30 Mart 2012 Cuma
IAA / WORLD ART DAY PRESS RELEASE..
IAA / WORLD ART DAY PRESS RELEASE
After “Mother’s Day”, ”Father’s Day”, “Women’s Day”, “Music Day”
the world now has a “World Art Day”!
This year for the first time, the world will start celebrating with the International Associations of Art, “World Art Day” on April 15.
Last year at the World General Assembly Meeting of International Art Associations (IAA) in Mexico/Guadalajara, Turkey’s National Committee (UPSD) President Bedri Baykam had presented a proposal which suggested that Leonardo da Vinci’s birthday, April 15, be declared World Art Day (WAD).
The proposition was co-signed and presented by Rosa Maria Burillo Velasco, Mexico/ Anne Pourny, France / Liu Dawei, China (Ex-President) / Christos Symeonides, Cyprus / Anders Liden, Sweden / Kan Irie, Japan / Pavol Kral, Slovakia / Dev Chooramun, Mauritius / Hilde Rognskog, Norway. It was voted and unanimously accepted at the General Assembly.
Leonardo’s never out-of-fashion multi-faceted personality as a painter, sculptor, thinker, writer, innovator, mathematician and philosopher was a perfect choice for today’s contemporary world as well with its multi-disciplinary artistic and politico-social layers.
All the national committees of World Art Associations will be contributing to World Art Day, through festivities, exhibitions, panel discussions, posters, banners and parties, thus emphasizing the role of art in reaching peace and freedom. At this point, from Mexico to Brazil, from France to Sweden, from Slovakia to South Africa, from Cyprus to Venezuela, from Norway to Panama, from Holland to Chile, from Japan to China, all continents are getting ready to celebrate the IAA / World Art Day with different ways and means.
One more point to clear is that, April 15 is a World Art Day to celebrate for all artists and art lovers of the world, not just those that are member of IAA. The idea is to create a day that would emphasize the importance of art to everybody from all ages and races. Every gallery, museum, art center, university and artists are free to organize their own activities and join the celebration.
The President of IAA World, Mexican Rosa Maria Burillo Velasco said about the first WAD:
"Art is the most genuine expression of the human soul, shaped in images words, sounds and movements enduring reflections that describe us the story of humanity. World Art Day will permit to all the artists and art lovers of the world, to feel the power and the preciousness of art simultaneously and let all of us breathe its importance for all nations of the World."
More information on this issue can be found at www.iaaworldartday.com – www.aiap-iaa.org - www.iaa-europe.eu - www.facebook.com/worldartday.iaa
The kind contribution of all the world press is welcome and required for this good news!
IAA / WORLD ART DAY PRESS RELEASE..
IAA / WORLD ART DAY PRESS RELEASE
After “Mother’s Day”, ”Father’s Day”, “Women’s Day”, “Music Day”
the world now has a “World Art Day”!
This year for the first time, the world will start celebrating with the International Associations of Art, “World Art Day” on April 15.
Last year at the World General Assembly Meeting of International Art Associations (IAA) in Mexico/Guadalajara, Turkey’s National Committee (UPSD) President Bedri Baykam had presented a proposal which suggested that Leonardo da Vinci’s birthday, April 15, be declared World Art Day (WAD).
The proposition was co-signed and presented by Rosa Maria Burillo Velasco, Mexico/ Anne Pourny, France / Liu Dawei, China (Ex-President) / Christos Symeonides, Cyprus / Anders Liden, Sweden / Kan Irie, Japan / Pavol Kral, Slovakia / Dev Chooramun, Mauritius / Hilde Rognskog, Norway. It was voted and unanimously accepted at the General Assembly.
Leonardo’s never out-of-fashion multi-faceted personality as a painter, sculptor, thinker, writer, innovator, mathematician and philosopher was a perfect choice for today’s contemporary world as well with its multi-disciplinary artistic and politico-social layers.
All the national committees of World Art Associations will be contributing to World Art Day, through festivities, exhibitions, panel discussions, posters, banners and parties, thus emphasizing the role of art in reaching peace and freedom. At this point, from Mexico to Brazil, from France to Sweden, from Slovakia to South Africa, from Cyprus to Venezuela, from Norway to Panama, from Holland to Chile, from Japan to China, all continents are getting ready to celebrate the IAA / World Art Day with different ways and means.
One more point to clear is that, April 15 is a World Art Day to celebrate for all artists and art lovers of the world, not just those that are member of IAA. The idea is to create a day that would emphasize the importance of art to everybody from all ages and races. Every gallery, museum, art center, university and artists are free to organize their own activities and join the celebration.
The President of IAA World, Mexican Rosa Maria Burillo Velasco said about the first WAD:
"Art is the most genuine expression of the human soul, shaped in images words, sounds and movements enduring reflections that describe us the story of humanity. World Art Day will permit to all the artists and art lovers of the world, to feel the power and the preciousness of art simultaneously and let all of us breathe its importance for all nations of the World."
More information on this issue can be found at www.iaaworldartday.com – www.aiap-iaa.org - www.iaa-europe.eu - www.facebook.com/worldartday.iaa
The kind contribution of all the world press is welcome and required for this good news!
DÜNYA SANAT GÜNÜ BASIN BÜLTENİ..
DÜNYA SANAT GÜNÜ BASIN BÜLTENİ
“Anneler Günü”, “Babalar Günü”, “Kadınlar Günü”, “Tiyatrolar Günü” derken
Artık “Dünya Sanat Günü”de var!
Dünya Sanat Günü, International Associations of Art (IAA)’ın işbirliği ile 15 Nisan günü ilk defa düzenleniyor.
Geçen sene Nisan ayında Guadalajara/Meksika'da gerçekleşen IAA/International Associations of Art Genel Kurul Toplantısı'nda Türkiye temsilcisi UPSD Başkanı Bedri Baykam'ın sunumunun ardından, UPSD/Uluslararası Plastik Sanatlar Derneği'nin önerisi üzerine, Leonardo da Vinci'nin doğum günü olan 15 Nisan'ın, Dünya Sanat Günü / World Art Day (WAD) olarak saptanması oybirliği ile kabul edildi.
Dünya Sanat Günü’nün oybirliği ile kabul edildiği Genel Kurul’da bulunan Baykam’ın sunduğu teklifine ön imza koyarak Genel Kurul’a sunanlar: Rosa Maria Burillo Velasco, Meksika / Anne Pourny, Fransa / Liu Dawei, Çin (IAA Eski Başkanı) / Christos Symeonides, Kıbrıs / Anders Liden, İsveç / Kan Irie, Japonya / Pavol Kral, Slovakya / Dev Chooramun, Mauritius / Hilde Rognskog, Norveç.
Leonardo, ressam, heykeltraş, düşünür, yazar, mucit, matematikçi, filozof gibi birçok sıfatı barındıran çok yönlü kişiliği ve sahip olduğu günümüz çağdaş sanat dünyasının disiplinlerarası çalışmalarının geçmiş ve aynı zamanda gelecekteki yüzü niteliğiyle, bu çok önemli gün için en uygun isim olarak herkesin onayını aldı.
Uluslararası Sanat Birlikleri’nin tüm temsilcileri, bu vesileyle düzenleyecekleri sergi, panel, parti gibi etkinliklerle sanatın, barışın ve özgürlüğün vurgusunu yaparak Dünya Sanat Günü’ne katkıda bulunacak. Meksika’dan Brezilya’ya, Norveç’ten Panama’ya, Fransa’dan İsveç’e, Slovakya’dan Güney Afrika’ya, Kıbrıs’tan Venezuela’ya, Hollanda’dan Şili’ye, Japonya’dan Çin’e tüm temsilciler Dünya Sanat Günü’nü farklı kavram ve şekillerde kutlamak üzere hazırlanıyorlar.
Dünya Sanat Günü, sadece IAA üyesi ülkelerde değil, tüm Dünya’daki sanatçı ve sanatseverlerin kutlaması amacıyla önerildi ve kabul edildi. Sanat için çok önemli olan bu günün yaratılmasındaki amaç, sanatın her yaş ve her ırktan, tüm toplum için önemini vurgulamaktır. 15 Nisan Dünya Sanat Günü için bütün müzeler, galeriler, üniversiteler, sanat kurumları ve sanatçılar kendi etkinliklerini düzenleyecek ve logoyu da kullanarak bu özel günü kutlayabilecekler.
IAA Dünya Başkanı, Rosa Maria Burillo Velasco/Meksika ilk kez kutlanacak olan Dünya Sanat Günü için düşüncelerini şu şekilde belirtti:
“Sanat, insanlık tarihinin kelimeler, sesler ve hareketlerle betimlenen kalıcı yansımalarıyla yaşama geçirilmiş olan, insanın en öznel ve en çarpıcı ‘halet-i ruhiyesi’nin ifadesidir. Dünya Sanat Günü, tüm dünyanın sanatçı ve sanatseverlerinin sanatın değerini ve gücünü eşzamanlı olarak hissetmelerini ve tüm dünya ülkeleri adına büyük önemini aynı anda solumalarını sağlayacaktır.”
Dünya Sanat Günü ile ilgili detaylı bilgiye web adresimizden ve Facebook sayfalarımızdan ulaşabilirsiniz:
www.iaaworldartday.com – www.aiap-iaa.org – www.iaa-europe.eu – www.upsd.org.tr –
www.facebook.com/worldartday.iaa – www.facebook.com/dunyasanatgunu.upsd
Bu mutlu haberi halkımıza iletme noktasında tüm siz değerli basın mensuplarının çok değerli katkılarına ihtiyacımız var!
DÜNYA SANAT GÜNÜ BASIN BÜLTENİ..
DÜNYA SANAT GÜNÜ BASIN BÜLTENİ
“Anneler Günü”, “Babalar Günü”, “Kadınlar Günü”, “Tiyatrolar Günü” derken
Artık “Dünya Sanat Günü”de var!
Dünya Sanat Günü, International Associations of Art (IAA)’ın işbirliği ile 15 Nisan günü ilk defa düzenleniyor.
Geçen sene Nisan ayında Guadalajara/Meksika'da gerçekleşen IAA/International Associations of Art Genel Kurul Toplantısı'nda Türkiye temsilcisi UPSD Başkanı Bedri Baykam'ın sunumunun ardından, UPSD/Uluslararası Plastik Sanatlar Derneği'nin önerisi üzerine, Leonardo da Vinci'nin doğum günü olan 15 Nisan'ın, Dünya Sanat Günü / World Art Day (WAD) olarak saptanması oybirliği ile kabul edildi.
Dünya Sanat Günü’nün oybirliği ile kabul edildiği Genel Kurul’da bulunan Baykam’ın sunduğu teklifine ön imza koyarak Genel Kurul’a sunanlar: Rosa Maria Burillo Velasco, Meksika / Anne Pourny, Fransa / Liu Dawei, Çin (IAA Eski Başkanı) / Christos Symeonides, Kıbrıs / Anders Liden, İsveç / Kan Irie, Japonya / Pavol Kral, Slovakya / Dev Chooramun, Mauritius / Hilde Rognskog, Norveç.
Leonardo, ressam, heykeltraş, düşünür, yazar, mucit, matematikçi, filozof gibi birçok sıfatı barındıran çok yönlü kişiliği ve sahip olduğu günümüz çağdaş sanat dünyasının disiplinlerarası çalışmalarının geçmiş ve aynı zamanda gelecekteki yüzü niteliğiyle, bu çok önemli gün için en uygun isim olarak herkesin onayını aldı.
Uluslararası Sanat Birlikleri’nin tüm temsilcileri, bu vesileyle düzenleyecekleri sergi, panel, parti gibi etkinliklerle sanatın, barışın ve özgürlüğün vurgusunu yaparak Dünya Sanat Günü’ne katkıda bulunacak. Meksika’dan Brezilya’ya, Norveç’ten Panama’ya, Fransa’dan İsveç’e, Slovakya’dan Güney Afrika’ya, Kıbrıs’tan Venezuela’ya, Hollanda’dan Şili’ye, Japonya’dan Çin’e tüm temsilciler Dünya Sanat Günü’nü farklı kavram ve şekillerde kutlamak üzere hazırlanıyorlar.
Dünya Sanat Günü, sadece IAA üyesi ülkelerde değil, tüm Dünya’daki sanatçı ve sanatseverlerin kutlaması amacıyla önerildi ve kabul edildi. Sanat için çok önemli olan bu günün yaratılmasındaki amaç, sanatın her yaş ve her ırktan, tüm toplum için önemini vurgulamaktır. 15 Nisan Dünya Sanat Günü için bütün müzeler, galeriler, üniversiteler, sanat kurumları ve sanatçılar kendi etkinliklerini düzenleyecek ve logoyu da kullanarak bu özel günü kutlayabilecekler.
IAA Dünya Başkanı, Rosa Maria Burillo Velasco/Meksika ilk kez kutlanacak olan Dünya Sanat Günü için düşüncelerini şu şekilde belirtti:
“Sanat, insanlık tarihinin kelimeler, sesler ve hareketlerle betimlenen kalıcı yansımalarıyla yaşama geçirilmiş olan, insanın en öznel ve en çarpıcı ‘halet-i ruhiyesi’nin ifadesidir. Dünya Sanat Günü, tüm dünyanın sanatçı ve sanatseverlerinin sanatın değerini ve gücünü eşzamanlı olarak hissetmelerini ve tüm dünya ülkeleri adına büyük önemini aynı anda solumalarını sağlayacaktır.”
Dünya Sanat Günü ile ilgili detaylı bilgiye web adresimizden ve Facebook sayfalarımızdan ulaşabilirsiniz:
www.iaaworldartday.com – www.aiap-iaa.org – www.iaa-europe.eu – www.upsd.org.tr –
www.facebook.com/worldartday.iaa – www.facebook.com/dunyasanatgunu.upsd
Bu mutlu haberi halkımıza iletme noktasında tüm siz değerli basın mensuplarının çok değerli katkılarına ihtiyacımız var!
27 Mart 2012 Salı
NO SHY VIRGINS PLEASE / Bedri Baykam
I don’t need no map,
Just some kinda horizon.
Running on empty,
Stuffing the engine with paint instead of gasoline.
Who is sitting, grabbing you from your back? Is it Mona or Olympia? Or can it be the gal in the red panties that Bukowski through in your arms last night?
I don’t see no house in front of me and no lights either.
Still my hopes are intact and my cognac flask is half full.
Jack is watching us from the skies and Neil Cassady must be around.
I am speeding towards eternity and cops must be trailing behind as usual.
The jukebox of the diner seven miles ahead is waiting for me:
“On a dark desert highway, cool wind in my hair,
warm smell of colitas, rising up through the air…“
But I know the assholes are out of Bacon. And they will pay for it!
No shy virgins please. Gimme a king size bed and couple beers
Swim and dive at your own risk…
This might be your road to hell,
and I am for sure…
The guy your mom warned you about..
Bedri Baykam—March 2012
NO SHY VIRGINS PLEASE / Bedri Baykam
I don’t need no map,
Just some kinda horizon.
Running on empty,
Stuffing the engine with paint instead of gasoline.
Who is sitting, grabbing you from your back? Is it Mona or Olympia? Or can it be the gal in the red panties that Bukowski through in your arms last night?
I don’t see no house in front of me and no lights either.
Still my hopes are intact and my cognac flask is half full.
Jack is watching us from the skies and Neil Cassady must be around.
I am speeding towards eternity and cops must be trailing behind as usual.
The jukebox of the diner seven miles ahead is waiting for me:
“On a dark desert highway, cool wind in my hair,
warm smell of colitas, rising up through the air…“
But I know the assholes are out of Bacon. And they will pay for it!
No shy virgins please. Gimme a king size bed and couple beers
Swim and dive at your own risk…
This might be your road to hell,
and I am for sure…
The guy your mom warned you about..
Bedri Baykam—March 2012
İŞTE SİZE ANAYASA FORUMU’NDAN YANIT! / Bedri Baykam / 27 Mart 2012 tarihli Cumhuriyet makalesi..
