28 Ağustos 2012 Salı

METİN KURT, ALEX, VE “ 24 AĞUSTOS SÜRECİ” / Bedri Baykam / 28 Ağustos 2012 tarihli Cumhuriyet makalesi..


Futbolun yalnız futbol olmadığı” nı hergün keşfetmeye devam ediyoruz. Yaşam en ağır derslerini beraberinde sürükleyerek, bir koca futbol tiyatrosu gibi devam ediyor. Stad-arena, siyaseti bile şekillendiriyor. Yeni spartaküsler, direnişler, politik duruşlar futbolla vücut buluyor. Hafta sonu futbolun büyük emekçisi, Metin Kurt’u kaybettik. Sakin ve bilge duruşuyla, cesaretiyle futbolcu kardeşlerini bir güçlü sendika etrafıda birleştirmeyi amaçlamıştı Metin Kurt. Yani suçu büyüktü!. Herkesi rahatsız edecek arı kovanlarına çomak sokmuştu. Mağlubiyetleri ile tam tersine efsane haline geldi, büyüdü. Çizgide kimse onu durduramadan 60 metre top sürerdi. Onu seyretme ve tanışma gururuna erişenlerdendim. Anısı kolay silinmeyecek...
Fenerbahçe’nin 3 Temmuz’dan itibaren başlattığı direniş de, aynı zamanda bir camianın tüm ülkede ve dünyada gıptayla izlenen siyasi duruşuna dönüştü. F.Bahçe’nin kaptanları, bu süreçte taraftar ve yöneticilerle kenetlenip dik durdular. Mesela Emre,
“ben bu takım düşürülürse, çıkar Bank Asya liginde bedava oynarım” dedi, yıl boyu sözünün arkasındaydı. Sonra da üç ay önce takımdan atıldı! Alex, aynı duruşu sergiledi. Hatta en son “Başkan’ın başına gelenleri medya önünde fazla analiz edersem, sonra ben de aynı yere gönderilirim” mealinde bir “siyasi demeç” bile verdi. Bugün Alex, kadro dışı. Yarın affedilebilir, veya dışlanabilir... Ama şu ana kadar yaşananlar da önemli.
Fenerbahçe bu sene yine
” 24 Ağustos süreci krizi” ne girdi. Geçen sene 24 Ağustos’ta UEFA F.Bahçe’yi Avrupa’dan dışladığını açıklamıştı. Bu sene aynı tarihte Kocaman, Alex’i kadro dışı bıraktığını açıkladı. İlginçtir, tüm savcılık ve baskın senaryoları, iddianameleri, yıldırım operasyonuyla yüklü o koca “3 Temmuz süreci” Fenerbahçe’ye pek zarar veremedi, tam tersine birliği sağlamlaştırdı. Ama Alex’in gece yarısı attığı bir tweet, sarı-lacivertli camiayı fay hattı gibi böldüverdi... Bu da sanal dünyanın iletişim çağında gerçek dünyadan aldığı bir rövanş olsa gerek: al sana bakalım, sen mi daha ağırsın ben mi, görelim! Alex 17 Eylül günü heykel açılışına gözü yaşlı hazırlanırken, simdi Türkiye’nin adam yemeye meraklı yüzüyle tanıştı. Hep söylerim, mühim olan bir futbolcuyu nasıl karşıladığın değil, nasıl uğurladığındır. Türkiye sana öyle oyunlar oynar ki, herkes aşık olur, sonra sen anlayamadan 3 günde biletin kesilir ve uğurlamaya (biri ben) dört kişi gelir! Van Hooijdonk gibi!
