Seçimlerin
üstünden iki ay geçti. Haftalardır şaşkınlığımızı aşıp,
çaresizce muhalefetsiz yeni durumumuza alışmaya çalışıyoruz.
“Cumhuriyet’i elimizden aldılar, rejimimizi yıktılar neler
olacak şimdi? Aman Allah’ım inanamıyorum olan bitene...” Önce
ağlayanlar, depresyona girenler, “bir daha hiçbirine oy
vermeyeceğim” diyenler oldu... Ardından CHP’nin dizilere
benzeyen “kurultay toplattırmama” serüveni başladı. Muharrem
İnce bir ara tekrar umut oldu, ardından CHP’nin tamamı ile
beraber o da insanlarda maalesef güvensizlik ve tıkanma hissi
uyandırdı. Artık CHP, üzücü bir şekilde bir muhalefet umudu
olma vasfını kaybetti. Herkes ya hala siyasileri suçluyor, ya da
“benim için siyaset bitmiştir, bundan sonra oy vermeye bile
gitmem” diyor...
ERDOĞAN
“MUTLAK GÜÇ” NOKTASINA NASIL TIRMANDI?
tepkileri
her duyduğumda, 1987’den beri bir avuç yakın dost ile verdiğimiz
mücadeleye dalıp gidiyor gözlerim. O dostlar ki, yarısı
öldürüldü, diğer yarısı da tesadüfen yaşıyor.
24
Haziran seçimini takip eden günlerde, çok özel bir gazetecinin
programına katıldım. Cem TV’de Mustafa Mutlu’nun “Kral
Çıplak” programına... O programı izlemediyseniz, muhakkak
görün. Çağdaş, aydın gazetecilerimizden Mustafa Mutlu, o
programda, “rejimimiz
değiştiğinden beri” yalnız
son dört günde olup bitenleri, Cumhurbaşkanlığına bağlanan
kurumları, sanatın, gazeteciliğin içine düştüğü durumların
dökümünü yapmaya çalışmıştı. Kupürler “icraatın”
hızına yetişemedi. Özetle işler şu noktaya gelmiş: Neredeyse,
artık “akşam ne
yemek yapsak” diye
tereddüt bile etmeyeceksiniz. Belki ona da Beştepe karar verecek!
Harika değil mi? Ne kadar zaman kazanacaksınız!
Geçen
hafta AKP Kongresinde, Erdoğan, geçerli 1380 oyun tamamını alarak
o koltuğunu da perçinledi. Her yerde mutlakıyet içinde egemen bir
liderden söz ediyoruz!
Bu
rejimin nasıl değiştiğini gerçekten öğrenmek istiyor musunuz?
Emin misiniz? Buna sabrınız, özeleştiri arzunuz, hataları kabul
etme gücünüz var mı? Ben size bazı sorular soracağım. Kayda da
almıyorum yanıtlarınızı. Buyurun dinleyin, ister arada aynaya
bakın tek başınıza, ister gülüp geçin, ister siz de
başkalarını suçlayın. Siz bilirsiniz... Hadi oturun, bir çay
alın, okuyun bakalım 30 yıldır nasıl rejimimizin
değiştirildiğini, nasıl tek bir adamın ülkenin tamamına hakim
hale geldiğini... Bakın bayram tatiliniz biterken daha iyi bir
zamanlama bulamam. Günlük siyaset tatildeyken, 30-40 yıldır
yapılan hataların değerlendirmesini yapacak fırsatı
kullanabiliriz!
Bakın
açık konuşalım. Siz büyük ihtimalle sol-sosyalist, liberal sol
-demokrat veya demokrat Atatürkçü bir profille sahip olduğunuzdan,
Türkiyemizin yaşadıklarının suçunu genellikle Demirellere,
Özallara, Çillerlere, Erbakanlara ve son iktidar sürecinin
tamamına yüklemeye alışıksınız. Ama ben öyle düşünmüyorum.
Bunu daha önce de belirtmiştim. Onlar hep görevlerini yaptılar.
Bence onlara kızma hakkınız yok. Onlar bizler gibi bir ülke hayal
etmediler. Türkiye profilleri, farklı bir yapı taşıyordu.
