28 Şubat 2017 Salı
22 Şubat 2017 Çarşamba
ATATÜRKÇÜLER KORKMAZ, EY YOBAZ GAFİLLER! | BEDRİ BAYKAM | 21.02.2017
Onlar hep böyleler: Hem hep
mağdurlar ve acıklı hallerine ağlanmasını isterler, hem de... durmadan tehdit
ve şiddete rücu ederek kendilerine biat etmeyen herkese lanet okuyarak dehşet saçmaya
başlarlar.
Yobazlık asırlardır var. Yobazlık
asırlardır en sahtekar şekilde dini kullanarak yakıyor, yıkıyor, insan
öldürüyor, ağzından salyalar akarak kadınları taşlıyor, tecavüz ediyor... Din gibi
yüce bir duyguyu kardeşlik ve yardımlaşma yaymak yerine kirli emelleri için kullanarak,
bütün bu ağır suçları işleyen katil ve hırsızların küstahlığı, ne yazık ki
alçaklıkları oranında artıyor.
Sevgili Müjdat Gezen’in
başına gelenler, tüm Türkiye’nin her an içinde yaşatıldığı ateş çemberi ve
şiddet sarmalının, nispeten ucuz atlatılmış dramatik bir vakası.
BU KAÇINCI ALÇAKLIK???
Geçmiş, yobazların sözde din
uğruna işledikleri sayısız kıyımla, toplu cinayetlerle, ektikleri karanlık
tohumlarla dolu.
Son yüzyılda da coğrafyamız fazlasıyla
bunları yaşadı. Hep irili ufaklı alçaklıklar, insana ve Allah’a ihanetlerle
yüklü bir vakalar dizini. Menemen’de Kubilay’a saldırıp kafasını kör testereyle
kesenler de bunlar, Kahramanmaraş’ta aydın halkı acımasızca yakıp yıkanlar da
onlar, Madımak’ta toplu ayin yapar gibi “işte
bu cehennem ateşi” diyerek masum sanatçı ve yazarları canlı yakan da onlar,
aydınlarımızı, gazetecilerimizi, can dostlarımızı kalleş cinayetlerde öldüren de
onlar, oruç tutmayan veya bira içen gençlere saldıranlar da onlar... En
sevdiğim yazar arkadaşlarımı yok edenler de onlar, bana arkadan saldırıp
bıçaklayanlar da onlar, kadınlara her fırsatta şiddet ve tecavüzü reva gören de
onlar...
Aynen IŞİD gibi, dinle hiçbir
alakası olmayan, Müslümanlığı din kavramından çıkarıp ölüm ticareti haline
dönüştürmeye çalışan terör örgütleri gibi, sapkın Ortaçağ fikirlerine boyun
eğmeyen herkese en şeytani saldırıları hazırlayanlar da onlar...
Sanata tüküren-saldıranlar da
onlar, Şan sinemasını yakanlar da onlar, heykellere saldıran, dinamitleyen de
onlar, “barış” kelimesine katlanamayan da onlar...
Onların karşısında da hep
dünyanın en güzel insanları: Genç Teğmen Kubilaylar, dünya iyisi Prof. Muammer
Aksoylar, gazetecilik deyince akla gelen ilk isim olan Uğur Mumcular, dünya
beyefendisi Ahmet Taner Kışlalılar, din konusunda baş edemedikleri Bahriye
Üçoklar, Turan Dursunlar, Atatürk ışığını taşıyan Necip Hablemitoğulları ve
daha niceleri...
YOBAZLAR MÜJDAT GEZEN’İ YILDIRABİLİR Mİ?
İki gün önce “onlar” yine iş
başındaydı... Sanat dünyamızın yüz akı, halkın gururu, tiyatro ve mizahın
efsanevi ustası Müjdat Gezen’in ve ekibinin eğitim verdiği sanat merkezini
kundakladı ortaçağ yobazları. Sanat üretilen, içinden özgürlük fışkıran bir
noktaya tabii ki tahammülleri olamayacaktı. Özgür düşünce, sanatsal yaratım ve
evrensel dostluk, bunların maalesef düşman olarak yetiştirildikleri içi boş birer
kavramdan ibaret. Bilinçaltında kıskandıkları büyük aydınlara ve eserlerine
saldırarak kendi yobaz karanlık alanlarını korumuş oluyorlardı sanki. Yaratılmaya
çalışılan ortam, malum. Basılan, tehdit edilen kitapçılar, yayıncılar, sokakta
derdest edilen HAYIRcı gençler, hissettirilmek istenen ağır baskı ortamı, her
an tutuklanan milletvekilleri, her sabah yeni operasyonlarda onlarca OHAL
gözaltısı, devlet katının tarafsızlığı hiçe sayılarak sürdürülen açık referandum
propagandaları... Çaresizlik içinde, bunların yardımıyla 16 Nisan’da sopayla
sonuç almaya çalışan bir anlayış!
