmaz ya da tersine çok net bulabilirsiniz. Bazen komik, bazen içler acısı da gelebilir... Bazen evlere şenlik, hatta kimi noktalarda da karmakarışık olduğunu söyleyebilirsiniz. Bunun nedeni de emin olun benim güncel yorgunluğum veya formsuzluğum değil. Çünkü size yansıtacağım konunun kendisi aynen böyle... Karışık, komik, çelişki dolu, absürd, kabul edilemez ve güvenilemez!
Konumuz son 30-40 yılda ve özellikle son 10-15 yılda Türkiye’nin batıdan nasıl göründüğü... Yani yabancı gazeteciler, politikacılar, diplomatlar, sanatçılar, halk katmanları bizi nasıl görüyorlar, nasıl algılıyorlar? İşte bugünkü ana malzememiz bundan ibaret!
Diğer ülkeler söz konusu olduğunda, anlatılan siyasi hikaye çok daha kolay toparlanıp özetlenebilir. Mesela diyebiliriz ki, Kuzey Kore’nin Başkanı Kim Yong Un, uluslararası değerlendirmelere göre “deli ve tehlikeli bir adam” olarak dünyayı her an savaşa sürükleyebilecek bir “kötü”dür. Halbuki Güney Kore, çok daha uyumlu, batı ile sağlıklı diyaloglar götürebilen, normal sayılabilecek bir ülkedir. İngiltere’de Kraliçe, eksantrik ve pahalı masrafları olsa da, herkesin saygı duyduğu bir nötr noktadır, öte yandan demokrasinin beşiklerinden İngiltere parlamentosu, Thatcher’in adıyla yakın tarihte anılan muhafazakarları ve solcu İşçi Partisi ile bir model oluşturur. Burada da herkes kendi siyasi tercihine göre, kimin iyi, kimin kötü olduğuna karar verebilir. Hollanda, üzerinde herkesin neredeyse anlaştığı, ideale yakın demokratik bir düzenin örnek ülkesidir. Yani “iyi” bir ülkedir. Rusya ise, kendi başkanlık rejimi çerçevesinde, basın özgürlükleri ve basının yaşam güvenceleri sağlam olarak yaşanamasa da, artık eski Sovyet Bloku günlerine göre çok daha güvenilir ve batının kültürüne, ticaretine açık bir yapı yansıtmaktadır. Mesela kimi Amerikalılara göre Küba, korkunç baskıcı ve acil işgal edilmesi gereken eski bir düşmandır, “kötünün, şeytanın ta kendisidir”. Kimi Amerikalılara göre ise, sınırların ve ticaretin açılması müthiş bir sanatsal/ekonomik fırsattır ve bir an önce Obama’nın açtığı kapıdan koşarak geçilmeli, bu “çok iyi” fırsat, olası yatırımlar sepetine hızla bırakılmalıdır. Örnekleri her yönde çoğaltabiliriz. Yani en azından bakanın kendi gözlüklerine göre, bu veriler geleneksel “sağ-sol” ayrımından veya diğer başka bakış açılarından değerlendirilebilir. Amaaa, gelin bakalım, yıllardır bu genellemeci gözlüklerle Türkiye hakkındaki haberleri takip edenler, nelere rastlayabiliyorlar!

60 YILDIR SÜREN KAVRAMA ZORLUĞU
Çok geriye gidersek, 1960 Devrimini büyük alkışlarla karşılayan ve Türk Silahlı Kuvvetleri’nin demokrasi aşkını öve öve bitiremeyen “yabancı basın”, Menderes ve ekibinin ülkeyi nasıl bir faşizme taşıdıklarının dökümünü de hiç fazla üzülmeden yapmışlardır. Bu yabancı basının neredeyse tamamı, daha sonraki yıllarda, biraz da 2. Cumhuriyetçi yönlendirmelerle 180 derecelik bir dönüş yaparak 1960 devrimini “faşist darbe” olarak tanıtmaktan kaçınmayacaklardır. 1980 müdahelesine bakış, en başından itibaren oldukça çelişkili ve “iyi” ile “kötü”nün her an yer değiştirdiği bir yüzey oluştursa da, sonuçta negatif puanların baştan ağır basabildiği bir döneme işaret eder. 28 Şubat, aslında bir Milli Güvenlik Kurulu sonuçlarının adıdır. Nedense kimileri adına “post modern darbe” demeyi tercih etmişlerdir. Yani yabancılar, önce Rizeli Şevki, Hasan Mezarcı ve “fıstık gibi olacak, kanlı mı kansız mı olacak” diye nutuk atan Erbakan’ı –yani Refah Partisi ana kadrosunu- hemen “kötüler” sepetine atıp, MGK ve yargının verdiği tepkiyi alkışlamışlardır. Ne var ki, yalnız bizim ülkeye mahsus olan 2. Cumhuriyetçi neo-liberaller, birden MGK’nın ve yargının laikliği koruyan bu doğal tepki ve kararlarını “faşist” olarak nitelemeye başlayınca, geçiş biraz anlaşılmaz görünse de, yabancı yazarlar ilk defa “mecburen” bu Kemalist çıkışları “anti-demokratik” olarak algılama yoluna girmişlerdir.