“Bizim kesim” olarak, kendi üzerimize düşen sorumlulukları
nasıl yerine getirdik, veya daha doğrusu getiremedik...
Esas
mühim olan soru bu! İşte çok merak ediyordunuz ya, nasıl dibe
vurduğumuzu, daha doğrusu hala o dibe doğru nasıl yol almaya
devam ettiğimizi, buyurun rahatsız olup “saçmalamış”
refleksinin arkasına sığınmayacaksanız, okuyun...
(Belki hiçbir şık hiç birinize uymuyor diyeceksiniz! O zaman ben
tek başıma kabus görmüşüm derim..)
BUYRUN
BU DÖKÜMÜN NERELERİNE DAHİL OLDUĞUNUZA KARAR VERİN!
—12
Eylül sonrası, ihtilalin cicim ayları akıp gittikten ve acı
gerçekler su yüzüne çıkmaya başladıktan sonra, sessiz kalıp
Özalizm furyasında bozuk düzenden nasibinizi almaya çalıştınız.
—CHP
kapanmışken kurulan partiler arasında Ecevitlerin karı-koca
siyaset yapma inadıyla tek başlarına içini doldurmaya kalktıkları
DSP’ye hoşgörü ile baktınız.
—Ecevit’in
12 Eylülcü paşalardan aldığı talimatlarla 27 Mayıs’ı yerle
bir etmesini, bütün sol kesimin kucakladığı bir anayasayı
getirmiş bir yapıyı ucuz demagojilerle hırpalamasını
seyrettiniz... Halbuki adınız, sıfatlarınız, düşünecek bir
beyniniz, partileriniz vardı. Ama çok çabuk kandınız bu
söylemlere. 1961 Anayasası’nın getirdiği hukuki, sosyal ve
siyasal atılımı, demokratik yapının değerini, hiç anlamadınız.
—Sözde
komünizmi yasaklayan 141. ve 142. maddelerle beraber 163. maddenin
daha ileri bir demokrasiye ulaşmak vaatleriyle kaldırılması
komedyasını ciddiye aldınız. Yobaz propagandanın önünü
açtınız, sonuna kadar serbest bıraktığınız toplumu tüm
zaafları ve falsolarıyla geri dönülmez bir dönüşüme
soktuğunuzu fark edemediniz.
—Ya
da, “Ne 141’i, ne 163’ü, boş abidik gubidik işlerle
uğraşıyorsunuz, ne önemi var bu saçmalıkların?” diye gülerek
ahkam kestiniz, bu yasalarla bugünlerin beyni yıkanmış IŞİD
teröristlerinin de önünün açılabileceğini (ve nitekim
açıldığını) göremediniz.
—Medya
patronları olarak, liberal söylem sizin kulağınıza paraya daha
yakın tınılar taşıdığı için, 2. Cumhuriyetçilerle,
tarikatcılarla, liboşlarla kol kola girdiniz, hatta onlara teslim
oldunuz.
—Bir
çoğunuz, FETÖcülere, tarikatlara, sözde ılımlı İslam’a
yamanıp, bozuk düzenden ve dönem rüzgarından payınızı almak
istediniz. “Abant buluşmaları” ihanetinde, sıkılan her
absürd Cumhuriyet aşağılamasını manşetlere taşıyıp prim
verdiniz. Size göre herhangi birinin Atatürk’ü, Cumhuriyet’i,
laikliği, CHP’yi yerden yere vurması, onun zeki, işe yarar,
“ilerici”, entellektüel (!), aydın, her yerde kullanılabilir
bir insan olduğunu kanıtlayabiliyordu.
—Sıfır
bile değil, -1000 cesaret kotanızla, gençlerin beynini yıkayan o
utanılası köşe yazarlarını ve onların yazdıkları gazeteleri,
olmayacak paralara beslediniz; eski Türkiye’yi bu şekilde
gençlerin gözünde itibarsızlaştıran, sinsi bir şekilde süren
bu operasyonun ana hattına ortak oldunuz.