Müjdat Gezen, bu ülkede her
yaştan insanın gönlünde, kalbinde, ruhu ve beyninde taht kurmuş bir cesur yürek.
İşin en acıklı tarafı, kendileri ödlek ve genelde yüzsüz, içi boş birer insan
müsveddesi olan bu alçaklar, yaptıkları affedilmez kundaklama eylemiyle Müjdat
Gezen’i korkutabileceklerini, durdurabileceklerini sandılar! Allah sizi
inandırsın, ne yaptıklarından bu kadar habersizler! Bir Atatürkçü’yü
korkutmalarının mümkün olmadığını bile bilemeyecek kadar cahiller. Herkesi
kendileri gibi arkadan vuran birer alçak sanıyorlar. Beyinlerinin çapı ancak bu
kadar.
Müjdat Gezen, asırlar boyu
hatırlanacak dev bir insan. Onunla yobazların tümü gelse baş edemez. Müjdat’ın
dediği gibi, onlar belki bizim göğsümüzü siper ettiğimiz Cumhuriyet’e saldırırken
bizi fizik olarak yok edebilirler, ancak hiçbir zaman sanat eserlerini,
Cumhuriyet’e ve Atatürk’e olan bağlılığımızı yok edemezler. Aslında içinde
yüzdükleri boşluk dehşet verici...
ATATÜRKÇÜLER BÖLÜNMEZ, SARSILMAZ, YOLUNDAN DÖNMEZ!
Müjdat “dünyanın belki ilk parasız özel okulunu” açmış. Dünyanın en
bonkör, en gönlü zengin, en sevecen, en dost canlısı insanlarından biri.
Onunla, Ferhan Şensoy’la, Genco Erkal’la, Ataol Behramoğlu’yla, Orhan Aydın’la,
Rutkay Aziz’le, Uğur Dündar’la, Soner Yalçın’la, Yılmaz Özdil’le, geçmişte hapiste
demokrasi nöbeti tutmuş Mustafa Balbay ve Tuncay Özkan, şimdi tutan Musa
Kart’la, Turhan Günay’la, rahmetli Tarık Akan’la, İlhan ve Turhan Selçuk’la ve
onca diğer sayısız değerli sanatçı dostumuzla arkadaş olmak, beraber nefes
almak, hayatımın en büyük güç kaynaklarından ve gururlarından biri... Benim
için de, tüm Atatürkçü, aydın, yurtsever insanlarımız için de... Herkes şunu
bilsin ki, biz kararlı ve sağlam bir bütünüz. Korkutulamayız, bölünemeyiz, sarsılamayız...
Dost-düşman, hiç kimse bunu aklından çıkarmasın...
Merak ediyorum: Failler bulunacak
mı? Yoksa mesela Fenerbahçe otobüsünü kurşunlayan alçaklar gibi araziye karışıp
alçak eylemleri yanlarına kar mı kalacak? Bu eylemi planlayan ve azmettirenler
ortaya çıkacak m? Yine merak ediyorum, bu kundaklamanın faillerinin ortaya
çıkması için kimler gerçekten sabahtan gece yarısına tam gün çalışıp didinecek,
kimler -demeç verseler bile-umursamama
sendromuna kapılacaklar??
YANDAŞLARA AYRI HUKUK MU VAR?
Mesela Müjdat Gezen’i, Yılmaz
Özdil’i, gururumuz Atatürkçüleri durmadan hedef gösteren Akit, olayın ardından “P.....nk Müjdat’a büyük şok!” manşeti
atarken, hiçbir savcı anında buna dava açmıyorsa, sormamız lazım: yandaşların artık doğrudan ayrı hukukları
mı var? Emniyet, doğrudan hedef haline getirilen noktalara, önceden önlem
alacak mı, yoksa seyir mi edecek akışı? İş işten geçtikten sonra alınan önlemler
pek bir işe yaramıyor da...