AKP DÖNEMİ: ALGIDA “MAD HOUSE” SENDROMU!
Tabii hatırlattığımız hiç bir dönem, son 14 yılda AKP iktidarının yabancı uluslara ve aydınlara yaşattığı 1001 surat maskeli balo karakterleri kadar değişken bir algı dünyası sunamamıştır. Hem de ışık hızıyla giden bir algı değişimi! Yabancı gözler için Türkiye’de kimin iyi kimin kötü olduğu yargısı, her saniye dönüşmüş ve bazı gazetecileri veya diplomatları şizofren hale getirmişlerdir. Örneğin AKP’nin 2002 zaferi (!), batıda özellikle ilk yıllarda, ılımlı İslam masalıyla karışıp “zararsız Hristiyan Demokratlara paralel” bir profil yansıtmıştır. Bu doğrultuda -kendi deneyimlerimle de konuşuyorum- bizler gibi antika tutucu Atatürkçüler, “militarist Kemalist” tu kaka çizgiye hemencecik sokulmuştur. Hem de böylece Kurtuluş Savaşı’nın kavramsal rövanşı da alınarak! 2007 Cumhuriyet Mitingleri, batılı gazetecinin gözünde korkulu bir durum yaratmış ve kimse gönül rahatlığıyla, bu yürüyüşlerin demokrasiye karşı Kemalist bir Ordu görüşü ağırlıklı bakış mı, yoksa faşizme geçiş sinyalleri veren RTE’ye karşı demokratik tepki mi olduğunu yüksek sesle söyleyememişlerdir. Bu olaylı dalga savuşturulduktan sonra, sıra Ergenekon tutuklama dalgalarına gelmiştir! Batılı algı, işte bu noktada yine biraz rahatlayarak Türkiye’de esas “iyi” demokrat tarafın AKP olduğu görüşüne meyletmiş, 2007 yürüyüşlerini düzenleyenlerin darbeci askerlerle ilişkilerinin kanıtlandığına kendini inandırmıştır! AKP’nin ülkeyi “tutucu ve askeri faşist yapısından sıyırmak isteyen ılımlı İslam Demokratı” olduğu görüşü, 2010 Anayasa Referandumu aldatmacası sırasında ana batılı görüş olmuş, AKP’nin güçler ayrılığını bu kurnaz hamleyle yok ettiği gerçeği görünmezden gelinmiştir. Bunu takip eden ve batı algısını alt-üst eden gelişme ise, tabii “Gezi Dirilişi” olmuştur. İşte orada Kemalistlerin yanı sıra sosyalistleri, yeşilleri, kimi neo-liberalleri, işadamlarını topluca limitsiz bir tepki dayanışmasında gören batılı beyin, bu sefer içine kendini hapsettiği devekuşu bakışından biraz sıyrılarak RTE ve rejimini sorgular hale gelmiştir. Der Spiegel yazarı, özel bir dosyada, bu şaşkınlığı toparlamaya çalışırken “Türkiye’ye Cumhuriyeti Atatürk, demokrasiyi Erdoğan getirmiştir” (!) gibisinden bir kahkaha konusu cümle kurabilmiştir. Benden aldığı yanıt ise “şayet İngiltere’ye sosyalizmi Margaret Thatcher getirdiyse, bizim ülkeye de demokrasiyi Erdoğan getirmiş olabilir” olmuştur. Protestocuların uğradığı şiddet ve ölen 8 genç, batılı siyasilerin uzun kış uykusundan uyanmalarına olanak sağlayan dramatik gelişmelerdir. İşte tam orada “iyi-kötü” ezberleri sekteye uğrayan batılı grup, hemen ardından 17-25 Aralık dalgasıyla karşılaşmış, o noktadan itibaren ezberleri toptan bir daha iflah olmamak üzere bozulmuştur. Önce RTE ve bakanları hakkında gördükleri iddialarla beyinleri alt üst olan batılı, ardından yaşanan F tipi avcılığı döneminde, kendilerini toptan bir boşlukta bulabilmişlerdir. Kimin elinin kimin cebinde olduğunun belli olmadığı, kimin çıkarının çelişkili olarak kime hizmet ettiğinin artık hiç anlaşılamadığı bu dönem “düşmanımın düşmanı dostumdur” ezberini de, “dostumun düşmanı düşmanımdır” ezberlerini de iktidardan düşürmüştür. Bunun ardından tam bin bir ışık, bin bir surat dönemi başlamıştır. Demokrasi mağduru olarak öne çıkan F tipi basın mensuplarının, daha 3 ay veya bir yıl önce, bugünkü söylemlerinin tam tersine yaslanarak, laik demokrat basını hapse attırmak için çabalayan şahıslar olduğunu pek az batılı beyin algılayabilmiştir. Bu dönemde oluşan eski ve yeni ittifakları anlayamama sendromu, artık her birimizin beraber yaşamayı öğrendiği, birbirine geçmiş çok renkli yumaklar yığınından oluşmaktadır. F tipi yargının üzerine gidildikçe suçsuzluğu ortaya çıkan Atatürkçü askerler ve bürokrasi-basın, F tipi sızmaların taşıdığı farklı bilgilerden medet umarak baskıcı iktidarla baş etmek istemiştir.
Şimdi lütfen elinizi vicdanınıza koyun: Türkler için bile anlaşılması neredeyse imkansız olan bu iç içe geçmiş matruşkavari ilişkileri, bir yabancı nasıl anlasın? Zaman gazetesi önünde robot polislerden dayak yiyen türbanlı bacıların ömür boyu Tayyip’e oy verdiğini Le Monde yazarına nasıl anlatırsınız? O ne anlar? Bugün sol bilinen kimi medya organlarının, şaşırtıcı çoklu ittifaklarını onlara kim izah edebilir? Kendini “Ergenekon savcısı” ilan edenlerin bir anda nasıl öbür tarafa geçiş yaparak aynı davanın avukatı haline getirdiklerini, kim bir Alman’ın beynine açıklayabilir?
Tabii bu saydıklarıma, bu kutupların dışında bir de IŞİD, PKK ve demokratik ittifaklar üstünden “Türkiye’nin dış politikası” açılımı getirmeye kalkışsak, hele üstüne bir de Fenerbahçe davasını izah etmeye çalışsak, yabancı gazetecimiz, bir daha uğramamak üzere topraklarımızı bırakır gider... Burada yediği dayaklar da yanına kar kalır. O Avrupalı beynin ezberlerini bozmak için bir de AİHM’in 1924 Ermeni iddiaları kararları ve onun Türkiye ittifaklarını demokrasi mantığı üzerinden izah etmeye kalksanız, kaçmadan önce gazetecilik mesleğini de sonsuza dek bırakırlar!
Bugün Türkiye hakkında kolay ve hızlı bir “iyiler-kötüler” ayrımı yapmaya kalkışan saf bir yabancı beyine rastlarsanız, lütfen ona acıyın ve hiç bir şey anlatmaya kalkışmayın! Bu kargaşadan kendisi neyi anladıysa, bırakın ona inanmaya devam etsin. Sizin anlattıklarınızı zaten ya hiç anlamayacak, ya da hiç inanmayarak sizi yalancı ilan edecektir. Çünkü böyle şizofren bir siyasi yapı yeryüzünde yoktur.. Zaten o yargısı da her an yeniden değişmeye adaydır!