—Cumhuriyet’in
demode ve acınası-gülünesi bir orta oyunu olduğunu, resmi
ideoloji içeren masallarla uyutulduğumuzu her yerde en bilgiç
edalarla anlattınız, “solcu” oluşunuzu, bu şekilde
yorumlayıp, Atatürk ve kurduğu Cumhuriyet yapısını sürekli
yerle bir edenlerle çıkar güç birliği yaptınız.
—Kendinizi
Atatürk ve arkadaşlarından daha zeki göstermek için her gün
profesör sıfatlarınızla, makyajı akmış bukalemun
suratlarınızla sekiz takla attınız!
—Siyaseti
dinselleştiren kesimlerin türbanı kendilerine her kapıyı açmak
için bir araç haline dönüştürdüklerini göremediniz. Bunu bir
“özgürleşme ve demokrasi” konusu zannedip peşlerine
takıldınız. Türbana özgürlük isteyenlerin, kadın memurların
kısa kollu kıyafetlerine ve mini eteğe düşman kesildiklerini,
bunları gücü ele geçirdikleri her noktada yasaklama gayretine ve
fiili uygulamasına geçtiklerini görmezden geldiniz.
“Madem isteyen istediğini giyer diyorsunuz, o zaman bu ne perhiz
bu ne lahana turşusu?” bile
diyemediniz.
Sustunuz, oyuna geldiniz.
—Siyaseti
dinselleştirmek isteyenler en bonkör şekillerde birbirlerini
şirketleri, dernekleri, vakıfları ve partileri ile beslerken,
doyurup geleceği hazırlarken, siz en küçük birkaç Atatürkçü
gençlik ve düşünce dergisini bile finanse etmekten imtina
ettiniz. Diktiğiniz gökdelenlerden utanmadan bu Atatürkçü
dergilere “100 dolar” bağış teklif edebildiniz.
—Taban
Operasyonu ile DSP/CHP/SHP’ye 1994 yerel seçimlerinden önce acil
birleşme veya her yolla mantıklı işbirliği teklif ettiğimizde,
bunun hayati önemini anlayamadınız. Ecevit her zaman yaptığı
gibi, tüm diyalog, birleşme, buluşma önerilerini reddettiğinde,
evinin önüne dikilip protestolar yapmadınız, eski imajıyla
gönlünüzü hoş tutmasını mazur gördünüz.
—Yine
o günlerin devamında, Baykal ve Karayalçın’ın sürdürdüğümüz
diyalog veya pazarlıklarda, ortak aday çıkarmak veya alan
paylaşımı gibi önerilere yanaşmamalarının bedelini de o
günlerde algılamadınız. Net olarak anlattığımız “Yalnız
belediyeler değil, sonra Parlamento, ardından da rejim gidecek”
ikazlarımızı,
1993 yazının sıcağında çok ciddiye almadınız. Bodrum ve
Antalya sahilleri sizi bekliyordu, halbuki sözü edilen tehlike
soyuttu, herhalde size göre paniğe gerek yoktu!
—Belki
bu ikazları bile ne duydunuz, ne dinlediniz çünkü siyaset
üzerinde vakit kaybetmeye değmez bir alandı, özellikle para
kazandırmadığı zaman, gereksiz siyah-beyaz gazeteleri okumaya
tenezzül etmediniz.
—“Sen
siyasetle uğraşmazsan, siyaset seninle uğraşır” gibi bir
tarihi sözün kapsamını göremediniz. Kendiniz Kaliforniya’da
yaşıyor sandınız. Dünyanın en oynak kaygan zeminli bölgesinde,
dünyanın gözünü diktiği Ortadoğu ve Avrupa sınırında tuhaf
sorumluluklarla kuşatılmış bir sahada yaşadığımızı
unuttunuz. Umursamadınız.
—Hayali
liderlik ve belediye başkanlığı iddialarıyla ortalığı
inletenlerin, aslında geleceğinizi çaldığını göremediniz.
—“Merak
edecek bir şey yok, bu adamların hep %10 civarında bir kemik oyu
vardır” gibi gerçekle hiçbir bağlantısı olmayan uyutma ve
kandırma söylemine inandınız ve tehlikenin farkına varamadınız.
