29 Ekim 2016 Cumartesi

“CHE’NİN OĞLU” OLMAYI TAŞIYABİLEN ADAM... | Bedri Baykam | 25 Ekim 2016


Çok zor ve pahalı olan, benim ise “diş söktüren” diye tarif edebileceğim bir sergiyi hazırlıyoruz. Yarın (26 Ekim, Çarşamba) açılmış olacak; herhalde çoğunuz duymuştur. Bu serginin sanatçısı, dünya tarihinin en büyük birkaç efsanesinden biri olan Che Guevara’nın büyük oğlu, Camilo Guevara. Yarın, yani ayın 26’sında, bu sergi açılıyor. Paniğe ve kendinizden geçmeye gerek yok, sadece yarınki işlerinizi iptal edip açılışa gelin!
Öncelikle şunu söyleyeyim: Sanat merkezimin on yıldır neler yaptığını bilenlerdenseniz, Piramid Sanat’ta hatır sergisi olmayacağını bilirsiniz. Sanat ve sporda torpil olmaz. Olamaz. Yani çarşambadan itibaren İstanbul’da Piramid Sanat’ta izleyeceğiniz “TABÚ” başlıklı sergi, sanatçı “Che’nin oğlu” olduğu için düzenlenmedi. Sanatçı Camilo, gerçekten ilginç, yaratıcı ve soru işaretleri ile dolu bir sergi hazırladığı için açıldı. Bunun ötesinde, 1,5 yıl boyunca bu kadar zor ve sorunlu bir sergiyi uzaktan kumandalı olarak ısrarla takip edip inatla “doğurmaya” çalışırken, her türlü olumsuzluğu yenmeye uğraşırken, üzerimizdeki Che imgesinin “bir gram dahi fonksiyonu olmadı” dersek, o zaman da yalan söylemiş oluruz, gerçekçi olmaz. Bilinçaltı da olsa, elbette Che sevgimiz mesafenin yarattığı sorunları aşılabilir kıldı.


TABU NEDEN, VE NASIL TÜRKİYE YE GELEBİLDİ??
Peki ben Camilo ile nasıl tanıştım, TABÚ ile nasıl karşılaştım? Aslında Che’ye dair bir şeyin önüme çıkması, yaşamın bir tesadüfü değildir. Ben yıllardır Küba Devrimi’nin de, Che Guevara’nın da, onun yakınlarının da, sürekli etrafında dönen bir insanım. Daha önce de belirtmiştim: 1999’da Havana Devrim Müzesi’nde açtığım “Küba Devrimi’in 40. Yılı ve Che Guevara” isimli sergi vesilesiyle, Che’nin kızı Aleida, en yakın arkadaşı, meşhur “Motorsiklet Günlükleri” günlerinden “yol”daşı Alberto Granado ve nice yakın dostu ile tanışmış, röportajlar yapıp Che ve Küba Devrimi üzerine bir kitap da kaleme almıştım. Geçen yıl da hem arşiv çalışması hem de bu kitabı yeni röportajlarla genişletmek üzere tekrar Küba’ya gittim. Orada bu sefer, Froilan Gonzalez gibi bir Che tarihçisi, Pombo gibi Che’nin en yakın silah arkadaşı ve Che’nin kızı Aleida ile tekrar görüşmek dışında, tamamen hayat tesadüfleri ile Che’nin oğlu Camilo ile tanıştım. Nasıl mı? Küba’da yapmak istediğim bir model fotoğraf çekimi için tesadüfen tanıştığım bir Türk, Havanalı bir fotoğrafçı ile buluşmamı sağladı: Luis Gell. Benim geçmişimi öğrenince de Camilo Guevara ile çok yakın dost olduğunu ve onun bir sanatsal projesini beraber götürdüklerini bana aktardı. Sonuçta ciddi bir fikir takibiyle, Centro Che’de Camilo ile tanışıp görüştük. Ardından evinde kendisi bana detaylı bir şekilde “TABÚ”yu anlattı. Çünkü “TABÚ”, yıllardır üzerinde çalıştığı bir projeden ibaretti. Önümde skeçler, desenler, bilgisayar notları ve orijinal büyük boy basılı halde projenin temeli olan erotik, birbirini okşayan iki kadının fotoğrafları vardı. Öte yandan serginin bütünü, bu tabu konusunun üstüne gidip her türlü engelleme ve hareket ve parçalanma-çözülme yöntemini kullanıp, fotoğrafların rahat algılanmasını bozmak üzerine kuruluydu. İşte bu zor projeyi o günden itibaren geliştirmek için Camilo’nun proje yardımcısı Luis Gell iki kere İstanbul’a davet edildi. Burada başta Piramid’in direktörü Öykü Eras olmak üzere Piramid ekibi bize eklenerek tüm eserlerin üretimi yapıldı. Olay saniye saniye pişen bir sabır kebabı olarak yarınki açılışa kadar gelişti.


