ŞİMDİ NELER
OLACAK, BİR BİLEN VAR MI?
Türkiye
şaşkınlık sürecini yaşıyor. 16 Nisan referandumu EVETçilere göre çoktan bitti,
defter dürüldü. HAYIRcılar ise, tabii ki haklarının arayışı içerisinde ellerinden
gelen her şeyi yapıyorlar... İster Kadıköy, Başiktaş veya başka il-ilçelerdeki gösterilerle,
ister hukuki yolları zorlayarak. Fakat esas konu, herkesin tam bir şaşkınlık
içinde oluşu... Çünkü emin olun, ne AKP ve Erdoğan bu kadar tek yönlü yetkiyi
tek başına nasıl uygulayacağını tam anlıyor, ne de Cumhuriyetçi-Atatürkçü
kadrolar neler yaşanabileceğini algılayıp gerçek bir alışma sürecine kendilerini
sokuyorlar. Herkes boks deyimiyle “grogi” olmuş durumda... Çünkü siz
istediğiniz kadar “sistem değişti” deyin, bu ülkenin yıllardır içinde oluşan beklentileri,
alışkanlıkları, halkın, basının ve kurumların DNA yapıları, ülkenin tüm
dizginlerini tek kişiye terk etmeye hazır değil. Hatta sipariş şekilde
kendisinin aktifine bu yetkileri yazdıran Erdoğan’ın bile bunlarla neler
yapacağına, nasıl kullanacağına karar verebildiğine bile emin değilim.
Bu
tartışmalı ve şaibe ötesi haksızlık kokan seçimler ortadayken, halk bu sonuca
ikna olmayacak, kabul etmeyecek ve hiçbir zaman 16 Nisan vakasını unutmayacak! Burada
bir başka çarpık Anayasa maddesi de ortada fena sırıtmış oldu! O da şu: Yapılan
Anayasa değişimi oylaması, Parlamento’dan 2/3 oyla çıkarken, nasıl oluyor da bu
kadar kritik bir rejim değişikliği 2/3 değil, %50+1 oyla yapılabiliyor? Bu
maddeyi kimler nasıl böyle yazabildi ve yürütmeye böyle koyabildi! Hatırlamaya
değer...
TARİH BU
YAPILANLARI UNUTMAYACAK: “AHİRETTE YERİNİZ OLMAZ”
Tarih,
yani dünya demokrasi tarihi, yapıldığı her açıdan ayyuka çıkan haksızlıklar, baskılar,
tehditler ve HAYIRcılara reva görülen akıl almaz gayri hukuki baskıları belki
asırlar boyu hatırlayacak! Bir
Cumhurbaşkanı düşünün ki, tarafsızlık yeminini bozarak bu kampanyaya şimdiden
AKP Genel Başkanı gibi dalıyor, bununla da yetinmeyip, “Hayır” diyenlere
terörist diyor, bu da yetmeyince laiklik yeminini de paspas gibi ayaklarının
altına alarak “Hayır verenin ahirette yeri olmaz” diyerek işlenebilecek
tartışmasız en büyük suçu işliyor. Gerçekten merak ediyorum, Anayasa’nın
değiştirilemez kaidelerine göre laik demokratik hukuk devleti olan Türkiye’de,
bu “kökten dinci” çıkışı yapan insan hangi gerekçeyle olağan sözler sarf etmiş
gibi kabul edilebiliyor. Her fırsatta birilerini düşman ilan etmesi, Almanya
veya Hollanda’ya, HDP veya CHP’ye ve sürekli olarak Kılıçdaroğlu’na saldırması,
seçimin AKP ve Erdoğan açısından olmazsa olmaz bir rutini haline gelmişti. Buna
eklenen bir de demagojiler ve yalanlar-çelişkiler dizileri vardı. Mesela
“Cumhurbaşkanı’nın fesih yetkisi olmayacak” veya “Atatürk yaşasa EVET oyu
atardı” şeklinde ortaya sürülen abartılı ve koca palavralar vardı. Oy için kah Şeyh
Sait’ten medet umuldu, kah Federasyon başkanlarının yine gayri hukuki şekilde
mecbur bırakılmışcasına (?) EVET için konuşmalar yapmaları sağlandı. “Hayır
verenlerin karıları, kızları bizim için helaldir” şeklinde utanılası yobaz ve
sapık sözler bir partinin seçmeni tarafından kullanılabildi... Devlet parası,
imkanları, otoritesi, şiddeti oluk oluk kullanıldı. Muhalif kesimden
insanların, her fırsatta içeri atılma trajedisi aynen devam etti.