Alex o
“kıskanç” kelimesi ile tercüme edilen tweeti bir vatandaşına atarken, bir basın toplantısında değildi. Gecenin ve kıtalar arası yıldız mesafelerinin ve anadilinin “sözde” koruması altında, kendini yalnız hissettiği bir anda hatıra defterine konuşur gibi yazıverdi onu. Aynı çağ hastalığından muzdarip olduğum için biliyorum. Meettheturk hesabımı takip edenler de bilir. Alex’in hesabından uyanık bir gazetecinin tercüme ettirdiği “iç bilgi”, şimdi kulübü sarsacak atom bombasına dönüştü. Geçen sezon taş gibi kenetlenmiş tribünlerden “dişi kanaryalar” bu sefer Başkan’a göre “çatlak sesler” le Alex üzerinden Aykut Hoca’yı sıkıştırınca, tarihi anons yapılıverdi. Başkan’ın bu koruma güdüsü tartışılır bir uygulamaydı. Kocaman bile “hazin bir tablo, Başkan’ı konuşmaya iten neydi?” diye sordu. Bu arada krizi sinsi şekilde derinleştirmek isteyen gazeteciler belaltı vurarak Alex’in messenger de M.L. King’e atfen attığı özel mesajı da açıklayıp provokasyona devam ettiler: “Bazen savaş çıkartmak için düşmana gerek yoktur, düşüncelerinizi söylemeniz yeterlidir”.
Fenerbahçe adam yemeyi ezelden beri sever. Oğuz-Aykut/ Rıdvan-Tanju/Sergen/ Hooijdonk/ Emre/ Alex krizleriyle liste uzar gider... Öncelikle F.Bahçe kendi içinde de tekrar demokrasiyle tanışacak, kavga etmeden içinde farklı fikirlere tahammül etmeyi öğrenecek. Kimi taraftarların
“Başkan veya Hoca, veya Alex gibi düşünmeme özgürlüğü”ne herkes saygı gösterecek. Bu seyirci nasıl Kadıköy’e, Metris’e akın edebiliyorsa, oyuncusuna sahip çıkmak için tepki de verebilecek, ardından sukunet içinde uzlaşma aranacak. Zaten demokrasinin özü de bu değil mi? Yoksa Fenerbahçe Cumuriyetinin, o çok eleştirdiği tarikat yapılanmalarından ne farkı kalır ki?
Ben Kocaman’ın yerinde olsam ne mi yapardım? Öncelikle 3 Temmuz’un ardından, taze bir
”24 Ağustos süreci” başlatmazdım. Alex’i çağırır, şaka yollu konuşurdum. “Tweetlerinde beni mi övdün?” derdim. Olgun yetişkin insanların ortamında krizi aile içinde hallederdim. Halledemezsem de, illa hamle yapacaksam, belki bir çok açıdan daha iyi bir zamanlama beklerdim. Ama sonuçta bir gerçek var ki, o da taraftar “3A”yı bu süreçte kavgalı görmek istemiyor, buna da dikkat ederdim...