ARKADAŞIM CHE BANA OĞLUNU EMANET ETMİŞ!
Camilo İstanbul’a eşi Rosa ile beraber geldi. İlk andan itibaren, benim için şöyle bir his oluştu: Yıllardır, her anını okuduğum için “yakın arkadaşım” olarak bildiğim Che, bana fotoğrafta kucağında baş parmağını emen oğlunu emanet etmiş, onun Türkiye’ye gelmesine izin vermişti. İşte hep bu özenle Camilo’ya sahip çıkma ihtiyacı hissettim. Bu insan 54 yaşında olsa bile!
İnsanlara önceleri yakın yüzünü göstermeyen, onların gerçek derinliklerini keşfetmeyi bekleyen, samimi ve göründüğü gibi olan, olduğu gibi görünen, dünyada hiç kimseye önden açık çek vermeyen bir insan. Bir kere herkesin en çok merak ettiği noktayı başından söyleyeyim: “Che Guevara’nın oğlu” imajını ve sorumluluğunu çok iyi taşıyor! Hatta ilk algının ardından, özellikle suratının ne kadar Che’ye benzediğini fark edebiliyorsunuz. Kendisi ile fotoğraf çektirmek isteyen insanları, elinden geldiği kadar kırmıyor. Ama asla fotoğrafçıların arzu ettiği anlamda poz vermiyor. Ne yakalarsanız doğal akışta oluyor. Futbol seyretmeyi seviyor. Ama daha çok Almanya ve İngiltere ligine yoğunlaşıyor -bizim lig onu pek sarmadı. Nedeni ise size, bize göre malum! Son derece spor ve sade giyiniyor. Ayağında hep bir sandalet... Rahatlık abidesi. Bu arada Türk çayına aşık oldu, bizler gibi günde 20 bardak içiyor, şimdiden onun adına kara kara düşünüyorum ülkesine dönünce ne yapacak diye!


TÜRK BASINININ DAR VİZYONLU KESİMİ, “HABER BEKARET”İNE ESİR!
Basınla olan temaslarında, ömründe on bininci kez yanıt verdiği sorulara karşı bile sabırlı olmayı beceriyor. Ancak izin verirseniz, Camilo Guevara’nın basın temaslarının bazı detaylarına inmeden önce, Türk basınının bir acıklı röntgenini size aktarayım: Dünyanın en önemli 3-5 soyadını taşıyan insanlarından biri, hem de bir sergiyle ülkemize gelmiş. Konusu çarpıcı. Babası sonsuza dek dünya yıldızı. Ben Camilo’yu Türkiye’ye davet eden insan olmasam, onunla röportaj yapmak için ölürüm mesela! Halbuki bizim basını ilgilendiren TEK konu, Camilo ile “ilk” konuşan olmanın komik yarışı! Yani “ben nasıl bu adamla çok ilginç bir söyleşi yaparım?” sorusu ve meydan okuması akıllarına bile gelmiyor. Olaydaki sığlık, biraz Türkiye’deki “bekaret fetişizmi”ni andırıyor! Özgüvenlerine ve bilgilerine, röportaj zekalarına güvenmeyen bu insanların tek kullanmaya çalıştıkları kredi, “ilk konuşan” olmak! Peki bunu gerçekleştirmek için ne yapıyorlar dersiniz? Arada bana telefon etmek! Tek efor da bu! Peki benim Camilo’yu, bu rüyayı gören her yayına “ilk” olarak sunmam, mümkün mü? Hayır! Onca örneği size aktarmayayım ama, şunu bilmekle yetinin: Can Dündar’ın tasarladığı evlere şenlik “Yeni Cumhuriyet” yapısıyla, sudan sebeplerle benim 30 yıllık yazılarıma ve onca başka isme dur diyen, bana iftira atan “yetmez ama evet”çi yazarlarını bile ısrarla koruyan Cumhuriyet gazetesi dahi, ciddi ciddi benim Camilo’nun ilk röportajını onlara vermemi bekliyormuş, bu olmayınca da “görüşmek istemiyoruz” (!) diyerek aradan çıkmışlar! Güler misiniz, ağlar mısınız? Neyse, bu ziyaret vesilesiyle, Türk basınının nasıl bir özgüven ve entelektüel seviye kaybı içinde yüzdüğünü bir kere daha anladım demekle yetineyim!