Pazar, o güneşli günde en güzel yere gidip, Şişli Öğretmenevi’nde “Milli Anayasa Forumu” na katıldım. Türkiye’nin aydınlık insanlarıyla beraber oldum. Meclis Başkanı Sn. Cemil Çiçek aylardır şikayet ediyordu:“Yeni Anayasa hakında her kesimden görüş istiyoruz, kimseden ses gelmiyor” diye. Tabii Çiçek’in görmeyi umduğu yorum ve öneri katkıları nelerdi bilemem ama Pazar günü Şişli’den çıkan seslerin iktidar partisini çok mutlu edeceğini sanmıyorum!
Oturumu yöneten ve Hüsamettin Cindoruk, Mümtaz Soysal, Yekta Güngör Özden’le beraber Milli Anayasa Forumu’nun ilk çağrısını yapanlardan olan Kemal Alemdaroğlu, açılış konuşmasında en önemli noktayı hatırlattı: “Yaşayan bir devletin Parlamentosu, ‘Yeni Anayasa’ yapamaz. Olsa olsa Anayasa değişikliği yapar.” Gerçekten de sürekli olarak ilk dört maddeye tecavüz dahil, sürekli “Yeni Anayasa” dan söz edenlere şaşıyorum. Darbe mi yaptınız da Anayasa yazmaya kalkıyorsunuz? Kim size bu yetkiyi verdi? Bu ne cüret? Hele o ilk dört maddeye saldıran yandaş-paydaşlara bayılıyorum! Sanki spagetti tarifi değiştirecekler! Eski CHP Milletvekili Şahin Mengü, konuşmasında, sokaktaki adamın Anayasa talebi olmadığını, esasında iktidarın dayatmaya çalıştığının açıkça “rejim değişikliği” olduğunu, 80 sonrası Atatürk düşmanlığı yayanların gülünç bir şekilde eski dönem şartları ile değerlendirmelerini yaptıklarını vurguladı. “Hiç kimsenin gücü yetmez bunları gerçekleştirmeye” diyerek büyük alkış aldı. ADD Başkanı Tansel Çölaşan, ulusal kesimlerin kararlı çabalarına rağmen Anayasa dayatmasının hızlandırılmış şekilde yürüdüğünü hatırlattı. “Suçluların telaşı içindeler, Abant toplantıları doğrultusunda bildikleri yolda ilerliyorlar” diyen Çölaşan, cemaatçiler ve ”yetmez ama evet” çilerin el ele demokrasiyi yok etmek üzere örgütlendiklerini anlattı. Anayasa’nın vatandaşlık kavramına getirilen eleştirilere karşı da Çölaşan, Atatürk’ün el yazısıyla kaleme aldığı “Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran halka Türk Milleti denir” sözlerini hatırlattı ve bu yaklaşımın hümanist bir milliyetçilik yansıttığını, iktidar yanlılarının da “Cumhuriyet’in ulus kavramı yapaydır, zorlamadır” şeklinde yorumlarla, yıpratma çabasında olduklarını haklı olarak hatırlattı. Bu yeni paketle, laiklik yerine “inanç özgürlüğü” kavramının öne çıkarıldığını söyleyen Çölaşan, yolsuzluk ve borçlanmalarla fakirleşen halkın bu dönemde devrim karşıtları tarafından bu değişime malzeme edilişini izah etti.
Günün en genç konuşmacısı, TGB’nin Başkanı İlker Yücel’di. O da “Natotürkçülük” kavramının, Atatürkçü “Milli devrimci yol” la alakası olmayan bir yöntem olarak kullanıldığını ve artık devrimci örgütlü bir dayanışma gerektiğini savundu. Yücel “Ne zaman büyük bir demokratik adım atıldıysa, arkasında büyük bir kitle hareketi olduğunu” hatırlattı. Onu izlerken, Atatürk’ün güvendiği ideal Türk gencinin yansımasını görüp gurur duydum. Şimdi Ulusal Kanal’ı başarıyla yöneten Adnan Türkkan’dan sonra, TGB’nin yine özverili bir başkanla yürüdüğünü görmek bana keyif verdi. Ardından Forum’da başka katılımcılarla beraber ben de konuştum. Sanatçılar Girişimi’nin “Reddediyoruz” tepkisinden ve Silivri’de süren aydınlara zulümden söz ettim. Perinçek’in özgür insanların bile başaramadıkları şekilde ortaya koyduğu onurlu direnci tarihin unutmayacağını vurguladım. Ulusal kanal programcısı ve “sosyalist ilahiyatçı” Eren Erdem, ilginç cümleler sarf etti: “Kafası liberal, belden aşağısı muhafazakar, abdestli kapitalist bir tipleme yarattık, onlar haçlı emperyalizmin emrindeler; Anayasa yazmak için adam olmak gerekir.” Büyük ilgi uyandıran sözlerinin ardından Avrasya Birliği’nin önemini anlatan Erdem, çocukları aç diye intihar eden anneler varken, süslü püslü camiler yapılmasının mantıksızlığını vurguladı. (Anlayana!)
Aylar önce başlamış olan Milli Anayasa Forumları, artık hızla bir çok ile, ilçeye yayılıyor. Hazırlanan sonuç bildirgesinin en önemli vurgusu ise CHP ve MHP’nin derhal Anayasa Komisyonu’ndan ayrılması ve bu yapay sözde demokratik girişime haksız meşruluk kazandırmaya son vermeleriydi. Gerçekten sormak lazım bu Partilere: 12 Eylül referandumu gibi bir anti-demokratik bir rezalete imza atmış olan bir hükümetin birden Anayasa’da demokrasiyi ileriye taşımak için bu “Yeni Anayasa” macerasına giriştiğine inanmak mümkün mü?
Sevgili Ankaralılar, umarım çoğunuz bu satırları CHP’nin 4+4+4 “Tandoğan” grup toplantısında okuyorsunuz! Artık baharla birlikte demokratik güçlerin sahaya çıkma vakti geldi! Kış uykusundan u-ya-nın!
Oturumu yöneten ve Hüsamettin Cindoruk, Mümtaz Soysal, Yekta Güngör Özden’le beraber Milli Anayasa Forumu’nun ilk çağrısını yapanlardan olan Kemal Alemdaroğlu, açılış konuşmasında en önemli noktayı hatırlattı: “Yaşayan bir devletin Parlamentosu, ‘Yeni Anayasa’ yapamaz. Olsa olsa Anayasa değişikliği yapar.” Gerçekten de sürekli olarak ilk dört maddeye tecavüz dahil, sürekli “Yeni Anayasa” dan söz edenlere şaşıyorum. Darbe mi yaptınız da Anayasa yazmaya kalkıyorsunuz? Kim size bu yetkiyi verdi? Bu ne cüret? Hele o ilk dört maddeye saldıran yandaş-paydaşlara bayılıyorum! Sanki spagetti tarifi değiştirecekler! Eski CHP Milletvekili Şahin Mengü, konuşmasında, sokaktaki adamın Anayasa talebi olmadığını, esasında iktidarın dayatmaya çalıştığının açıkça “rejim değişikliği” olduğunu, 80 sonrası Atatürk düşmanlığı yayanların gülünç bir şekilde eski dönem şartları ile değerlendirmelerini yaptıklarını vurguladı. “Hiç kimsenin gücü yetmez bunları gerçekleştirmeye” diyerek büyük alkış aldı. ADD Başkanı Tansel Çölaşan, ulusal kesimlerin kararlı çabalarına rağmen Anayasa dayatmasının hızlandırılmış şekilde yürüdüğünü hatırlattı. “Suçluların telaşı içindeler, Abant toplantıları doğrultusunda bildikleri yolda ilerliyorlar” diyen Çölaşan, cemaatçiler ve ”yetmez ama evet” çilerin el ele demokrasiyi yok etmek üzere örgütlendiklerini anlattı. Anayasa’nın vatandaşlık kavramına getirilen eleştirilere karşı da Çölaşan, Atatürk’ün el yazısıyla kaleme aldığı “Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran halka Türk Milleti denir” sözlerini hatırlattı ve bu yaklaşımın hümanist bir milliyetçilik yansıttığını, iktidar yanlılarının da “Cumhuriyet’in ulus kavramı yapaydır, zorlamadır” şeklinde yorumlarla, yıpratma çabasında olduklarını haklı olarak hatırlattı. Bu yeni paketle, laiklik yerine “inanç özgürlüğü” kavramının öne çıkarıldığını söyleyen Çölaşan, yolsuzluk ve borçlanmalarla fakirleşen halkın bu dönemde devrim karşıtları tarafından bu değişime malzeme edilişini izah etti.
Günün en genç konuşmacısı, TGB’nin Başkanı İlker Yücel’di. O da “Natotürkçülük” kavramının, Atatürkçü “Milli devrimci yol” la alakası olmayan bir yöntem olarak kullanıldığını ve artık devrimci örgütlü bir dayanışma gerektiğini savundu. Yücel “Ne zaman büyük bir demokratik adım atıldıysa, arkasında büyük bir kitle hareketi olduğunu” hatırlattı. Onu izlerken, Atatürk’ün güvendiği ideal Türk gencinin yansımasını görüp gurur duydum. Şimdi Ulusal Kanal’ı başarıyla yöneten Adnan Türkkan’dan sonra, TGB’nin yine özverili bir başkanla yürüdüğünü görmek bana keyif verdi. Ardından Forum’da başka katılımcılarla beraber ben de konuştum. Sanatçılar Girişimi’nin “Reddediyoruz” tepkisinden ve Silivri’de süren aydınlara zulümden söz ettim. Perinçek’in özgür insanların bile başaramadıkları şekilde ortaya koyduğu onurlu direnci tarihin unutmayacağını vurguladım. Ulusal kanal programcısı ve “sosyalist ilahiyatçı” Eren Erdem, ilginç cümleler sarf etti: “Kafası liberal, belden aşağısı muhafazakar, abdestli kapitalist bir tipleme yarattık, onlar haçlı emperyalizmin emrindeler; Anayasa yazmak için adam olmak gerekir.” Büyük ilgi uyandıran sözlerinin ardından Avrasya Birliği’nin önemini anlatan Erdem, çocukları aç diye intihar eden anneler varken, süslü püslü camiler yapılmasının mantıksızlığını vurguladı. (Anlayana!)
Aylar önce başlamış olan Milli Anayasa Forumları, artık hızla bir çok ile, ilçeye yayılıyor. Hazırlanan sonuç bildirgesinin en önemli vurgusu ise CHP ve MHP’nin derhal Anayasa Komisyonu’ndan ayrılması ve bu yapay sözde demokratik girişime haksız meşruluk kazandırmaya son vermeleriydi. Gerçekten sormak lazım bu Partilere: 12 Eylül referandumu gibi bir anti-demokratik bir rezalete imza atmış olan bir hükümetin birden Anayasa’da demokrasiyi ileriye taşımak için bu “Yeni Anayasa” macerasına giriştiğine inanmak mümkün mü?
Sevgili Ankaralılar, umarım çoğunuz bu satırları CHP’nin 4+4+4 “Tandoğan” grup toplantısında okuyorsunuz! Artık baharla birlikte demokratik güçlerin sahaya çıkma vakti geldi! Kış uykusundan u-ya-nın!
İŞTE SİZE ANAYASA FORUMU’NDAN YANIT! / Bedri Baykam / 27 Mart 2012 tarihli Cumhuriyet makalesi..
Pazar, o güneşli günde en güzel yere gidip, Şişli Öğretmenevi’nde “Milli Anayasa Forumu” na katıldım. Türkiye’nin aydınlık insanlarıyla beraber oldum. Meclis Başkanı Sn. Cemil Çiçek aylardır şikayet ediyordu:“Yeni Anayasa hakında her kesimden görüş istiyoruz, kimseden ses gelmiyor” diye. Tabii Çiçek’in görmeyi umduğu yorum ve öneri katkıları nelerdi bilemem ama Pazar günü Şişli’den çıkan seslerin iktidar partisini çok mutlu edeceğini sanmıyorum!
Oturumu yöneten ve Hüsamettin Cindoruk, Mümtaz Soysal, Yekta Güngör Özden’le beraber Milli Anayasa Forumu’nun ilk çağrısını yapanlardan olan Kemal Alemdaroğlu, açılış konuşmasında en önemli noktayı hatırlattı: “Yaşayan bir devletin Parlamentosu, ‘Yeni Anayasa’ yapamaz. Olsa olsa Anayasa değişikliği yapar.” Gerçekten de sürekli olarak ilk dört maddeye tecavüz dahil, sürekli “Yeni Anayasa” dan söz edenlere şaşıyorum. Darbe mi yaptınız da Anayasa yazmaya kalkıyorsunuz? Kim size bu yetkiyi verdi? Bu ne cüret? Hele o ilk dört maddeye saldıran yandaş-paydaşlara bayılıyorum! Sanki spagetti tarifi değiştirecekler! Eski CHP Milletvekili Şahin Mengü, konuşmasında, sokaktaki adamın Anayasa talebi olmadığını, esasında iktidarın dayatmaya çalıştığının açıkça “rejim değişikliği” olduğunu, 80 sonrası Atatürk düşmanlığı yayanların gülünç bir şekilde eski dönem şartları ile değerlendirmelerini yaptıklarını vurguladı. “Hiç kimsenin gücü yetmez bunları gerçekleştirmeye” diyerek büyük alkış aldı. ADD Başkanı Tansel Çölaşan, ulusal kesimlerin kararlı çabalarına rağmen Anayasa dayatmasının hızlandırılmış şekilde yürüdüğünü hatırlattı. “Suçluların telaşı içindeler, Abant toplantıları doğrultusunda bildikleri yolda ilerliyorlar” diyen Çölaşan, cemaatçiler ve ”yetmez ama evet” çilerin el ele demokrasiyi yok etmek üzere örgütlendiklerini anlattı. Anayasa’nın vatandaşlık kavramına getirilen eleştirilere karşı da Çölaşan, Atatürk’ün el yazısıyla kaleme aldığı “Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran halka Türk Milleti denir” sözlerini hatırlattı ve bu yaklaşımın hümanist bir milliyetçilik yansıttığını, iktidar yanlılarının da “Cumhuriyet’in ulus kavramı yapaydır, zorlamadır” şeklinde yorumlarla, yıpratma çabasında olduklarını haklı olarak hatırlattı. Bu yeni paketle, laiklik yerine “inanç özgürlüğü” kavramının öne çıkarıldığını söyleyen Çölaşan, yolsuzluk ve borçlanmalarla fakirleşen halkın bu dönemde devrim karşıtları tarafından bu değişime malzeme edilişini izah etti.
Günün en genç konuşmacısı, TGB’nin Başkanı İlker Yücel’di. O da “Natotürkçülük” kavramının, Atatürkçü “Milli devrimci yol” la alakası olmayan bir yöntem olarak kullanıldığını ve artık devrimci örgütlü bir dayanışma gerektiğini savundu. Yücel “Ne zaman büyük bir demokratik adım atıldıysa, arkasında büyük bir kitle hareketi olduğunu” hatırlattı. Onu izlerken, Atatürk’ün güvendiği ideal Türk gencinin yansımasını görüp gurur duydum. Şimdi Ulusal Kanal’ı başarıyla yöneten Adnan Türkkan’dan sonra, TGB’nin yine özverili bir başkanla yürüdüğünü görmek bana keyif verdi. Ardından Forum’da başka katılımcılarla beraber ben de konuştum. Sanatçılar Girişimi’nin “Reddediyoruz” tepkisinden ve Silivri’de süren aydınlara zulümden söz ettim. Perinçek’in özgür insanların bile başaramadıkları şekilde ortaya koyduğu onurlu direnci tarihin unutmayacağını vurguladım. Ulusal kanal programcısı ve “sosyalist ilahiyatçı” Eren Erdem, ilginç cümleler sarf etti: “Kafası liberal, belden aşağısı muhafazakar, abdestli kapitalist bir tipleme yarattık, onlar haçlı emperyalizmin emrindeler; Anayasa yazmak için adam olmak gerekir.” Büyük ilgi uyandıran sözlerinin ardından Avrasya Birliği’nin önemini anlatan Erdem, çocukları aç diye intihar eden anneler varken, süslü püslü camiler yapılmasının mantıksızlığını vurguladı. (Anlayana!)
