27 Şubat 2021 Cumartesi

GARA DRAMI VE AKP’NİN DEMOKRASİ TAHAMMÜLSÜZLÜĞÜ! | Bedri Baykam | 25.02.2021

Gara kavgaları hâlâ sürüyor. Yaşananlar tabii ki çok üzücü, öte yandan kesinlikle Kılıçdaroğlu’na hak veriyorum. Kimse ana muhalefet partisine Sen neden bu soruları soruyorsun diyemez. Mühim olan, böyle başarısız bir operasyonun yeniden yaşanmaması için insanların akıllarını, tecrübelerini, eleştirilerini açıkça ortaya dökmeleri. Dolayısıyla Kılıçdaroğlu’nun “Ne yapayım, ağzıma bant mı takayım?” sözleri haklı!

Bu konuda, hiç kimse TSK’ya dil uzatıp onlara “başarısız” demedi. Asker verilen bir planı uygular, operasyonun anatomisi daha yukarılarda çizilir. Burada Genelkurmay Başkanı, Milli Savunma Bakanı, MİT Müsteşarı ve Cumhurbaşkanı; nerede, nasıl istişarede bulunup düğmeye bastılar, onu bilemeyiz. Geçen yazımda da söylediğim gibi, ben sadece seçilen yöntemden ikna olmadım. İYİ Parti’den Aytun Çıray da “nokta tarzı rehine kurtarma operasyonuyla hudut güvenliği sağlamak ve terörist unsurların lojistik merkezlerini etkisiz hale getirme çabalarının çelişkisinden söz ediyor, Milli Savunma Bakanına verdiği soru önergesinde. “Bu durumda Hava Kuvvetleri’nin müdahalesinin çıkaracağı gürültünün mahalledeki PKK teröristlerini uyaracağını hiç düşünmediniz mi?” diyor! Mühim olan aynı hatayı bir daha yapmamak. Değerli Cumhuriyet yazarı dostum Tuncay Mollaveysioğlu geçen hafta çok önemli bir paragraf kaleme aldı:

Demokrasilerde iktidar, halkı azarlayamaz. Soru soranları hapisle tehdit edemez... İktidarların her iş ve eylemleri ile ilgili hesap vermesi en temel çağdaşlık ilkesidir. AKP devlet değil, bir siyasi partidir... AKP ve yöneticilerinin diğer partilerden ve siyasilerden üstün hiçbir yönü yoktur... Seçmen, yani halkın tamamı da değil, 5 yıllığına ülkeyi yönetme sorumluluğunu AKP’ye vermiştir. Sorumlular yönetim becerileri ve aldıkları kararlarla ilgili halkın eleştirilerine açık olmalıdır...”

Olay bu kadar net ifade edilir. Bu iktidarın ve bu ülkenin hukuk düzeninin artık algılaması lazım ki, demokrasinin olmazsa olmaz oksijeni olan eleştiri hakkı, sürekli olarak tepki, hakaret ve dava konusu yapılamaz. Eleştiriye olsa olsa yanıt verilir.


BU TAVIRLA MI “TEK YUMRUK” OLMAK İSTİYORDUNUZ?

CHP’nin eleştirilerinden rahatsız olan AKP sözcüsü Sayın Ömer Çelik de şunları söylüyor:

Tek yumruk olmalıydık: Pek çok metot denendikten sonra ortaya çıkan bu tablo karşısında bu kadar ağır bir üzüntü içerisindeyken tartışmamız gereken konu bu terör örgütünün bölgemizde yaratmaya çalıştığı derinliği yok etmek üzere bütün dünyaya tek bir yumruk gibi cevap vermek olmalıydı. Burada bütün dünyaya karşı kabine muhalefet partileri, tek bir yumruk olarak dünyaya nasıl bir mesaj veririz arayışı içerisinde olmalıydı. Ama bu artık siyasi kıblesini kaybetmiş, bütün siyasi değerlerden boşanmış bir tabloyu gözümüzün önüne getiriyor.

Çelik’in sözlerine şu açıdan çok şaşırdım: Başarısızlığa ve krize muhalefet cephesinin de ortak olmasını söylüyor ve “tek yumruk olmalıydık” diyor. O zaman soruyorum Çelik’e: Keşke operasyon başarılı olsaydı, siz muhalefet partilerini bu başarıya da ortak edecek miydiniz? Yani sözünü ettiğiniz “müjdeli” basın toplantısını yaparken sağınızda Akşener, solunuzda Kılıçdaroğlu mu oturacaktı? Bunu yapmanız mevzubahis değildi. Yıllardır ve özellikle son aylarda hızlanarak ana muhalefeti “Bay Kemal geldi, Bay Kemal gitti” diliyle eleştiren, CHP’ye “kirli zihniyet” diyen, “yüzsüzler” diyen, sürekli hakaretamiz sözlerle CHP’yi ve Başkanını her gün eleştiren bir iktidarın, kalkıp “tek yumruk olmalıydık” sözlerinde bir samimiyet görebilen olabilir mi?

Bu makaleyi kaleme alırken Erdoğan, partisinin grup toplantısında CHP’ye bakın hâlâ neler saydırıyordu: “Terör güdümündeki Parti… Millet, tek parti devrinden beri CHP’nin ciğerini bilir… Demokrasinin d’sinden nasibini almamış süzme faşist bir parti… Vizyonsuz hedefsiz ilkesiz bir parti… Kibir bataklığına saplanmış bir parti… Cibilliyeti bozuk bir parti… Kirli zihniyeti tarihin tozlu raflarına havale edilecek parti…” ve daha burada kullanmak istemeyeceğim nice yaralayıcı tanımlamalar… Sonra bunlar yetmedi. Erdoğan, kar fırtınasının bastırdığı günlerde, CHP’li belediyelerin yönettiği kentlerdeki trafik tıkanmaları, arabaların kaymaları veya birbirlerine çarpma görüntülerinden oluşan bir özet videoyu, fon müziği eşliğinde sunup CHP’nin beceriksizliğini kanıtlamaya çalıştı! Gerçekten pes dedim. Sanki yüz yıldır böyle sahneler Türkiye’de diğer hükümetler veya AKP’ye oy vermiş illerde görülmemiş bir şeydi de, Allah’ın hava koşullarından ve bunun dünyanın her yerinde yaşanan yansımalarından da CHP sorumlu oldu! Gerçekten soruyorum sayın Ömer Çelik’e, her gün bu şekilde sizden hakaret yiyen, geçmişte kurucularına “iki ayyaş” demeye cüret ettiğiniz parti ile “tek yumruk” mu olmak istiyordunuz, aranızda buna inanan var mı? Ama CHP’nin devleti ilgilendiren konularda yine de sizinle yan yana durduğu birçok konuyu hatırlatabilirim. Başta 15 Temmuz gecesi ve ertesi gün yaşananlar, Yenikapı mitingine katılım, Kıbrıs konusu, Ermeni iddialarına karşı duruş, Libya, sınır dışı operasyonlar, Irak’a asker yollama…