CAMİLO’NUN BASIN YANITLARI:CEHALET KOL GEZİYOR!!
İsmail Kahraman’ın, babası hakkında “eşkıya” demesi ile ilgili olarak Camilo, “Cehaletin kol gezdiğini ve bu sözleri sarf eden siyasetçinin kaçınılmaz şekilde kendi seviyesini belli ettiğini, ağır açık verdiğini” bilge ve sakin bir üslupla anlatıyor. “Babanızın resmi her yerde, o bir pop-ikonu, bu sizi rahatsız ediyor mu?” sorusuna da “İnsanların onu fotoğraflarından önce düşünceleriyle tanımalarını isterim” yanıtını veriyor, doğal olarak. Ben ise bu konuda ondan farklı düşünüyorum. Che’nin görüntüsünün her yerde var olmasını olumlu buluyorum. Çünkü yeni kuşak Che’nin oltasına önce o tişörtlerden ve rozetlerden düşüyor, ardından merakla yaşamına, fikirlerine yönelebiliyorlar. Yoksa dünyada, o simge statüsüne çıkamadan fikirleri dar çevrede kalan onca başka insan var ki!
Keşke Camilo “hazır tual işler ressamı” olsaydı da, İstanbul’u gezecek vakti kalsaydı! Çünkü bu sergiyi hazırlamak tam da filin üzerinde ayakta dengede durmaya çalışırken, ipliği iğne deliğinden geçirmek gibi!


TURİST CAMİLO NOTLARIMDAN
Buna rağmen arada bulduğumuz bazı zamanlarda Camilo ile dolaşırken, onun kim olduğunu öğrenen şanslı insanlar, hemen fotoğraf çektiriyorlar. Camilo ve çok uyumlu bir hayat sürdüğü Venezuelalı sempatik diplomat eşi Rosa, Beyoğlu’ndan rock tişörtleri aldılar. Üzerinde “ABD” yazanlardan ise tabii uzak durdular! Benimle fotoğraf çektirirken onun kim olduğunu öğrenen bazı mağaza sahipleri, ona Che ve Deniz Gezmiş rozetleri hediye ediyorlar. 1999’daki Küba sergimde ve ülkenin televizyon kanalları ile yaptığım görüşmelerde, ben de Che’nin yanına koyduğum bu esmer yakışıklı gencin kim olduğunu defalarca anlatmıştım. Camilo ve Rosa, Deniz efsanesini benden de uzun uzun dinleme fırsatı buldukları için, rozetleri konunun içeriğini bilerek kabul ediyorlar! Camilo fotoğrafı gerçekten çok seviyor; etrafta her mağazada babasının görüntülerini çekerken, ben de aynı anda onun fotoğrafını çekiyorum. Toplumumuzun “normal” insanları, Che sevgileri üzerinden Camilo’ya da aynı duygularla sahip çıkıp heyecanlanıyorlar. Çok güzel sahneler gördüm ve görmeye devam ediyorum. Che’nin, çocuklarını ve genel anlamda çocukları ne kadar sevdiğini biliyorum. Aynı şey Camilo için de geçerli. Arada Piramid’de Küba’da kendilerini heyecanla bekleyen 7 yaşındaki kızları Celia Habana ile facetime’dan görüntülü konuşma yaparken ben de Tarzanca-İspanyolcamla araya girip o tatlı kıza annesinin, babasının ve büyükbabasının “amigosu” olduğumu söyleyerek hava atıyorum! Camilo’nun iştah sorunu yok ve Türk yemeklerine bayılıyor. Serpme kahvaltı, kebap, lahmacun, meyveler, et-balık fark etmez, her şey...
Size bu yazıyı ulaştırabilmek için, Piramid Sanat ekibi her zamanki gibi müzeci ciddiyetiyle çalışırken ben de onlarla masa başında ve galeride sabahlıyorum. Okuyucularımla yıllardır buluştuğum Salı gününün sabah 5’ini bulmuşuz bile!
Yapıtları tabu konusuna bir yap-boz gibi yaklaşırken, bu komplike eserlerin İstanbul’daki yapım serüvenine girişebilmemizin belki de en önemli nedeni, sadece benim bu projeyi dünyanın diğer ucundan bulup getirmem değil, aynı zamanda Piramid’in Öykü Eras gibi yarı “tatlı kaçık” bir sanat insanı tarafından yönetiliyor olması sayesinde! Çünkü normal bir insan bu sergiye bulaşıp elini taşın altına sokamaz, tüm yapıtları 10.340 kilometre öteden, bu topraklarda üretmeye kalkışmaz! Kanıtı şu: Camilo bile 10 yıl boyunca bu projeyi ancak teoride bırakmış! Sergiyi ziyaret ederken ortada hala bitirilmeye çalışılan bazı parçalar görüp de homurdandığınızı yakalarsam, vay halinize! “TABÚ” zaten henüz tamamlanmamış, önü açık bir proje!
Ben bu duruma biraz fazla alıştım galiba. Che’nin sevgili oğlu, -hem de en sevdiği cephe arkadaşı, devrimden 10 ay sonra bir uçak kazasında kaybolan ünlü 3. Comandante Camilo Cienfuegos’un anısına “Camilo” adını verdiği gözbebeği- burada kah Piramid Cafe’de, kah Beyoğlu sokaklarında bizimle beraber zaman geçiriyor. Bu gerçekten güzel bir onur. Bizler için, ülkemiz için, sanat ve siyaset ortamımız için. “Bunun değerini Camilo ayrılınca anlayacağız” demiyorum, çünkü bunu her an içimizde hissediyoruz.