Bir detay haber gözüme
takıldı bütün bunların ortasında: İstanbul Emniyet Müdürlüğü, 700 bekçi göreve alacakmış. Bunları nasıl
seçeceksiniz? Şartnameyi okudum, güzel ve mantıklı yazılmış; ama nihai sonucu
merak ediyorum. Bunlar arasında tesadüfen Alevi olacak mı? Tesadüfen solcular, Atatürkçüler
olacak mı? Bu işi alacağınız bekçilerin
siyasi ve dini görüşü tesadüfen Türk halkının içinden kaşıkla alınmış temsili
bir kesit mi olacak yoksa hepsi “tek tip” mi olacak? Hani hep şikayet
ederdiniz ya, “insanlar görüşüne,
kıyafetine göre fişleniyor!” diye, sizler kimseyi fişlemezsiniz değil mi?
Umarım bu konularda toplumu rahatlatırsınız...
Gö-re-ceğizzz derdi eski bir
sevgilim, otuz yıl öncesinden... Gö-re-ce-ğizz!! Yaşayarak göreceğiz sevgili
Odatv ciler...
16 Şubat 2017 Perşembe
KAZANMA KARARLILIĞI KORKUSUZLUK GEREKTİRİYOR! | Bedri Baykam | 15.02.2017
Aslında
bugün benden farklı bir yazı okuyacaktınız, ama son anda gecenin 04.00’ünde
ODAtv sitesinde okuduğum Kerem Çalışkan’ın yazısı, beynimde uçuşan diğer güncel
dertlerimizi tetikledi. Ezcümle şunu diyordu Çalışkan yazısında:
“Ya millet ‘Tek Adam’a böyle
toptan bir yetki vermek istemezse… O zaman millet terörist mi olacak? Ama
Erdoğan’ın bu sözleri aslında referandum sonrası için şimdiden bir manevra
düşündüğü kuşkusunu doğuruyor…
Erdoğan şimdiden tıpkı 7 Haziran
2015 seçiminden sonra yaptığı gibi eğer kaybederse ‘Bunu saymam’ demeye
hazırlanıyor…
Kaybederse, ‘FETÖ-PKK kumpas
yaptı, hile yaptı’ gibi şeyler söylemeye hazırlanıyor…Türkiye şimdiden
Erdoğan’ın 16 Nisan sonrası girişebileceği bu tür manevraların, bu tür
kumpasların önünü kesmelidir..
Erdoğan Türkiye kamuoyu önünde
sandıktan ‘Hayır’ çıkarsa bunu kabul edeceğini ilan etmeye zorlanmalıdır…
Bunu hem muhalefet partileri, hem
MHP hem kitle örgütleri ve STK’lar istemelidir…”
ERDOĞAN’A BÖYLE ALTIN TEPSİDE BİR FIRSAT SUNULAMAZ
Sevgili Kerem Çalışkan’ı ve tüm demokratik ortamımızı
uyarmak istiyorum. Erdoğan ve yandaşlarının, ekibinin nasıl bir güç sarhoşluğu
tırmanışında olduğunu bilmeyen yok. Böyle bir ortamda toplum kendi evhamlarını,
kaygılarını ve hatta paranoyalarını “karşı tarafa” hissettirirse, o cephe de yeni
merdivenlerin ayaklarının altına serildiğini hisseder. Demek istediğim, siz kalkıp ülkedeki gücün en dev
lokmasını zaten elinde tutan kişiye “seçimi
kaybedersen, sonuçları kabul edeceksin değil mi?” diye sorarsanız, o da bu
fırsatı gökten kucağına düşen koca bir hediye olarak görür! Önce içinden “demek böyle alternatiflerimiz de varmış!” der,
ardından da bu konu etrafında beyin fırtınası için kurmaylarını toplar. Ondan
sonra da TABİİ Kİ Çalışkan’ın duymak
istediği yanıtı verecek hali yoktur. En iyi ihtimalle “bakarız artık o seçimlerde şaibe var mı yok mu” şeklinde bir
sıvışma ile o yanıt geleceğe havale edilir ve keyifle cebe yerleştirilen bu
yeni büyük silah okşanmaya ve kurgulanmaya bırakılır.