HDP KAPATMA İDDİALARI

AKP, HDP üzerindeki baskısını Demokles’in kılıcı gibi hep ortada tutuyor ve çoğu zaman Bahçeli’nin ağzından bir kapatma somut tehdidine dönüştürüyor. Sanki bu konuda “parti kapatma” kalıcı bir çözüm olabilirmiş gibi… Geçmişe bakıp belleğimizi tazelersek HEP, DEP, ÖZDEP, HADEP, DEHAP, DDP, BDP geçmişte Kürt siyasetinin kapatılan partileri… Şimdi HDP’yi kapatsanız yarın başka bir isimle tekrar kurulmayacak mı? Yoksa bunlar, şu göstermelik otorite arayışı ve seçmenlere göz kırpma mı? Temcit pilavı gibi “İdam Parlamento’ya gelirse hemen onaylarız” türünden, sanki bugün o yasa meclisten geçse bile, önceden işlenmiş suçlara uygulanabilecekmiş gibi hukuken mümkün olmayan, geriye dönük bir uygulamanın sahte iştahı ile kin ve intikam havası yaratmak üzere ortaya atılan laflara benziyor.

Evet, biliyoruz ki HDP, teröre ve PKK’ya karşı görmek istediğimiz net duruşu sergileyemediği için bir hayal kırıklığı yarattı; aksini düşünmek mümkün değil. Merak ediyorum hiç anlamıyorlar mı, şayet bütün siyasi diyalog, söylemler ve temsiliyet bitirilirse, bu gerek PKK’nın gerek onları destekleyen Batı emperyalizminin ekmeğine yağ sürmekten başka bir sonuç doğurmaz ve ortaya maalesef her gün yeni terör eylemleri ve yeni şehitler gelir, canımız tekrar yanar! Şayet bu kapatmayı, “seçim yatırımı” olarak görmek istiyorlarsa da, “benden sonra tufan” anlamına gelen bir bilinçsizlik ve acizlik itirafından başka hiçbir sonuca varamazlar!

PKK’nın ateşini kalıcı şekilde söndürecek, benim gözümde tek bir çözüm var; o da ne parti kapatmaktan ne de büyük çatışmalardan geçiyor! Konumuz felsefe ve propaganda. Bunu da tekrar bir başka yazımda ele almak isterim.

24 Şubat 2021 Çarşamba

AVUSTRALYA ŞAMPİYONU JAPON OSAKA, DÜNYANIN GÖZDESİ! | Bedri Baykam | 20.02.2021

Bugün Avustralya Açık’ta şampiyon olan Naomi Osaka, tartışmasız sert kortlarda dünyanın en iyi kadın tenisçisi. Amerikalı rakibi Jennifer Brady’yi oldukça kolay geçen bir maçtan sonra 6/4, 6/3 yenen Japon tenisçi, böylece dördüncü Slam finalini oynarken dördüncü şampiyonluğuna ulaştı ve bu konuda ancak daha önce 90’larda Monica Seles ve 2000’lerde Roger Federer’in başarabildikleri bir rekora imza attı. Hatta şu detayı da verebiliriz: SLAM turnuvalarında oynadığı son çeyrek final, yarı final ve finallerde 12 maçın tamamını kazanan sıradışı bir terminatör var karşımızda! Naomi bu galibiyetle dünya sıralamasında ikinci sıraya çıktı ve artık önünde yalnız Avustralyalı Barty var. Ancak benim de dahil olduğum tenis yazarlarının önemli bir kısmı, Naomi’yi bir adım ilerde görüyorlar rakibinden. Öte yandan sponsorluklar dahil yıllık kazanılan para ve tenis dünyasındaki gücü ve etkisini göz önüne aldığımızda, fark daha da açılıyor. Tenis dünyasında bir numaraya yükselmek, illa en iyi tenisçi olarak görüldüğünüz anlamına gelmiyor. Bunu daha önce Caroline Wozniacki de yaşamıştı.

Henüz 24 yaşında bu başarılara ulaşabilen Japon tenisçi, 21 maçtır ve bir yıldır hiçbir maçı kaybetmeden yoluna devam ediyor. Öte yandan Osaka, büyük şampiyonaları yani Avustralya ve Amerika’yı hep sert sahalarda kazanarak sonuca ulaştı. Henüz Wimbledon çiminde veya Paris’in toprak kortlarında elle tutulur bir başarısı yok. Yani günümüzde “her sahada oynayabilen Şampiyon” sıfatı için, biraz daha çalışması, uğraşması, ekmek yemesi lazım.

Tenis, kelebek etkisinin en çok görüldüğü ve en nankör olabilen sporlardan da biridir. Bizler bugün Osaka’nın büyük başarılarını konuşuyoruz; halbuki dördüncü turda İspanyol Garbine Muguruza’ya karşı ünlü tenisçi son sette iki maç topu kurtarmak zorunda kalmıştı. Bunlardan birincisini harika bir ace servis ile savuşturduktan sonra, İkincisinde de uzun bir rallide rakibinin topu forhand’i ile auta atışında derin bir nefes alarak işin içinden sıyrılmış, maçı son sette 7/5 ile lehine yazabilmişti.


BUGÜNKÜ FİNALİN AKIŞI

Bugün finale Osaka hızlı başladı ve henüz skor 2/1 iken rakibinin servisini kırmayı bildi. Ancak hemen arkasından Brady rakibinin servisini alınca maç 4/4’e kadar dengeli gitti. Hatta o noktada Osaka kendi servisinde Amerikalı rakibi bir kısa topa yetişerek üzerinden nefis bir lop atınca, oyunu ve belki ilk seti kaybetmek üzereydi. Ancak harika bir sert forehand’le kabustan çıkmayı bildi. 5/4’de Brady kendi servisinde 5/5 eşitlik için top kullandı ancak üst üste yaptığı basit hatalarla seti kendi eliyle teslim etmiş oldu. Bu setin ve hatta maçın en ilginç noktası, kadın maçlarında çoğu zaman gördüğümüz uzun rallilerin neredeyse hiç olmaması ve puanların çoğunlukla çok hızlı alınıp verilmesiydi.

Bu nispeten zor seti lehine çevirdikten sonra Osaka ikinci sete çok moralli ve hızlı başladı. Üst üste sert forhandler ve servislerine karşın rakibi de kolay hataları birbiri peşi sıra kritik anlarda buna ekleyince, skor birden göz açıp kapayıncaya kadar 4/0’ı buldu. Bunun arkasından gelen oyunu Amerikalı sporcu kendi servisinde zor da olsa kazandı ve arkasından rakibinin servisini kırarak skoru 4/2’ye getirdi.