20 Nisan 2016 Çarşamba

“RESMİ ÖPÜCÜK” VE DÜNYA SANAT GÜNÜ’NÜN VAHŞİ BATI SERÜVENLERİ | BEDRİ BAYKAM | 19.4.2016

MEKSİKA DEVLETİ ÖPÜŞMELERİ VE MÜZELERİ SEVİYOR!
Los Angeles’dan Mexico City’ye uçarken, Aero Mexico’nun hazırladığı güvenlik filmine dikkatimi çekti eşim Sibel: Önlerine düşecek olan oksijen maskesi ana konu olurken, çiftimiz maske öncesi ve sonrası öpüşerek birbirlerini “nefessiz” bırakıp, oksijene muhtaç kalabiliyorlar! Meksika devletinin seviyesine gelip, bir milli havayolu güvenlik filminde genç çiftin doyasıya ve kıyasıya öpüşme sahnesini koyma olgunluğuna “resmi” Türkiye Cumhuriyeti devleti ne zaman yükselebilir, işte onu pek bilemiyorum! Bu mizahi ve muziplik dolu göndermeleri rahatlıkla yapan “Birleşik Meksika Devletleri”, aynı zamanda  birçok büyük müzeyi bünyesinde barındıran, eski ve yaşayan sanatçılarına sahip çıkmaya çalışan bir kültür devleti. Örneğin insan Antropoloji Müzesini gezerken hem milyonlarca veya onbinlerce yıl geriye dönerek başının döndüğünü hissediyor, hem de büyük bir saygı duyuyor. Dünyanın en büyük antropoloji müzelerinden birini saatlerce gezmeyi bitirebilirseniz, sizleri mesela ünlü sanatçı Rufino Tamayo veya Modern Sanat Müzesi bekliyor. İnsanlar kültüre doyamıyor! Diyeceksiniz ki, “Havayolu güvenlik filminde öpüşen çiftlerle, bu müzelerin ne ilgisi var?”. İnanın var... Hem de öyle bir var ki, feleğinizi şaşırırsınız! İnsan vücudundan, aşktan ve arzudan korkmayan ülkeler, sanattan da korkmazlar, sanatı ve sanatçıyı  en üst mertebeye koyarlar. Sıkıştıklarında sanatçılar üzerinden muhalefete yüklenmezler, “artizlik yapma lan” gibi kalıplar kullanmazlar!. İnsanı vücudu, duyguları, yaratıcılığı ve tutkuları ile bir bütün olarak kabullenmek, ciddi bir bağımsız insan duruşu gerektirir. Verdiğim örneği ilişkilendiremeyenlere bir hatırlatma: Bizim filmlerde müşteri veya hostesler öpüşmezler, devletin çağdaş sanat müze adedi de sıfırdır!

LEONARDO’NUN TEK RAKİBİ GRAFFOMAN!

10 gündür California ve Meksika’dayım. Uluslararası Sanat dernekleri (IAA) Dünya Başkanı ve Dünya Sanat Günü etkinliklerinin onur konuğu olarak, Los Angeles kentinin merkez galerilerinin kutlamalarına ve Meksika Sanatçı derneği ARTAC’ın ve benim de bir işimi sergileyen Jose Luis Cuevas Müzesi’nin kutlamalarına katıldım. Önce Los Angeles’a geldim ve Los Angeles merkezli Türk-Amerikan sanatçı köprüsü (Turkish American Artist Bridge) TAAB, 10 Nisan Pazar günü University of California in Los Angeles (UCLA) Hukuk Fakültesi’nde Dünya Sanat Günü için bir etkinlik düzenleyerek beni onur konuğu olarak davet etti. UCLA Hukuk Fakültesi Başkanı Aslı Bali, UCLA Uluslararası İlişkiler Bölümü Dekan Yardımcısı Cindy Fan, TAAB Başkanı Sena Denktaş ve benim konuşmalarımın ardından Piramid Sanat tarafından hazırlanan Dünya Sanat Günü ve benim hakkımdaki 38 dakikalık film ‘Days to Remember’ (Hatırlanacak Günler) gösterildi.

“Dünya Sanat Günü” düşüncesini 2011’de Türkiye’de UPSD Yönetim Kurulu olarak biz ortaya çıkardık. Guadalajara’daki Genel Kurul’da oybirliğiyle benim sunduğum teklif kabul edilince, bu kavram doğmuş oldu. Aslında benim için zor bir dönemdi. İki hafta sonra Türkiye’de “insanlık anıtı” konusunda yaptığımız bir basın toplanısı ardından bildiğiniz gibi bıçaklanıp olağanüstü bir doktorun, Prof. Dr.  İsmail Hamzaoğlu’nun yaptığı ameliyatla kurtulmuştum. Bu da yıllar üstünden laiklik ve sanat adına yaptığım tüm girişimlerin hediyesiydi herhalde!