Aylar önce başlamış olan Milli Anayasa Forumları, artık hızla bir çok ile, ilçeye yayılıyor. Hazırlanan sonuç bildirgesinin en önemli vurgusu ise CHP ve MHP’nin derhal Anayasa Komisyonu’ndan ayrılması ve bu yapay sözde demokratik girişime haksız meşruluk kazandırmaya son vermeleriydi. Gerçekten sormak lazım bu Partilere: 12 Eylül referandumu gibi bir anti-demokratik bir rezalete imza atmış olan bir hükümetin birden Anayasa’da demokrasiyi ileriye taşımak için bu “Yeni Anayasa” macerasına giriştiğine inanmak mümkün mü?
Sevgili Ankaralılar, umarım çoğunuz bu satırları CHP’nin 4+4+4 “Tandoğan” grup toplantısında okuyorsunuz! Artık baharla birlikte demokratik güçlerin sahaya çıkma vakti geldi! Kış uykusundan u-ya-nın!
Oturumu yöneten ve Hüsamettin Cindoruk, Mümtaz Soysal, Yekta Güngör Özden’le beraber Milli Anayasa Forumu’nun ilk çağrısını yapanlardan olan Kemal Alemdaroğlu, açılış konuşmasında en önemli noktayı hatırlattı: “Yaşayan bir devletin Parlamentosu, ‘Yeni Anayasa’ yapamaz. Olsa olsa Anayasa değişikliği yapar.” Gerçekten de sürekli olarak ilk dört maddeye tecavüz dahil, sürekli “Yeni Anayasa” dan söz edenlere şaşıyorum. Darbe mi yaptınız da Anayasa yazmaya kalkıyorsunuz? Kim size bu yetkiyi verdi? Bu ne cüret? Hele o ilk dört maddeye saldıran yandaş-paydaşlara bayılıyorum! Sanki spagetti tarifi değiştirecekler! Eski CHP Milletvekili Şahin Mengü, konuşmasında, sokaktaki adamın Anayasa talebi olmadığını, esasında iktidarın dayatmaya çalıştığının açıkça “rejim değişikliği” olduğunu, 80 sonrası Atatürk düşmanlığı yayanların gülünç bir şekilde eski dönem şartları ile değerlendirmelerini yaptıklarını vurguladı. “Hiç kimsenin gücü yetmez bunları gerçekleştirmeye” diyerek büyük alkış aldı. ADD Başkanı Tansel Çölaşan, ulusal kesimlerin kararlı çabalarına rağmen Anayasa dayatmasının hızlandırılmış şekilde yürüdüğünü hatırlattı. “Suçluların telaşı içindeler, Abant toplantıları doğrultusunda bildikleri yolda ilerliyorlar” diyen Çölaşan, cemaatçiler ve ”yetmez ama evet” çilerin el ele demokrasiyi yok etmek üzere örgütlendiklerini anlattı. Anayasa’nın vatandaşlık kavramına getirilen eleştirilere karşı da Çölaşan, Atatürk’ün el yazısıyla kaleme aldığı “Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran halka Türk Milleti denir” sözlerini hatırlattı ve bu yaklaşımın hümanist bir milliyetçilik yansıttığını, iktidar yanlılarının da “Cumhuriyet’in ulus kavramı yapaydır, zorlamadır” şeklinde yorumlarla, yıpratma çabasında olduklarını haklı olarak hatırlattı. Bu yeni paketle, laiklik yerine “inanç özgürlüğü” kavramının öne çıkarıldığını söyleyen Çölaşan, yolsuzluk ve borçlanmalarla fakirleşen halkın bu dönemde devrim karşıtları tarafından bu değişime malzeme edilişini izah etti.
Günün en genç konuşmacısı, TGB’nin Başkanı İlker Yücel’di. O da “Natotürkçülük” kavramının, Atatürkçü “Milli devrimci yol” la alakası olmayan bir yöntem olarak kullanıldığını ve artık devrimci örgütlü bir dayanışma gerektiğini savundu. Yücel “Ne zaman büyük bir demokratik adım atıldıysa, arkasında büyük bir kitle hareketi olduğunu” hatırlattı. Onu izlerken, Atatürk’ün güvendiği ideal Türk gencinin yansımasını görüp gurur duydum. Şimdi Ulusal Kanal’ı başarıyla yöneten Adnan Türkkan’dan sonra, TGB’nin yine özverili bir başkanla yürüdüğünü görmek bana keyif verdi. Ardından Forum’da başka katılımcılarla beraber ben de konuştum. Sanatçılar Girişimi’nin “Reddediyoruz” tepkisinden ve Silivri’de süren aydınlara zulümden söz ettim. Perinçek’in özgür insanların bile başaramadıkları şekilde ortaya koyduğu onurlu direnci tarihin unutmayacağını vurguladım. Ulusal kanal programcısı ve “sosyalist ilahiyatçı” Eren Erdem, ilginç cümleler sarf etti: “Kafası liberal, belden aşağısı muhafazakar, abdestli kapitalist bir tipleme yarattık, onlar haçlı emperyalizmin emrindeler; Anayasa yazmak için adam olmak gerekir.” Büyük ilgi uyandıran sözlerinin ardından Avrasya Birliği’nin önemini anlatan Erdem, çocukları aç diye intihar eden anneler varken, süslü püslü camiler yapılmasının mantıksızlığını vurguladı. (Anlayana!)
Aylar önce başlamış olan Milli Anayasa Forumları, artık hızla bir çok ile, ilçeye yayılıyor. Hazırlanan sonuç bildirgesinin en önemli vurgusu ise CHP ve MHP’nin derhal Anayasa Komisyonu’ndan ayrılması ve bu yapay sözde demokratik girişime haksız meşruluk kazandırmaya son vermeleriydi. Gerçekten sormak lazım bu Partilere: 12 Eylül referandumu gibi bir anti-demokratik bir rezalete imza atmış olan bir hükümetin birden Anayasa’da demokrasiyi ileriye taşımak için bu “Yeni Anayasa” macerasına giriştiğine inanmak mümkün mü?
Sevgili Ankaralılar, umarım çoğunuz bu satırları CHP’nin 4+4+4 “Tandoğan” grup toplantısında okuyorsunuz! Artık baharla birlikte demokratik güçlerin sahaya çıkma vakti geldi! Kış uykusundan u-ya-nın!
20 Mart 2012 Salı
SİLİVRİ’DE HİLMİOĞLU’DAN ÖZOĞLU’NA İNSANİ DRAMLAR / Bedri Baykam / 20 Mart 2012 tarihli Cumhuriyet makalesi..
Geçen Cuma, Ümit Zileli’yle beraber yine Silivri’ye gittik. Normal biri, Ergenekon davasını izlerken beyin ve ruh sağlığını tamamen kaybedebilir. Bu yorumum abartılı değil. Bırakın dinlediğiniz dava ile ilgili insan zekasına meydan okuyan “absürd” bulguları, konuların insani boyutlarının dramıyla şoklanarak başlıyor gününüz. Suçunu bilmeden 4 yıldır yaşam ve sevdiklerinden koparılmış insanlar, orada kendi dünyalarına tutunup hala gülümsemeye çalışarak ziyaretçileriyle sohbet ederken onurlu, dik duruşlarını koruyorlar. Bize ayrılan yerden bazılarıyla el sıkışırken, jandarmalar “yasak” diye araya giriyor. “Tarihe ‘el sıkışmayı da önleyenler’ olarak geçmeyin” dedim onlara… Pen Yazarlar Sendikası’nın 2. Başkanı Schoulgin ve Norveçli yayıncı Nygaard da davayı izliyorlardı.
İnönü Üniversitesi eski rektörü Fatih Hilmioğlu “Bence yazınızın başlığı 'Silivri’de yargılanan ne?' olmalı” dedi bana. Gerçekten de orada bulunan tutukluların yanıtını aradıkları soru bu. Ali Özoğlu, yayıncı. “Toplumsal Dönüşüm” isimli yayınevini işletiyor. Savunması “suç” sayılarak 14 yıl hapis cezasına çarptırılmış. Sorguda kendisine yöneltilen sorular arasında “Neden asker kökenli yazarların var?”, “Niye Nutuk basıyorsun?” var. “Mevzu vatansa gerisi teferruattır” sözüne, ihbar eder gibi sertçe karşı çıkanlar arasında Taha Akyol varmış. “Bu lafı Atatürk demedi” demiş Akyol. Arayıp sormuş Özoğlu, “Bu böyle olsun ya da olmasın, sizi neden rahatsız etti?”. Kemal Aydın ve kardeşi Neriman Aydın da dört yıldır içerideler. Neriman Hanım’ın suçu herhalde büyük. Atatürk’ün “Medeni Bilgiler” kitabını özTürkçeleştirip Ali Bey’in yayınevi için hazırlamak. Onun da sorgularının izlediği yol oralardan geçmiş. Özoğul, neden Atatürk afişi ve Nutuk bastığını ısrarla soran hakimlere şunu demiş: “Sizin rahatsızlığınızı anlıyorum ama ben sizi tedavi edemem”. Neriman Aydın ise şu cümlelerle yanıt vermiş iddialara: “Ben şerefli, namuslu bir Türk kadınıyım, Allah'tan korkmadan düzülen iftiralara ne cevap verebilirim?” Haber sitelerinde yayınlanan Atatürk hakkında Anıtkabir defterlerine yazılan övgüleri derlemek bile “suç” sorguları arasında yerini almış. Özoğul ve İbrahim Özcan’ın ayrıca disiplin suçu işledikleri bir nokta, halı sahaya spora giderken yeşil hasretiyle yolun kenarından “ot” koparıp koğuşlarına götürmek istemeleri… Çünkü “çiçek yasak”!
Fatih Hilmioğlu’nun “Tutukluluk süresinde vefat edenler” listesine eklenmesi (Allah korusun) Cumhuriyetimiz için dev bir kayıp olur. Bu süreçte acil tedavisi gerekiyor. Karaciğeri sirozu kansere çevirmeye başlamış. Ama Adli Tıp 3. İhtisas Dairesi ve Genel Kurulu’nun “iki ayda bir, üniversite hastanesi hepatoloji bölümünde takibi uygundur” raporuna rağmen, kendisi hepatoloji bölümü olmayan devlet hastanesine yollanıyormuş. “Empati kuramayanlar, hekimlik ve hakimlik yapamazlar” diyor. Elimde Adli Tıp'a sunduğu “Hastalığımın safahatı ve ekler” var. Tüyler ürpertici. Hilmioğlu’na göre suç dosyasında “Malatya Üniversitesi’nin Senatosu’nun laiklikle ilgili kararı” var. Sözün bittiği yer bu… Silivri’de yalnız Nutuk değil, sorgular içinde Gençliğe Hitabe ve Bursa Nutku da sürekli gündemde! Hangisini anlatsam? Mesela Mustafa Dönmez savunmasında “Yanlış iddialar, düzmece belgeler ve yalanlar” dediği iddianamesini detaylı şekilde yanıtlıyor ve ekliyor: “Maalesef ülkesini seven aydın olmanın, ülkesi için her şeyini vermeye aday olmuş kişilerin ülkemizde ödenmesi gereken bir bedeli vardır… Bir gün Türk halkı hedefe alınanın aslında kendisi olduğunu elbet anlayacaktır” Hasan Atilla Uğur, Öcalan’ı sorgulamış olan Albay. İmzasız mektuplarla, gizli tanıklarla suçlanmış. Savunma haklarının kısıtlandığını anlatıyor. Dört senedir para almadan yardım eden avukatlarına teşekkür ediyor. O da hakkındaki iddiaları bıkmadan kararlılıkla çürütüyor.
Sevgili Balbay ve Tuncay Özkan, Silivri’de de yüzlerce ziyaretçinin gözünün içine baktığı insanlar. Onlar o karanlığı esprileriyle, güleryüzleriyle, cesaretleriyle delip umut saçıyorlar. Özkan şöyle sesleniyor izleyicilere: “Aranızda o kadar güçlü yürekler var ki, onları da kolunuza alın, kavgamızın, cesaretimizin bir parçası onlar. Sakın umutsuzluğa kapılmayın, kimse kendini yalnız hissetmesin, işte aydınlarınız yanınızda, hepsine sahip çıkın, elmalar gibi çoğalacağız, Nisan'da çiçek açmak lazım. Bizler ne tecavüzcüyüz, ne de hırsız. Bize ve birbirinize güvenin!” Sonra Özkan başka bazı ihanetleri de hatırlatıyor. Bir liseden kaynaklanan. Biraz sabredin! Öğreneceksiniz…
İnönü Üniversitesi eski rektörü Fatih Hilmioğlu “Bence yazınızın başlığı 'Silivri’de yargılanan ne?' olmalı” dedi bana. Gerçekten de orada bulunan tutukluların yanıtını aradıkları soru bu. Ali Özoğlu, yayıncı. “Toplumsal Dönüşüm” isimli yayınevini işletiyor. Savunması “suç” sayılarak 14 yıl hapis cezasına çarptırılmış. Sorguda kendisine yöneltilen sorular arasında “Neden asker kökenli yazarların var?”, “Niye Nutuk basıyorsun?” var. “Mevzu vatansa gerisi teferruattır” sözüne, ihbar eder gibi sertçe karşı çıkanlar arasında Taha Akyol varmış. “Bu lafı Atatürk demedi” demiş Akyol. Arayıp sormuş Özoğlu, “Bu böyle olsun ya da olmasın, sizi neden rahatsız etti?”. Kemal Aydın ve kardeşi Neriman Aydın da dört yıldır içerideler. Neriman Hanım’ın suçu herhalde büyük. Atatürk’ün “Medeni Bilgiler” kitabını özTürkçeleştirip Ali Bey’in yayınevi için hazırlamak. Onun da sorgularının izlediği yol oralardan geçmiş. Özoğul, neden Atatürk afişi ve Nutuk bastığını ısrarla soran hakimlere şunu demiş: “Sizin rahatsızlığınızı anlıyorum ama ben sizi tedavi edemem”. Neriman Aydın ise şu cümlelerle yanıt vermiş iddialara: “Ben şerefli, namuslu bir Türk kadınıyım, Allah'tan korkmadan düzülen iftiralara ne cevap verebilirim?” Haber sitelerinde yayınlanan Atatürk hakkında Anıtkabir defterlerine yazılan övgüleri derlemek bile “suç” sorguları arasında yerini almış. Özoğul ve İbrahim Özcan’ın ayrıca disiplin suçu işledikleri bir nokta, halı sahaya spora giderken yeşil hasretiyle yolun kenarından “ot” koparıp koğuşlarına götürmek istemeleri… Çünkü “çiçek yasak”!
Fatih Hilmioğlu’nun “Tutukluluk süresinde vefat edenler” listesine eklenmesi (Allah korusun) Cumhuriyetimiz için dev bir kayıp olur. Bu süreçte acil tedavisi gerekiyor. Karaciğeri sirozu kansere çevirmeye başlamış. Ama Adli Tıp 3. İhtisas Dairesi ve Genel Kurulu’nun “iki ayda bir, üniversite hastanesi hepatoloji bölümünde takibi uygundur” raporuna rağmen, kendisi hepatoloji bölümü olmayan devlet hastanesine yollanıyormuş. “Empati kuramayanlar, hekimlik ve hakimlik yapamazlar” diyor. Elimde Adli Tıp'a sunduğu “Hastalığımın safahatı ve ekler” var. Tüyler ürpertici. Hilmioğlu’na göre suç dosyasında “Malatya Üniversitesi’nin Senatosu’nun laiklikle ilgili kararı” var. Sözün bittiği yer bu… Silivri’de yalnız Nutuk değil, sorgular içinde Gençliğe Hitabe ve Bursa Nutku da sürekli gündemde! Hangisini anlatsam? Mesela Mustafa Dönmez savunmasında “Yanlış iddialar, düzmece belgeler ve yalanlar” dediği iddianamesini detaylı şekilde yanıtlıyor ve ekliyor: “Maalesef ülkesini seven aydın olmanın, ülkesi için her şeyini vermeye aday olmuş kişilerin ülkemizde ödenmesi gereken bir bedeli vardır… Bir gün Türk halkı hedefe alınanın aslında kendisi olduğunu elbet anlayacaktır” Hasan Atilla Uğur, Öcalan’ı sorgulamış olan Albay. İmzasız mektuplarla, gizli tanıklarla suçlanmış. Savunma haklarının kısıtlandığını anlatıyor. Dört senedir para almadan yardım eden avukatlarına teşekkür ediyor. O da hakkındaki iddiaları bıkmadan kararlılıkla çürütüyor.