Bir tenis maçında set oynanırken en önemli oyun yedinci oyundur, en önemli puanı da dördüncü puandır. Çünkü buna göre o oyun veya o sette fark iyice açılır veya eşitlenebilir. Osaka tabii ki bu kritik 7. oyunun dördüncü puanını kazanarak 40/15 ileri geçti ve ardından skoru 5/2’ye taşıdı, maçı da son oyunda kendi servisinde kolaylıkla sıfıra karşı bitirerek, Melbourne’da ikinci kere şampiyon oldu.


OSAKA’DAKİ ŞAMPİYON DNA’SI

Osaka’yı özellikle büyük şampiyonalarda ve kritik maçlarda neredeyse rakipsiz kılan faktör, kendi üzerinde oluşan baskıları tersine daha iyi oynamak için bir motivasyon olarak görmesi. Bu tabii ki her tenisçide böyle yaşanmıyor! Ancak Osaka çok ilginç bir karakter: Çocukluğunda büyük şampiyonaları, stadları görerek hep orada seyircinin önünde yüksek gerilimli maçlarda keyifle sahaya çıkmak istemiş. Serena Williams’a hep büyük bir hayranlıkla bakmış ve umarım ilerde ben de birilerinin bu şekilde idolü olurum diye düşünüyor şimdi. Osaka, Amerikalı yıldızla yaptığı dört maçın üçünü kazandı. Bu sene de çeyrek finalde, üstelik dördüncü turda iki numaralı favori Halep’i yenmiş olan bir Serena’ya top göstermemiş, maçı iki kolay sette kapamıştı.

Osaka “ne güzel kadın” diyebileceğimiz bir fiziğe, bir havaya sahip değil. Ancak ilginç bir şekilde herkesin sempatik bulduğu bir kişilik, profesyonellik, ciddiyet ve işine duyduğu yoğun saygı ve konsantrasyonla hareket ettiğinden, en azından tarafsız herkes maçı onun kazanmasını istiyor! O herkesin arkadaşı veya akrabası gibi!

Kim bilir, belki Serena Williams’ın bir türlü egale edemediği Margaret Court’un 24 Slam Şampiyonluğu rekorunu bundan 15 sene sonra Osaka kırar! Ünlü İsveçli şampiyon Mats Wilander’in bugün EuroSport’da söylediğinin aksine, ben Williams’ın artık 24 rakamına ulaşacağını ve ardından da geçeceğini sanmıyorum. Bırakın 39,5 yaşına gelmiş olmasını, Osaka dışında her değişik kortta sürekli güçlü yeni isimlerin ortaya çıktığı bir tenis dünyasında işi artık imkansız gibi. Barty, Halep, Pliskova, Svitolina, Muguruza gibi olağan ağır rakipler dışında, artık Sabalenka, Muchova, Brady veya Swiatek gibi yeni sayılacak isimlerin hızla turnuaları şenlendirdiği bir ortamda, sinirlerine gittikçe daha az hakim olan bir Williams, bence artık slamlerde mutlu sona ulaşamaz. Göreceğiz… Sakin Japon arkadaşımız ise, 2 milyon 750.000 dolar gibi, onun açısından çok mütevazi bir parayı hangi yatırımını ekleyeceğini fazla önem vermeden düşünüyordur… Bu da onun sorunu olsun…

DJOKOVİC, AVUSTRALYA’DA İŞİ OTOMATİĞE BAĞLAYARAK YİNE KAZANDI | Bedri Baykam | 21.02.2021

Hani bazı spor günleri vardır; bir final izleyeceksinizdir, yiyecek içecekleri hazırlarsınız, uzun sürecek bir spor müsabakası için koltuğunuza kurulursunuz, notları için isterseniz elinizde kalem kağıt bulundurursunuz, hele bir slam finali sizi 4-5 saat o koltukta tutabilir. Bazen günün akışı umduğunuz ve vaad edilen heyecan seviyesini tutar. Bazen de dağ fare doğurur. Bir futbol derbisi insanın uykusunu getirebilir. Bir tenis finali de 2 saate ulaşmadan hızlı bir şekilde bitip gidebilir… İşte Avustralya Açık’ın Djokovic-Medvedev finali, ne dersek diyelim bu hayal kırıklığı yaratanlar arasında hatırlanacak… 20 maçtır üst üste yenilmeyen, bu son maçlarında ilk 10’dan 12 ismi ve Sırp rakibini bile 6/3, 6/3 yenmiş olan Rus Medvedev, burada Slam finalinde oynamanın farklı bir boyut olduğunu bedelini ödeyerek tekrar öğrendi. Djokovic maçı 3 sette 7/5, 6/2, 6/2 ile zafer listesine eklerken, Avustralya’da 9. finalde 9. şampiyonluğuna ve toplamda 18. Slam zaferine ulaşarak Nadal ve Federer’e gözdağı verdi. Nadal’dan bir yaş, Federer’den altı yaş daha genç olduğunu düşünürsek, normal akışta Novak Djokovic’in önce İsviçre efsanesini, ardından da Nadal’ı Slam zaferleri sayısında aşabileceğini görüyoruz. Nasıl Nadal Paris’te Roland Garros santrkortunda toprak sahada bir dokunulmazlığa sahipse, ilginç bir şekilde Djokovic de Melbourne’da Rod Laver Arena’da inanılmaz bir özgüven kazanıyor. Hatta belki kariyerleri sona erdiğinde, Nadal’ın Paris zaferi rekorunu bile Avustralya’da yakalayabilir… diyecektim ama tabii ki vazgeçtim çünkü bu rakamın 13 olduğunu hatırladım! Arkadan gelen Thiem, Medvedev, Zverev, Tsitsipas ve hatta Berettini ve Karatsev gibi oyuncuların buna izin vermeleri pek mümkün değil. Ki, üstelik her an ortalığı alt üst edecek yeni yetme 20 yaş civarı gençler de peydahlanabilir!


MAÇIN AKIŞI:

Djokovic maça çok hızlı başladı. Sert servisler ve geri vuruşlarla tek puan kaybettiği ilk oyunun ardından rakibinin forehand basit hatalarını da değerlendirerek servis kırdı. Aynı hızda oyunun kontrolünü elinde tutarak 3/0’a beklenmedik bir hızla ulaştı. Medvedev bunun ardından acelerle kendi servisini nihayet kazandıktan sonra, Djokovic basit hataların ardından bu beşinci oyunda 28 vuruşluk bir rallide kısa top denerken fileye takıldı hemen ardından bir smaçı kaçırarak servisini kaybetti. Bunun ardından Medvedev kendi servisini sıfıra karşı kazanınca skora 3/3’lük bir denge geldi ve maç adeta yeniden başladı. Her iki raket, servislerini kolayca kazanarak yürüdüler ve Djokovic 6/5 öne geçti. Ancak tie break’e ulaşabilmek için, Medvedev’in servisini kazanması lazımdı; halbuki önce 0/40 geri düşen Rus tenisçi sonra 30/40’a yükselse bile basit bir forehand hatasıyla ilk seti kendi elleriyle 7/5 teslim etmiş oldu.