Hiç kimsenin, Erdoğan’a “Bu referandumun neticelerini sayacaksınız
değil mi, lütfen bunu yanıtlayıp bizi rahatlatın” diye bir soru yöneltme
hakkı yoktur. Çünkü bunu yaptığınız andan itibaren, Erdoğan arzuladığınız
yanıtı vermeyeceği gibi, toplumda böyle oyunbozanlıkların kabulüne de yer ve
imkan olduğunu büyük bir keyif ve huzurla keşfetmiş olacaktır. O andan itibaren
bunu legal ve somut bir şekilde gündeme düşürülmüş bir olasılık, bir B planı
olarak algılayacak, karargah masasına bunu öyle not düşecektir. Üstelik bu soru
sorulduğu an, EVET cephesinin bilinçaltı da olsa psikolojik olarak mağlubiyete
de kendini hazır hissedebilmesi engellenmiş olacaktır. Bu nedenle, ne Çalışkan
o iyi niyetli yazıyı yazmış olsun, ne de bizler okumuş olalım derim.
RAKİP HOCAYA “KAZANABİLİR MİYİZ?” DİYE SORULMAZ!
Hiç kimsenin, hiçbir tehdidin
halkın yanıtının önüne geçebileceği fikrini ne yayalım, ne de kendimiz
düşünelim. Demokratik ve hukuki tüm yaşamsal hakları ve özgürlükleri için
kocaman bir HAYIR demek için çalışan tüm kesimler, yani gazeteciler, ev kadınları,
kitle örgütleri, üniversite öğrencileri, milletvekilleri, esnaf, emekliler, her
şeyden önce bu referandumu KAZANACAKLARINA kendileri inandırmalı ve hatta
şartlandırmalıdırlar. Bu inanç, kendi
bünyesinde rakibinden bir “hak” bekleyişi içinde olamaz. Bunu yapmak, futbol
maçında rakibin hocasına veya başkanına, “izninizle
sizi yenebilir miyiz?” demeye benzer. Veya taraf tutan hakemden benzer bir
izni istemeye... Referandumdan “hayırlı” bir sonuç bekleyen toplum bu
gergin ortamda kazanacağına inanmazsa, kazanamaz. Zafere inanmazsa, birbirini
sandığa gitmeye de inandıramaz, kararsızları da ikna edemez. “Biz bu maçı hakeme ve polis baskısına
rağmen kazanırsak, acaba Federasyon bu maçı tescil eder mi?” diye bir soru
soran takım, maçı almasını zorlaştırmamın yanı sıra, “O” Federasyonun da “demek böyle yetkilerim de olabilirmiş”
diye kötü düşüncelere dalmasını sağlar. Bir hatırlatma daha: Adil Gür’ün kimseyi ikna etmeyen verdiği son
rakamlarda bir gerçek payı olsaydı, Erdoğan anketler konusunda o morali bozuk
demeçleri verir miydi?
Toplumun yaşadığı
paranoyalar, çeşitli kesimleri hem otosansüre, hem saçma davranışlara, hem de
mantık ötesi düşüncelere taşıyabiliyor. Doğan grubunu, İrfan Değirmenci’yi
Kanal D’den çıkarmaya taşıyan korkular, Fatih Çekirge’nin aynı mantıkla sırf
“Evet” diyerek güçten yana saf tutmasını görmezden gelen pratik tavırlar, hep
bu çalkantılı ve us dışı girdaba kapılmış toplumun kendisine reva görebildiği
tutarsızlıkların uzantısı.
ŞİDDET BEKLENTİLERİ/ÇAĞRILARI!
Toplum aynı zamanda, bir
şiddet beklentisi içinde. İkiye ayrılıyor bu korkunç şiddet beklentisi:
Birincisi, bilerek dozu arttırılan gergin ortamda, referandum öncesi
yaşanabilecek ağır tehditler ve hatta şiddet maceraları. İkincisi ise şayet
HAYIR kazanırsa oluşacak artçı kaos ve şiddet ortamı. Ya da özellikle HAYIR diyenlerin
bazı kesimlerinde görülmeye başlanan “bunlar seçimleri kazanırlarsa, bize yaşam
hakkı tanımazlar, bizleri yok ederler” düşüncesi. Bu da eşit derecede sağlıksız
bir düşünce. Bunu düşünmek, “çağırmak”, bunu bir beklenti ve saplantı haline dönüştürmek
yalnız karşı tarafa yarar.