Sevgili Balbay ve Tuncay Özkan, Silivri’de de yüzlerce ziyaretçinin gözünün içine baktığı insanlar. Onlar o karanlığı esprileriyle, güleryüzleriyle, cesaretleriyle delip umut saçıyorlar. Özkan şöyle sesleniyor izleyicilere: “Aranızda o kadar güçlü yürekler var ki, onları da kolunuza alın, kavgamızın, cesaretimizin bir parçası onlar. Sakın umutsuzluğa kapılmayın, kimse kendini yalnız hissetmesin, işte aydınlarınız yanınızda, hepsine sahip çıkın, elmalar gibi çoğalacağız, Nisan'da çiçek açmak lazım. Bizler ne tecavüzcüyüz, ne de hırsız. Bize ve birbirinize güvenin!” Sonra Özkan başka bazı ihanetleri de hatırlatıyor. Bir liseden kaynaklanan. Biraz sabredin! Öğreneceksiniz…
SİLİVRİ’DE HİLMİOĞLU’DAN ÖZOĞLU’NA İNSANİ DRAMLAR / Bedri Baykam / 20 Mart 2012 tarihli Cumhuriyet makalesi..
Geçen Cuma, Ümit Zileli’yle beraber yine Silivri’ye gittik. Normal biri, Ergenekon davasını izlerken beyin ve ruh sağlığını tamamen kaybedebilir. Bu yorumum abartılı değil. Bırakın dinlediğiniz dava ile ilgili insan zekasına meydan okuyan “absürd” bulguları, konuların insani boyutlarının dramıyla şoklanarak başlıyor gününüz. Suçunu bilmeden 4 yıldır yaşam ve sevdiklerinden koparılmış insanlar, orada kendi dünyalarına tutunup hala gülümsemeye çalışarak ziyaretçileriyle sohbet ederken onurlu, dik duruşlarını koruyorlar. Bize ayrılan yerden bazılarıyla el sıkışırken, jandarmalar “yasak” diye araya giriyor. “Tarihe ‘el sıkışmayı da önleyenler’ olarak geçmeyin” dedim onlara… Pen Yazarlar Sendikası’nın 2. Başkanı Schoulgin ve Norveçli yayıncı Nygaard da davayı izliyorlardı.
İnönü Üniversitesi eski rektörü Fatih Hilmioğlu “Bence yazınızın başlığı 'Silivri’de yargılanan ne?' olmalı” dedi bana. Gerçekten de orada bulunan tutukluların yanıtını aradıkları soru bu. Ali Özoğlu, yayıncı. “Toplumsal Dönüşüm” isimli yayınevini işletiyor. Savunması “suç” sayılarak 14 yıl hapis cezasına çarptırılmış. Sorguda kendisine yöneltilen sorular arasında “Neden asker kökenli yazarların var?”, “Niye Nutuk basıyorsun?” var. “Mevzu vatansa gerisi teferruattır” sözüne, ihbar eder gibi sertçe karşı çıkanlar arasında Taha Akyol varmış. “Bu lafı Atatürk demedi” demiş Akyol. Arayıp sormuş Özoğlu, “Bu böyle olsun ya da olmasın, sizi neden rahatsız etti?”. Kemal Aydın ve kardeşi Neriman Aydın da dört yıldır içerideler. Neriman Hanım’ın suçu herhalde büyük. Atatürk’ün “Medeni Bilgiler” kitabını özTürkçeleştirip Ali Bey’in yayınevi için hazırlamak. Onun da sorgularının izlediği yol oralardan geçmiş. Özoğul, neden Atatürk afişi ve Nutuk bastığını ısrarla soran hakimlere şunu demiş: “Sizin rahatsızlığınızı anlıyorum ama ben sizi tedavi edemem”. Neriman Aydın ise şu cümlelerle yanıt vermiş iddialara: “Ben şerefli, namuslu bir Türk kadınıyım, Allah'tan korkmadan düzülen iftiralara ne cevap verebilirim?” Haber sitelerinde yayınlanan Atatürk hakkında Anıtkabir defterlerine yazılan övgüleri derlemek bile “suç” sorguları arasında yerini almış. Özoğul ve İbrahim Özcan’ın ayrıca disiplin suçu işledikleri bir nokta, halı sahaya spora giderken yeşil hasretiyle yolun kenarından “ot” koparıp koğuşlarına götürmek istemeleri… Çünkü “çiçek yasak”!
Fatih Hilmioğlu’nun “Tutukluluk süresinde vefat edenler” listesine eklenmesi (Allah korusun) Cumhuriyetimiz için dev bir kayıp olur. Bu süreçte acil tedavisi gerekiyor. Karaciğeri sirozu kansere çevirmeye başlamış. Ama Adli Tıp 3. İhtisas Dairesi ve Genel Kurulu’nun “iki ayda bir, üniversite hastanesi hepatoloji bölümünde takibi uygundur” raporuna rağmen, kendisi hepatoloji bölümü olmayan devlet hastanesine yollanıyormuş. “Empati kuramayanlar, hekimlik ve hakimlik yapamazlar” diyor. Elimde Adli Tıp'a sunduğu “Hastalığımın safahatı ve ekler” var. Tüyler ürpertici. Hilmioğlu’na göre suç dosyasında “Malatya Üniversitesi’nin Senatosu’nun laiklikle ilgili kararı” var. Sözün bittiği yer bu… Silivri’de yalnız Nutuk değil, sorgular içinde Gençliğe Hitabe ve Bursa Nutku da sürekli gündemde! Hangisini anlatsam? Mesela Mustafa Dönmez savunmasında “Yanlış iddialar, düzmece belgeler ve yalanlar” dediği iddianamesini detaylı şekilde yanıtlıyor ve ekliyor: “Maalesef ülkesini seven aydın olmanın, ülkesi için her şeyini vermeye aday olmuş kişilerin ülkemizde ödenmesi gereken bir bedeli vardır… Bir gün Türk halkı hedefe alınanın aslında kendisi olduğunu elbet anlayacaktır” Hasan Atilla Uğur, Öcalan’ı sorgulamış olan Albay. İmzasız mektuplarla, gizli tanıklarla suçlanmış. Savunma haklarının kısıtlandığını anlatıyor. Dört senedir para almadan yardım eden avukatlarına teşekkür ediyor. O da hakkındaki iddiaları bıkmadan kararlılıkla çürütüyor.
Sevgili Balbay ve Tuncay Özkan, Silivri’de de yüzlerce ziyaretçinin gözünün içine baktığı insanlar. Onlar o karanlığı esprileriyle, güleryüzleriyle, cesaretleriyle delip umut saçıyorlar. Özkan şöyle sesleniyor izleyicilere: “Aranızda o kadar güçlü yürekler var ki, onları da kolunuza alın, kavgamızın, cesaretimizin bir parçası onlar. Sakın umutsuzluğa kapılmayın, kimse kendini yalnız hissetmesin, işte aydınlarınız yanınızda, hepsine sahip çıkın, elmalar gibi çoğalacağız, Nisan'da çiçek açmak lazım. Bizler ne tecavüzcüyüz, ne de hırsız. Bize ve birbirinize güvenin!” Sonra Özkan başka bazı ihanetleri de hatırlatıyor. Bir liseden kaynaklanan. Biraz sabredin! Öğreneceksiniz…
İnönü Üniversitesi eski rektörü Fatih Hilmioğlu “Bence yazınızın başlığı 'Silivri’de yargılanan ne?' olmalı” dedi bana. Gerçekten de orada bulunan tutukluların yanıtını aradıkları soru bu. Ali Özoğlu, yayıncı. “Toplumsal Dönüşüm” isimli yayınevini işletiyor. Savunması “suç” sayılarak 14 yıl hapis cezasına çarptırılmış. Sorguda kendisine yöneltilen sorular arasında “Neden asker kökenli yazarların var?”, “Niye Nutuk basıyorsun?” var. “Mevzu vatansa gerisi teferruattır” sözüne, ihbar eder gibi sertçe karşı çıkanlar arasında Taha Akyol varmış. “Bu lafı Atatürk demedi” demiş Akyol. Arayıp sormuş Özoğlu, “Bu böyle olsun ya da olmasın, sizi neden rahatsız etti?”. Kemal Aydın ve kardeşi Neriman Aydın da dört yıldır içerideler. Neriman Hanım’ın suçu herhalde büyük. Atatürk’ün “Medeni Bilgiler” kitabını özTürkçeleştirip Ali Bey’in yayınevi için hazırlamak. Onun da sorgularının izlediği yol oralardan geçmiş. Özoğul, neden Atatürk afişi ve Nutuk bastığını ısrarla soran hakimlere şunu demiş: “Sizin rahatsızlığınızı anlıyorum ama ben sizi tedavi edemem”. Neriman Aydın ise şu cümlelerle yanıt vermiş iddialara: “Ben şerefli, namuslu bir Türk kadınıyım, Allah'tan korkmadan düzülen iftiralara ne cevap verebilirim?” Haber sitelerinde yayınlanan Atatürk hakkında Anıtkabir defterlerine yazılan övgüleri derlemek bile “suç” sorguları arasında yerini almış. Özoğul ve İbrahim Özcan’ın ayrıca disiplin suçu işledikleri bir nokta, halı sahaya spora giderken yeşil hasretiyle yolun kenarından “ot” koparıp koğuşlarına götürmek istemeleri… Çünkü “çiçek yasak”!
Fatih Hilmioğlu’nun “Tutukluluk süresinde vefat edenler” listesine eklenmesi (Allah korusun) Cumhuriyetimiz için dev bir kayıp olur. Bu süreçte acil tedavisi gerekiyor. Karaciğeri sirozu kansere çevirmeye başlamış. Ama Adli Tıp 3. İhtisas Dairesi ve Genel Kurulu’nun “iki ayda bir, üniversite hastanesi hepatoloji bölümünde takibi uygundur” raporuna rağmen, kendisi hepatoloji bölümü olmayan devlet hastanesine yollanıyormuş. “Empati kuramayanlar, hekimlik ve hakimlik yapamazlar” diyor. Elimde Adli Tıp'a sunduğu “Hastalığımın safahatı ve ekler” var. Tüyler ürpertici. Hilmioğlu’na göre suç dosyasında “Malatya Üniversitesi’nin Senatosu’nun laiklikle ilgili kararı” var. Sözün bittiği yer bu… Silivri’de yalnız Nutuk değil, sorgular içinde Gençliğe Hitabe ve Bursa Nutku da sürekli gündemde! Hangisini anlatsam? Mesela Mustafa Dönmez savunmasında “Yanlış iddialar, düzmece belgeler ve yalanlar” dediği iddianamesini detaylı şekilde yanıtlıyor ve ekliyor: “Maalesef ülkesini seven aydın olmanın, ülkesi için her şeyini vermeye aday olmuş kişilerin ülkemizde ödenmesi gereken bir bedeli vardır… Bir gün Türk halkı hedefe alınanın aslında kendisi olduğunu elbet anlayacaktır” Hasan Atilla Uğur, Öcalan’ı sorgulamış olan Albay. İmzasız mektuplarla, gizli tanıklarla suçlanmış. Savunma haklarının kısıtlandığını anlatıyor. Dört senedir para almadan yardım eden avukatlarına teşekkür ediyor. O da hakkındaki iddiaları bıkmadan kararlılıkla çürütüyor.
Sevgili Balbay ve Tuncay Özkan, Silivri’de de yüzlerce ziyaretçinin gözünün içine baktığı insanlar. Onlar o karanlığı esprileriyle, güleryüzleriyle, cesaretleriyle delip umut saçıyorlar. Özkan şöyle sesleniyor izleyicilere: “Aranızda o kadar güçlü yürekler var ki, onları da kolunuza alın, kavgamızın, cesaretimizin bir parçası onlar. Sakın umutsuzluğa kapılmayın, kimse kendini yalnız hissetmesin, işte aydınlarınız yanınızda, hepsine sahip çıkın, elmalar gibi çoğalacağız, Nisan'da çiçek açmak lazım. Bizler ne tecavüzcüyüz, ne de hırsız. Bize ve birbirinize güvenin!” Sonra Özkan başka bazı ihanetleri de hatırlatıyor. Bir liseden kaynaklanan. Biraz sabredin! Öğreneceksiniz…
17 Mart 2012 Cumartesi
FENERBAHCE TEK PUANA SEVİNSİN! / BEDRİ BAYKAM
Dun mactan once futbol icin tum sartlar vardi. Guzel hava, seyirci, saha.. Her iki takim da ister istemez macin oneminin stresini iliklerinde hissediyorlardi. Zaten tum Turkiye herhalde ayni durumdaydi. İlk korneri Fener ilk dakikada kazandi, GSaray 8, dakikada ilk sutu atti. Ama Fenerbahce'nin 11. Dakikada gelen gelen ilk golu Stoch un Genclerbirligi macindaki unutulmaz volesine rakip olacak guzellikte bir Sow rovesatasiydi. Tam bir santrfor goluydu bu yine. Bunun dort dakika sonrasinda gelen Alex golu ise yine nefes kesecek guzellikte dunyanin her futbol okulunda gosterilecek bir saheser ekspres sut olarak kayitlara gecti. İlk ceyrekte 2 gol bulan Fenerbahce, bu beklenilmedik iki dusesle hizli bir marsin sevincine boguldu. Sari lacivertliler once orta sahada iyi basip geride de basarili sekilde kademeye girerek bu skora tutundular. Ama 30. Dakikadan sonra bu senaryo Sari kirmizililarin israrli baskisiyla kirmizi alarm vermeye basladi. Elmander'in tipik GS golu Stadda soguk ruzgarlar estirdikten sonra yasanan panik ve Emre nin gordugu sari kart kiran kirana bir 2. Yari vaad ediyordu.
2. Yariya takimlar kucuk el enselerle basladilar. Sari laciverli taraftarlar susmadan takimlarini desteklerken takim suren GSaray baskisina karsi, topa basip oyunu dengelemeye calisiyordu. 56. Dakikada Emre kafayla cizgiden cikardi. 62. dakikada Kocaman Stoch yerine Selcuk u sahaya surerek daha da kapanacaginin sinyalini verdi. Selcuk un surekli hatalari ise seyirciyi cileden cikardi. Bu dakikalarda Fenerbahce yine grogi durumlardaydi ve Volkan in degajlari bile direk rakibe ikramlardan ibaretti. 78. Dakikada Alex te Dia yerine cikinca Kocaman in ne dusundugunu okumak zorlasti. Bu kadar edilgen oynayan Fenerbahce, her an skoru degistirebilecek 2 oyuncusunu ve kaptanini da cikarinca tam panikledi. Geliyorum diyen gol 83 de Fenerbahce filelerine Hakan Balta nin jeneriklik muthis fuzesinden gitti. 85. Dakikada Baroni nin donerek attigi sut, bu yarida ilk olumlu Fenerbahce hareketiydi. Macin 94uncu dakikasinda Baros' un direkten donen topu sari lacivertlilerin taktik ve psikolojik iflasinin tam bir felaketle sonuclanmasina mani oldu.Bu skorla play-off oncesi ligin heyecani iyi kotu surerken GSaray bos yere zirvede olmadigini ispatladi. Kocaman play-off tan once, GSaray'a karsi iki macinda ucte ikisini bu kadar baski yiyerek oynamasinin izahini bulamazsa bu lig coktan bitmistir! Tebrikler seyirci ve 0-2 ye ragmen oyun disiplininden kopmayan Sari kirmizililara ve basta hocalari Terim' e...