İkinci sete Medvedev hızlı başladı ve Sırp tenisçinin iki backhand basit hatasıyla hemen servis kırdı. Fakat o noktada dev şampiyonların meşhur ani tepki sendromu hemen devreye girdi. Sonraki oyunda Djokovic rakibinin servisinde, gaza basarak aldı ve sete yine dengeyi getirmiş oldu. Ertesi iki oyunda, önce kendi servisinde ardından rakibinin servisinde basit hatalarını oyunda kalarak ve yere sağlam basarak değerlendiren Djokovic, ardından kendi servisine de kolayca tutunarak birden 4/1 öne geçti. Medvedev kendi servisini sıfıra karşı alarak bir oyun daha alsa da, Djokovic rakibinin beraberliğe kadar ulaştığı kendi servisinde üst üste attığı müthiş servislerle 5/2’yi buldu. İkinci setin son oyununda Medvedev’in servisinde returlarını çok uzun oynayan Djokovic, rakibinin inisiyatif kullanmasına olanak vermedi ve bu seti de 6/2 ile cebe indirdi. Setin sonlarında içsel kızgınlığını dizginleyemeyen Rus tenisçi raketini yerlere vurarak paramparça etti.

Üçüncü sete başlarken Medvedev’in aklında muhakkak 2019’da Amerika Açık’ta Nadal’a karşı ilk iki seti verdikten sonra beş sete uzatmayı başardığı o muhteşem final vardı. Djokvic’in servisinde giriş oyununda 15/40’ı bulduğunda umutları muhakkak yeşermişti ancak rakibinin sert servisleri ve kendi basit hataları ile bu oyunu verdi ve şansını kaçırdı. Medvedev daha sonra kendi servisinde rakibinin başarılı servis karşılamaları ve güzel bir backhand volesinin dışında iki çift hata yaparak 2/0 geriye düştü. Bu çift kıtaların ikincisi Rus serisinin psikolojisini aktarmak açısından önemliydi. Medvedev eşitlik varken ikinci servisini beklenilenin aksine birinciden de daha sert patlatmayı denedi ve 1 metre dışarı attı. Bu sürpriz çabası kendi elinde patlayan bir silah oldu. Rakibinin ritminin bozulmasını fırsat bilen Sırp tenisçi 3-0’ı kolayca bulduktan sonra Medvedev nihayet ilk oyununu kazandı. Maçın geri kalan oyunlarında taraflar önce kendi servislerini kazandılar ve dünya bir numarası 5/2’yi buldu. Ardından maçın son oyununda Avustralya Açık’ın adeta hamisi ve sahibi haline gelen Djokovic ilginç bir vole/smaç karışımıyla maça son noktayı koyarak kendini sırtüstü yere attı! Seyircilerin umdukları sürpriz olmamıştı ve favori şampiyonluğu kolayca üç sette kazanarak eve dönme hakkı kazandı.


DJOKOVİC’İN TAKTİK ŞİFRELERİ

Avustralya’da adeta kendini aşarak oynayan Djokovic, maçın başından itibaren oyun planına sadık kaldı, hiç sinirlenmedi. Melbourne’da attığı yüzü aşkın ace servisi aynı başarıyla kullanmaya devam etti. Geri oyununu hem çok uzun oynadı hem de kesme backhandlerle ve kısa toplarla kendi oyununa sürekli farklılıklar getirdi. Fileye çıktığı 18 seferin 16’sında puanı kazandı ve uzun süren rallilerin çoğundan da galip çıkmayı bildi. Geri oyunda toplarını derin oynamayı sürdürerek oyunun kontrolünü hep elinde tuttu, böylece rakibinin ilginç tekniği ve stili ile beklenilmedik noktalara beklenmedik açılarla toplar yağdırmasını maçın genelinde engelledi.


MAÇTAN SONRA DJOKOVİC İMAJI

Sırp raket ilginç bir şekilde dünyadaki bütün başarılarına rağmen kitlelerin sempatisini kazanamıyor. Ya da en azından zirvedeki diğer iki dev isim kadar kazanamıyor. Sürekli olarak kendisiyle bir hesaplaşma içinde olması, dış dünyaya saklayamadığı kızgınlığı ile ufak tefek veya büyük müdahalelere kalkışması, son zamanlarda sakatlığını sürekli öne sürmesi ve “ben zaten bu turnuadan çekileceğim” ayaklarına yatması, yine seyirci ile arasına uçurumlar koyan gerçeklerdi.

İşte bütün bu saydıklarıma rağmen Djokovic maçtan sonra yaptığı konuşmada çok puan topladı. Adeta kendisini Medvedev’in yerine koyarak onun anlayacağı şekilde ruhunu okşadı, ona iltifatlar yağdırdı ve kendisini iyi hissetmesini sağladı. Kimileri kalkıp şimdi buna bir psikolojik taktik ve iyileştirme çabası dese bile, çok etkili olduğunu saklamayacağım ve iyi ki böyle yaptı! Bu arada Medvedev’in özellikle geçmişlerinden anlattığı anekdot çok tatlıydı: “Monako’da antrenman için Novak’ın birine ihtiyacı olduğunu söylediler, ben o anda dünyada 500 veya 600’üncüydüm, gittim. Bana tek söz söylemeden oynayıp ayrılacağını sanıyordum. Halbuki çok yakın davrandı, arkadaşım gibi konuştu, birçok soru sordu ve çok şaşırdım.” Sonra da iki tenisçi kupa merasiminde aralarında şakalaştılar; Novak, “Beni daha sık aramalısın, artık aramıyorsun” diyerek herkesi güldürdü.

Melbourne Park’tan ayrılırken mağlubiyetin analizini yaparak kendi çözülmesinin şifrelerini arayan Medvedev ilk kelimeleri sarf etmişti bile: “Bir dahaki sefere saha içinde de dışında da bazı şeyleri farklı yapacağım, tam ne yapacağım bilmiyorum ama her şeyi farklı deneyeceğim.”