24 Ağustos 2012 Cuma

BEDRİ BAYKAM’IN 4-D SERGİSİ “EDVARD MUNCH’A SAYGI” BERLİN’DE GALERİ ARTİST’TE




BEDRİ BAYKAM’IN 4-D SERGİSİ “EDVARD MUNCH’A SAYGI” BERLİN’DE GALERİ ARTİST’TE

Galeri Artist, Türkiye’nin önde gelen uluslararası sanatçılarından Bedri Baykam’ın Edvard Munch hakkında yaptığı 4-D yapıtlarını 6 Eylül-6 Ekim 2012 arasında Berlin’de sergileyecek.
Berlin, Baykam’ın “Munch’a Saygı” sergisinin Paris (Pinacotheque de Paris Müzesi), Ankara (Siyah-Beyaz Galeri) ve İstanbul (Proje 4L Müzesi)’dan sonra dördüncü durağı olacak.
Berlin ve Munch arasındaki çok özel ilişki bu sergiyi daha da çekici hale getiriyor. Bildiğiniz gibi Munch genç bir sanatçı iken Berlinli Sanatçılar Derneği (Künstler Verein Berlin) tarafından davet edilmiş ve sergi Derneğin lokalinde açılmıştı. Ancak Kasım 1892’de açılışından yalnız birkaç gün sonra, Alman Sanatçı Derneği’nin birçok üyesi Munch’un “vahşi ve özensiz” stiline tepkiler vermiş, sonrasında ise sergi kapatılmıştı. Bu “skandal süksesi” (succés de scandale)’nin ardından Munch’a Almanya’da birçok başka galeri ve müzeden sergi teklifleri geldi ve işin geri kalanı da artık sanat tarihinin bir parçası...
2010 yılında Pinacotheque de Paris Müzesi, açılan Munch retrospektifine paralel olarak Bedri Baykam’a verdiği “carte blanche” (açık çek) yetkisiyle, sanatçıya özgürce Munch’u yorumladığı bir kişisel sergi açma imkanı sundu.
Bedri Baykam’la, 2002’de Arjantin’de Buenos Aires Bienali’nde jüri üyesiyken tanışan Pinacotheque Müzesi müdürü Marc Restellini, Paris sergisinin basın bülteninde “Konu Edvard Munch olduğu zaman, kendisini zincirlerinden koparan stiliye, özgür vurgularıyla ve asi bir dışa vurumculukla, sanat tarihsel gönderileri buluşturan stiliyle Bedri Baykam’dan başka akla gelemezdi.” sözlerini dile getirmişti. Restellini bu değerlendirmesinin haricinde, Baykam’ı seçerek aynı zamanda Türkiye’nin yoğun ve gergin ortamında sanat ve politika arasındaki ilişkiyi tekrar gündeme taşıyan ve siyasi sorumluluklarının tamamen bilincinde olan bir aydına söz hakkı ve saygın bir ifade platformu vermek istediğini vurgulamıştı (Laiklik, demokrasi ve Atatürk’ün düşüncelerini savunarak Türkiye’de yoğun şekilde siyaset yapan Baykam, 2011 Nisan’ında fanatik bir İslamcı tarafından “ölümüne” bıçaklanmış ve uzun bir ameliyatın ardından son anda kurtarılabilmişti).
Baykam, Munch’un yaşamını ve işlerini büyüteç altına alan 13 4-D yapıt üretti. Sanatçı çalışmalarında şaşkınlık verici bir derinlik elde ettiği yeni tekniği olan “lenticuler” yüzeyde izleyicilerini çok özel bir yolculuğa çıkarıyor. Baykam’ın 4-D çalışmaları 2007’den bu yana Türkiye, Avrupa, UzakDoğu ve Amerika’da gösterildi ve büyük ilgi gördü.
Sanatçı “Munch’a Saygı” sergisini, 6 ayda ve Munch’un yaşanımı yakından mercek altına alarak araştırmaya gittiği Oslo-Norveç seyahatinden sonra hazırladı. Baykam aynı zamanda Munch’u en sevdiği sahsi yeri olan, bir balıkçı köyündeki Aaasgardstrand atölyesini ziyaret ettikten sonra sanatçının “Ergenlik”, “Madonna”, “Çığlık”, “Yaşam Dansı”, “Hasta Çocuk” gibi yapıtlarını yorumladı. Baykam, böylece yaşamının ve kariyerinin tüm iniş ve çıkışlarını en derin şekilde araştırarak izleyicilerini Norveçli sanatçının içsel derinliklerine, vahşi bir yaratıcılıkla, yoğun ve kompleks bir duyusallığı sentezleyerek taşımayı başardı.
Baykam, daha önce 2009 yılında, Berlin’de Cetin Guzelhan ve Johannes Odenthal’in küratörlüğünde açılan sergi “İstanbul Next Wave” kapsamında, Akademie der Künste’de 18 yapıtını sergilemişti. Bu işlerin 4 tanesi yine 4-D çalışmalardı ve bu yapıtlar büyük ilgi gördüler.