KOLAY MI CHE’NİN OĞLU OLMAK!
Evet, doğruyu söylemek gerekirse, “Che’nin oğlu olmak zor be kardeşim!”. Nazım’dan yardım istiyorum, güzel dizeler yazardı bu konu hakkında! Zaten Camilo da gelir gelmez Nazım’ı sordu, “babam ondan alıntılar yapardı” dedi gururla. Ama Küba’nın bu çok özel insanı, durumu donanımıyla, bilgisiyle, kültürüyle, bilgeliğiyle rahatça idare etmeyi biliyor! Onunla oluşturduğumuz dostluğun, Guevara ailesinin tarihinde güzel bir yer edineceğine inanıyorum. Camilo’nun 10 yıl boyunca askıya aldığı rüyasının Türkiye’de gerçekleştiğini, eminim torunları da uzun uzun konuşacaklar.
Küba dünyanın sürekli ilgi odağı kalmayı başaran bir merkez ada! Dünya merkezi, fazla değil! Adayı bekleyen değişim rüzgarının hafif hafif de olsa başladığını hepimiz biliyoruz. Herkeste gizliden bir telaş var, “adaya fazla bozulmadan”, Starbucks ve Mc Donald’s saldırısına uğramadan gitmek... THY de direkt seferlerine başlamak üzere olduğuna göre, kim tutar sizi!


19 Ekim 2016 Çarşamba

FENERBAHÇE’NİN SANCILI GÜNLERİ VE ÇIKIŞ YOLLARI | BEDRİ BAYKAM



Fenerbahçe’nin başı ağrıyor. Vücudu gövdesi sancılı. Söylenecek şeyler bir kitap doldurur. Biz burada ancak bir makaleye sığacak kadarını gündeme getirebileceğiz.

Herkes şu anda Fenerbahçe hakkında teşhis-tedavi, sorun-çözüm diye ahkam kesiyor. Ben de bu kulübü 1960 yılından beri tüm hücrelerimle takip ettiğim için, bu zor günlerde iki laf etmem lazım diye düşündüm.

Gerçekleştirdiği büyük tesisleşmenin ardından 3 Temmuz kumpas sürecindeki direnci ve kararlılığıyla Türkiye’ye yön vermeyi başarmış büyük bir Başkanın, Fenerbahçe tarihinde unutulmaz bir yere geçiş yaptığı da ortada. Başkanın yirmi yıla yakın süren ve genel anlamda üstün sportif başarılarla dolu görevini Yargıtay beraat onayından sonra bırakmaya karar verdiğini kamu oyuna açıklamış olduğu uzun bir süreçten geçiyoruz. Bu yurt içi ve yurt dışı başarılara karşın, daha geniş anlamda dönemsel bir Fenerbahçe analizi veya özeleştirisi yapmak için bu fırsatı kullanmak önemli. Yoksa kronikleşme temayülü gösteren bazı hatalardan kurtulmak mümkün olmaz. Bu sorunlar, günlük maç aldı-verdi, az gol attı çok gol attı tartışmalarının tamamen dışında değerlendirmeler.