Yanlış anlaşılmasın. Her
fırsatta sağa sola saldıran çeşitli yobaz unsurlar, yine etrafta meydanı boş
hissedip, iktidarın da onlara sağladığı bilinçaltı-üstü güçlerle aydınları
hedef gösterip, ortalığı yaşanamaz hale dönüştürmek için bir çaba içindedirler. Malum kışkırtıcı kanalın programcısının Yılmaz
Özdil’e ve özellikle Müjdat Gezen’e yönelik saldırıları, tehdit ve küfürlerini
görecek kadar gözü hala açık savcılar umarım bu ülkede var. Demokratik
toplum, bu akıl almaz ve kabul edilemez saldırılara sessiz kalamaz, sinemez,
görmezden gelemez. Bu hatayı yaparsa, malum güçler “demek meydan bu kadar
boşmuş” derler ve artık her yeni hamleyi de kendilerinde hak görürler. Bu bir
satrançtır. Demokratik özgür toplum, yıllardır şehir planlamacılığı açısından polemikleri
süren “Taksim’e Camii” projesinin 24 saatte oldu-bittiye getirilerek uygulamaya
konmasını seyredecek kadar şaşkın ve hazırlıksız yakalanmaya müsait, farklı bir
ortama itilmiştir. Boks deyimiyle bu
“grogi” durum, ortalığın hukuk dışı saldırılar ve tehditlerle bir kargaşaya dönüşmesine
seyirci kalma noktasına taşınırsa, bu demokratik Türkiye’nin intiharı olur. Hiçbir kişi veya kurum, demokratik savunu
ve mücadele reflekslerini kaybedemez!
İşin özeti şudur: Provokasyonlara
gelmeden, kendi alanını, söylemini ve varlığını korumak. Çünkü Saray
yandaşları, provokasyonları, gerek dillerinde, gerek sokakta yukarıya doğru pompalayarak
dozu arttıracaklarını belli etmişlerdir. Bu hassas denge, demokratik,
Cumhuriyetçi, Atatürkçü toplum kesimlerinin bu kriz günlerinden “kazanan”
olarak çıkmalarını sağlayacak ana unsurdur.
CHP AYM’YE GİTMEMEKTE HAKLIYDI
Çeşitli Atatürkçü yakın
dostumun yazdıkları tüm eleştirileri okumuş olmama rağmen, CHP’nin de bu zor
dönemde önüne çıkan hassas konuda doğru bir karar aldığını savunuyorum.
Referandum ve yasa tasarısı, her açıdan AKP ve RTE’ye yarayacak bir hamle
olurdu. Aldığı geçmiş kararlara
baktığımızda, bugünkü mahkeme yapısından “Hayırlı” bir karar beklemek, mantıklı
bir davranış olmazdı. Üstelik, ülkenin bugün içine itildiği psikolojik
savaşlarla dolu yoz ortamda “gördünüz mü, kendilerine güvenmedikleri için
AYM’ye gidip, referandumdan kaçmaya çalıştılar” cümlesi, Demokles’in kılıcı
gibi iktidarın elinde sallanan bir büyük silahtı. O silah şimdi kullanılamaz
duruma düştü. Bu demagoji imkanı ellerinden alındığına göre, “Hayırcılar
teröristtir” saldırısından Numan Kurtulmuş’un ağzından geri adım atıp şimdilik
vazgeçtiklerine göre, önümüzdeki günler, EVET diyenlerin kendi adamlarının, dev
tartışma masalarında yeni Zihni-Sinir proceleriyle suyu
bulandırma çabalarını devreye sokacaklarının habercisi olmuştur. Buna hazır
olun, ama yeter ki sizler kendi sinirlerinize hakim olun! Unutmayın, Satranç oynuyoruz! Hem de biz vezirsiz oynamamıza rağmen
kazanmak durumundayız. Silahımız ise orantısız zekamız, zafere olan
inancımız ve dayanışmamız!