Evet şimdi seride üç ay sonra Paris var ve ne mutlu bizlere ki gösteri devam edecek, yeni anekdotlar, yeni hatalar, yeni şaşırtıcı maçlar ve isimler öne çıkacak…

20 Şubat 2021 Cumartesi

GARA’NIN ACISI VE ATEŞİN DÜŞTÜĞÜ YER | Bedri Baykam | 18.02.2021

Yorucu bir ülkede yaşıyoruz. Her an yürekleri acıyla doldurabilen, yorucu bir ülkede... Gara’dan gelen haberle bütün ülke sarsılana kadar, son birkaç haftada yaşadıklarımızın bir kısmını hızla hatırlayalım. Sistematik olarak iktidarın sunduğu sahte gündemlerin içine balıklama atlayan bir medya var. Halkımız ise bu gündem tuzaklarının içine düşmeleri için kırmızı halılar döşendiğinin farkında olmasına rağmen, kendini o tuzağın girdabının ortasında buluyor.

Saray, sanki Boğaziçi geriliminden Gezi Direnişi kadar sertlik gösterisi yapabileceği bir konu üretmeye gayret ediyor veya düğmeye bastığı an bütün basın sanki Türk Apollo 29’u yarın uzaya fırlatacakmış gibi bunu ciddiye alıyor ya da ciddiye alır görünmeye mecbur bırakılıyor. Birden aya gitmeyi ciddiye alanlarla almayanlar arasında münazara başlıyor! Ya da birkaç haftadır yeniden ve aniden tedavüle sokulan Anayasa tartışmaları! Şaşırabilirsiniz, “Allah Allah bu da nereden çıktı” diye, “2010 ve 2017’de zaten sekiz yıla yayarak anayasayı iki kere değiştirmemişler miydi?”

Diğer bir gündemimiz, hükümetin Covid’e karşı yürüttüğü “sözde” savaş! Bu da çok ilginç bir noktada duruyor, Cumhurbaşkanımız AKP kongrelerindeki kalabalıklardan memnun!

İşte böyle bir ülkenin orta yerine düşüyor Gara şehitleri… Tabii ki ateş önce düştüğü yeri yakıyor. Polis memuru Sedat Yabalak’ın, babası ile hiç oynayamamış olan yedi yaşındaki kızı Zeynep’i düşünün; babasının cenazesi önünde selam durduğu o fotoğrafa 40 yıl sonra acaba nasıl bakacak? Ya da Muhammet Salih Kanca, Fenerbahçe bayrağı ile naaşı örtülen, Samsun’da gömülen sevgili sivil vatandaşımız, yıllardır mağaralarda veya dağlarda tutsaklık hayatını sürdürürken neler düşünüyordu, ne hissediyordu? Şehit Uzman Çavuş Mevlüt Kahveci’nin annesi Ayşe Hanım, Cumhurbaşkanından Şehidimiz, sevgili peygamberimizin inşallah komşusu olacak, bir anneye böyle bir şeref nasip olmaz ama siz bu şerefi yakaladınız dediği zaman neler hissetti? Şehit Uzman Çavuş Hüseyin Sarı’yı altı yıldır bekleyen eşi Emine Sarı, hala “Ben seni hep bekledim bekleyeceğim” diye ağlamaya devam ederken, hangi geleceğe bakıyor artık? Mesela Diyarbakır-Lice karayolunda otobüsü durdurularak indirilen ve her biri rehin alınan bu askerler, kendilerini bırakıp giden otobüsü hangi endişeli gözlerle izlemişlerdi?


GARA HANGİ BEDELLERLE “TEMİZLENDİ”?

Ateş düştüğü yeri yakar… Her birimiz çok üzülüyoruz, kahroluyoruz ama bedeli aileler ödüyor. Zaten 37 yıldır, bu coğrafyada bir akrabası veya arkadaşı, bir yakını PKK teröründen kaybetmemiş kaç kişi var?

Bu şehitlerin farkı şu: Bu şehitlerimiz dün oluşan bir pusu veya çatışmada ölmediler, altı yıldır terör örgütünün elinde rehin durumdaydılar. Bu bilgi kamuoyu ile fazla paylaşılmadı. CHP konuyu Parlamento’nun veya Saray’ın gündemine getirmeye çalıştı. İzmir Milletvekili Murat Bakan yedi ayrı önerge vermiş, biri hariç hep yanıtsız kalmış. Tüm bu süreçte şehitlerin verdikleri bazı tepkilere bakıyorum, Müslüm Altıntaş “Bizi vatandaşlıktan mı çıkardılar?” diye sormuş, ilgisizlik karşısında… Semih Özbey, “Ne olur bizim için bir şeyler yapın” diye adeta yalvarmış. Bu gibi durumlarda izlenen yöntem, İHD, MAZLUMDER ve HDP’nin yaptıkları temaslar. Ancak hükümet tarafından bu yollar da zorlanmamış ve “terörle pazarlık yapmayız” bakış açısıyla konu hep kilitlenmiş. Burada konunun herhangi bir çekilme pazarlığı değil, can olduğu ve kurtarılması gereken vatandaşlar olduğu yıllarca sanki unutuldu! Konu, hiçbir aşamada kamuoyu tarafından baskı yapılabilecek ana gündem olarak medyaya taşınmadı.

Karada yapılan operasyona baktığımızda, sanki bu rehineleri kurtarmakla hiçbir alakası olmayan bir yöntemler dizisi seçilmiş. Uçaklar bombalama yaparken, içerdeki rehinelerin can güvenliği ve infaz edilme tehlikesinin nasıl önüne geçilebilirdi ki? Sanki o noktada terör örgütünün merhametini mi bekliyorlardı, ne vardı akıllarında çok merak ediyorum! Herhalde 37 yıldır hangi acımasız alçaklıkları yapmaktan çekinmediklerini ezbere biliyoruz. Biz de 53 teröristi “etkisiz hale getirmişiz”, onu öğreniyoruz… Basketbol maçı mı yapıyoruz burada? 53-13 maç kazandık mı diyeceğiz! Kaybedilenler birer can. Her insan, en az yüzlerce kişinin hayatını mahvederek aramızdan ayrılıyor. Böyle bir korkunç olaydan sonra insan Türk Silahlı Kuvvetleri’ni eleştirmek istemiyor, ama “bu kurtarma operasyonu, başka yöntemlerle nasıl daha başarılı geçebilirdi?” sorusuna yanıt vermeye mecburlar. Evet, “Gara temizlendi” diyorlar; güzel yurdumun ve dünyanın her yeri teröristlerden temizlensin. Ama hangi bedelle? Kılıçdaroğlu, Erdoğan’a 5 soru yöneltirken, çok yerinde bir hamle yapıyor. Bu soruların muhatabının tatmin edici yanıtlar bulması bence imkansız. Hele Başarısızlığın sorumlusu kim?” sorusu kesin askıda kalır. Bu soruların dışında bir konu da gündeme getirildi, CHP’liler tarafından: “Neden ulusal yas ilan etmediniz? Şehitlerimizin Suudi Arabistan kralı kadar değeri yok gözünüzde?” Bu soruyu da kimse yanıtlayamaz!