FENERBAHCE TEK PUANA SEVİNSİN! / BEDRİ BAYKAM
Dun mactan once futbol icin tum sartlar vardi. Guzel hava, seyirci, saha.. Her iki takim da ister istemez macin oneminin stresini iliklerinde hissediyorlardi. Zaten tum Turkiye herhalde ayni durumdaydi. İlk korneri Fener ilk dakikada kazandi, GSaray 8, dakikada ilk sutu atti. Ama Fenerbahce'nin 11. Dakikada gelen gelen ilk golu Stoch un Genclerbirligi macindaki unutulmaz volesine rakip olacak guzellikte bir Sow rovesatasiydi. Tam bir santrfor goluydu bu yine. Bunun dort dakika sonrasinda gelen Alex golu ise yine nefes kesecek guzellikte dunyanin her futbol okulunda gosterilecek bir saheser ekspres sut olarak kayitlara gecti. İlk ceyrekte 2 gol bulan Fenerbahce, bu beklenilmedik iki dusesle hizli bir marsin sevincine boguldu. Sari lacivertliler once orta sahada iyi basip geride de basarili sekilde kademeye girerek bu skora tutundular. Ama 30. Dakikadan sonra bu senaryo Sari kirmizililarin israrli baskisiyla kirmizi alarm vermeye basladi. Elmander'in tipik GS golu Stadda soguk ruzgarlar estirdikten sonra yasanan panik ve Emre nin gordugu sari kart kiran kirana bir 2. Yari vaad ediyordu.
2. Yariya takimlar kucuk el enselerle basladilar. Sari laciverli taraftarlar susmadan takimlarini desteklerken takim suren GSaray baskisina karsi, topa basip oyunu dengelemeye calisiyordu. 56. Dakikada Emre kafayla cizgiden cikardi. 62. dakikada Kocaman Stoch yerine Selcuk u sahaya surerek daha da kapanacaginin sinyalini verdi. Selcuk un surekli hatalari ise seyirciyi cileden cikardi. Bu dakikalarda Fenerbahce yine grogi durumlardaydi ve Volkan in degajlari bile direk rakibe ikramlardan ibaretti. 78. Dakikada Alex te Dia yerine cikinca Kocaman in ne dusundugunu okumak zorlasti. Bu kadar edilgen oynayan Fenerbahce, her an skoru degistirebilecek 2 oyuncusunu ve kaptanini da cikarinca tam panikledi. Geliyorum diyen gol 83 de Fenerbahce filelerine Hakan Balta nin jeneriklik muthis fuzesinden gitti. 85. Dakikada Baroni nin donerek attigi sut, bu yarida ilk olumlu Fenerbahce hareketiydi. Macin 94uncu dakikasinda Baros' un direkten donen topu sari lacivertlilerin taktik ve psikolojik iflasinin tam bir felaketle sonuclanmasina mani oldu.Bu skorla play-off oncesi ligin heyecani iyi kotu surerken GSaray bos yere zirvede olmadigini ispatladi. Kocaman play-off tan once, GSaray'a karsi iki macinda ucte ikisini bu kadar baski yiyerek oynamasinin izahini bulamazsa bu lig coktan bitmistir! Tebrikler seyirci ve 0-2 ye ragmen oyun disiplininden kopmayan Sari kirmizililara ve basta hocalari Terim' e...
14 Mart 2012 Çarşamba
13 Mart 2012 Salı
CHP’NİN 4+4+4 MÜCADELESİ VE SÖYLEM ÇELİŞKİSİ! / Bedri Baykam / 13 Mart 2012 tarihli Cumhuriyet makalesi.
CHP parlamentoda tüm milletvekilleriyle büyük bir mücadele vermeye çalışıyor, 4+4+4 krizinde. Pazar günü komisyondan akıl almaz şekilde seviye düşürülerek ve şiddet kullanılarak geçirilen o tasarı, bir de Parlamentoya geldiğinde kimbilir neler yaşanacak!
Tabii ki bu kritik süreçte biraz bilimsel ve demokratik aklı olan herkesin CHP ve MHP milletvekillerine destek olması lazım. Bunu yapmayanlar, ülkeyi uçuruma sürükleyen tuzağa hizmet etmiş olur. Bunun tartışılacak noktası yok. Ama sorun başka.
CHP’ye ve Kılıçdaroğlu’na bu sütunlarda getirdiğim eleştirilerin gerekçelerini anlayan anlıyor. Bazıları ise geleneksel reflekslerle “işte bak, solu yine kendi içinden yıpratıyorlar destek olacaklarına” söylemiyle tepki veriyorlar. Halbuki bizler, Türkiye’de artık anti-demokratik yapının, siyasetle iktidarı terk etmesini istediğimiz için çaba harcıyoruz. CHP de bu konuda o kadar akıl almaz hatalar yapıyor ki, bunları eleştirmemek, tam tersine sade vatandaş sorumluluklarına bile ihanet olur.
Parlamentoda laik 8 yıllık kesintisiz eğitimi korumak için bu cansiperane duruşu sergileyen CHP’nin, AKP’ye karşı verdiği mücadelede ne tarz eksikler sergilediğini defalarca hatırlattım. Sürekli olarak aynı somut vurguları yapmadan bir özet sunabilirim: “Y-CHP” Genel Başkanı “Türban sorununu biz çözdük” diye övünürken (!), iki adım ötesini düşünemiyor muydu? Ya da basına “Türkiye’de laikliğe yönelik bir tehlike yoktur” derken, metastaz yapmış hasta için “kanser tehlikesi yoktur” diyen bir doktordan farkı olmadığını görebiliyor muydu? Ya da “CHP’nin din düşmanı olmadığını kanıtlayacağız” derken, “eski” CHP’nin “ödünsüz” laikliğini mi eleştiriyordu? Ya da 12 Eylül referandumundan sonra hala AKP ile Anayasa Komisyonu'na katılırken ne vardı aklında?
Kılıçdaroğlu’nun yakın tarihimizi hiç tanımadığını daha önce yazmıştım. Kendisi geçen hafta sonu Habertürk yazarlarıyla katıldığı bir sofrada, yine beni haklı çıkarmış. AKP'nin bu döneminin mesela 1950’li yılların Demokrat Partisi veya 12 Eylül sonrası ile paralelliklerini göreceğine, akıl almaz şekilde “1940’ların CHP tek parti iktidarı” ile kıyaslayarak gaftan öte bir CHP inkarına girişmiş. Ne güzel bir “yüzleşme” değil mi? Bravo! Ülkeyi harbe sokmamaya, “ekmeksiz” bırakmamaya gayret eden, devrimleri korumaya çalışan ve iç çalkantılarla mücadele eden İnönü’ye yaptığı bu infazla, Kılıçdaroğlu “Şimdilik Atatürk’e gücümüz yetmez, Paşa’ya yüklenelim bari” ekolünün içinde kendine güzel bir yer açmış! Zaten geçen haftalarda da bu girişiminin ön işaretlerini fazlasıyla vermişti! Tekrarlıyorum: Kılıçdaroğlu o koltukta kalmaya devam etmekte ısrarlıysa, birilerinin acele olarak kendisine hızlandırılmış bir brifing vermesi lazım. Zira 1930’lar, 40’lar, 50’ler, 1960 Devrimi, 61 Anayasası dahil, bugüne uzanan her yorumu artık infial yaratacak çelişkileri beraberinde taşıyor. Kılıçdaroğlu AKP ve TESEV-Yeni Demokrasi Hareketi mensuplarının “Resmi Tarih” eleştirilerini o kadar ciddiye almış ki, her yorumunda onlara çiçek atarak jest yapıyor. Yani kendi tarihsel dayanaklarını tanımıyor. Gerçek Gündem sitesinde Barış Yarkadaş’ın kendisine yönelttiği eleştiri, umarım gözlerini açar: “Geçmişi olmayanın geleceği de olmaz”.
Şimdi güncel krizimize ve 4+4+4 e dönelim. CHP artık bu şizofrenik kimliğine son vermeye mecbur. MYK’sı şu soruya yanıt arasın: Bu “ezber bozma” ve “kök reddetme” tavrınız, bugüne kadar karşı seçmen nezdinde “bir arpa boyu” yol kat etmenizi sağladı mı? Ve bu ödünler, AKP’nin Cumhuriyet değerlerini dinamitleme iştahını bir zerre kesebildi mi? Yoksa tersine hızlandırdı mı? Ne işe yaradı kendi seçmenlerinizden uzaklaşmanıza neden olan o “tabu yıkıcı” (!) çıkışlarınız?
Bilmem daha nasıl anlatsam? Bu ülkenin en önemli sanatçıları, “Reddediyoruz!” diye haykırarak artık sokağa çıktılar. Aziz Yıldırım, Atatürkçülüğün içine düşürüldüğü tuzağı durumunun taşıdığı tüm ağır şartlara rağmen yüksek sesle dile getirdi. TÜSİAD bile, tüm riskleri alarak 4+4+4'ün getireceği yıkımı anlatıyor. CHP ne zaman artık kafasını kuma gömmüş devekuşu görünümünden çıkarak her düşünen yurtseverin uykularını kaçıran “genel tablo”yu görebilecek? Türkiye’de bugün laik eğitimi, demokrasiyi, özgürlükleri korumak, bir bütün. Bunun yönteminin de “abartacak bir durum yok, aman mütedeyyin vatandaşları ürkütmeyelim” tavrından geçmediği artık belli oldu! Kılıçdaroğlu bunu hala algılayamıyorsa, daha fazla Parti’nin tarihi misyonuna zarar vermemeli…
Tabii ki bu kritik süreçte biraz bilimsel ve demokratik aklı olan herkesin CHP ve MHP milletvekillerine destek olması lazım. Bunu yapmayanlar, ülkeyi uçuruma sürükleyen tuzağa hizmet etmiş olur. Bunun tartışılacak noktası yok. Ama sorun başka.
CHP’ye ve Kılıçdaroğlu’na bu sütunlarda getirdiğim eleştirilerin gerekçelerini anlayan anlıyor. Bazıları ise geleneksel reflekslerle “işte bak, solu yine kendi içinden yıpratıyorlar destek olacaklarına” söylemiyle tepki veriyorlar. Halbuki bizler, Türkiye’de artık anti-demokratik yapının, siyasetle iktidarı terk etmesini istediğimiz için çaba harcıyoruz. CHP de bu konuda o kadar akıl almaz hatalar yapıyor ki, bunları eleştirmemek, tam tersine sade vatandaş sorumluluklarına bile ihanet olur.
Parlamentoda laik 8 yıllık kesintisiz eğitimi korumak için bu cansiperane duruşu sergileyen CHP’nin, AKP’ye karşı verdiği mücadelede ne tarz eksikler sergilediğini defalarca hatırlattım. Sürekli olarak aynı somut vurguları yapmadan bir özet sunabilirim: “Y-CHP” Genel Başkanı “Türban sorununu biz çözdük” diye övünürken (!), iki adım ötesini düşünemiyor muydu? Ya da basına “Türkiye’de laikliğe yönelik bir tehlike yoktur” derken, metastaz yapmış hasta için “kanser tehlikesi yoktur” diyen bir doktordan farkı olmadığını görebiliyor muydu? Ya da “CHP’nin din düşmanı olmadığını kanıtlayacağız” derken, “eski” CHP’nin “ödünsüz” laikliğini mi eleştiriyordu? Ya da 12 Eylül referandumundan sonra hala AKP ile Anayasa Komisyonu'na katılırken ne vardı aklında?
Kılıçdaroğlu’nun yakın tarihimizi hiç tanımadığını daha önce yazmıştım. Kendisi geçen hafta sonu Habertürk yazarlarıyla katıldığı bir sofrada, yine beni haklı çıkarmış. AKP'nin bu döneminin mesela 1950’li yılların Demokrat Partisi veya 12 Eylül sonrası ile paralelliklerini göreceğine, akıl almaz şekilde “1940’ların CHP tek parti iktidarı” ile kıyaslayarak gaftan öte bir CHP inkarına girişmiş. Ne güzel bir “yüzleşme” değil mi? Bravo! Ülkeyi harbe sokmamaya, “ekmeksiz” bırakmamaya gayret eden, devrimleri korumaya çalışan ve iç çalkantılarla mücadele eden İnönü’ye yaptığı bu infazla, Kılıçdaroğlu “Şimdilik Atatürk’e gücümüz yetmez, Paşa’ya yüklenelim bari” ekolünün içinde kendine güzel bir yer açmış! Zaten geçen haftalarda da bu girişiminin ön işaretlerini fazlasıyla vermişti! Tekrarlıyorum: Kılıçdaroğlu o koltukta kalmaya devam etmekte ısrarlıysa, birilerinin acele olarak kendisine hızlandırılmış bir brifing vermesi lazım. Zira 1930’lar, 40’lar, 50’ler, 1960 Devrimi, 61 Anayasası dahil, bugüne uzanan her yorumu artık infial yaratacak çelişkileri beraberinde taşıyor. Kılıçdaroğlu AKP ve TESEV-Yeni Demokrasi Hareketi mensuplarının “Resmi Tarih” eleştirilerini o kadar ciddiye almış ki, her yorumunda onlara çiçek atarak jest yapıyor. Yani kendi tarihsel dayanaklarını tanımıyor. Gerçek Gündem sitesinde Barış Yarkadaş’ın kendisine yönelttiği eleştiri, umarım gözlerini açar: “Geçmişi olmayanın geleceği de olmaz”.
Şimdi güncel krizimize ve 4+4+4 e dönelim. CHP artık bu şizofrenik kimliğine son vermeye mecbur. MYK’sı şu soruya yanıt arasın: Bu “ezber bozma” ve “kök reddetme” tavrınız, bugüne kadar karşı seçmen nezdinde “bir arpa boyu” yol kat etmenizi sağladı mı? Ve bu ödünler, AKP’nin Cumhuriyet değerlerini dinamitleme iştahını bir zerre kesebildi mi? Yoksa tersine hızlandırdı mı? Ne işe yaradı kendi seçmenlerinizden uzaklaşmanıza neden olan o “tabu yıkıcı” (!) çıkışlarınız?
Bilmem daha nasıl anlatsam? Bu ülkenin en önemli sanatçıları, “Reddediyoruz!” diye haykırarak artık sokağa çıktılar. Aziz Yıldırım, Atatürkçülüğün içine düşürüldüğü tuzağı durumunun taşıdığı tüm ağır şartlara rağmen yüksek sesle dile getirdi. TÜSİAD bile, tüm riskleri alarak 4+4+4'ün getireceği yıkımı anlatıyor. CHP ne zaman artık kafasını kuma gömmüş devekuşu görünümünden çıkarak her düşünen yurtseverin uykularını kaçıran “genel tablo”yu görebilecek? Türkiye’de bugün laik eğitimi, demokrasiyi, özgürlükleri korumak, bir bütün. Bunun yönteminin de “abartacak bir durum yok, aman mütedeyyin vatandaşları ürkütmeyelim” tavrından geçmediği artık belli oldu! Kılıçdaroğlu bunu hala algılayamıyorsa, daha fazla Parti’nin tarihi misyonuna zarar vermemeli…
CHP’NİN 4+4+4 MÜCADELESİ VE SÖYLEM ÇELİŞKİSİ! / Bedri Baykam / 13 Mart 2012 tarihli Cumhuriyet makalesi.
CHP parlamentoda tüm milletvekilleriyle büyük bir mücadele vermeye çalışıyor, 4+4+4 krizinde. Pazar günü komisyondan akıl almaz şekilde seviye düşürülerek ve şiddet kullanılarak geçirilen o tasarı, bir de Parlamentoya geldiğinde kimbilir neler yaşanacak!
Tabii ki bu kritik süreçte biraz bilimsel ve demokratik aklı olan herkesin CHP ve MHP milletvekillerine destek olması lazım. Bunu yapmayanlar, ülkeyi uçuruma sürükleyen tuzağa hizmet etmiş olur. Bunun tartışılacak noktası yok. Ama sorun başka.