3 Şubat 2017 Cuma
TÜRKİYE RENK DEĞİŞTİRİYOR, “KAHVE”YE DÖNÜŞÜYOR! | Bedri Baykam | 3 Şubat 2017
BAHÇELİ VE AKP, “KAŞ YAPAYIM DERKEN GÖZ...”!!
Son hızla her yerde farklı
paneller, girişimler, kampanyalar düzenleniyor ve Türkiye’de demokrasiyi savunan
kesimler, üzerlerine çökertilen kara perdeye karşı tepkilerini ortaya
koyuyorlar. İlginç bir şekilde “evet”ler
nasıl olsa kazanır diyen anlayışa karşı, son bir hafta, on gündür işin renginin
kamuoyunda değişmeye başladığını görüyoruz. Özellikle MHP tabanının büyük
oranda “Hayır” tercihini kullanacağı
ortaya çıkmaya başladıktan sonra, iktidar kanadının özgüvenlerinde ciddi oranda
bir sarsılma oldu. Şu günlerde hangi panik toplantıları yaptıklarını hayal bile
edemiyorum. Saray’a tasarının onaya geç yollanmasında bu etken oldu mu?
Bilmiyorum, olabilir. Çünkü, Bahçeli yardımıyla, evdeki ya da TBMM’deki
hesaplar çarşıya uydurulamazsa, AKP’liler resmen kendi başlarına Bahçeli’nin
ördüğü çorapla kazdığı kuyuya düşecekler. Bunu bir tweet’de şöyle özetledim: “Kaş yapayım derken göz çıkarmak: Ülkenin
bütün karar mekanizmaları elindeyken bir referandum icat edip altında ezilmek!
Hayret bi şey!”. Sonuçta kamuoyunun, kendi arasında konuşsa bile nedenini somut
olarak öğrenemediği bir gerekçeyle Bahçeli’nin attığı ters takla ile gündeme
oturttuğu referandum, belki de Erdoğan ve Bahçeli’nin siyasi kariyerlerinde ciddi
bir düşüşü tetikleyecek.
BARIŞ BLOKU–YURTTAŞLAR GİRİŞİMİ PANELİ
Bugün BARIŞ BLOKU ve
Yurttaşlar Girişimi’nin ortaklaşa düzenledikleri referandumla ilgili panele izleyici
olarak katıldım. Altan Öymen, Rıza Türmen, Hüsamettin Cindoruk, Ertuğrul
Yalçınbayır gibi isimler katıldı. Cindoruk, Türkiye’nin Avrupa Konseyi’nden
ihracının yakında gündeme gelebileceğini hatırlattı. Ayrıca Türkiye’yi, Eski Türkiye/Yeni Türkiye diye ayıranlara karşı “Eski
Türkiye’nin meşru müdafaa” hakkı doğduğunu hatırlattı ve Demirel’in Külliye
açılışında 2002’ye kadar tüm Cumhuriyet döneminin hesabını verdiğini
hatırlattı. Bu da panelde vurgulanan bir diğer konuyu gündeme taşıdı: “650 katrilyonluk bir bütçe, denetimsiz
olarak tek kişinin eline verilebilir mi?” Türmen, meşruiyeti olmayan bir
süreçle, tüm güçleri tek elde toplayacak bir insanın demokrasiyle ilişkisini
kesip, ülkeyi çok daha büyük kutuplaşmalara ve gerginliklere taşıyacağını
savundu. Altan Öymen, OHAL şartlarında bu referanduma sağlıklı bir şekilde
gitmenin imkansızlığını vurguladı. Yalçınbayır, Kopenhag kriterlerinden de
uzaklaştığımızı vurguladı. Sonuçta vurgulanan ana konu, halkın haksızlıklara
isyan etme hakkı olduğu ve normal bir düzende hukuk ve anayasanın getirdiği
teminatlarla bu tepkilerin fazlasıyla karşılaması gerektiğiydi. Halbuki tam
tersine, Türkiye’de hukuk düzeni uçurumdan düşercesine yok oluyor. Bu
gerçeklerle herkes yüzleşirken, çeşitli vesilelerle AKP’ye omuz veren
gazeteciler ve bazı STK’cılar da gözümün önünden film şeridi gibi aktı gitti. O
salonda bir çok “Yetmez ama Evet”çiyi de içim sızlayarak izledim. Her biri
benimle fazla göz göze gelmemeye çalışarak hangi gerekçelerle bugün HAYIR
diyeceklerinin dökümünü çıkarmakla meşguldüler. 2010 Referandumu’nda iktidara
verdikleri desteğin ağır bedeli halen ülkenin burnundan fitil fitil gelirken, ben
aralarında bir pişmanlık ve özür manifestosu yazana henüz rastlamadım.