Bildiğiniz gibi Dünya Sanat Günü olarak, Leonardo da Vinci’nin doğum gününü seçmiştik. Leonardo, disiplinlerarası bir deha olarak sürekli taze ve güncel kalmayı bilen ölümsüz bir insan. Hem sanatçı, hem filozof, hem mucit hem de... efsane! Tek rakibi oldu Leonardo’nun: İlk mağara resimlerini yapan on binlerce yıl önce yaşamış ilk insan! Ama ne var ki, onlar hakkında öne çıkarabileceğimiz bir tarih bulunamadı. Bu nedenle Leonardo rakipsiz kaldı. Yoksa aslında ilk leke veya çizgiyi bir duvara bilinçli bir şekilde bırakan insanoğlu, “sanat” kavramını yaratarak eşsiz bir sayfa açan “ilk sanatçı” olmuştu. Hep onlardan çoğul şeklinde söz ederiz ama, aslında o ilk lekeyi koyan da tek bir insandı! Etli, kanlı, canlı, paha biçilmez bir dehaydı o... Elimizde resmi veya fotoğrafı olmasa da o aslında en büyük sanatçı. Ben ona “graffoman” adını verdim, nedenini yakında öğrenirsiniz; İşte onun bilgilerinin olmadığı yerde, Leonardo tartışılmaz bir isim olarak öne çıktı.

TÜRKİYE’NİN ÖDÜLLENDİRİLMESİ

Dünya Sanat Günü dünyaya her yıl yayılmaya devam ederken bu sene Los Angeles Downtown Art Walk’un Dünya Sanat Günü kutlamaları, 13 Nisan’da yapılan gala gecesiyle başladı. Size bir itirafta bulunmam lazım: Onur konuğu olarak davet edildiğim bu etkinlikler vesilesiyle Los Angeles sanat ortamının önemli bir bölümünün o hafta Türk sanat ortamını ve ülkemizden çıkan “World Art Day” fikrini duymaları, buna saygı göstermeleri, sahip çıkmaları, peşinde koşmaları, bana büyük keyif verdi. Belki ilk defa Dünya Sanat Günü sayesinde Türk çağdaş sanat ortamını duyan Los Angeles sanat çevresinin birçok üyesi, ayrıca bir Türk’ün Dünya Başkanı olduğunu öğrenerek bu durumdan daha da etkilendiler. Aynı ortamda gala gecesinde Downtown Art Walk direktörü Qathryn Brehm, Dünya Sanat Günü’nü 2011 yılında IAA Dünya Genel Kurulu’nda önererek kabul ettirdiğim ve böyle bir günün yaratılmasını sağladığım için bana Los Angeles kentinin ve California Eyalet Meclisi’nin onur şiltini takdim etti. Bunun yarattığı etkinin de, binlerce insanın gözünde Türk ve Çağdaş Türk Sanatı imajını değiştirmiş olmasının getirilerinin hemen orada yaşam bulabilmesi, değerli bir gelişmeydi. Ardından ertesi gün yapılan onca etkinlikte gerek duvar ve sokak resimleri, gerek sergi açılışlarında, bundan 5 yıl önce Taksim’de bir masa başındaki hararetli tartışmanın nerelere ulaşabildiğini görmenin keyfini yaşadım.


Her sene olduğu gibi bu sene de 600’ün üstünde etkinlikle Dünya Sanat Günü kutlamalarında birinciliği hiçbir ülkeye kaptırmayan Meksika, yine birçok kentte sayısız sergi, konser ve dans gösterilerine ev sahipliği yaptı. Dünyada genellikle WAD için 15 Nisan günü merkez kabul edilir ve bunun 3-4 gün öncesi ve sonrasında etkinlikler olur. Meksikalılar ise, kutlamav e eğlence meraklısı olduklarından, etkinlikleri bir aya kadar yayabiliyorlar! Tabii öte yandan unutmayalım ki, World Art Day, her şeyden önce, sanatçıların bir araya gelerek savaşa karşı barışı, ilgisizliğe karşı dayanışmayı, en güzel ve eşzamanlı bir şekilde kutlamaları için var.

BABASI TÜRK, ANNESİ MEKSİKALI!

Evet, tekrar Meksika’ya dönecek olursak, insanların sıcaklılığının Türkler’e benzediği bu büyük köklere sahip ülkede, Jose Luis Cuevas Müzesi’nin Dünya Sanat Günü için açtığı sergiye sanatçı ve onur konuğu olarak katıldım. Basın toplantısı ve açılış konuşmasında Guadalajara/Meksika’da temelleri atılan Dünya Sanat Günü’nün Türkiye’nin teklifi ile Meksika’da doğmuş olmasına işaret ettim ve “Dünya Sanat Günü, Türk bir babadan, Meksika’da doğdu. Yani Türkiye ve Meksika annesi ve babası olarak bu etkinliğe en çok sahip çıkan ülkeler oluyorlar” dedim ve özellikle bu iki ülkenin çalışmaları sayesinde bu uluslararası etkinliğin adım adım dünya çapında büyüdüğüne işaret ettim.