Sanatçı Hakkında:

Bedri Baykam 1957 yılında Ankara’da doğdu. Resim yapmaya iki yaşında başladı ve altı yaşından bu yana dünyanın değişik yerlerinde 119 kişisel sergisi oldu. Paris Sorbonne Üniversitesi’nden 1987 yılında MBA derecesinde mezun olan sanatçı, 1980-1987 yılları arasında Kaliforniya'da yaşadı, 1984’e kadar California College of Arts and Crafts’da resim ve sinema okudu. 1987’de İstanbul’a döndü. 23 yayınlanmış kitabı olan Baykam aynı zamanda UPSD Başkanlığı yapıyor ve Uluslararası Sanat Örgütü IAA/AIAP UNESCO‘nun Avrupa ve Dünya Yönetim Kurulları’nda bulunuyor. Sanatçı aynı zamanda Istanbul’da bulunan Piramid Sanat’ın kurucusu ve Cumhuriyet Gazetesi’nde yazar.

Bilgi ve görsel malzeme için : Yasemin Yurdakul yurdakul.yasemin@gmail.com

Fasanenstrasse N/68 – 10179 Berlin/DE
P +49 30 889 212 91
F +49 30 889 212 92
info@galeriartist.com

21 Ağustos 2012 Salı

KIRMIZI ÇİZGİLER MORARINCA! / Bedri Baykam / 21 Ağustos 2012 tarihli Cumhuriyet makalesi..