Siyasetin ve oyların devamlı değişen-dönüşen bir kaygan zemin
olduğunu, yeni genç kuşakların, iyiye veya kötüye doğru her an
kayabileceklerini göremediniz.
—Kendi
çocuklarınızın “siyasete bulaşmaması” gibi bir özürlü ve
kirli söylemin esiri oldunuz. “Sen
bu işlere hiç girme, oku adam ol, ekmeğini eline al”
söyleminin meydanı hangi marjinal, bölücü veya yobaz gruplara
terk ettiğini hesaplayamadınız.
—1995’te
nihayet seçim felaketi ile Ankara-İstanbul belediyeleri
kaybedildikten sonra, CHP-SHP birleşebildi. O birleşmenin parçası
olan örgütler olarak, gururlu ve kararlı bir bütün
oluşturacağınıza, durmadan birbiriniz hakkında “o
eski SHP’li, o CHP kökenli” diye
bir saçma bir dedikodular dizisi yaymaya başlayıp, birbirinizin
kuyusunu kazdınız, sanki sürekli olarak eski SHP ve CHP yine
ayrışacak gibi bir beklentiyle ivmeyi kırdınız. Parti önce
%12,5’a, ardından 9,8 ile baraj altına düştü.
—Baykal’ın
hiçbir liyakat anlayışı tanımadan, partiyi kendisi ve
politbürosu olarak yönetme arzusunun maliyetlerini hiç
hesaplayamadınız. Eleştirdiğinizde bile, buna dur demenin yolunun
partiye üye olup, içeride mücadele vermek olduğunu anlamadınız.
—Bölücü
Kürtçülükten yobazlığa, Ermeni iddialarını sorgusuz sualsiz
kabulden şeriatçılığa, Kıbrıs’ta Türk tezlerinin reddinden
her türlü oportünist batı şakşakçılığına ve Kemalizm
düşmanlığına kadar, her çeşit numaraya yatıp, batıcılığın
en bayağısına oynadınız, farkında olarak veya olmadan,
emperyalizmin borazanı oldunuz. Bunu liberal demokrasicilik oyunu
sandınız, keyfiniz yerindeydi!
—28
Şubat öncesi, Hasan Mezarcılar, Rizeli Şevkiler, Atatürk’e,
ailesine, Cumhuriyet’e hakaretler yağdırırken, Sincan’da
şeriatçı ayaklanma provaları yapılırken ayağa kalkanlarınız
bile, daha sonra 28 Şubat kararlarının neden alındığını
unuttunuz, yıllar sonra ani bellek kaybına uğradınız. Yapılan
“hataları” sonradan hemen görüverdiniz ama nedenleri
unuttunuz.
—O
günlerin hızla gelişen demokratik kitle örgütleri olarak,
ADD’ye, ÇYDD’ye, ÇEV’e belki üye oldunuz, enerjinizi
akıttınız ama “bizler
siyasi olamayız” diye,
seçimlere bu gücü akıtmadınız. Refah ve sonra AKP’ye destek
olan onca tarikat, vakıf, dernek varken, siz her seçimden önce
CHP’yi eleştirmekle yetindiniz. CHP’nin başarısızlığını
istemenin kendi bindiğiniz dalı kesmek olduğunu anlayamadınız.
Bu şekilde oluşan haksız rekabet bir dengesizliklerin Atatürkçülük
karşıtı görüşleri nereye taşıyacağını öngöremediğiniz
seçimlerin her şeyden önce acımasız bir matematikle
gerçekleştiğine Fransız kaldınız.
—Balyoz
ve Ergenekon davalarında,
“Türkiye bağırsaklarını temizliyor” dediniz,
kendisini bu davanın savcısı ilan edenlere hak verdiniz. Gerçek
demokrasiye ancak böyle ulaşabileceğimize inandınız...
—AB’nin
baskıları doğrultusunda, “Ordu
ve siyaset birbirine karışmamalı, Ordu’nun siyasetten
uzaklaşması demokrasiyi rahatlatacaktır”
söylemine herkes inandı. İmamlar ve Kanarya sevenler bile her gün
siyaset konuşurken Ordu’ya yorum ve konuşma yasağı getirildi
adeta. Ordu yok yerine geçince demokrasi zirve yapacak sandınız.