Jose Luis Cuevas Müzesi’ndeki görkemli açılışın ertesi gününde, Türkiye Meksika Büyük Elçiliği’nin Dünya Sanat Günü ve IAA Dünya Başkanlığı için verdiği resepsiyona benden önceki Meksikalı Dünya Başkanı Rosa Maria Burillo Velasco, yabancı misyonlar ve Meksika sanat çevresi katıldı. Büyükelçimiz Sayın Oğuz Demiralp’in İspanyolca’ya çevirerek salona aktardığı, Atatürk’ün 1930 yılında söylediği "Efendiler, hepiniz milletvekili olabilirsiniz, bakan olabilirsiniz, dahası Cumhurbaşkanı olabilirsiniz; ama sanatçı olamazsınız" sözleri salondan büyük alkış aldı. Ardından Meksika sanat çevrelerine ve Büyükelçiye yaptığım teşekkür konuşmasında “Dünyayı iyiye doğru değiştirebilme inancını ve kararlılığını Atatürk’ten aldığımı” hatırlatarak bu alkışın yinelenmesini sağladım. Dünya Sanat Gününü görmüş olmalarını isteyeceğim iki kişiden biridir kendisi tabii ki... İkincisi ise  sevgili babam...

13 Nisan 2016 Çarşamba

BİR SOYUT OBAMA BİLANÇOSU... | BEDRİ BAYKAM | 12.4.2016


 ORTA DOĞU'NUN GÜÇLÜ VE EZİK KOVBOYU
ABD Başkanı Barack Obama bildiğimiz gibi artık Beyaz Saray'da misafir sayılır. Gerek kendisi, gerekse basın şimdiden onun bilançolarını çıkarmaya başladı. Obama, başkanlığı boyunca yaptığı en büyük hatanın, 2011 yılında Libya lideri Muammer Kaddafi'nin devrilmesinden sonraki süreç için plan yapmamak olduğunu söylemiş.
2011 yılında yapılan müdahaleyle ilgili yorumunda Obama, "En büyük hatamız, Kaddafi'nin devrilmesinden sonraki gün için plan yapmakta başarısız olmamızdı. Libya müdahalesi sonrası için daha fazlasını yapabilirdik" ifadelerini kullanarak, Kaddafi sonrasına hazırlıksız girildiğini bir bakıma "itiraf" etmiş oldu.
Tabii ki denebilir ki, dönem değişti, ama Obama'nın bir John Fitzgerald Kennedy gibi Amerika'yı bugün "temsil eden" emperyalist sert yapıya savaş açtığı söylenemez. Evet, mesela Obama ile Bush'u kıyaslamak mümkün değil. Bush dünyada fırtınalar koparan şahin-savaşçı-acımasız kimliğiyle Irak'a savaş açıp, sözde kitle imha silahları aramak üzere bu ülkeyi istila edip, bir milyonun epey üzerinde insanın ölümüne sebep olan ve ardından "maalesef yanlış istihbarat almışız" sözleriyle kayıtlara giren, karanlık ve her noktası gaflar ve zulümle kaplı bir utanç unsuru olarak tarihe geçti. Obama'nın belki kişisel farkı, böyle ağır ve abartılı bir savaşla dünyanın neredeyse tümünün ABD aleyhine döndüğü bir süreç geçirmemiş olmasıydı. Ama öte yandan, ister Taliban’la, ister daha sonra IŞİD'le arasında süregelen ucu açık savaş dışında, ABD yine başta Suriye olmak üzere, Orta Doğu'yu karıştırmaya devam etti; yanlız Libya değildi konu. Dünyanın süper gücünü geriden idare eden "Ana Şirket", kah "Arap Baharı" aldatmacalarıyla, kah kurduğu şaşırtıcı çıkar ilişkileriyle yolunu bulmaya devam etti. Aynen casino’lardaki "kasa daima kazanır" kuralı gibi, "Ana Şirket" petrolde de, silahta da, finansta da kendi menfaatlerine kılıf hazırlayacak operasyonların tezgahlanmasından hiç feragat etmedi. Sırayla ülkelerin adı değişti durdu: Irak, Afganistan, Mısır, Libya, Suriye derken Ortadoğu’nun çivisi giderek çıktı. Yıllar önce söylediğim gibi, Arap Baharı aldatmacaları, bu ülkelere demokrasi getiremezdi tabii ki... Çünkü o ülkelerin Atatürk gibi sosyal ve siyasal yaşam kurgularını bir öncü devrimci lideri olamamıştı. Sonuçta Obama'nın Amerikası, aslında eşzamanlı büyük tepkiler alacak kılıç çekmelere girişmediyse de, sonuçta ne yazık ki dünyada hayal kırıklığı havası yaratan bir dizi menfaat kavgasına karıştı. IŞİD'i ve belki bazen Taliban’ı bombaladığı anlar dışında, bu politikalar tepki almaya devam etti. Obama ilk siyah başkandı, Afrika kökenliydi, sempatikti, tatlı bir aile yaşamı vardı, kendisine biçilen rolü iyi oynuyordu ama Amerikan sistemini sorgulatacak hiçbir cesur girişime imza atmadı. Belki kendisine bel bağlayanları hayal kırıklığına taşırken büyük hamlelerde uzaktan kumanda ile idare edilen bir kuklayı andırdı. ABD, Ortadoğu'da kanun koyuculuğa soyunduğu anlarda bile, ezik, şaşkın ve kararsız kovboy görünümünden uzaklaşamadı. Esad'ı önce "hedef" olarak belirlemişken, sonradan IŞİD'in azmasıyla oluşan ortamda ister istemez, "bir dakika, biz ne yapıyoruz?" sorusunun belirsizliğine ve zigzaglarına düştü. Aynen RTE ile olan ilişkilerinde olduğu gibi... ABD teorik olarak bile bir alternatif oluşturamadığından, bu miyadını doldurmuş sağlıksız ilişkide, kimbilir, içinden çok istemesine karşın ne ipleri koparabildi, ne de Türkiye'deki statükodan vazgeçebildi. “Ne seninle, ne sensiz” şarkısını rahatsız bir prozodi ile söyledi durdu.