Sonra...
sonra EVET’in şapkadan nasıl çıkarıldığını aranızda bilmeyen bulunmadığı için,
o bölümü atlayalım.
CHP’NİN MAALESEF
“BEYHUDE” HUKUKİ ÇÖZÜM ARAYIŞLARI
CHP,
EVET’in zaferi balkon konuşmalarında kabul görüp, Yıldırım ve Erdoğan tebrikleri
kabul etmeye başladıktan sonra Kılıçdaroğlu’nun “kendi içine patlayan” basın toplantısıyla
ortaya çıktı. Kılıçdaroğlu geçen hafta eleştirdiğimiz şekilde kısa, açılımsız,
vizyonsuz, pasif bir basın toplantısının ardından bir de “soru almıyorum
arkadaşlar” sözleriyle tarihe geçti. Ben kendisinden halkın içinden her kesimin
ilgi duyacağı konulara toptan girebilmek için her soruyu kabul etmesini, tersine,
o gece konuların ve olayların üstüne gitmesini beklerdim! Kılıçdaroğlu o gece
YSK’nın önüne gidip kaldırıma oturup kamp kurmalıydı. O demokratik müdahale
fırsatı harcandı. Yemek soğutuldu. Bunun yerine eski deyimle “beyhude”, yani
sonuç alınması mümkün olmayan hukuki arayışlara girildi. 48 saat sonra YSK’ya
bir itiraz sunuldu. Hangi YSK’ya? Cumhurbaşkanının tarafsızlığını çiğnemesine
seyirci kalan YSK’ya... Hükümet/devlet emri ve eliyle, medya organlarında
seçimde fırsat eşitliği veren uygulamaya, yasaya müdahale edip, böyle bir
hakkaniyet ve eşitlik arayışının tarihe karışmasını kabul eden YSK’ya...
Olayları ve gelişmeleri locadan seyretmekten başka bir işe yaramayan YSK’ya...
Seçimden
hemen sonra itirazları “11-12 günde”
sonuca bağlayacağını kamuoyuna duyuran YSK, sokakta bazı mahallelerde peşpeşe
yaşanan protesto gösterilerinin ardından, herhalde bazı yüksek irtifalardan
harbi bir zılgıt yedi ki, birden aynı YSK, aradan 2 gün daha geçtikten sonra,....
tarihinde “bugün itirazları sonuca bağlayacağız” sözü vererek içeri kapandı. NETEKİMM(!),
ardından da aynı öğleden sonra, YSK kamuoyuna bir açıklama yaparak itirazları
kabul etmediğini açıkladı. Herhalde aklı başında hiç kimse, YSK Başkan Sadi
Güven’in muhalefet kanadına koca bir çiçek sunarak itirazı kabul etmesini
beklemiyordu, günümüz Türkiyesi’nde. Bu arada sokaklarda yaşanan tepki ve
direnç buluşmalarında, CHP’nin gözle görülür, elle tutulur bir katkısı olmadığı
dikkatimi çekti. Nedense, CHP konunun vahametini anlamamışçasına “vakur durmak
ve hukuk yollarını aramak” peşinde. Sanki bu ülkede o seviyede hukuk kalmış
gibi! Peki ben YSK’dan ret cevabı alan CHP, Danıştay veya AYM’ye gitmesin, bir
işe yaramaz zaten, çünkü ülkede hukuk kalmadı mı diyorum? Hayır. Tabii ki
gidilmeliydi ve gidilsin. Ama bugün Türkiye’de kaç kişi “ben yargıya tüm kalbimle güveniyorum” diyebilir? Bu rakam yüzde 5’i
aşar mı? Siz karar verin. Dolayısıyla bu müracaatlar, yargısı bağımsız ve
güçler ayrılığı olan ülkelerde kesin çözüm getirir, getirebilir. Bizim gibi
artık demokratik yapısı süs bebeği konumunda bile olmayan, tüm farklı güçleri
ipotek altına alınmış ülkelerde bu müracaatlar sembolik kalmaya mecburdur. Şu
kaderin cilvesine bakın ki ben bugün tam bu satırları yazarken, TV
ekranlarından “Danıştay CHP’nin
başvurusunu reddetti” bilgisi belirdi. Burada maalesef bir sürpriz yok. Geçen
hafta söylediğim gibi, bu konularda “bağımlı yargı”nın eline düştüğün an,
kurumun adı YSK, AYM, Danıştay ne olursa olsun, sen derdiğini Marko Paşa’ya
anlatan adam durumuna düşersin! (Yaşıt
bölgeme bilgi: Gençler arasından “Marko Paşa da kim?” diye soranlar oldu. Ben
de “Amerikalı Mr. Murphy’nin dünürü olur, çok sevişirler” dedim, akılları daha
da karıştı).