Tam tersi oldu. Bunun nedenleri hakkında düşünmediniz...
—2002
seçimleri öncesi, Türk siyaset sahnesini kalıcı bir felakete
taşıyacak %10 barajını değiştirmediniz, bu ayıplı ve özürlü
sistemin Türk siyasetini göçük altına alabileceğini,
demokraside tam temsiliyet ilkesini yerle bir ettiğini
öngöremediniz. İşinize gelmedi, “Rakibim
aşamasın, onun gücü de bana aksın”
gibisinden bir kurnaz köylülüğe kendi geleceğinizi kurban
ettiniz.
—2003’te
herkesin şikayet ettiği her noktayı değiştirmek üzere yola
çıkıp CHP Genel Başkanlığı’na aday olduğumda kazanmak
üzereyken dünya tarihinde kimsenin aklına bile gelmeyen bir
hukuksuzluk garabetiyle gerekli imza sayısı %5’ten %20’ye
çıkarılıp, topladığım %10 imza çöpe giderken, ne barolar
olarak, ne güya CHP’nin kapalı kapılar ardında halk ve kitle
örgütlerinden kopuk siyaset üretmesine hayır diyen halk kitleleri
olarak, sözde demokrasi aşığı CHP örgütü olarak sessiz
kaldınız. Bu hukuki linçi seyrettiniz. Her zamanki gibi “Bana
dokunmayan yılan bin yaşasın” dediniz, ilgilenmediniz. Halbuki o
partinin anti-demokratik duvarlarının yıkılmasının sizin
geleceğinizi doğrudan ilgilendirdiğini, Genel Başkan ve
politbürosuna teslim edilmiş bir Parti yapısından kurtulmanın ne
kadar büyük bir kurtuluş ve açılım olacağını düşünemediniz.
—Gerek
Baykal ve sonra da Kılıçdaroğlu döneminde hep ana muhalefet
partisini dışarıdan eleştirdiniz. İçine girip bir baltaya sap
olmak istemediniz.
—“Efendim
şu AKP’ye bak, adamlar kapı kapı gezip oy istiyorlar, peki CHP
ne yapıyor, bir bilen bar mı? ” diye ağır eleştiri yaygarası
koparmayı çok sevdiniz. Ama o partinin adının “Halk” Partisi
olduğunu, ve sizin de halkın bir parçası olduğunuzu tamamen
unuttunuz. O kapıları çala çala dolaşması gereken insanın ta
kendiniz olduğu aklınıza dahi gelmedi.
—CHP
kurmayları olarak, hep Atatürkçü kanaat önderlerini
parlamentonun dışında tutmak için olağanüstü bir çaba
harcadınız. Yalnız bu son seçimde değil, parti yeniden
açıldığından beri!
—CHP
olarak partinin köklerinden gelen bir aidiyetle nasıl sanatla iç
içe doğduğunu, ressamlara, operacılara, tiyatroculara,
sinemacılara, heykeltıraşlara ne kadar değer verdiğini
unuttunuz. Arada belediye galerilerinde meyve suyu eşliğinde
kurdele kesmekten öteye giden bir sanata katkınız pek olmadı.
—Halk
ne zaman “değişim
istiyoruz” diye
tuttursa, bu arzusunu açık yüreklilikle duyursa, kendi
seçtirdiğiniz delegelerle kendinizi seçtirip kör sağırları
oynayıp yola devam ettiniz. Kendi koltuklarınızı bırakmamak için
Türkiye’nin geleceğini heba ettiniz. Siyaseti hep kendi
bölgelerinizi koruyacak oranda kadrolaşma olarak görmekle
yetindiniz.
— Yıllarca
bilerek yaz ayları veya tatillere denk getirilen seçimlerde, seçim
bölgenize dönüp oy vermeye tenezzül etmediniz, “bir
oydan birşey mi değişir?” gibi
özürlü cümlelerin yumuşak rahatlığına sığındınız.