Bir itirafta bulunayım mı size? Çok pis bir dönemde yaşıyoruz. Mesela 20. yüzyılda doğup 2002 sonbaharına kadar ölüp giden vatandaşlarımızı kıskanabileceğimizi düşünüyorum. Şu içinden geçtiğimiz rezilliklerin hiçbirini yaşamadan çekip gittiler. Bizler ise Cumhuriyet’e yaşatılan bu Çin işkencesini bizzat çekmeye mecbur kalarak her gün yeniden ölüyoruz.
Eskiden Türkiye Cumhuriyeti’nin “kırmızı çizgileri” vardı. Sonra özel televizyonlarla beraber demokratik maraton tartışmalar geldi. 15 yıla sığdırılan belki yüz bin saat beyin yıkamayla, o kırmızı çizgiler önce sarardı, ardından da “morardı”. Sözde demokrasi adına yapılan bu saldırılar sonucunda kitlelerin, özellikle gençlerin gözünde ve Türkiye siyasi yapısında Atatürk tutkalı sulandırılarak çözülünce ülke yörüngesinden çıktı. Var mı aksini iddia edebilen?
Bakın, hala doymadılar sistematik tahrifata... Malum kontrol altındaki gazetelerden Radikal’de, çıkacak bir kitabın yorumu üzerinden iştahla peydahlanan
“Atatürk Malatyalıymış” saçmalığı, sanki ciddi bir çıkışmış gibi medyada yer bulurken, buna bir de Başbakan’ın göbekten saldırısı eklendi. Kadıköy-Kartal metrosunu açarken akıl almaz bir mantıkla Atatürk’ü hedef alan Erdoğan, şaka gibi “Neyi ördün? Hiç bir şey örmüş filan değilsin. Şimdi demir ağlarla biz örüyoruz” diyerek anakronizmin dik alası bir Ata’yla yarıştırmaya girmeye kalktı ... Oradaki AKP’liler bile buna “One minute!” demeyi akıllarına getirmiş olabilirler, bilemiyorum!
Hükümet, BDP-PKK arasındaki medyaya taşan açık flörtten rahatsız olmuş. Yalnız onlar değil bu duyguyu hisseden tabii. İyi de bu
“acaip” ilişkileri en net şekilde başlatan zaten siz değil miydiniz “açılım” politikanızla? Bir doktora danışın. Dokularda ağır “dejeneresans” başladıktan sonra olan biteni kontrol edemezsiniz! Siz değil miydiniz “irtica”yı tehlike olmaktan çıkaran? Neye şaşırıyorsunuz? Biriniz “irtica artık mübah” derse, diğeri de “bölücülük=demokrasi” diyebilir!
Y-CHP’yi gerçekten takip edemiyorum. Onlar da bu “
morarmış çizgiler” (!) konusunda, bir gün öyle, bir gün böyleler! Mesela, yaşanan PKK terörü ve sonuçlarını acilen tartışmak üzere parlamentoyu toplama çabaları tabii ki doğruydu. Ama bunu tersten dengeleyecek onca başka tartışmaya da şahit olduk. İşte Bakan Hüseyin Çelik’in “Birkaç Mehmet öldü diye parlamento toplanmaz” sözleri böyle bir gündemde patladı. Eşzamanlı bir diğer provokasyon olan “benim biber gazım, doğaldır, zararsızdır” safsatasını, bu “silaha” çocuklarını kurban vermiş ailelerle alay edercesine ortaya koyan İçişleri Bakanı ile yarışırcasına! Bu ağır cümlenin şehit ailelerinde hangi yıkımlara neden olduğu ortaya dökülmeli. Ama en azından, bu gelişmelerden sonra şehit ve hatta asker ailelerinin artık “vatan uğruna şehit olmak” kavramınndan giderek uzaklaştıklarını söyleyebilirim! Çünkü artık “ne uğruna şehit oluyoruz” sorusunun yanıtı çok absürd hisler uyandırıyordur askerde! MHP ise, her zamanki gibi, kritik bir noktada kendi ideolojisiyle ters düşmesine rağmen yine AKP’nin izinden gitti ve bu Meclis buluşmasını pas geçti. Onların da kafaları hemen karışıveriyor! “PKK Aygün’ü kaçırdı” haberi bu gündemin ortasına düştü. İlk reaksiyonum twitterda şu oldu: “Bence bırakırlar yakında. Sansasyon ve propaganda havası var”. 48 saat sonra Aygün serbest kalınca haklı çıkmama şaşırmadan sevindim. Kaçırılan, PKK’ya doğrudan muhalif milliyetçi, ulusalcı bir siyasi veya gazeteci değildi. Doğal olarak çok duman yükseldi. Duyulan çeşitli şüpheler ve gösterilen tepkiler ne kadar haklıydı, bilemeyiz. Ama diyelim ki Y-CHP yeniden “dizayn” edilirken, bu vesile sonucu Parti’de ve medyada Aygün’ün adının abartılı olarak öne çıkarılması, “bu kafatasçı ulusalcılarla bu parti bir yere varamaz” söyleminin ortalıkta sorumsuzca dillendirilmesi, yurt dışında da “CHP köklerini sarsan” vekilin adının yankılanması, ABD’yi mest etmiştir! Aygün’ün Parti’nin kökleriyle başından beri uyumsuz, her tarafa çekilebilecek demeçlerinin verdiği zarar ise, nasıl nötralize edilecek diye Genel Merkez günlerce dokuz doğurdu.
Moraran kırmızı çizgilerden söz ediyorduk, değil mi? AB üyeliği diye mi girişmiştik ülkemizin kökünü sarsma işlemlerine? Geçen hafta yapılan son bir araştırmada gördük ki, halkın AB’ye inanan “kısmısı” %17’ye inmiş! Bu oranlar 2000’lerin ortasında zirve yaparken bu ilişkiye sıfır şans tanımış bir yazar olarak, içim burkuldu resmen. Sonu malum bir tezgah uğruna değer miydi koca Cumhuriyeti yok edecek oyunlara göz yummak?