OBAMA'NIN ARTI VE EKSİLERİNDEN BAZI ANLAR
Obama'nın imajı genel görüntüde kurtarıp kurtaramadığı bir çok an vardı. Bazı en belirgin olanları hatırlatarsak, "Obamacare" olarak da bilinen "sağlık reformunun" kabul edildiği günün başkanlığındaki en iyi günü olduğunu ifade eden Obama, o noktada sayısız egoist kapitalisti kızdırırken, büyük ihtimalle kendi gerçek kitlesinin en geniş hayır duasını o hamleyle aldı. Ne var ki, Obama sayesinde ilk defa sağlık güvencesine kavuşan bu en parasız kitlenin içerisinden, çoğu siyahi sayısız insan Obama döneminde şaşırtıcı şekilde giderek artan doğrudan bir polis terörü altında can verdi. Yeni dönem iletişim çağında tüm bu akıl almaz polis infazlarının çoğunun videosunun Amerika ve dünyaya yayılmasının getirdiği ek kısmetsizlikle (!), siyah başkan kendi halkını korumaktan aciz bir görüntü çizmekten kurtulamadı. Silahlanmaya karşı çıkarken döktüğü gözyaşları çok etkileyiciydi. Aynen geçenlerde yüz yaşındaki teyze ile eşiyle beraber yaptıkları o müthiş dans sahnesinde gönülleri fethettiği gibi! Ama her ne kadar kendisini tutan birçok Amerikalı arkadaşım beni tersine inandırmaya çalıştıysa da, ben Başkanı hiçbir gün mikrofonun karşısına geçip "Şimdi bu ülkenin polislerine sesleniyorum. Sizler bu ülkede can güvenliğinin teminatısınız. İşte bu yüzden bir tek kere daha dünyanın gözleri önünde -veya arkasında- bizi rezil edercesine sırf  'tedbir olsun' diye silahsız masum insanları öldürdüğünüzü görürsem, gerek yaşayacağınız yetki kayıpları, gerek ödeyeceğiniz ağır tazminatlar ve hatta alacağınız dönüştürülemez hapis cezalarıyla sizi gerçekten bu kayıplara sebebiyet vermiş olmanızla ilgili pişman edeceğim" demedi, diyemedi... JFK, CIA'yi, FBI'yı hatta Pentagon’u, büyük kapitalist çıkar babalarını korkmadan kamuoyu önünde karşısına alırken, Obama, bırakın buna benzer büyük tokat hamlelerini gündemine almayı, kalkıp bu kadar ağır ve affedilmez kanıtlı suçları işleyen polis teşkilatının bu gidişine dur diyecek cesur çıkışı bile belirgin bir şekilde yapamadı!

KÜBA VE ABD İLİŞKİLERİNDE DEV HAMLE
Obama'nın iki hafta kadar önce, Küba'ya ailesiyle beraber yaptığı gezi ise, kim ne derse desin döneminin sonunda tarihe attığı önemli bir çentikti. Kennedy'nin başkanlık dönemi boyunca dünya siyaseti ve soğuk savaş Küba üzerinden yaşanmıştı. "Domuzlar Körfezi" günlerinin ABD, CIA ve kullandığı paralı piyonlar için yüz kızartıcı bir fiyasko ile biten günleri, Kennedy'nin ilk dönemini hemen lekelemişti. Ancak ertesi yıl, "Küba misil krizi" gerginliği, Sovyetlerle olan soğuk savaşı, alev alev bir nükleer dev felakete dönüştürmek üzereyken Amerika’nın karizmatik Başkanı'nın telefon ve salon diplomasisinde gösterdiği ustalıkla, Kruşçev'i de kendi eksenine çekerek oluşturduğu yarı gizli yarı açık anlaşma, kendisini birden yine Amerikan kamuoyu önünde zirveye taşımıştı. Ne var ki bu hamleyle 1964 seçimlerinin favorisi haline gelen JFK 1963'de katledilirken, ölümü üzerine kurulan çoğu mantıklı/mantıksız senaryo, yine Küba merkezli olarak öne çıkıyordu. Küba'nın Kennedy'yi öldürttüğü şeklindeki Amerikan faşizminin iddiaları çok havada kalsa da, kurulan tezgahta, tetik çekenlerden bir kaçının Kübalı olmuş olabileceği iddiası hep geçerli kalmıştı. O yıllardan beri süregelen ambargo orta yerde dururken, Obama'nın önce elçilik açarak ardından da yaptığı ziyaretle bu adayı bir şekilde en azından ekonomik olarak kendisine çekmesinin tarihte asırlar boyu hatırlanacak bir dönemsel barış çubuğu ve sayfa kapanışı getirdiği tartışılmaz...