—Yapılan
tüm ikazlara rağmen, 2010 referandumunun yargı bağımsızlığını
nasıl yok edeceğini onca hukukçu, anayasa profesörü ve çağdaş
aydın şemalarla anlatmalarına rağmen anlamadınız. İş işten
geçtikten sonra hangi akla hizmet ettiğiniz ortaya çıktıktan
sonra da, özür dilemeden, af dileyip, özeleştiri yapmadan,
ukalalıklarınızın izlerini silemeden, bu yıkıma kendinizin
neden olduğunu unutarak, yakınmalara başladınız (!).
İnandırıcılığınız olamadı bu nedenle...
—2010
yılında CHP için hazırladığımız Demokratik Devrim tüzük
çalışmasını önce yok saydınız. Ardından içinden cımbızla
çekip aldığınız çeşitli atılımları kör topal hale
getirerek sözde uygulamaya başladınız. Mesela
milletvekilliklerinde genç ve kadın kotaları sözde var! Ama bu
genişlemeyi kadınlar seçilemeyecek sıralarda konduğu için
mesela CHP’nin 2018’de seçilen 140 milletvekili arasında
kesinlikle o oranlarda kadın yok, genç neredeyse hiç yok! Tüm
üyelerle önseçim ise, partinin arada kullandığı göstermelik
bir sus payı olarak beliriyor. Hiçbir zaman sistematik bir uygulama
olarak devreye giremiyor. İşte bu nedenle, yıllardır her
milletvekili veya belediye adayları açıklandıktan sonra,
gözyaşları, istifalar, kızgınlıklar... Bıkmadan bu saçmalığa
devam ettiniz..
--90’larda,
bugünlerin yeniden flaş ismi Adnan Hoca, müstear Harun Yahya
ismiyle “Yahudi
soykırımı yalanı”
diye bir yüz kızartıcı kitap çıkardığında, kendisine en ağır
sözlerle köşe yazısıyla yanıt verdim. Ne Yahudi’ydim, ne de
İsrail elçisi... Ama insandım ve bu da yeterdi bu tepkiyi vermeye!
Hakkımda dava açtılar. Davayı kaybetmediğim gibi, yazar olarak
adı geçen Harun Yahya’nın Adnan Hoca olduğunu kanıtlayınca,
davayı terk edip gittiler. Ardından yıllar sonra herhalde bana hak
verdiler ki, bu sefer “Soykırım
vahşeti” isimli
bir kitap çıkarabildiler aynı konuda, kendi iddialarının tam
tersini anlatan! Aynı yazar adı ve mizanpajla! İşte
ben 180 derece dönüş kabiliyeti diye buna derim! İşte
o günlerde de o davadaki boğuşmamız devam ederken, yanımda
kimseyi göremedim, 2-3 avukat dışında... Ne kitle örgütü, ne
medya... Ne “aydınlar”... Korku dağları sarmıştı...
Birbirimizi
daha fazla üzmeyelim.
Bu
listeyi uzattıkça uzatabilirim. Dipsiz kuyu, sonu yok... Ama
lütfen bana gelip “Bugünlere Menderes, Demirel, Erbakan, Çiller,
Özal ve AKP nedeniyle geldik” filan demeye kalkmayın! Biz kendi
kendimizi hançerledik yıllardır. Tek adam rejimine tepkiniz
varsa, lütfen önce kendi yaptıklarınıza ve yapmadıklarınıza
bakın. Bunu daha
önce de söyledim. Ama bakın nerelere kadar geriledik! Ne kaldı
geriye? Halifelik mi? Olmaz mı diyorsunuz? O zaman biraz daha hataya
devam lütfen, az kaldı, ha gayret...
Hayır,
cidden, ne bekliyordunuz tüm bu evlere şenlik, hesapsız kitapsız
tavırlardan sonra?
Merak ettim, bu listeyi okurken, hangi maddelerde “Ben
bu hataya iştirak ettim”
diye içinizden
geçirdiniz? Kendinize itiraf etmişsinizdir belki... Hadi
uğurlu olsun yeni rejiminiz. Muhalefetsiz yeni demokrasiniz! Ve
sakın yanlış insanlara kızmayın... Sağ siyasetçiler
inandıkları doğrultuda, kendi görevlerini yaptılar. Bizim kesim
ise, kendi kuyusunu kazmaktan vazgeçemedi yıllardır!