Yazılı medyada yazarın izni olmadan yayınlanamaz..   

14 Ağustos 2012 Salı

ALTIN KIZLAR, LAİKLİK VE SİYASET / BEDRİ BAYKAM / 14 Ağustos 2012 tarihli Cumhuriyet makalesi..



Aslı ve Gamze’nin o muhteşem yarışını, ekrandan “canlı” izleme şansına erişen şanslı milyonlardan biriyim. Hatta 114.000 Twitter takipçimi de dikkatle uyarmayı ihmal etmedikten sonra, gönül rahatlığıyla... Onlar adına o 3-4 dakika boyunca avazım çıktığı kadar bağırıp çağırdım. Son çizgiyi beraber aştıklarında sonsuz mutlu olup, gözyaşlarımın süzülüşünü zevkle hissettim. Hemen şu tweet’i attım: “İşte Atatürkçü Türkiye’nin gururları, Aslı ve Gamze, Türkiye’yi ağlattınız, daha güzel bir an seyredildi mi olimpik spor tarihimizde?”. Tabii buna alkışların yanısıra tahmin edeceğiniz tepkiler yağmaya başladı. “Ne alakası var Atatürk’le, buna da mı siyaset karıştırıyorsunuz? Ata’yı malzeme mi yapıyorsunuz” vs... Ertesi gün Milliyet “Ata’nın Kızları” manşetini atarken, Pazar günü de Zeynep Oral’dan “Yaşasın Atatürk’ün Kızları” başlıklı harika yazı geldi!
O zafer günü Twitter’da bu bağlantıyı ret edenlere, tahmin edeceğiniz yanıtları üşenmeden verdim. Aslında kimse bu büyük başarının direkt olarak Atatürk aydınlanmasıyla ilişkisini göremeyecek kadar kör veya aptal olamazdı. Hadi diyelim ilk anda akıllarına gelmese bile, bu gerçekle yüzleşememenin acı bir sonucuydu.
“Atatürk devrimleriyle Türk kadınını özgürleştirip, spora, sanata, çağdaş yaşama, siyasete, dansa, güzellik yarışmalarına yöneltmese, bu yaşanabilir miydi?” tweet’ime tabii ki pek ciddi yanıtlar verilemezdi... Sevgili atletlerimizin başarısı, diğer kadınlarımızın da farklı branşlarda mükemmel performanslarıyla geldi; hiçbirinin hakkı kalmasın. Gümüş taekwondocu Nur Tatar, Neslihan’lı, Nazlı’lı voleybol milli takımımız, süperstar Birsel Vardarlı’lı ve karizmatik Işıl’lı muhteşem basket takımımız; yüksek atlamacı Burcu Ayhan, koşucu Nevin Yanıt, adı sütuna sığmayan onca kadın sporcumuz bu sene gönüllerde başı çektiler. Her biri, bu ülkedeki akıl almaz “kapanma ve kapatma” yönündeki baskılara rağmen, ülkelerini temsil etmenin sanatla beraber dünyanın en saygın yollarından birini seçerek sporcu oldular. Daha önce de Süreyya Ayhan’la tattığımız o gururu en güzel şekilde iki hafta boyunca bizlere her gün ekranda yaşattılar. Onlar çağdaş yaşamı seçen Atatürk’ün kızlarıydı. “Ne alakası var?” diye soran kimi inatçı insanlara bir sorum daha var: Malezya, İran veya Suudi Arabistanlı kızlar, Aslı ve Gamze’nin bu ülkeye yaşattıkları sevinci, kendi ülkelerine yaşatabilirler miydi? Vakit Gazetesi sitesinde atletlerimizin omuz ve kollarını mozaikleyerek verdiği zaman, bu zaferi, kahramanlarını aşağılamış olmuyor muydu? Veya ülkeleri adına mutlu olarak bu sahneleri ve kutlamaları izleyen türbanlı kızlarımız, içlerinde bir burukluk hissetmediler mi? “Biz neden bu sevinçleri hiçbir zaman yaşayıp, sevenlerimize de yaşatamayacağız?” diye bir soru geldi mi akıllarına? Sayın Başbakan TRT’de canlı olarak Aslı ve Gamze’yi tebrik ederken “Peki biz de bir şeyler başarıp bu tebrik ve ödülleri alamaz mıydık?” diye düşünmediler mi? Belki, kimbilir... Atletizm, basket, jimnastik, buz pateni, tenis... Kimi sapkın beyinlere göre “oralarını buralarını açtıkları” sporları kızlarımız nasıl yapabileceklerdi ki? “Laiklik ne işe yarar ki; yenir mi, içilir mi?” diye soran küstahların yüzüne çarpılan yanıttır, kız sporcularımızın başarıları! Atatürk’ün yarattığı “özgür, çağdaş, evrensel Türk kızı” profilinin doğrudan bir sonucudur. Sayelerinde 80 milyon, güreş veya halter yerine bambaşka sporların tadını alabilmiştir.
Bir de madalyonun arka yüzü var: Ekranda
“dualarınız sayesinde madalya aldık” diyen sevgili atletlerimize sorarım: Allah hiç Londra’da taraf (!) tutabilir mi? Dua ile başarı gelebiliyorsa, o zaman takımı da İmam-Hatipliler arasından seçselerdi! Sporda başarı bilimsellikle gelir. Tanrı ne Türk, ne Fenerli, ne de Cimbomlu’dur. “Sayenizde başarılı olduk Sn. Başbakanım.” sözünün hemen ardından “Çocuklarınızı spora yollamaktan korkmayın!” diyen atletlerimize sorarım: 4+4+4 dayatmasıyla, spor liselerinin değil, İmam-Hatipler’in önünün ısrarla açılmasıyla, bu hükümet, gençleri dediği gibi “dindar-kindar” mecralara mı çekmeye çalışıyor, yoksa spora ve evrensel, çağdaş dünyaya mı?
Yaşam tarzı, yol ayrımı gençlerimizin önünde durmaktadır: Başta kız sporcularımızın başarılarını baz alarak, ülkeyi bir spor cennetine çevirerek, yurdun her yerinde kızlı erkekli sporcularımızın bu başarıları katlayarak sürdürmeleri hedefinin aktif bir parçası olmak istiyor musunuz? Yaşamınız, yanıtınıza göre şekillenecek... Bugün sevgili Tuncay Özkan’ın doğum günü, bilmem anlatabildim mi!?