CHP’ye ve Kılıçdaroğlu’na bu sütunlarda getirdiğim eleştirilerin gerekçelerini anlayan anlıyor. Bazıları ise geleneksel reflekslerle “işte bak, solu yine kendi içinden yıpratıyorlar destek olacaklarına” söylemiyle tepki veriyorlar. Halbuki bizler, Türkiye’de artık anti-demokratik yapının, siyasetle iktidarı terk etmesini istediğimiz için çaba harcıyoruz. CHP de bu konuda o kadar akıl almaz hatalar yapıyor ki, bunları eleştirmemek, tam tersine sade vatandaş sorumluluklarına bile ihanet olur.
Parlamentoda laik 8 yıllık kesintisiz eğitimi korumak için bu cansiperane duruşu sergileyen CHP’nin, AKP’ye karşı verdiği mücadelede ne tarz eksikler sergilediğini defalarca hatırlattım. Sürekli olarak aynı somut vurguları yapmadan bir özet sunabilirim: “Y-CHP” Genel Başkanı “Türban sorununu biz çözdük” diye övünürken (!), iki adım ötesini düşünemiyor muydu? Ya da basına “Türkiye’de laikliğe yönelik bir tehlike yoktur” derken, metastaz yapmış hasta için “kanser tehlikesi yoktur” diyen bir doktordan farkı olmadığını görebiliyor muydu? Ya da “CHP’nin din düşmanı olmadığını kanıtlayacağız” derken, “eski” CHP’nin “ödünsüz” laikliğini mi eleştiriyordu? Ya da 12 Eylül referandumundan sonra hala AKP ile Anayasa Komisyonu'na katılırken ne vardı aklında?
Kılıçdaroğlu’nun yakın tarihimizi hiç tanımadığını daha önce yazmıştım. Kendisi geçen hafta sonu Habertürk yazarlarıyla katıldığı bir sofrada, yine beni haklı çıkarmış. AKP'nin bu döneminin mesela 1950’li yılların Demokrat Partisi veya 12 Eylül sonrası ile paralelliklerini göreceğine, akıl almaz şekilde “1940’ların CHP tek parti iktidarı” ile kıyaslayarak gaftan öte bir CHP inkarına girişmiş. Ne güzel bir “yüzleşme” değil mi? Bravo! Ülkeyi harbe sokmamaya, “ekmeksiz” bırakmamaya gayret eden, devrimleri korumaya çalışan ve iç çalkantılarla mücadele eden İnönü’ye yaptığı bu infazla, Kılıçdaroğlu “Şimdilik Atatürk’e gücümüz yetmez, Paşa’ya yüklenelim bari” ekolünün içinde kendine güzel bir yer açmış! Zaten geçen haftalarda da bu girişiminin ön işaretlerini fazlasıyla vermişti! Tekrarlıyorum: Kılıçdaroğlu o koltukta kalmaya devam etmekte ısrarlıysa, birilerinin acele olarak kendisine hızlandırılmış bir brifing vermesi lazım. Zira 1930’lar, 40’lar, 50’ler, 1960 Devrimi, 61 Anayasası dahil, bugüne uzanan her yorumu artık infial yaratacak çelişkileri beraberinde taşıyor. Kılıçdaroğlu AKP ve TESEV-Yeni Demokrasi Hareketi mensuplarının “Resmi Tarih” eleştirilerini o kadar ciddiye almış ki, her yorumunda onlara çiçek atarak jest yapıyor. Yani kendi tarihsel dayanaklarını tanımıyor. Gerçek Gündem sitesinde Barış Yarkadaş’ın kendisine yönelttiği eleştiri, umarım gözlerini açar: “Geçmişi olmayanın geleceği de olmaz”.
Şimdi güncel krizimize ve 4+4+4 e dönelim. CHP artık bu şizofrenik kimliğine son vermeye mecbur. MYK’sı şu soruya yanıt arasın: Bu “ezber bozma” ve “kök reddetme” tavrınız, bugüne kadar karşı seçmen nezdinde “bir arpa boyu” yol kat etmenizi sağladı mı? Ve bu ödünler, AKP’nin Cumhuriyet değerlerini dinamitleme iştahını bir zerre kesebildi mi? Yoksa tersine hızlandırdı mı? Ne işe yaradı kendi seçmenlerinizden uzaklaşmanıza neden olan o “tabu yıkıcı” (!) çıkışlarınız?
Bilmem daha nasıl anlatsam? Bu ülkenin en önemli sanatçıları, “Reddediyoruz!” diye haykırarak artık sokağa çıktılar. Aziz Yıldırım, Atatürkçülüğün içine düşürüldüğü tuzağı durumunun taşıdığı tüm ağır şartlara rağmen yüksek sesle dile getirdi. TÜSİAD bile, tüm riskleri alarak 4+4+4'ün getireceği yıkımı anlatıyor. CHP ne zaman artık kafasını kuma gömmüş devekuşu görünümünden çıkarak her düşünen yurtseverin uykularını kaçıran “genel tablo”yu görebilecek? Türkiye’de bugün laik eğitimi, demokrasiyi, özgürlükleri korumak, bir bütün. Bunun yönteminin de “abartacak bir durum yok, aman mütedeyyin vatandaşları ürkütmeyelim” tavrından geçmediği artık belli oldu! Kılıçdaroğlu bunu hala algılayamıyorsa, daha fazla Parti’nin tarihi misyonuna zarar vermemeli…
Tabii ki bu kritik süreçte biraz bilimsel ve demokratik aklı olan herkesin CHP ve MHP milletvekillerine destek olması lazım. Bunu yapmayanlar, ülkeyi uçuruma sürükleyen tuzağa hizmet etmiş olur. Bunun tartışılacak noktası yok. Ama sorun başka.
CHP’ye ve Kılıçdaroğlu’na bu sütunlarda getirdiğim eleştirilerin gerekçelerini anlayan anlıyor. Bazıları ise geleneksel reflekslerle “işte bak, solu yine kendi içinden yıpratıyorlar destek olacaklarına” söylemiyle tepki veriyorlar. Halbuki bizler, Türkiye’de artık anti-demokratik yapının, siyasetle iktidarı terk etmesini istediğimiz için çaba harcıyoruz. CHP de bu konuda o kadar akıl almaz hatalar yapıyor ki, bunları eleştirmemek, tam tersine sade vatandaş sorumluluklarına bile ihanet olur.
Parlamentoda laik 8 yıllık kesintisiz eğitimi korumak için bu cansiperane duruşu sergileyen CHP’nin, AKP’ye karşı verdiği mücadelede ne tarz eksikler sergilediğini defalarca hatırlattım. Sürekli olarak aynı somut vurguları yapmadan bir özet sunabilirim: “Y-CHP” Genel Başkanı “Türban sorununu biz çözdük” diye övünürken (!), iki adım ötesini düşünemiyor muydu? Ya da basına “Türkiye’de laikliğe yönelik bir tehlike yoktur” derken, metastaz yapmış hasta için “kanser tehlikesi yoktur” diyen bir doktordan farkı olmadığını görebiliyor muydu? Ya da “CHP’nin din düşmanı olmadığını kanıtlayacağız” derken, “eski” CHP’nin “ödünsüz” laikliğini mi eleştiriyordu? Ya da 12 Eylül referandumundan sonra hala AKP ile Anayasa Komisyonu'na katılırken ne vardı aklında?
Kılıçdaroğlu’nun yakın tarihimizi hiç tanımadığını daha önce yazmıştım. Kendisi geçen hafta sonu Habertürk yazarlarıyla katıldığı bir sofrada, yine beni haklı çıkarmış. AKP'nin bu döneminin mesela 1950’li yılların Demokrat Partisi veya 12 Eylül sonrası ile paralelliklerini göreceğine, akıl almaz şekilde “1940’ların CHP tek parti iktidarı” ile kıyaslayarak gaftan öte bir CHP inkarına girişmiş. Ne güzel bir “yüzleşme” değil mi? Bravo! Ülkeyi harbe sokmamaya, “ekmeksiz” bırakmamaya gayret eden, devrimleri korumaya çalışan ve iç çalkantılarla mücadele eden İnönü’ye yaptığı bu infazla, Kılıçdaroğlu “Şimdilik Atatürk’e gücümüz yetmez, Paşa’ya yüklenelim bari” ekolünün içinde kendine güzel bir yer açmış! Zaten geçen haftalarda da bu girişiminin ön işaretlerini fazlasıyla vermişti! Tekrarlıyorum: Kılıçdaroğlu o koltukta kalmaya devam etmekte ısrarlıysa, birilerinin acele olarak kendisine hızlandırılmış bir brifing vermesi lazım. Zira 1930’lar, 40’lar, 50’ler, 1960 Devrimi, 61 Anayasası dahil, bugüne uzanan her yorumu artık infial yaratacak çelişkileri beraberinde taşıyor. Kılıçdaroğlu AKP ve TESEV-Yeni Demokrasi Hareketi mensuplarının “Resmi Tarih” eleştirilerini o kadar ciddiye almış ki, her yorumunda onlara çiçek atarak jest yapıyor. Yani kendi tarihsel dayanaklarını tanımıyor. Gerçek Gündem sitesinde Barış Yarkadaş’ın kendisine yönelttiği eleştiri, umarım gözlerini açar: “Geçmişi olmayanın geleceği de olmaz”.
Şimdi güncel krizimize ve 4+4+4 e dönelim. CHP artık bu şizofrenik kimliğine son vermeye mecbur. MYK’sı şu soruya yanıt arasın: Bu “ezber bozma” ve “kök reddetme” tavrınız, bugüne kadar karşı seçmen nezdinde “bir arpa boyu” yol kat etmenizi sağladı mı? Ve bu ödünler, AKP’nin Cumhuriyet değerlerini dinamitleme iştahını bir zerre kesebildi mi? Yoksa tersine hızlandırdı mı? Ne işe yaradı kendi seçmenlerinizden uzaklaşmanıza neden olan o “tabu yıkıcı” (!) çıkışlarınız?
Bilmem daha nasıl anlatsam? Bu ülkenin en önemli sanatçıları, “Reddediyoruz!” diye haykırarak artık sokağa çıktılar. Aziz Yıldırım, Atatürkçülüğün içine düşürüldüğü tuzağı durumunun taşıdığı tüm ağır şartlara rağmen yüksek sesle dile getirdi. TÜSİAD bile, tüm riskleri alarak 4+4+4'ün getireceği yıkımı anlatıyor. CHP ne zaman artık kafasını kuma gömmüş devekuşu görünümünden çıkarak her düşünen yurtseverin uykularını kaçıran “genel tablo”yu görebilecek? Türkiye’de bugün laik eğitimi, demokrasiyi, özgürlükleri korumak, bir bütün. Bunun yönteminin de “abartacak bir durum yok, aman mütedeyyin vatandaşları ürkütmeyelim” tavrından geçmediği artık belli oldu! Kılıçdaroğlu bunu hala algılayamıyorsa, daha fazla Parti’nin tarihi misyonuna zarar vermemeli…
10 Mart 2012 Cumartesi
FENERBAHCE ZORAKİ SEVİNDİ. / Bedri Baykam
Turkiye liginin tarihini bilen insanlarin Ankaragucu icin uzulmemeleri mumkun mu? Liseli gorunumunde 1993 dogumlu Bilal in 1. dakika dolarkenki nefis sutu, mac baslarken gozlerimi yasartti. Volkan kurtaramasaydi cok uzulmezdim. "Oynayip kazansinlar" derdim. Kocaman maci olesiye ciddiye aliyordu ki, cezalilar haric maca tam kadro cikmisti. Sow un 13. Dakikada nefis soluyla gelen golu perdeyi acarken sari lacivertlilerin maci ne kadar dikkatli oynadigi belli oluyordu. 30. Dakikada Topuz un sutu beklenen rahatligi saglayamadi. Zaten bunun disinda pozisyon da bulamadilar. Macin ilk yarisi biterken 2 takim arasindaki dev butce ve puan farklarini hic bir yabanci tahmin edemezdi.
2. Yarida Fenerbahce den patlama bekleyenler yine yanildilar. Ligin puan stresi, 3 Temmuz sendromu ve GSaray macinin heyecanina kapilan sari lacivertliler, 2. Golu Topuzla bulduklari 70. dakikaya kadar pozisyon bile uretemediler. Yaratici kolektif oyundan yoksun, yine attiklari golun ustune yaslanmayi tercih eden ve 4 deplasman maglubiyetinin tedirginligini uzerlerinden atamamis urkek kanarya gorunumundeydiler. Umarim kimse "Alex' in yoklugu" diye soze baslamaya kalkmaz! İkinci golden sonra bu sefer kabusu astiklarina inanan Sari lacivertliler buna ragmen sahaya bir agirlik koyamadilar. Bunu mantikli nedenlerle aciklamaya kimse calismasin. 90 dakikanin sonunda oyuncular "forma" degistirirken Ankaragucu acisindan yine bogazimiz dugumlendi ve sorular ucustu... Gule gule renkdas...
2. Yarida Fenerbahce den patlama bekleyenler yine yanildilar. Ligin puan stresi, 3 Temmuz sendromu ve GSaray macinin heyecanina kapilan sari lacivertliler, 2. Golu Topuzla bulduklari 70. dakikaya kadar pozisyon bile uretemediler. Yaratici kolektif oyundan yoksun, yine attiklari golun ustune yaslanmayi tercih eden ve 4 deplasman maglubiyetinin tedirginligini uzerlerinden atamamis urkek kanarya gorunumundeydiler. Umarim kimse "Alex' in yoklugu" diye soze baslamaya kalkmaz! İkinci golden sonra bu sefer kabusu astiklarina inanan Sari lacivertliler buna ragmen sahaya bir agirlik koyamadilar. Bunu mantikli nedenlerle aciklamaya kimse calismasin. 90 dakikanin sonunda oyuncular "forma" degistirirken Ankaragucu acisindan yine bogazimiz dugumlendi ve sorular ucustu... Gule gule renkdas...
FENERBAHCE ZORAKİ SEVİNDİ. / Bedri Baykam
Turkiye liginin tarihini bilen insanlarin Ankaragucu icin uzulmemeleri mumkun mu? Liseli gorunumunde 1993 dogumlu Bilal in 1. dakika dolarkenki nefis sutu, mac baslarken gozlerimi yasartti. Volkan kurtaramasaydi cok uzulmezdim. "Oynayip kazansinlar" derdim. Kocaman maci olesiye ciddiye aliyordu ki, cezalilar haric maca tam kadro cikmisti. Sow un 13. Dakikada nefis soluyla gelen golu perdeyi acarken sari lacivertlilerin maci ne kadar dikkatli oynadigi belli oluyordu. 30. Dakikada Topuz un sutu beklenen rahatligi saglayamadi. Zaten bunun disinda pozisyon da bulamadilar. Macin ilk yarisi biterken 2 takim arasindaki dev butce ve puan farklarini hic bir yabanci tahmin edemezdi.
2. Yarida Fenerbahce den patlama bekleyenler yine yanildilar. Ligin puan stresi, 3 Temmuz sendromu ve GSaray macinin heyecanina kapilan sari lacivertliler, 2. Golu Topuzla bulduklari 70. dakikaya kadar pozisyon bile uretemediler. Yaratici kolektif oyundan yoksun, yine attiklari golun ustune yaslanmayi tercih eden ve 4 deplasman maglubiyetinin tedirginligini uzerlerinden atamamis urkek kanarya gorunumundeydiler. Umarim kimse "Alex' in yoklugu" diye soze baslamaya kalkmaz! İkinci golden sonra bu sefer kabusu astiklarina inanan Sari lacivertliler buna ragmen sahaya bir agirlik koyamadilar. Bunu mantikli nedenlerle aciklamaya kimse calismasin. 90 dakikanin sonunda oyuncular "forma" degistirirken Ankaragucu acisindan yine bogazimiz dugumlendi ve sorular ucustu... Gule gule renkdas...