Bekliyoruz... Bunu sormanın ne yeri, ne zamanı.
HER RENKTEN UÇLAR “HAYIR”DA BİRLEŞTİ!
Aslında ortaya çıkmakta olan siyasi tablo son derece
ilginç. AKP/MHP’nin oluşturduğu çelişki ve dünü inkar üzerine kurulu cephe
dışında, “HAYIR”da birleşen o kadar farklı siyasi uç var ki! Aslında inanılmaz
bir cephe oluşturuyorlar. Düşünün ki
en sağda Saadet Partisi var. Ondan sonra MHP tabanının en az 2/3’ünün, belki ¾’ünün
hayır dediği ortaya çıkmış durumda. Cindoruk’un temsil ettiği eski merkez sağ
kalıntıları dışında, tabii ki Hayır cephesinin merkezinde CHP var. Vatan
Partisi, en sert ve en organize gruplar arasında başı çekiyor. Onun hemen
yanında HDP var! Hani AKP’nin çeşitli tutuklamalarla milletvekillerini,
belediye başkanlarını felç ettiği, referandum için çalışamaz hale getirdiği
eski uzlaşma günleri ortağı HDP... En uç solda ise sayısız sosyalist parti var.
TKP, EMEP, DİP, ÖDP... Bunlara başta Haziran Hareketi gibi siyasi platformları
da ekleyebiliriz. Sivil toplum kuruluşları zaten son derece hareketli. ADD’den
ÇYDD’ye, Milli Merkez’den Kadın Kuruluşları Birliği ve başta Sanatçılar
Girişimi olmak üzere tüm sanatçı örgütlerine kadar, herkes tehlikenin farkında.
Ama durup üzerine yoğunlaşıp “vay canına” diyebileceğimiz çok güzel bir nokta
var. Saadet ve CHP arasında, HDP ve MHP
arasında, Vatan Partisi ve Haziran Hareketi arasında normalde timsahlı dereler,
uçurumlar var. Buna rağmen bu çok farklı odaklar, farklı renkler, farklı
söylemlerle, farklı gerekçelerle ve farklı kaygılarla da olsa, HAYIR’da
birleştiler. Bu çok önemli bir olay. Ve son derece büyük bir demokrasi
bilinci, olgunluğu... Burada EVET’çi siyasilerin “Gördünüz mü, FETÖcülerle, bölücülerle, teröristlerle birleştiler”
gibi aciz ifadeleri dışında yapabilecekleri hiçbir şey yok! Tam tersine tüm Özgürlükçü-Cumhuriyetçi-Demokrat-Milli-Ulusal,
adına ne derseniz deyin, TÜRKİYE’yi savunan tüm güçler HAYIR diyorlar! Demokrasi
ve onun ötesinde insanlık vicdanının emrettiği
gibi her düşünceden namuslu insanlar, aynı hedef doğrultusunda ayrı
paralellerde olsa bile birleştiler. İşte bu iktidarın en çok korktuğu,
çekindiği noktaydı ve gerçekleşti.
METİN FEYZİOĞLU’NUN ÇABALARI ÖRNEK ALINMALI
MHP tabanının itirazının da,
MHP’li muhaliflerin ötesinde bir kapsama alanı olduğunu düşünüyorum. Çünkü şu ya
da bu sebeple muhalifleri desteklemiş olan parti örgütü dışında, Bahçeli ile
hareket eden seçmen kitlesinin kolay kolay hazmedebileceği bir durum yok
ortada... Sonuçta şu anda birbirleriyle Gezi’de bile Bahçeli zoruyla
kaynaştırılmamış olan ülkücülerin önemli bir kesiti ve Haziran Hareketi, bu gidişat karşısında
oluşan cephenin parçası halindeler ve üstelik bunu kesinlikle sorun haline
getirmeyecek bir düşünsel berraklık ve olgunluk içindeler. Şu anda herkesin
birbiriyle olan siyasi kapışma veya gerginliklerini, en azından şimdilik unutma
veya erteleme zamanı. Çünkü bunu şimdi böyle uygulamazlarsa ileride herhangi
bir şekilde serbest siyaset yapabilecekleri zemin zaten kalmayacak. Artık bunun
farkındalar. Bu nedenle 70’lerden kalma ucu açık kavgaların ne yeri, ne zamanı...