BAŞKANIN KARİZMAYI ÇİZDİRDİĞİ AN!
Tabii ki söylenecek çok şey varken, bir makalede Obama dönemini toptan bir süzgeçten geçiremeyiz, ama size doğru söylemem gerekirse, gözümün önünden hiçbir zaman gitmeyecek bir sahne var: 2013'de Nelson Mandela'yı anma töreninde Danimarka Başbakanı Helle Thorning-Schmidt ile yanyana oturup bu zarif ve çekici hanımefendi ile flört eden dünyanın en güçlü başkanının karizması, bir anda çiziliverdi! Eşi Michelle, önce bu mutlu sahneleri abartılı bir somurtkanlık ve sessizlikle izledikten sonra, bir ses ve iki işaretle Barack'ı içine düştüğü (!) o insani zaaf veya kudret gösterisinden uyandırıverdi ve yerini onunla değiştirerek bu "münasebetsiz ve yakışıksız" (!!) duruma el koyuverdi. Herhalde bu anı sizler de unutmamışsınızdır.
E, kolay değil tabii, bir hamburgercinin önünde kaldırımda oturup yemek yerken müstakbel başkan eşi ile tanışıp onun serüvenine ortak olan Michelle, büyük avını üstelik öyle ulu orta bir yerlerde, bir viking kızına kaptıracak değildi. Belki de o an, tüm Obama kariyerinin bir özet yansıması gibiydi... Yapmak istedikleri ve yapamadıkları, niyetleri ve malum frenleri, rüyaları ve Amerikan gerçekleri... Zaten JFK'in ödediği bedeli kim unutabilirdi ki? John'un ödediği fatura, Jackie'nin kıskançlık krizlerinin çok üstündeydi değil mi? İşte belki bu nedenlerle insanın sınırlarını bilmesi işe yarayabilirdi.


6 Nisan 2016 Çarşamba

ORTAÇAĞSAVAR MANTIKLARLA GENÇLERLE DERTLEŞMEK! | Bedri Baykam | 5.4.2016


 Dün Kıbrıs’ta, Orta Doğu Teknik Üniversitesi’nin konuğu olarak bir konuşma yaptım ve ardından da gençlerle bir söyleşiye katıldım. Her biri farklı alanlarda eğitim alan, donanım ve zekaları açıkça belli olan bu gençlerle birkaç saat geçirdikten sonra tekrar bir noktanın farkına varıp dehşete düştüm: Bugün 25-30 yaşın altında olan gençlerimizin -ki nüfusumuzun içinde en büyük kesiti oluşturuyorlar- günümüz Türkiyesi’nde yaşarken neler hissettiklerini, etrafa nasıl baktıklarını, diğer kuşakların anlaması hiç de kolay değil.

GENÇLERİMİZİN MARUZ KALDIĞI AĞIR TRAVMA!
Bu uçurumun ne kadar farkındasınız bilmiyorum ama, ergenliğe geçiş yıllarından itibaren RTE Türkiyesi’nin ağır şartları ve baskıları altında yaşayan bu gençler, doğal olarak bizim “Atatürk Cumhuriyeti”, “laik demokratik toplum”, “özgür basın” derken nelerden bahsettiğimizi “teknik” olarak anlayabilirler, ama o ruhu ve içeriği kavramaları uzaktan yakından mümkün değil! Bu milyonlarca genç insan, kendilerini bildikleri andan itibaren, sabah akşam demeden gözlerinin içine bakarak haykıran, birilerini en ağır kelimelerle suçlayan, toplumun geniş kesimlerinin inandığı değerleri yerle bir eden, hakkındaki suçlamalara asla içerikli bir yanıt verme zorunluluğu hissetmeyen, çevresindeki herkesi çoluk-çocuk-genç-yaşlı demeden suçlayan, egosu ve kin kapasitesi bir hayli kabarık koca bir dalganın tehditleri altında yaşıyorlar... Bundan başka bir şey tanımıyorlar! Onlara ferah bir gülümsemeyle ciddi umut verebilecek bir muhalefet liderini de ortada göremediklerinden, tüm kimyaları bozulmuş durumda... Ve gerçekten bu yaşananların onların gencecik beyinlerinde yarattığı yıkım ve içinde bulundukları kıstırılmışlık hissini bizlerin anlaması çok ama çok zor. Lütfen biraz empati kurmaya çalışın: Sizler de 5-10 yaşından beri aynı beyin saldırısını yaşasaydınız, yaşama nasıl bakardınız? Demirel ve Özal’ı bile tanımadan, o ara etaplarda staj (!) bile göremeden bu işkencenin hedefi olmanın bedelini bizlerin anlaması çoooook zor...

YOBAZ VE BÖLÜCÜ TERÖRÜN DEŞİFRE HALİNE ULAŞMAK!
Sorumluluğun onlarda olduğunu anlattığım görüşlerim hakkında soru yönelten bir genç kızımız biraz umutsuz gözlerle şunları sordu bana: “Yaşanan onca olumsuzluğa karşın sizlerin kuşağı bir önceki dönemlerde ne 12 Eylül dönemi, ne de sonrasına bir şey yapamamışken, neyimize güvenerek günümüzde her an artan baskıların ortasında bu düğümü bizim çözmemizi bekliyorsunuz?”. Bir başka genç, mantıksızlığını anlattığım ırkçı toprak talepleri ve etnik siyaset karşısında bana itiraz edemese de, artık bu yaz bizi iç savaş hızında ağır çatışmaların beklediğinden söz açtı. Kendisine “yok öyle bir şey, nereden çıkarıyorsun” demek isterdim, ama diyemedim. Ama Türkiye’de etnik siyaseti en kirli şekilde yapanlar hakkında söylediğim sözler, galiba biraz gözlerini açtı. “Dalmaçya köpekleri, İrlanda setter’leri veya has kanişler vardır. Hani ırk bozulmasın diye sırf aralarında çiftleştirilirler. Peki siz birbirinizle flört ederken birbirinizin kaşına gözüme, zekasına, espri kabiliyetine  mi bakıyorsunuz yoksa hanginiz hangi ırktan, ona mı bakıyorsunuz?” Tabii ki ikinci dediğime baktıklarını itiraf ettiler. “Demek ki bu ırklar durmadan karışıyor” diyerek önce kendi oğlumdan örnek verdim: “Annesi ve babasının kökenleriyle birlikte 6 etnik kök karışımından genlerini toplamış olan Suphi, hangi ırktan oluyor? Bunu bilen var mı?” Bu çok basit örneğin ardından, etnik siyaset yapanların, açık bir referandum yapılsa, hiçbir şekilde iddia edildiği gibi Kürt kökenli vatandaşların İstanbul’u, Ege’yi, Karadeniz’i, Ankara’yı bırakıp gidip Güneydoğu’da yaşamaya arzulu olmadıklarını, bunun bir koca yalan olduğunu, bölücü terör ve siyasetin bu konuda hiçbir samimiyet taşımadığını aktardım. Kaçınılmaz şekilde bu hatırlatmam da çok ikna ediciydi. Gerçekten ısrarla söylüyorum: Avrupa’nın tüm müşahit milletvekillerinin katılımıyla, açık bir referandum yapılsa ve herkese sorulsa Türkiye’den ayrılarak gidip isteyip istemedikleri, ortaya çıkacak sonuç, herkesin dudağında uçuk çıkarır. İşte o zaman başta Avrupa ve ABD olmak üzere tüm dünya görür ki, Güneydoğulu vatandaşlarımızın Türkiye’den ayrılarak bir başka ülke kurmak istedikleri iddiası bir balon gibi söner, PKK ve hatta HDP’nin bu konuyu sürekli kaşıyan iddiaları önce havada buz sarkıtı gibi asılı kalır, ardından da yere düşüp tuzla buz olur. Böylece koca bir yalan deşifre olur, bizler bu yükten, bu mesnetsiz suçlamalardan kurtuluruz, kimilerinin de sahte kahramanlık dönemleri sona erer.