ABD VE HDP ARTIK KENDİLERİNE GELECEKLER Mİ?

ABD’nin, katliamı lanetlemek için o kadar nazlanması ve PKK’ya yıllardır silah akıtması da ayrı bir kabul edilemez “sözde müttefik” tavrı!

Gelelim HDP’ye… Ne kadar acıdır ki bırakın terörü ve alçaklıkları lanetlemeyi, terörle arasına mesafe bile koyamayan, maalesef kendi kendini tıkayan bir oluşum. Tam siyasi oluşum diyemiyorum, çünkü bir siyasi oluşum tabii ki bir terör örgütüne bu kadar bağımlı hareket edemez! Öte yandan HDP’yi yok saymak, kapatılmasını istemek, dolayısıyla Kürtlerin ideolojilerinin veya kendilerine seçtikleri mücadelenin Parlamento’da artık muhatabı kalmamasının da Türkiye’ye kazandıracağı hiçbir şey yok! Ne yapacaksınız, yarın konunun dağlardan ve silahlardan başka hiçbir muhatabı kalmadığını mı dünyaya ilan edeceksiniz? O da bir yol olamaz… HDP, 2015’de bir şekilde bu toplumun kendisine uzattığı da göremedi, kabullenemedi! Orada HDP, hem kendisi için, hem Türkiye ve Orta Doğu için bir fırsatı harcadı.

Herkese görev düşüyor, HDP önünde nöbet tutan annelere de, bu ölümlere dur demek isteyen HDP’lilere de, tüm siyasi partilere de, yazarlara da, herkese…

Artık bu büyük belanın sonuçlarının yalnız “Ateş’in düştüğü yeri” değil, herkesi yakıp geçtiğini askeri, siyasal, sivil veya yazar herkesin görüp idrak etmesi lazım.

11 Şubat 2021 Perşembe

D3 TÜZÜĞÜ UYGULANSA, CHP’DE BU İSTİFALAR YAŞANMAZDI! | Bedri Baykam | 11.02.2021

Kara bulutlar yine Türkiye’nin üzerinde... Hep bir karşıt yaratma merakında olan iktidarın, bu sefer gündeminde Boğaziçi Üniversitesi ve genel anlamda demokrasi arayan gençlik var. Artan geçim krizleri ve yazboz tahtasına çevrilen anayasamız ana konularken, CHP kendi içinden önce üç milletvekili istifası, ardından da Muharrem İnce hareketi ile ikinci bir parti çıkardı.

İnce’nin istifasını ilk duyduğumda “Hayırlısı olsun, keşke mecbur edilmeseydi” dedim. Akşam istifa ile ilgili basın toplantısını dinlediğimde ise hayal kırıklığına uğradım.

CHP içinde liderlik arayışı günlerinde de cumhurbaşkanı adaylığı döneminde İnce’de eleştirdiğim ana konu ekip kurmayı bilmemesi, sağlam danışmanları olmaması, ismi ve Parti’de geçmişi olanlarla iletişimden kaçmasıydı. Türkiye’de, İnce kadar iyi konuşan siyasi zor bulunur; öte yandan yine İnce kadar güçlü kadro oluşturmayı bilmeyen politikacı da zor bulunur!


İNCE’NİN SORUNLU İSTİFA KONUŞMASI

İtiraf edeyim, İnce’nin istifa konuşmasında, çok daha düşünülmüş ve olgun davranacağını zannederdim. Kendi açısından haklı bulduğum eleştirilerinin yanı sıra “CHP artık bir tabeladan ibaret. Benim hedefim 50+1” sözleri ve “FETÖcülerden, Sorosçulardan, sahte CHP’lilerden” dem vurması, seçmen kitlesinde yaratacağı negatif etkiyi hesaplamadan yapılmış bir ayrılık konuşmasının unsurlarını oluşturuyordu. İnce daha sonra, “tabela partisi” derken başka şey demek istediğini izah etmeye girişti ama nafile… Halbuki öyle bir konuşmaya imza atabilirdi ki, taraflı tarafsız herkesi etkileyebilirdi;Bu bir veda değil, mecburi bir dönem izni buluşacağız” diyebilirdi, Atatürkçülük vurgusu yapabilirdi, söylediği her şeyi daha nezaket içinde ve partiyi yıpratmadan söyleyebilirdi. Kişisel tepkileri buna izin veremiyorsa da çevresindeki doğru danışmanlar bu dengeyi sağlamalıydı. Aynen o danışmanlar var olsa, cumhurbaşkanlığı seçimi gecesi yaptığı büyük hataya mâni olacakları gibi! İnce, her şeyden önce CHP’nin parti içi demokrasi ve özgür yarışı yok eden tüzüğünü öne çıkarmalıydı.


İKAZLARDA NELER DEMİŞTİK?

İnce’deki kıpırdanma netleştiği zaman, 13 Ağustos 2020 makalemde bakın ne demiştim: “CHP’de esas duyulan ihtiyaç, bir an önce liderlik sultasına son verecek bir tüzük değişikliğine gidilmesi. Mesela bence Muharrem İnce kimseden cumhurbaşkanlığı adaylığı garantisi istemez. Ama cumhurbaşkanı adayını CHP’nin tüm üyelerinin kendi oylarıyla seçmesinin garantisini ister! Ki bu da en doğal hakkıdır, zaten partinin bu şekilde yönetilmemesi gerçekten 21. yüzyıla hiç mi hiç yakışmamaktadır!

Çözüm, Kılıçdaroğlu’nun partinin tüm adaylarını belirleyecek ve sürekli kendisini seçtirecek yönetim modelinden uzaklaşmayı kabul edebilmesinden ibarettir. Derhal yapılacak bir kurultayla, bir sıfata erişecek her örgüt üyesini, sadece o bölgenin tüm üyeleri seçerse, CHP hiçbir şekilde bölünmez. Yoksa bugünkü anlayışla, CHP ne uzar ne kısalır, devrimini yapamadan güdük kalır. CHP’yi firesiz kurtaracak yegâne formül, tüzük devrimidir.