2. Yarida Fenerbahce den patlama bekleyenler yine yanildilar. Ligin puan stresi, 3 Temmuz sendromu ve GSaray macinin heyecanina kapilan sari lacivertliler, 2. Golu Topuzla bulduklari 70. dakikaya kadar pozisyon bile uretemediler. Yaratici kolektif oyundan yoksun, yine attiklari golun ustune yaslanmayi tercih eden ve 4 deplasman maglubiyetinin tedirginligini uzerlerinden atamamis urkek kanarya gorunumundeydiler. Umarim kimse "Alex' in yoklugu" diye soze baslamaya kalkmaz! İkinci golden sonra bu sefer kabusu astiklarina inanan Sari lacivertliler buna ragmen sahaya bir agirlik koyamadilar. Bunu mantikli nedenlerle aciklamaya kimse calismasin. 90 dakikanin sonunda oyuncular "forma" degistirirken Ankaragucu acisindan yine bogazimiz dugumlendi ve sorular ucustu... Gule gule renkdas...
7 Mart 2012 Çarşamba
STOCH farkı...
Maçtan önce İlhan Cavcav ı gördüm ve elini sıktım. Aslında ortam müsait olsa sarılıp 3 Temmuzdan bu yana gösterdiği sağ duyulu tavrı candan tebrik etmek isterdim.
İlk dakika içinde cok kombine bir akınla gelen Fener korner kazandi. Alex in kornerine Stoch un ceza sahası dışından gelişine vurdugu sağ vole, ancak Premier lig de, o da ender olarak gördüğümüz bir şaheserdi. Bir insanın attığı her gol, ayın ya da yılın golü olmaya aday olabilir mi? Stoch hep "farkı yaratan" bir oyuncu. İtiraf ederim ki, onu Avrupada hiç bir yıldız oyuncuyla takas etmem. Messi gelirse belki masaya otururum!
20. Dakikada gelen 2. Golde ise Sow nihayet kumaş değerini konuşturdu. Sağdan Topuz un ortasına marke durumda attığı zor vole ağları boylarken Senegalli santrfor Fransa apoletinin kaynağını göstermiş oldu. İlk yarı boyunca sarı lacivertlilerin "ideal" kadrosu mükemmel kolektif oyununu sürdürdü. Topu surekli ayağa oynayan Fenerde Stoch un attığı 3. Golü seyirci ve kaleci dahil kimse anlayamadı.
2. Yarı başlarken Fener seyircisi bir maçı ilk defa rahat seyretme lüksünü yaşıyordu. 51. Dakikada Sow, Alex in harika ara pasında kaleci ile karşı karşıya golü ezdi. Allahtan Emre 3 dakika sonra kalecinin ikramını kaçırmadı ve boş kaleye aşırttı. Ziegler in penaltı hediyesi bir karşılık mıydı acaba? Fenerbahce o dakikalarda bir yandan "bilinçli" 4. sarı kartları alıp, diğer yandan oyuncu değiştirmekle meşguldu. Alex in sükunet ve zerafeti karışımı sayısını, takım oyununun tüm zincirini kullanan ve Dia ile tamamlanan 6. gol izledi. O anda birilerinin kulakları çınladı... Yanılmışım; Bu maçın çok zor geçeceğini söylemiştim herkese!
İlk dakika içinde cok kombine bir akınla gelen Fener korner kazandi. Alex in kornerine Stoch un ceza sahası dışından gelişine vurdugu sağ vole, ancak Premier lig de, o da ender olarak gördüğümüz bir şaheserdi. Bir insanın attığı her gol, ayın ya da yılın golü olmaya aday olabilir mi? Stoch hep "farkı yaratan" bir oyuncu. İtiraf ederim ki, onu Avrupada hiç bir yıldız oyuncuyla takas etmem. Messi gelirse belki masaya otururum!
20. Dakikada gelen 2. Golde ise Sow nihayet kumaş değerini konuşturdu. Sağdan Topuz un ortasına marke durumda attığı zor vole ağları boylarken Senegalli santrfor Fransa apoletinin kaynağını göstermiş oldu. İlk yarı boyunca sarı lacivertlilerin "ideal" kadrosu mükemmel kolektif oyununu sürdürdü. Topu surekli ayağa oynayan Fenerde Stoch un attığı 3. Golü seyirci ve kaleci dahil kimse anlayamadı.
2. Yarı başlarken Fener seyircisi bir maçı ilk defa rahat seyretme lüksünü yaşıyordu. 51. Dakikada Sow, Alex in harika ara pasında kaleci ile karşı karşıya golü ezdi. Allahtan Emre 3 dakika sonra kalecinin ikramını kaçırmadı ve boş kaleye aşırttı. Ziegler in penaltı hediyesi bir karşılık mıydı acaba? Fenerbahce o dakikalarda bir yandan "bilinçli" 4. sarı kartları alıp, diğer yandan oyuncu değiştirmekle meşguldu. Alex in sükunet ve zerafeti karışımı sayısını, takım oyununun tüm zincirini kullanan ve Dia ile tamamlanan 6. gol izledi. O anda birilerinin kulakları çınladı... Yanılmışım; Bu maçın çok zor geçeceğini söylemiştim herkese!
STOCH farkı...
Maçtan önce İlhan Cavcav ı gördüm ve elini sıktım. Aslında ortam müsait olsa sarılıp 3 Temmuzdan bu yana gösterdiği sağ duyulu tavrı candan tebrik etmek isterdim.
İlk dakika içinde cok kombine bir akınla gelen Fener korner kazandi. Alex in kornerine Stoch un ceza sahası dışından gelişine vurdugu sağ vole, ancak Premier lig de, o da ender olarak gördüğümüz bir şaheserdi. Bir insanın attığı her gol, ayın ya da yılın golü olmaya aday olabilir mi? Stoch hep "farkı yaratan" bir oyuncu. İtiraf ederim ki, onu Avrupada hiç bir yıldız oyuncuyla takas etmem. Messi gelirse belki masaya otururum!
20. Dakikada gelen 2. Golde ise Sow nihayet kumaş değerini konuşturdu. Sağdan Topuz un ortasına marke durumda attığı zor vole ağları boylarken Senegalli santrfor Fransa apoletinin kaynağını göstermiş oldu. İlk yarı boyunca sarı lacivertlilerin "ideal" kadrosu mükemmel kolektif oyununu sürdürdü. Topu surekli ayağa oynayan Fenerde Stoch un attığı 3. Golü seyirci ve kaleci dahil kimse anlayamadı.
2. Yarı başlarken Fener seyircisi bir maçı ilk defa rahat seyretme lüksünü yaşıyordu. 51. Dakikada Sow, Alex in harika ara pasında kaleci ile karşı karşıya golü ezdi. Allahtan Emre 3 dakika sonra kalecinin ikramını kaçırmadı ve boş kaleye aşırttı. Ziegler in penaltı hediyesi bir karşılık mıydı acaba? Fenerbahce o dakikalarda bir yandan "bilinçli" 4. sarı kartları alıp, diğer yandan oyuncu değiştirmekle meşguldu. Alex in sükunet ve zerafeti karışımı sayısını, takım oyununun tüm zincirini kullanan ve Dia ile tamamlanan 6. gol izledi. O anda birilerinin kulakları çınladı... Yanılmışım; Bu maçın çok zor geçeceğini söylemiştim herkese!
İlk dakika içinde cok kombine bir akınla gelen Fener korner kazandi. Alex in kornerine Stoch un ceza sahası dışından gelişine vurdugu sağ vole, ancak Premier lig de, o da ender olarak gördüğümüz bir şaheserdi. Bir insanın attığı her gol, ayın ya da yılın golü olmaya aday olabilir mi? Stoch hep "farkı yaratan" bir oyuncu. İtiraf ederim ki, onu Avrupada hiç bir yıldız oyuncuyla takas etmem. Messi gelirse belki masaya otururum!
20. Dakikada gelen 2. Golde ise Sow nihayet kumaş değerini konuşturdu. Sağdan Topuz un ortasına marke durumda attığı zor vole ağları boylarken Senegalli santrfor Fransa apoletinin kaynağını göstermiş oldu. İlk yarı boyunca sarı lacivertlilerin "ideal" kadrosu mükemmel kolektif oyununu sürdürdü. Topu surekli ayağa oynayan Fenerde Stoch un attığı 3. Golü seyirci ve kaleci dahil kimse anlayamadı.
2. Yarı başlarken Fener seyircisi bir maçı ilk defa rahat seyretme lüksünü yaşıyordu. 51. Dakikada Sow, Alex in harika ara pasında kaleci ile karşı karşıya golü ezdi. Allahtan Emre 3 dakika sonra kalecinin ikramını kaçırmadı ve boş kaleye aşırttı. Ziegler in penaltı hediyesi bir karşılık mıydı acaba? Fenerbahce o dakikalarda bir yandan "bilinçli" 4. sarı kartları alıp, diğer yandan oyuncu değiştirmekle meşguldu. Alex in sükunet ve zerafeti karışımı sayısını, takım oyununun tüm zincirini kullanan ve Dia ile tamamlanan 6. gol izledi. O anda birilerinin kulakları çınladı... Yanılmışım; Bu maçın çok zor geçeceğini söylemiştim herkese!
6 Mart 2012 Salı
CHP TESEV VEYA YDH OLAMAZ! / Bedri Baykam / 6 Mart 2012 tarihli Cumhuriyet makalesi..
Ciddi ciddi düşünüyorum: AKP sipariş verseydi, daha ideal bir “CHP Genel Başkanı” bulabilir miydi diye… Sayın Kılıçdaroğlu, kendine has kararlı tavrıyla, “ezberleri bozma” adına her gün yeni bir şeyler söylüyor. Ya CHP’nin “Dersim günahları”nı gündeme getiriyor, ya Sabahattin Ali cinayetinde CHP sorumluluğundan söz ediyor, ya uzun uzun “inançlarla barışık CHP”den söz ediyor, ya TSK’yı suçlayıcı söylemler ortaya koyuyor, ya “Türkiye’de laikliğe yönelik bir tehlike yok” diyor, ya ülkede laik eğitimi derinden sarsan 4+4+4 hakkında “pedagogların, eğitimcilerin, bilim insanlarının görüş bildirmesi lazım” (!) diyor. Bundan iyisi herhalde AKP için can sağlığı! Mesela şu 4+4+4 hakkında CHP, “bu sistemle okula devam eden kız çocukların sayısı çok azalacak” diye ikaz eden ve Sayın Başbakan’ın ağır tepkisini çeken TÜSİAD’ın yaptığı kadar bile muhalefet yapmazken, acaba AKP’liler yalnız kaldıklarında “Ya rüya mı görüyoruz?” diye aralarında şakalaşıyorlar mı?
Yani özetle Sayın Kılıçdaroğlu, aynen 2. Cumhuriyetçiler'in ve merkez medyanın tarif ettiği gibi “ulusalcı” yüklerinden, gelenekçi dinozorlarından kurtulmuş farklı, dedik ya ‘ezber-bozucu” bir CHP tarif ediyor! Şimdi son haftalarda, Sayın Kılıçdaroğlu’nun tüm bu tavrını izah etmeye çalışanların en somut bulgusu, kendisinin kurucularından biri olduğu “TESEV”le olan ilişkisi. Türkiye’de Atatürkçülüğün baş sorgulayıcılarından olan bu Vakfın ana sponsoru, meşhur Soros. Sayın Kılıçdaroğlu zaten bu bağları gururla taşıyor! TESEV hakkındaki yanıtlarında, samimiyetle bu Vakfın “demokrasiyi geliştiren raporlara, çalışmalara imza attığını” hatırlatıyor. TESEV’in kadrosuna ve siyaset anlayışına göz attığımızda ise, 1990’ların hızlı partileşen 2. Cumhuriyetçi “Yeni Demokrasi Hareketi” nin (YDH) direkt yansımasını görüyoruz. Üyeleri veya panelistleri “hık” demiş burnundan düşmüş. Etyen Mahçupyan, Can Paker, Cem Boyner, Hasan Cemal, Cengiz Çandar, Ali Bayramoğlu, Ahmet İnsel, Asaf Savaş Akat, Kemal Derviş, Osman Kavala, Cüneyd Zapsu ve diğerleri. Yani malum “2. Cumhuriyet” veya bir-çoğu liberal anti-ulusalcı kadro. Olabilir, her vakıf, her siyasi oluşum, istediği gibi örgütlenir, takımını kurar, özgürce istediği fikirleri savunur. Bir çoğulcu demokraside saygı duyulur. Ama bu hareket CHP’ye monte edilemez. Atatürk’ün kurduğu Parti’ye “2. Cumhuriyetçi” bir kıta bindirmesi yapılamaz. Yoksa TESEV içinde bazıları dostum da olan değerli isimler de var. Bu ayrı bir konu. Ama bu siyasetin izleneceği yer, CHP olamaz. Kılıçdaroğlu’nun “ezber bozma” dediği her düşünce, YDH dünyasında vardı. Tabii artık görüyoruz ki bu bir tesadüf değil. Yani Kılıçdaroğlu-TESEV-YDH ilişkisi, basit bir “aidiyet” değil, çok ötesinde iç içe geçmeli, düşünsel bağlarının kanıtları her gün ortaya dökülen bir zincir.
Şimdi aklıma gelen soru şu: 2010 Mayıs’ında, Kılıçdaroğlu, Partide Sav ve her birimizin desteğiyle o krizde Genel Başkanlığa taşınırken, kalkıp bu TESEV bağlarını ve yukarıda hatırlattığımız Y-CHP tasviri olan cümleleri açıklıkla ortaya dökse, CHP liderliğini kazanma ihtimali olabilir miydi? Bunun yanıtını kesinlikle verebilirim: Hayır. Bu ihtimal sıfır olurdu. Hadi diyelim ki, yanılıyorum. İyi de o zaman bile Kılıçdaroğlu’nun cesaretle gerçek fikirlerini ortaya dökmesi gerekirdi. Böyle bir şey oldu mu? Hayır. Şimdi son günleri hatırlayalım biraz daha: “Tüzük Kurultayı” muhalif delegelerin baskısıyla toplanabildi. Parti’nin demokratikleşmesi “yarım-yamalak” yaşama geçirilebildi. Ardından Kılıçdaroğlu, artık Parti’de disiplinle herkesin aynı söyleme gelmesi gerektiğini ve hatta aksine izin verilmeyeceğini vurguladı. Pes! Sen kalk Parti’ye başkan olduktan sonra başka bir partinin, YDH’nın eski programı olan (!) söylemleri CHP’ye dayat, ardından da “şimdi artık hepiniz böyle düşüneceksiniz” de! Sayın Başkan bunları ciddi mi söylüyor? Tabii bu arada Baykal döneminde bile bu tarz bir ağır “tek adam” baskısı uygulanmadığını da biliyoruz!