Atatürk’ü hala anlayamamış bir kesim solcu hala uyanmadıysa bile, malum
değerlendirmelerini kendisine saklamayı bilmeli. Bu kavgalar ancak iktidara
yarar!
Metin Feyzioğlu ve Türkiye Barolar Birliği, “Neden
Hayır” sorusunu o kadar iyi yanıtlıyor ki, herkese şapka çıkartıp, feyz almak
düşüyor. Örneğin Barolar Birliği’nin
sitesinde, “ANAYASA DEĞİŞİKLİĞİ
TEKLİFİNİN KARŞILAŞTIRMALI VE AÇIKLAMALI METNİ’ni okuduğunuzda gerçekten en
anlaşılır ve sade dilde neyin değiştiği, bunun ne sonuçlar doğurduğu, hangi
çekincelerin konabileceği veya Feyzioğlu’nun sürekli olarak kahveleri gezmesi
ve en faydalı propagandayı “kaynağında” yürütmesinin
ne kadar önemli olduğunu anlatmaya bile gerek yok. Yoksa herkes biliyor ki,
“bizim” gazetelerden ve sosyal medyadan birbirimize “reklam” yapmamız çok
önemli değil. Özellikle merkez medyanın konunun doğrudan teknik anlatımı
dışında siyasi kökenine inebilecek, yıllardır, mesela 30 yıldır, bunu yapan
bizler gibi birçok insanı tartışmalardan uzak tutması karşısında, her yaratıcı
yöntemle ve sokaktan çalışarak açıkları kapatmamız lazım. Tabii CHP’nin de, “sokaktan”
veya medya ve sosyal medyadan yürüyecek her propaganda için ağırlığını koyarak,
kabul edilemez baskıların önüne geçmesi lazım!
RIZA TÜRMEN’İN GÖRÜŞLERİNDEN
Geçen hafta sözünü ettiğim “Tarafsız Cumhurbaşkanı, bu referandumda
taraf olamaz” düşüncelerimi, Rıza Türmen’e de sordum. Bana dediği şu: “Bu konu Yüksek Seçim Kurulu’na gitti, ama
onlar ‘biz bu konuda yetkili değiliz’ gibi şeyler söyleyerek sorumluluk
almaktan kaçtılar. Anayasa Mahkemesi’ne gelince, onlar da konuyu bir türlü
gündemlerine almadılar”.
Şaşırdık mı? Zannetmiyorum. Yaratılan iklimde, yarın
ülkede “tüm” siyasi ve hukuki kararları tek başına alabilecek bir insandan
doğal olarak rektörler de, AYM üyeleri de, yargıçlar da, bürokratlar da, emniyet
de, asker de korkuyor! Bunu anlamak çok kolay. Daha da vahimi, bugünkü oturumda vurgulandığı gibi, 100’ü
aşkın hukuk fakültesinin, bu hayati konuda topa girmekten korkuyor olması... Türkiye,
yıllardır sözü edilen “Korku İmparatorluğu”nu, şimdi en derin şekilde
bağırsaklarında yaşıyor. Buna aldırmamak
için, gerçekten başka seviyede bir muhalif olmak lazım. O yürek de sizde var...
OHAL ortamında demokrasi ve özgürlük için, tüm düşüncelerini vatandaşlık
haklarını kullanarak mertçe sokağa çıkaran her yurtseverimiz, bizim yüzümüzün
akıdır. Korkmak, özgür insan beynine
yakışmaz! Bu nedenle her şeyden önce tüm
Türkiye bu hayati referandumda tercih kullanmak üzere sandığa koşmalı! Daha
önemli hiçbir önceliğimiz olamaz!
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)