CHP BU SİSTEMLER
YAPILACAK SEÇİMLERE KATILACAK MI?
Konu
şu: Bu herhangi bir günlük yasa için Danıştay’a yaptığınız müracaat değil.
Cumhuriyet için “olmak ya da olmamak”
konusunun ameliyat masasına alınması demek. Bu nedenle o kadar ısrar ettim ilk
geceden sokak-YSK önü demokratik hak olarak kullanılmalı diye. Şimdi sıra
AYM’ye geldi. Ben oradan da ciddi bir tarihi karar beklemiyorum. Keşke yanılsam
ama eldeki malzememiz bu!
CHP, “Ben bu yeni rejime hiçbir meşruiyet
tanımayacağım, bu oldu-bittiyi reddediyorum” diyor DA, nereye kadar? Sonuçta AKP her konuda diretip geri adım
atmazsa, o zaman akla gelen soru şu: CHP meşruiyet kazandırmak istemediği bu
yeni sistem içerisinde önümüzdeki süreçte yapılacak seçimlere katılacak mı,
adaylarını çıkaracak mı, kendi başkan adayını ortaya koyacak mı? İç dünyamızdaki
bu sorular şimdilik yanıtsız.
Sonra
da dış dünya kalıyor: CHP, AİHM’e gitmeli mi? Bence sorunun yanıtı kesinlikle
GİTMELİ!
Bu
hak arayışında, dünya alem bu ülkede neyin hangi şartlar altında, hangi
hukuksuzluklarla yaşandığını bilmeli. Özellikle AİHM! Bunda çekinilecek hiçbir
şey yok. Peki AİHM şayet “Doğrudur, bu
seçimlerde hukuksuzluk vardır” kararı verirse, neler yaşanır? Konu yalnız
tazminata dayanır! Yani “Hükümet-Devlet”imiz tazminat ödemeye mahkum olur. İyi
de, şayet bu dava bir öğretmen veya mesela bir mağdurun açtığı bireysel dava
olsa, o tazminatın bir anlamı olur. Bu sözünü ettiğimiz durumda ise, tazminatın
herhangi bir anlamının olmadığı bir vaka. İki nedenle: Birincisi mağduriyet,
oyu çalınan 23,5 milyon vatandaşa ilişkin bir durum. Tazminat için 10’ar TL mi
vereceksiniz her birine? Ve gelelim esas soruya: Vatanın, Cumhuriyet’in, Atatürk’ün
bir parasal karşılığı olabilir mi? Bunlara biçilebilecek bir tazminat değeri
saptanabilir mi? Cumhuriyet ve Atatürkiye, 100 milyar dolar da fiyat biçilse,
herhangi birimizin vazgeçebileceği bir değer mi? Tabii ki HAYIR!! Demek ki AİHM,
böyle bir karar alsa bile, bu karar da yaraya merhem olamayacak, olsa olsa kavramsal
bir hüküm oluşturur AKP hükümeti aleyhine.
Tabii bu aklımıza
kaçınılmaz olarak neyi getiriyor? AKP hakkında açılan kapatılma davasında,
AYM’nin bir oy farkla kapatma kararı almayarak AKP’yi komik bir para cezasına
çarptırmasını! İşte AKP, hiçbir şekilde bir yaptırım teşkil etmeyen bu cezadan
ne kadar etkilendiyse, AİHM kararından da o kadar etkilenir diyebilirsiniz...