TÜRKİYE PARTİSİ OLAMADAN, TERÖRÜN KULPU OLANLAR!
Yine gençlerin destek verdiği bir diğer sade ve kesin fikir, siyasette ana konunun her bölgede, her vatandaşımızın eğitim, sağlık, burs, kültür, gelir dağılımdan payını almak, insanca yaşamak gibi verilere ulaşması olduğu gerçeğinin kabul edilmesidir. Bu nedenle hiç kimse, bir Türkiye partisi gibi tüm vatandaşları ilgilendiren bir siyaset yapmadan, HDP veya başka bir etnik tercih partisini canı gönülden destekleyemez. İşte bu veriler ışığında, cani PKK terörü her gün 5-6 asker ve polisimizi şehit ederken, tesadüfen orada bulunan masum vatandaşların IŞİD’le birlikte canını alırken, ne HDP, ne de başka bir ortaçağ mantıklı tercih partisinin, kendi fanatik militanları dışında artık ödünç olarak bile geniş kesimlerden oy alamayacağını görmek zor değil. “Halkların Demokratik Partisi” artık halkları otomatik katliamlarla yok eden bir örgütün yarı-açık avukatlığını ve yasal temsilciliğini üstlenmişken, Haziran’da elde ettiği sonuçlara bir daha ulaşamaz.
Gündeme gelen diğer bir konu da bayraktı. Gençlere yine sürekli olarak maruz kaldıkları bir büyük yalanı hatırlattım. İnsanın bayrağını ve ülkesini sevmesinin gerici, ırkçı, faşist milliyetçilik olduğu palavrasının bir beyin yıkama ve psikolojik savaş yöntemi olduğunu, dünyanın sağ-sol-merkez her ülkesinin kendi bayrağını, cumhuriyetini, vatandaşlarını sevdiğini anlattım ve başta Küba, ABD ve Fransa gibi birbirinden o kadar farklı onca ülkenin kendi bayraklarına nasıl sahip çıktığını anlattım. Şayet ülkede bayrağı öne çıkararak silaha sarılıp teröre veya ırkçılığa bulaşanlar varsa, bunun onların ayıbı ve sorunu olduğunu ve kötü örneklerin örnek teşkil edemeyeceğini belirttim.
Ayrıca terörle mücadelenin, sonunda bombanın pimini kimin çektiğini bulmaya çalışmanın çok ötesinde bir çaba gerektirdiğini, bu hükümetin her gün yeni IŞİD üyeleri yetiştiren ve 5-6 yaşında çocukların zikir seanslarına yeşil, hatta yemyeşil ışık yakarak katılmalarını sağlayan anlayışla, terörle mücadelenin bir masal olduğunu anlattım. Bu şekilde pimi çeken ha Ali Osman Nuri olsun, ister Abdullah Hector olsun, bunun bir anlam ifade etmediğini, önemli olanın, yapılanın tersine, IŞİD’e militan kazandıran su yollarının kesilmesi olduğunu anlattım.

GENÇLERİN GÖZÜNDE YİNE DE IŞIK VAR!

Bu yazıda size o salonda içsel anarşi yaşayan, umutlarını korumaya çalışan, kafa karışıklıklarını kendilerine bile itiraf etmekten korkan, geliştirdikleri savunma mekanizmalarıyla tüm bu ağır ve mantıksız saldırılara karşı direnmeye çalışan o gencecik beyinlerin çabalarına saygı duyduğumu anlatmak isterim. Konuşmamda birilerine kızdım... Birilerine ağır söylendim. Bu karanlık tablonun ortasında kendisine bu topraklarda ısrarla bir gelecek inşa etmeye çalışan bu sevgili çocuklarımıza, siyasete korkmadan seçtikleri partiden  girmelerini, çarpıklıkları “içinden” çözüme ulaştırmaya çabalamalarını tercih ettiğimi söyledim. Tüm bildiğiniz olumsuz şarta karşın, onların gözlerindeki ışığı gördüm... Önemli olan başta kendilerinin taşıdıkları kapasitenin farkında olabilmeleri ve özgüven kazanmaları... “Dünyayı BEN değiştirebilirim” düşüncesine hala inanmaya devam edebilmeleri... Onlara inanmaya ve özgüvenlerini tırmandırmaya mecburuz!