2003 yılından beri yoğun mücadelesini verdiğim tüzük devrimi, genel başkanın üzerindeki atama ve azletme yetkilerini kaldırarak, tüm aday seçimlerini doğrudan halka veriyor ve ister partiye yönetici ister yalnız seçmen ve destekçi olmak isteyen “her insanı mutlu edecek” formülleri içeriyor. Aklın yolu o kadar bir ki, bakın değerli kalemimiz Ali Sirmen 3 Temmuz’da Cumhuriyet’te neler yazmış:

(…) CHP’li delege ile CHP’nin potansiyel seçmeninin tercihlerinin çoğu kez birbirleriyle uyuşmadığı yadsınamaz bir gerçektir. (…) Partide son tahlilde genel başkanın iradesiyle seçilen genel merkez ve genel başkan sultasının son bulması ve halk ile kucaklaşmanın daha büyük ölçüde gerçekleşmesi için partinin bütün üyelerini gerek yönetim organlarının gerek milletvekili adaylarının seçiminde aktif hale getirmenin bir anlam taşıması için ön şart yine CHP’nin büyük dertlerinden olan üye kayıt sistemindeki aksaklıkların giderilmesi ve yeni teknolojilerin sağladığı olanaklarla, daha sağlıklı şeffaf bir üye kayıt sisteminin yeniden yapılanmasının düzenlenmesidir.







D3 TÜZÜĞÜ NELERİ DEĞİŞTİRMEYİ AMAÇLIYOR?

Parti, tüm çabalarımıza rağmen bu devrimi gerçekleştirmedi. Geçen hafta, son 4-5 ayda düzenlediğimiz CHP için Demokratik Dijital Devrim tüzük taslağını görüşlerinize sunmuştum. Partide çeşitli demokrasi arayışları olan çok değerli örgüt üyelerinin benden rica ettikleri güncellenmiş bir tüzük çalışmasıydı bu. Hem partinin bugünkü tüzüğünü hem de 2010 yılında hazırladığımız Demokratik Devrim Tüzüğü çalışmasını baz alarak ve partinin deneyimli isimlerinin de öneri ve görüşlerinden besleyerek bu çalışma ortaya çıktı. Kısa bir süre sonra bir basın toplantısı ile kamuoyuna açılacak “D3” tüzük taslağı içinde bulunan devrimlerden küçük bir özet:


  • CHP’de tüm üyeler yıllık aidatları ödenmiş “akıllı kart”larıyla beraber her karara iştirak edebilecek ve delegelik ortadan kalkacak


  • İki genel seçim kaybeden CHP Genel Başkanı bir sonraki dönem kurultayına giderken düşmüş sayılacak ve parti olağanüstü kurultaya gidecek


  • CHP Genel Başkanı (ve kurmayları) üç gün süren kurultayda yapılan lehte-aleyhte üye konuşmalarını baştan sona izleyecek ve yanıt verecek! (30 yıldır uygulanmıyor)


  • Parti Meclisi, 60 yerine 90 üyeden oluşacak. Her bölge temsil edilecek, kadın ve gençlik kotalarına kesinlikle riayet edilecek, 5 (veya 8)’ten fazla milletvekili Parti Meclisi’nde yer alamayacak


  • MYK Üyelerini, Genel Başkan değil, Parti Meclisi Üyeleri kendi aralarından seçecekler


  • Sosyal demokrat partiler ve CHP kökenine uygun olarak “genel sekreterlik” ve üç yardımcısı, merkez yönetime güçlü olarak geri gelecek


  • CHP’de artık, seçimle gelen, seçimle gidecek. Parti içi güç dengeleri veya rekabetten, hiçbir il veya ilçe yönetimini görevden alınamayacak


  • Kongre ve kurultaylarda, web sitesi üzerinden, kongre salonlarında çarşaf listeler ekrana yansıyacak ve evinde istirahat eden üyeler bile, çevrimiçi olarak oy kullanabilecekler


  • 3 dönem milletvekilliği yapan bir partili, ardından bir tam dönem parlamento dışı kalacak


  • CHP artık cumhurbaşkanı adayını, yalnız tüm üyelerinin katılımıyla yapılan bir önseçimle belirleyecek


  • Gençlik ve Kadın Kolları Kurultaylarında seçilen listeler, Parti Meclisi kotaları için kullanılacak. Böylece siyasete girmek için bir tramplen olacaklar.


İşte böyle sevgili arkadaşlar! Bakalım gençleri heyecanlandıran, halkı siyasete katan, parti yöneten kadroları artık gücü elinde tek başına tutan bir tekel olmaktan çıkaran bu tüzük taslağı gençlerin, sizlerin ve ödünsüz demokrasi arayanların baskısıyla Türkiye siyasetine yön vermeye başlayabilecek mi? Bence inanırsak gerçekleşmemesi için bir neden yok!

5 Şubat 2021 Cuma

“DEMOKRATİK DİJİTAL DEVRİM TÜZÜĞÜ” D3, CHP VE SİZ | Bedri Baykam | 04.02.2021

“Tüzük” kelimesi normalde soğuktur, insanların, hele gençlerin ilgisini pek çekmez. Maddeler, başlıklar insanı boğar ve bir an önce elinizdeki o sayfaları atıp televizyona veya sokağa dalıp gitmek isteyebilirsiniz.

Bugün ise “tüzük” meselesinin ucu, sizin ve gelecek kuşakların tüm yaşamını en yakından ilgilendiren konu haline geldi. Bakın nasıl…

CHP’den üç milletvekili, Mehmet Ali Çelebi, Hüseyin Avni Aksoy ve Özcan Özel geçen hafta istifa etti. Birkaç ismin daha istifası konuşuluyor. Muharrem İnce ise partiden “yakında istifa edeceğini” ilk defa net olarak duyurdu. Bu cümleler basit gelebilir, ancak ağır anlamları var. Günlük siyasi çalkantılarla karıştırmayın.

CHP gibi, siyasi yaşamımızda eşsiz yeri olan bir partiyi 100 yıl boyunca ayakta tutmanın zorluklarını düşünün. 12 Eylül sonrası CHP tekrar açıldıktan sonra partinin CHP-SHP-DSP olarak üçe bölünmüş yapısını bir araya getirmek için ne çaba harcadığımızı, 1994 yerel seçiminin mağlubiyetinden sonra, ancak CHP ve SHP’yi 1995’te birleştirebildiğimizi hatırlarsınız. Bu nedenle bu istifaları ciddiye alın ve bu parçalanma nasıl önlenir diye kafa yorun. CHP içinde “Oh ne güzel, gereksiz yükler ayrılsın, gürültü bitsin” diye düşünenler, gerçekten partiye büyük zarar veriyorlar.

Ben size bunun tersi olan yöntemi açıklayayım: Parti şu anda kendi içinde devrim yaparak kendini üyeleriyle, örgütüyle bütünleştirecek hamleleri yapsa, halkla arasındaki buzullar eriyecek, parti içi muhalefet ve istifalar gündemden düşecek, tersine her gün büyüyen ve ülke siyasetine sahip çıkan bir yapı oluşacak. Bu devrim, her şeyden önce tüm üyeleri ciddiye alarak onlara her konuda karar yetkisi verecek ve yeni dijital dünyanın imkanlarıyla büyüyen Z kuşağına ve herkese umut veren, onları bu çekici yeni parti modeline davet eden yeni bir tüzük yapısıyla olacak.