Tabii şu gerçeği de unutmadan: Saf demokratlar ve TÜSİAD’ın siyasetten ürkmek
dışında bu alanla pek ilişki kuramayan değerli üyeleri 15 yıldır ne zannederse
zannetsin, AKP hiç bir zaman AB’ye girmek istemedi. TSK’yı nötralize edebilmek
için AB’yi geçici bir süre kalkan olarak kullanıp, kendine dokunulmazlık
sağladı. Taa ki Ordu Balyoz davasıyla “ham” yapılana kadar!
AVRUPA
KONSEYİ’NİN DRAMATİK KARARI VE AB İLE İLİŞKİLER
Diyebilir
misiniz? Aslında yanıtın devamı da var. Sonuçta AGİT’in seçimlerin yaşanış
evreleri hakkındaki olumsuz raporu ve böyle bir olası AİHM negatif kararı
birbirine eklenirse ne olur? AB’nin Türkiye hakkındaki zaten negatif olan kararı,
tabii ki daha da etkilenir.
Şimdi
olaylar o kadar birbirine eklenerek hızlanıyor ki, yine “ben bu satırları yazarken”, Avrupa Konseyi Parlamenterler Meclisi,
Türkiye’nin “denetim ve izleme altına alınması gereken ülke” statüsüne
düşürülmesine karar verdi! Buna şaşıran var mı? Sanmıyorum.
Bütün
bunlar bizi nerelere götürüyor? Avrupa ile sarpa saran ilişkilere! Hani 2007’de
yazdığım kitabımın meşhur bir adı vardı ya: “AKP Ekspresi: Avrupa Biletiyle Tahran’a”. Döndük dolaştık o
noktanın uçurumuna geldik! O günkü verilerle ben net olarak AKP yönetimindeki Türkiye’nin
koşar adım bir Ortadoğu faşist ülkesine dönüştüğünü ve Avrupa ile entegrasyonun
hayali bir projeden öteye geçemeyeceğini görüyordum. Ve emin olun bunu görmek
için Einstein olmaya gerek yoktu, özgürce düşünen bağımsız bir vatandaş olmak
yeterdi.
Ben
şimdiden duyar gibi oluyorum “Eyyyy Avrupaaa, sen dön önce kendine bak,
haddine mi düşmüş bizi denetlemekkkk” şeklinde gelişecek nutukları...
Buradan
hareketle şimdi tabii “Zaten Avrupa’yı bırakalım, Sovyetler ve
Uzak-Doğu ve milli manevi partnerimiz Katar neyimize yetmez?” gibisinden
nutuklar, makaleler ve yorumlar eyyli ayyylı ortalığı dolduracak.
Bu da bizleri
tekrar konunun en başına, ana yol ayrımına getiriyor: Demokrat, çağdaş, özgür,
evrensel değerlere duyarlı ve saygılı bir örnek Cumhuriyet mi olacağız, yoksa
sürekli OHAL’de yaşayan, KHK’larla tek adam tarafından yönetilen, halkın
egemenliğini, basının ifade özgürlüğünü, yargının bağımsızlığını, siyasi
rejimin laikliği kaybettiği bir faşist-yobaz ülkeler grubuna mı geçiş
yapacağız?
“Ben
yaptım-oldu” mantığıyla zoraki manevralar ve dayatmalarla bir ülkeyi sürekli
yönetmeye kalkarsanız, sonuçta işlerin varacağı yer budur!
Türkiye,
Avrupa’nın aldığı kararla belki de cezalandırılmadı, acilen kendine gelmesi
için sarsıldı. Dolayısıyla malum “İslamofobi-insan hakları” nutuklarını
mitralyözle batıyı tarar şekilde vermek yerine, AKP hükümeti acilen “Ben nerelerde abarttım? Ben nerelerde ağır
hatalar yaptım? Ben kendime dikensiz bir gül bahçesi tasarlarken, muhalefeti
nasıl toptan yok sayan bir rejim oluşturmaya
kalktım?” sorularını kendine sorması lazımdır.
Ama öte yandan Erdoğan’da
veya atadığı hükümet üyelerinde böyle bir ciddi özeleştiri yapma şansı olan
kimse var mıdır, sorunun yanıtını size bırakıyorum...
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
Not: Yalnızca bu blogun üyesi yorum gönderebilir.