Yazılı medyada yazarın izni olmadan yayınlanamaz..   

7 Ağustos 2012 Salı

ORDU, TERÖRE YEM EDİLİRKEN... / Bedri Baykam / 7 Ağustos 2012 tarihli Cumhuriyet makalesi..


Pazar günü yine kara haberle uyandık. Hakkâri’de 8 şehit, onca yaralı... Yine kahrolacak onlarca ev, hane, anne-baba, eş, kardeş, dost. Buna benzer köşe yazılarına dudak büken ve “şehit edebiyatı yapmış” diye terbiyesizleşen tipler var ortalıkta maalesef. Onlar için, bir café’de her zamanki gibi gerçeği ıskalayacak ilginç patavatsızlıklarını kurgulamak her şeyden daha önemli. Ülkesini, vatanını sevmek, korumak ya da uğruna ölmek, bu zavallılar için “demode”, “statükocu” fikirler! Onların bu ukalalıklarını huzur içinde orta yere bırakabilmeleri için ölenler ise, gözlerinde olsa olsa birer talihsiz enayi oluyor herhalde (!) Bizler için ise, Ortaçağ’dan kalma ırk, mezhep, aidiyet saçmalıkları yüzünden yaratılan bu kavgada verdiğimiz şehitler yüreğimizin dinmez acısı. Şimdi ömür boyu kendine gelemeyecek bu şehit aileleriyle “empati” kurmamak mümkün mü? Şu anda yakarışlar ve dualar arasında yaşama isyan eden o yurttaşların acısını yüreğinde hissetmeyen, ya beyinsizdir ya hissiz bir yılandır. Allah kaybettiğimiz tüm askerlerimiz ve vatandaşlarımıza rahmet eylesin, ailelerine sabır versin.
Gelelim madalyonun diğer yüzüne: En değerli subayları, erleri alçakça şehit edilen bu Ordu, neler yaşıyor? Bir futbol takımı yöneticileri, kendi teknik heyetini ve 8 futbolcusunu ortada belli-belirsiz, kanıtlanamayan iddialarla hapse attırırsa, o yıl ligde başarılı olabilir mi? İşte teröre karşı TSK’nin durumu aynen budur. Hükümet, kendi ordusunun kolunu kanadını kırmış, moralini toptan sıfırlamıştır. Son beş yılda sıfırdan üretilen senaryolarla çökertilmiş TSK’nın, artık komutanlarının neredeyse yarısı hapiste, diğer yarısı “potansiyel davalı” iken, terörle nasıl mücadele edebileceğini bana anlatır mısınız?
Son YAŞ kararlarıyla da, çivi sonuna kadar tabuta gömülürcesine, yeniden 40’ı tutuklu 56 general ve amiral emekliye sevk edildi; ömrünü Türkiye’ye adamış komutanlar, artık birer “sivil” olarak, 1 Eylül’de Hasdal’dan Silivri’ye yollanacaklarmış... Akıl var, mantık var. Bu ortamda disiplin, kurmay subaylık, taktik kalabilir mi? TSK Silivri’de resmen rehin kalmışken terör alıp başını yürüdü. Özellikle son 2-3 yılda, “açılım”, bir “Zihni Sinir Procesi” olarak öne sürüldükten sonra, şehit sayısı akıl almaz bir şekilde patlama yaptı. Etrafta atıp tutanlar, biraz gerçeklere baksın: Terör 9-10 sene kadar önce nasıl durma noktasına gelmişti ve ardından bu hükümet döneminde nasıl sistamatik olarak artmaya başladı? Şimdi bu lafı duyunca, hemen “vay efendim, sen Güneydoğu sorununu Ordu’ya mı havale ettin? Demek yaşanan süreçten hiç bir şey anlamamışsın” diye ortaya çıkan aynı entel-dantel gruplar olacak. Pardonnn? Ne zannettiniz? “Kürt sorununu çözmek” tek yanlı olarak ırkçı terör katliamlarını izlemekten ibaret mi olacaktı? Masa başı çözüm arayışlarına geçtiyseniz, o zaman bu kahpe katliamlar ne oluyor? Ben bu süreçte neden hala sürekli şehit verdiğimizi analiz etme hakkımı kullanıyorum: Teorik siyasi çözüm salataları bol karışık soslara bandırıldıkça, nasıl oluyor da bu hain saldırılar azalacağına, artıyor ve maalesef nasıl kara hedeflerine ulaşıyor?
Bir acı tespittir bu. Bir Ordu, hele TSK gibi köklü bir geçmişe ve bir ulusal kahramana dayalı bir kurumsa, bir bütündür. Dallarına, gövdesine aldığı saldırılar, tamamını etkiler. Üst üste açılan ve kamuoyu vicdanında hiçbir inandırıcılığa ulaşamayan davalarla, TSK’nın bağışıklık sistemi iflas ettirilmiştir. Bugün teröristbaşına ev hapsi ve hatta özgürlük dileyenler ortada cirit atarken, vatan için gövdesini siper eden kahraman askerler, terörist yerine konmuştur. Bu mücadelenin artık askerin gözünde pek inandırıcılığı kalmamıştır. Böyle bir ortamda Ordu’nun geleceğe, hatta önündeki riskli saatlere güvenle bakması mümkün değildir. Ayrıca bu toplum, siyasilerinin 60 yıldır işledikleri tüm suçları unutup, işin kolayına kaçıp, her basiretsizliğini TSK’ya yüklemeyi tercih etmiştir. Uzun lafın kısası, maddi-manevi olarak anlaşılmaz gerekçelerle çökertilmiş, günah keçisi ilan edilmiş Ordu, terörle ancak bu kadar mücadele eder! İşin daha da traji-komiği, TSK’ya "senin konuşma hakkın da yok" dendiği için, hakkındaki iddialara yanıt dahi verememiştir: Sonuç olarak, Ordu, ülkeyle beraber teröre yem edilmiştir: Bu yaşananların üstüne, Türkiye içeride şehitlerini sayarken, bir de bu yarı bitkisel hayat ortamında, hala ABD emriyle Suriye’ye girmeye çalışıyor! Allah siyasilerimize akıl fikir, milletimize de sabır ve tevekkül versin!

Yazılı medyada yazarın izni olmadan yayınlanamaz..   

ORDU, TERÖRE YEM EDİLİRKEN... / Bedri Baykam / 7 Ağustos 2012 tarihli Cumhuriyet makalesi..