Peki bu Y-CHP Parti’nin oylarını arttırabilir mi? Baykal Başkanlığı bıraktığında % 28 olan oylar, bugünlerde %20'lerde. Ama zaten CHP bir şirket değil. Oylar da ciro değil. Yani bu oran Parti’ye toptan yabancı siyasetler izlenerek % 40’a çıkmış olsaydı, mutlu mu olacaktı CHP’liler? Tabii ki hayır. Çünkü siyasette esas olan halkı ikna ederek kendi çizgine çekmektir. Başka ideolojilere teslim olarak… ne oy artar, ne de artsa bundan bir hayır gelir! Peki CHP, iktidara karşı bu kadar “uyumlu” davranınca ülkeye huzur mu geliyor? Hayır; tam tersine meydanı boş bulan AKP, giderek sertleşiyor ve “nihai” Anayasa darbesini hazırlıyor…
Yani özetle Sayın Kılıçdaroğlu, aynen 2. Cumhuriyetçiler'in ve merkez medyanın tarif ettiği gibi “ulusalcı” yüklerinden, gelenekçi dinozorlarından kurtulmuş farklı, dedik ya ‘ezber-bozucu” bir CHP tarif ediyor! Şimdi son haftalarda, Sayın Kılıçdaroğlu’nun tüm bu tavrını izah etmeye çalışanların en somut bulgusu, kendisinin kurucularından biri olduğu “TESEV”le olan ilişkisi. Türkiye’de Atatürkçülüğün baş sorgulayıcılarından olan bu Vakfın ana sponsoru, meşhur Soros. Sayın Kılıçdaroğlu zaten bu bağları gururla taşıyor! TESEV hakkındaki yanıtlarında, samimiyetle bu Vakfın “demokrasiyi geliştiren raporlara, çalışmalara imza attığını” hatırlatıyor. TESEV’in kadrosuna ve siyaset anlayışına göz attığımızda ise, 1990’ların hızlı partileşen 2. Cumhuriyetçi “Yeni Demokrasi Hareketi” nin (YDH) direkt yansımasını görüyoruz. Üyeleri veya panelistleri “hık” demiş burnundan düşmüş. Etyen Mahçupyan, Can Paker, Cem Boyner, Hasan Cemal, Cengiz Çandar, Ali Bayramoğlu, Ahmet İnsel, Asaf Savaş Akat, Kemal Derviş, Osman Kavala, Cüneyd Zapsu ve diğerleri. Yani malum “2. Cumhuriyet” veya bir-çoğu liberal anti-ulusalcı kadro. Olabilir, her vakıf, her siyasi oluşum, istediği gibi örgütlenir, takımını kurar, özgürce istediği fikirleri savunur. Bir çoğulcu demokraside saygı duyulur. Ama bu hareket CHP’ye monte edilemez. Atatürk’ün kurduğu Parti’ye “2. Cumhuriyetçi” bir kıta bindirmesi yapılamaz. Yoksa TESEV içinde bazıları dostum da olan değerli isimler de var. Bu ayrı bir konu. Ama bu siyasetin izleneceği yer, CHP olamaz. Kılıçdaroğlu’nun “ezber bozma” dediği her düşünce, YDH dünyasında vardı. Tabii artık görüyoruz ki bu bir tesadüf değil. Yani Kılıçdaroğlu-TESEV-YDH ilişkisi, basit bir “aidiyet” değil, çok ötesinde iç içe geçmeli, düşünsel bağlarının kanıtları her gün ortaya dökülen bir zincir.
Şimdi aklıma gelen soru şu: 2010 Mayıs’ında, Kılıçdaroğlu, Partide Sav ve her birimizin desteğiyle o krizde Genel Başkanlığa taşınırken, kalkıp bu TESEV bağlarını ve yukarıda hatırlattığımız Y-CHP tasviri olan cümleleri açıklıkla ortaya dökse, CHP liderliğini kazanma ihtimali olabilir miydi? Bunun yanıtını kesinlikle verebilirim: Hayır. Bu ihtimal sıfır olurdu. Hadi diyelim ki, yanılıyorum. İyi de o zaman bile Kılıçdaroğlu’nun cesaretle gerçek fikirlerini ortaya dökmesi gerekirdi. Böyle bir şey oldu mu? Hayır. Şimdi son günleri hatırlayalım biraz daha: “Tüzük Kurultayı” muhalif delegelerin baskısıyla toplanabildi. Parti’nin demokratikleşmesi “yarım-yamalak” yaşama geçirilebildi. Ardından Kılıçdaroğlu, artık Parti’de disiplinle herkesin aynı söyleme gelmesi gerektiğini ve hatta aksine izin verilmeyeceğini vurguladı. Pes! Sen kalk Parti’ye başkan olduktan sonra başka bir partinin, YDH’nın eski programı olan (!) söylemleri CHP’ye dayat, ardından da “şimdi artık hepiniz böyle düşüneceksiniz” de! Sayın Başkan bunları ciddi mi söylüyor? Tabii bu arada Baykal döneminde bile bu tarz bir ağır “tek adam” baskısı uygulanmadığını da biliyoruz!
Peki bu Y-CHP Parti’nin oylarını arttırabilir mi? Baykal Başkanlığı bıraktığında % 28 olan oylar, bugünlerde %20'lerde. Ama zaten CHP bir şirket değil. Oylar da ciro değil. Yani bu oran Parti’ye toptan yabancı siyasetler izlenerek % 40’a çıkmış olsaydı, mutlu mu olacaktı CHP’liler? Tabii ki hayır. Çünkü siyasette esas olan halkı ikna ederek kendi çizgine çekmektir. Başka ideolojilere teslim olarak… ne oy artar, ne de artsa bundan bir hayır gelir! Peki CHP, iktidara karşı bu kadar “uyumlu” davranınca ülkeye huzur mu geliyor? Hayır; tam tersine meydanı boş bulan AKP, giderek sertleşiyor ve “nihai” Anayasa darbesini hazırlıyor…
CHP TESEV VEYA YDH OLAMAZ! / Bedri Baykam / 6 Mart 2012 tarihli Cumhuriyet makalesi..
Ciddi ciddi düşünüyorum: AKP sipariş verseydi, daha ideal bir “CHP Genel Başkanı” bulabilir miydi diye… Sayın Kılıçdaroğlu, kendine has kararlı tavrıyla, “ezberleri bozma” adına her gün yeni bir şeyler söylüyor. Ya CHP’nin “Dersim günahları”nı gündeme getiriyor, ya Sabahattin Ali cinayetinde CHP sorumluluğundan söz ediyor, ya uzun uzun “inançlarla barışık CHP”den söz ediyor, ya TSK’yı suçlayıcı söylemler ortaya koyuyor, ya “Türkiye’de laikliğe yönelik bir tehlike yok” diyor, ya ülkede laik eğitimi derinden sarsan 4+4+4 hakkında “pedagogların, eğitimcilerin, bilim insanlarının görüş bildirmesi lazım” (!) diyor. Bundan iyisi herhalde AKP için can sağlığı! Mesela şu 4+4+4 hakkında CHP, “bu sistemle okula devam eden kız çocukların sayısı çok azalacak” diye ikaz eden ve Sayın Başbakan’ın ağır tepkisini çeken TÜSİAD’ın yaptığı kadar bile muhalefet yapmazken, acaba AKP’liler yalnız kaldıklarında “Ya rüya mı görüyoruz?” diye aralarında şakalaşıyorlar mı?
Yani özetle Sayın Kılıçdaroğlu, aynen 2. Cumhuriyetçiler'in ve merkez medyanın tarif ettiği gibi “ulusalcı” yüklerinden, gelenekçi dinozorlarından kurtulmuş farklı, dedik ya ‘ezber-bozucu” bir CHP tarif ediyor! Şimdi son haftalarda, Sayın Kılıçdaroğlu’nun tüm bu tavrını izah etmeye çalışanların en somut bulgusu, kendisinin kurucularından biri olduğu “TESEV”le olan ilişkisi. Türkiye’de Atatürkçülüğün baş sorgulayıcılarından olan bu Vakfın ana sponsoru, meşhur Soros. Sayın Kılıçdaroğlu zaten bu bağları gururla taşıyor! TESEV hakkındaki yanıtlarında, samimiyetle bu Vakfın “demokrasiyi geliştiren raporlara, çalışmalara imza attığını” hatırlatıyor. TESEV’in kadrosuna ve siyaset anlayışına göz attığımızda ise, 1990’ların hızlı partileşen 2. Cumhuriyetçi “Yeni Demokrasi Hareketi” nin (YDH) direkt yansımasını görüyoruz. Üyeleri veya panelistleri “hık” demiş burnundan düşmüş. Etyen Mahçupyan, Can Paker, Cem Boyner, Hasan Cemal, Cengiz Çandar, Ali Bayramoğlu, Ahmet İnsel, Asaf Savaş Akat, Kemal Derviş, Osman Kavala, Cüneyd Zapsu ve diğerleri. Yani malum “2. Cumhuriyet” veya bir-çoğu liberal anti-ulusalcı kadro. Olabilir, her vakıf, her siyasi oluşum, istediği gibi örgütlenir, takımını kurar, özgürce istediği fikirleri savunur. Bir çoğulcu demokraside saygı duyulur. Ama bu hareket CHP’ye monte edilemez. Atatürk’ün kurduğu Parti’ye “2. Cumhuriyetçi” bir kıta bindirmesi yapılamaz. Yoksa TESEV içinde bazıları dostum da olan değerli isimler de var. Bu ayrı bir konu. Ama bu siyasetin izleneceği yer, CHP olamaz. Kılıçdaroğlu’nun “ezber bozma” dediği her düşünce, YDH dünyasında vardı. Tabii artık görüyoruz ki bu bir tesadüf değil. Yani Kılıçdaroğlu-TESEV-YDH ilişkisi, basit bir “aidiyet” değil, çok ötesinde iç içe geçmeli, düşünsel bağlarının kanıtları her gün ortaya dökülen bir zincir.
Şimdi aklıma gelen soru şu: 2010 Mayıs’ında, Kılıçdaroğlu, Partide Sav ve her birimizin desteğiyle o krizde Genel Başkanlığa taşınırken, kalkıp bu TESEV bağlarını ve yukarıda hatırlattığımız Y-CHP tasviri olan cümleleri açıklıkla ortaya dökse, CHP liderliğini kazanma ihtimali olabilir miydi? Bunun yanıtını kesinlikle verebilirim: Hayır. Bu ihtimal sıfır olurdu. Hadi diyelim ki, yanılıyorum. İyi de o zaman bile Kılıçdaroğlu’nun cesaretle gerçek fikirlerini ortaya dökmesi gerekirdi. Böyle bir şey oldu mu? Hayır. Şimdi son günleri hatırlayalım biraz daha: “Tüzük Kurultayı” muhalif delegelerin baskısıyla toplanabildi. Parti’nin demokratikleşmesi “yarım-yamalak” yaşama geçirilebildi. Ardından Kılıçdaroğlu, artık Parti’de disiplinle herkesin aynı söyleme gelmesi gerektiğini ve hatta aksine izin verilmeyeceğini vurguladı. Pes! Sen kalk Parti’ye başkan olduktan sonra başka bir partinin, YDH’nın eski programı olan (!) söylemleri CHP’ye dayat, ardından da “şimdi artık hepiniz böyle düşüneceksiniz” de! Sayın Başkan bunları ciddi mi söylüyor? Tabii bu arada Baykal döneminde bile bu tarz bir ağır “tek adam” baskısı uygulanmadığını da biliyoruz!
Peki bu Y-CHP Parti’nin oylarını arttırabilir mi? Baykal Başkanlığı bıraktığında % 28 olan oylar, bugünlerde %20'lerde. Ama zaten CHP bir şirket değil. Oylar da ciro değil. Yani bu oran Parti’ye toptan yabancı siyasetler izlenerek % 40’a çıkmış olsaydı, mutlu mu olacaktı CHP’liler? Tabii ki hayır. Çünkü siyasette esas olan halkı ikna ederek kendi çizgine çekmektir. Başka ideolojilere teslim olarak… ne oy artar, ne de artsa bundan bir hayır gelir! Peki CHP, iktidara karşı bu kadar “uyumlu” davranınca ülkeye huzur mu geliyor? Hayır; tam tersine meydanı boş bulan AKP, giderek sertleşiyor ve “nihai” Anayasa darbesini hazırlıyor…
Yani özetle Sayın Kılıçdaroğlu, aynen 2. Cumhuriyetçiler'in ve merkez medyanın tarif ettiği gibi “ulusalcı” yüklerinden, gelenekçi dinozorlarından kurtulmuş farklı, dedik ya ‘ezber-bozucu” bir CHP tarif ediyor! Şimdi son haftalarda, Sayın Kılıçdaroğlu’nun tüm bu tavrını izah etmeye çalışanların en somut bulgusu, kendisinin kurucularından biri olduğu “TESEV”le olan ilişkisi. Türkiye’de Atatürkçülüğün baş sorgulayıcılarından olan bu Vakfın ana sponsoru, meşhur Soros. Sayın Kılıçdaroğlu zaten bu bağları gururla taşıyor! TESEV hakkındaki yanıtlarında, samimiyetle bu Vakfın “demokrasiyi geliştiren raporlara, çalışmalara imza attığını” hatırlatıyor. TESEV’in kadrosuna ve siyaset anlayışına göz attığımızda ise, 1990’ların hızlı partileşen 2. Cumhuriyetçi “Yeni Demokrasi Hareketi” nin (YDH) direkt yansımasını görüyoruz. Üyeleri veya panelistleri “hık” demiş burnundan düşmüş. Etyen Mahçupyan, Can Paker, Cem Boyner, Hasan Cemal, Cengiz Çandar, Ali Bayramoğlu, Ahmet İnsel, Asaf Savaş Akat, Kemal Derviş, Osman Kavala, Cüneyd Zapsu ve diğerleri. Yani malum “2. Cumhuriyet” veya bir-çoğu liberal anti-ulusalcı kadro. Olabilir, her vakıf, her siyasi oluşum, istediği gibi örgütlenir, takımını kurar, özgürce istediği fikirleri savunur. Bir çoğulcu demokraside saygı duyulur. Ama bu hareket CHP’ye monte edilemez. Atatürk’ün kurduğu Parti’ye “2. Cumhuriyetçi” bir kıta bindirmesi yapılamaz. Yoksa TESEV içinde bazıları dostum da olan değerli isimler de var. Bu ayrı bir konu. Ama bu siyasetin izleneceği yer, CHP olamaz. Kılıçdaroğlu’nun “ezber bozma” dediği her düşünce, YDH dünyasında vardı. Tabii artık görüyoruz ki bu bir tesadüf değil. Yani Kılıçdaroğlu-TESEV-YDH ilişkisi, basit bir “aidiyet” değil, çok ötesinde iç içe geçmeli, düşünsel bağlarının kanıtları her gün ortaya dökülen bir zincir.
Şimdi aklıma gelen soru şu: 2010 Mayıs’ında, Kılıçdaroğlu, Partide Sav ve her birimizin desteğiyle o krizde Genel Başkanlığa taşınırken, kalkıp bu TESEV bağlarını ve yukarıda hatırlattığımız Y-CHP tasviri olan cümleleri açıklıkla ortaya dökse, CHP liderliğini kazanma ihtimali olabilir miydi? Bunun yanıtını kesinlikle verebilirim: Hayır. Bu ihtimal sıfır olurdu. Hadi diyelim ki, yanılıyorum. İyi de o zaman bile Kılıçdaroğlu’nun cesaretle gerçek fikirlerini ortaya dökmesi gerekirdi. Böyle bir şey oldu mu? Hayır. Şimdi son günleri hatırlayalım biraz daha: “Tüzük Kurultayı” muhalif delegelerin baskısıyla toplanabildi. Parti’nin demokratikleşmesi “yarım-yamalak” yaşama geçirilebildi. Ardından Kılıçdaroğlu, artık Parti’de disiplinle herkesin aynı söyleme gelmesi gerektiğini ve hatta aksine izin verilmeyeceğini vurguladı. Pes! Sen kalk Parti’ye başkan olduktan sonra başka bir partinin, YDH’nın eski programı olan (!) söylemleri CHP’ye dayat, ardından da “şimdi artık hepiniz böyle düşüneceksiniz” de! Sayın Başkan bunları ciddi mi söylüyor? Tabii bu arada Baykal döneminde bile bu tarz bir ağır “tek adam” baskısı uygulanmadığını da biliyoruz!
Peki bu Y-CHP Parti’nin oylarını arttırabilir mi? Baykal Başkanlığı bıraktığında % 28 olan oylar, bugünlerde %20'lerde. Ama zaten CHP bir şirket değil. Oylar da ciro değil. Yani bu oran Parti’ye toptan yabancı siyasetler izlenerek % 40’a çıkmış olsaydı, mutlu mu olacaktı CHP’liler? Tabii ki hayır. Çünkü siyasette esas olan halkı ikna ederek kendi çizgine çekmektir. Başka ideolojilere teslim olarak… ne oy artar, ne de artsa bundan bir hayır gelir! Peki CHP, iktidara karşı bu kadar “uyumlu” davranınca ülkeye huzur mu geliyor? Hayır; tam tersine meydanı boş bulan AKP, giderek sertleşiyor ve “nihai” Anayasa darbesini hazırlıyor…
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)