GELİN BU SENARYOYU YAKINDAN İZLEYİN!

Fiili bir örnek: Diyelim ki CHP, cumhurbaşkanı adayını saptamak için kullandığı iki haftalık sürenin sonuna geliyor. Evinde ütü yapan Neriman Teyze, kendini PlayStation oyunlara kaptırmış Serkan veya derneğinde toplantıda olan emekli mimar Rıfat Bey, her yıl üyelik bedelini ödeyerek partiden aldıkları “Akıllı Kart” ve şifre aracılığıyla bilgisayar üzerinden tercihlerini kullanıyorlar. Somutlaştıralım, İnce, İmamoğlu ve Mansur Yavaş cumhurbaşkanı adayı olmuşlar. Birkaç aydır yaptıkları propagandalarla partinin 1,3 milyon üyesinden destek talep ediyorlar. Kendilerini anlatıyorlar her yerde, her yöntemle. Sonra süre bitiyor, “Demokratik Dijital Devrim Tüzüğü” sayesinde her biri kendi hanesinde biriken parti içi oyların rakamına bakıyor. Diyelim ki aralarından A kişisi kazanmış, B ve C kaybetmiş. Parti içi seçimi kaybedenler kazananı tebrik ediyor hepsi ekranlara gülümsüyorlar ve güzel bir seçim dönemi hazırlığı başlıyor. “Bana haksızlık yapıldı, önüm kesildi” tarzında itirazlar hiç yok. Kaybeden, “Acaba kampanyamın neresinde yanlış yaptım?” şeklinde özeleştiriler yaparak bir dahaki seçimleri düşünüyor.

Şimdi aynı şekilde partide milletvekilleri ve belediye başkanı adaylarının seçildiğini düşünün. Yani CHP’nin normalde aday listesini açıkladığında gördüğümüz istifalar, “benimle alay edildi”, “dün partiye gelen adam benim önüme geçirildi”, “büyük haksızlık yapıldı, küstüm” şeklinde üzücü tepkilerin hiçbiri yok! Böylece en geniş payda içinde, CHP arka bahçesinin ve dolayısıyla halkın en çok desteğini alma ihtimali olan adaylar beliriyor. Kavgasız gürültüsüz, medenice!

Her vatandaş, kendini siyasetin parçası hissediyor, kimsenin kimseye “Sen partinin Atatürkçü ideolojisini bozdun, bizi yörüngemizden çıkardın” diye suçlama getirme hakkı da kalmıyor! Demokrasi fiili olarak yaşama geçiyor ve büfecisinden sanatçısına, doktorundan işsizine, herkes kendi düşüncesinin de bu partide yer aldığını bilmenin rahatlığıyla akıllı kartını elinde sıkı sıkı tutuyor.


D3 TÜZÜĞÜ” PARTİDE EGEMEN OLSA, İNCE İSTİFA ETMEZ, ÇELEBİ VE DİĞERLERİ DÖNER!

İnce, cumhurbaşkanı adayını partinin tüm üyelerinin seçmesini istediğini defalarca açıkladı. Siz zannediyor musunuz ki, Muharrem İnce gibi gençliğinin ilk yıllarından beri “Altı Ok”a sevdalanmış bir gencin, Atatürk’ün partisini bırakıp gitmesi kolay bir karar? Siz sanıyor musunuz ki, “Teğmen” Mehmet Ali Çelebi’nin büyük coşkuyla üstlendiği CHP milletvekili sıfatını bırakırken yüreği parçalanmadı? Kendisi FETÖ kumpası ile cezaevinde iken nikah törenine katılmıştım. Onun yazdığı açık mektup da Türkiye yakın dönem siyaset tarihimizin en değerli evraklarından biri. Evvelsi gün sevgili Mehmet Ali’yle uzun uzun konuştum “Böyle bir tüzük partide uygulamaya konsa, döner misin?” dedim, “hiç tereddüt etmeden” diye yanıtladı. Ya da bugün gidin İnce’ye, “Bu tüzük yaşama geçse, partiden ayrılır mısın?” diye sorun; hemen size “Ben deli miyim, niye ayrılayım?” diye yanıt verir. Ama ortada bir gerçek daha var, bu tüzüğün içeriğini sayın Kılıçdaroğlu’na 10 yıldır anlatıyorum, anlatıyoruz. 2003 Genel Başkan adayı olduğum dönemden beri bu fikirleri yakından biliyor. Ama Kemal Bey’in böyle bir önceliği yok. Çünkü, böyle bir tüzük uygulansa, Ekmelettin İhsanoğlu veya Abdullah Gül isimlerinin partide hiçbir şekilde telaffuz bile edilemeyeceğini biliyor! Veya aynı şekilde kendi belirlediği isimlerin sürekli milletvekili seçilemeyeceğini de... Dolayısıyla CHP zirvesinde bu tüzük yeşil ışık zor alır. Alsaydı, 10 yıl önce “Demokratik Tüzük Çalışması”nı kamuoyundan önce o günlerde grup başkanvekili olan Kılıçdaroğlu’na büyük umutlarla sunduğum günden bu yana bir somut uygulaması olurdu.

Bu tüzük ancak sizin devreye girmenizle yaşama geçebilir. Ancak kamuoyu ve CHP seçmeni ve CHP üyeleri olarak, “Ben artık siyasetin parçası olmak istiyorum, kararlarda payım olsun” diye tutkuyla sesinizi yükseltirseniz olur. Bu bir rüya ama denemeye değer, çok güzel bir rüya.

Dün gece ilk defa televizyonda, yaptığımız hazırlığı kamuoyuna açıkladım. Ercan Karakaş, Ankara-İstanbul-İzmir’de parti içi demokrasi isteyen muhalif gruplar, onları örgütleyen sevgili Mustafa Pınar, eski Milletvekili dostlar Fikri Sağlar, Mustafa Gazalcı, Haluk Pekşen, Anayasa Mahkemesi eski Başkanı aydınlanmamızın büyük ismi Yekta Güngör Özden, Ömer Faruk Eminağaoğlu, Avukat Kemal Akkurt, Ankara örgütten Tevfik Kızgınkaya, Suay Karaman, eski Belediye Başkanı İhsan Yalçın, İstanbul örgütünden Canan Sezenler ve daha nice isimler bu büyük demokratik dönüşümü arzuluyorlar ve yıllardır bu uğurda çalışıyorlar. Her birinin katkılarına demokratik Türkiye adına çok teşekkürler.

Partinin ilerde herkesin çok pişman olacağı bölünmesi kapıdayken, demokrasi arayanlar, ısrar ediyorlar: Gelin toplumsal baskıyı kurun ve partinin kapısını partinin tüm üyelerine açın! Böylece yüzde 20’ler yerine %35-40’lara nasıl yükselir, görün.