Pazar günü yine kara haberle uyandık. Hakkâri’de 8 şehit, onca yaralı... Yine kahrolacak onlarca ev, hane, anne-baba, eş, kardeş, dost. Buna benzer köşe yazılarına dudak büken ve “şehit edebiyatı yapmış” diye terbiyesizleşen tipler var ortalıkta maalesef. Onlar için, bir café’de her zamanki gibi gerçeği ıskalayacak ilginç patavatsızlıklarını kurgulamak her şeyden daha önemli. Ülkesini, vatanını sevmek, korumak ya da uğruna ölmek, bu zavallılar için “demode”, “statükocu” fikirler! Onların bu ukalalıklarını huzur içinde orta yere bırakabilmeleri için ölenler ise, gözlerinde olsa olsa birer talihsiz enayi oluyor herhalde (!) Bizler için ise, Ortaçağ’dan kalma ırk, mezhep, aidiyet saçmalıkları yüzünden yaratılan bu kavgada verdiğimiz şehitler yüreğimizin dinmez acısı. Şimdi ömür boyu kendine gelemeyecek bu şehit aileleriyle “empati” kurmamak mümkün mü? Şu anda yakarışlar ve dualar arasında yaşama isyan eden o yurttaşların acısını yüreğinde hissetmeyen, ya beyinsizdir ya hissiz bir yılandır. Allah kaybettiğimiz tüm askerlerimiz ve vatandaşlarımıza rahmet eylesin, ailelerine sabır versin.
Gelelim madalyonun diğer yüzüne: En değerli subayları, erleri alçakça şehit edilen bu Ordu, neler yaşıyor? Bir futbol takımı yöneticileri, kendi teknik heyetini ve 8 futbolcusunu ortada belli-belirsiz, kanıtlanamayan iddialarla hapse attırırsa, o yıl ligde başarılı olabilir mi? İşte teröre karşı TSK’nin durumu aynen budur. Hükümet, kendi ordusunun kolunu kanadını kırmış, moralini toptan sıfırlamıştır. Son beş yılda sıfırdan üretilen senaryolarla çökertilmiş TSK’nın, artık komutanlarının neredeyse yarısı hapiste, diğer yarısı “potansiyel davalı” iken, terörle nasıl mücadele edebileceğini bana anlatır mısınız?
Son YAŞ kararlarıyla da, çivi sonuna kadar tabuta gömülürcesine, yeniden 40’ı tutuklu 56 general ve amiral emekliye sevk edildi; ömrünü Türkiye’ye adamış komutanlar, artık birer “sivil” olarak, 1 Eylül’de Hasdal’dan Silivri’ye yollanacaklarmış... Akıl var, mantık var. Bu ortamda disiplin, kurmay subaylık, taktik kalabilir mi? TSK Silivri’de resmen rehin kalmışken terör alıp başını yürüdü. Özellikle son 2-3 yılda, “açılım”, bir “Zihni Sinir Procesi” olarak öne sürüldükten sonra, şehit sayısı akıl almaz bir şekilde patlama yaptı. Etrafta atıp tutanlar, biraz gerçeklere baksın: Terör 9-10 sene kadar önce nasıl durma noktasına gelmişti ve ardından bu hükümet döneminde nasıl sistamatik olarak artmaya başladı? Şimdi bu lafı duyunca, hemen “vay efendim, sen Güneydoğu sorununu Ordu’ya mı havale ettin? Demek yaşanan süreçten hiç bir şey anlamamışsın” diye ortaya çıkan aynı entel-dantel gruplar olacak. Pardonnn? Ne zannettiniz? “Kürt sorununu çözmek” tek yanlı olarak ırkçı terör katliamlarını izlemekten ibaret mi olacaktı? Masa başı çözüm arayışlarına geçtiyseniz, o zaman bu kahpe katliamlar ne oluyor? Ben bu süreçte neden hala sürekli şehit verdiğimizi analiz etme hakkımı kullanıyorum: Teorik siyasi çözüm salataları bol karışık soslara bandırıldıkça, nasıl oluyor da bu hain saldırılar azalacağına, artıyor ve maalesef nasıl kara hedeflerine ulaşıyor?
Bir acı tespittir bu. Bir Ordu, hele TSK gibi köklü bir geçmişe ve bir ulusal kahramana dayalı bir kurumsa, bir bütündür. Dallarına, gövdesine aldığı saldırılar, tamamını etkiler. Üst üste açılan ve kamuoyu vicdanında hiçbir inandırıcılığa ulaşamayan davalarla, TSK’nın bağışıklık sistemi iflas ettirilmiştir. Bugün teröristbaşına ev hapsi ve hatta özgürlük dileyenler ortada cirit atarken, vatan için gövdesini siper eden kahraman askerler, terörist yerine konmuştur. Bu mücadelenin artık askerin gözünde pek inandırıcılığı kalmamıştır. Böyle bir ortamda Ordu’nun geleceğe, hatta önündeki riskli saatlere güvenle bakması mümkün değildir. Ayrıca bu toplum, siyasilerinin 60 yıldır işledikleri tüm suçları unutup, işin kolayına kaçıp, her basiretsizliğini TSK’ya yüklemeyi tercih etmiştir. Uzun lafın kısası, maddi-manevi olarak anlaşılmaz gerekçelerle çökertilmiş, günah keçisi ilan edilmiş Ordu, terörle ancak bu kadar mücadele eder! İşin daha da traji-komiği, TSK’ya "senin konuşma hakkın da yok" dendiği için, hakkındaki iddialara yanıt dahi verememiştir: Sonuç olarak, Ordu, ülkeyle beraber teröre yem edilmiştir: Bu yaşananların üstüne, Türkiye içeride şehitlerini sayarken, bir de bu yarı bitkisel hayat ortamında, hala ABD emriyle Suriye’ye girmeye çalışıyor! Allah siyasilerimize akıl fikir, milletimize de sabır ve tevekkül versin!

Yazılı medyada yazarın izni olmadan yayınlanamaz..