BÜYÜK BAŞKANLAR BİLE, YILDIZ FUTBOLCU VE HOCALARIYLA ANILIR

Fenerbahçe bir spor kulübü ve kabul edelim her şeyden önce A takımının performansıyla futbolda anılıyor. Gerek Türkiye’de futbol başladığından beri aldığı kupalarla gerek 1950’lerin sonunda Türkiye ligi başka bir formatta başladıktan sonra oluşan ebedi puan cetvelindeki açık ara birinciliğiyle Türk futbolunun baş lokomotifi. Hemen bir soru eklemek istiyorum: Fenerbahçe deyince herkesin aklına ne gelir? Benim aklıma Lefter gelir hatta ondan önce Zeki Rıza sporel gelir, Can Bartu gelir Şeref Has gelir, Ogün Altıparmak gelir, Sasu, Serkan, Cemil, Rıdvan, Osman, Ostoyiç gelir. Ziya, Oğuz, Schumacher gelir. Van Hooijdonk, Alex, Rüştü gelir. Daha onca isim sayarız. Aklımıza futbolcular gelir, yöneticiler gelmez. Yöneticilere, başkan saygı duyulur ama onlar bir kulübün simgesi, bayrağı olmaya çalışmazlar. Simge olacak sporcuları yetiştirirler, seçerler, transfer ederler, onların elde ettiği başarılarla gurur duyarlar. Süleyman Seba bile o dönemdeki oturmuş kadrosu, yıldızları ve şampiyonluklarıyla anılır. Fenerbahçe’de de Faruk Ilgaz, Ali Şen ve Aziz Yıldırım için beklenen budur. Yoksa Fenerbahçe deyince akla üç başkan ve yedi yönetici gelecekse, o takımın halkla ilişkisi kopmaya başlar. Çünkü sokaktaki çocuğu başkan veya yönetici ile hareketlendiremezsiniz, evin içinde vazoyu veya pencereyi kıracak şekilde şut attıramazsınız, forma satın aldırmak için babasının bacağına yapıştıramazsınız. Fenerbahçe’de şuanda heyecan yaratacak simge bir futbolcu yok! Hiçbir dönemde olmayan birşey bu... Yanlış anlamayın Volkan Demirel veya Mehmet Topal var ama onlar oynadıkları pozisyon nedeniyle golcü simge olamazlar. En son unutulmaz ismimiz Alex oldu. Bir de savaşçı futbolcu rolü önemlidir taraftarlar için... Mesela Basri Dirimlili, Serkan Acar, Nezihi, Ümit Özat, Emre Belözoğlu gibi mağlup olmayı kabul etmeyen savaşçı cengaverler. Maalesef son dönemlerde bu futbolcu gruptan da pek eser kalmadı Fenerbahçe’de. Gökhan ve Caner ise hassas konular... Camianın bir kesiminde gidenlerin üstüne hemen çizik atıldığı için durumları pek gündeme gelmez. “Sen onun ne dediğini, ne  yaptığını biliyor musun?” diye sorular sorulur, kılıçlar çekilir.  Özellikle çocuklar, gençler, taraftarlar bu konularla ilgilenmezler “gönlümde taht kuran bu isimler neden rakip takıma gittiler?” diye hesap sorarlar. Sonuç şudur ki, ülkenin en iyi bekleri artık rakipte görev yapıyor... Ha, bir sonuç daha var: Fenerbahçe, şu anda kimi pahalı ve ünlü futbolcuların oynadığı toplama bir takım olarak görünmektedir. Ne oynanan futbolun, ne oyuncu diyaloglarının oturmuş bir takım görüntüsüyle alakası yoktur.

Orası hassas bir alandır. Harcanan milyonlarca doların dışında bir sihirli bölgedir. Doğru yönetilirse, kendisinden on kat pahalı takımları da alt edebilir.



ARTIK ROBOTLAR OYNASIN İNSAN YERİNE, ÜZÜLMEYELİM!

Bakın ben futbolcuları gözümde büyütmeyi çocukluğumdan beri çok severim. Can, Ogün, Sasu, Revivo, Rapaiç, Van Hooijdonk, Alex gibi yıldızlarla gönül bağlarım vardır. Şu anda takımda böyle bir bağ kurabildiğim hiçbir oyuncu yok. Hatta daha ağırını söyleyeyim mi? Böyle bir futbolcu olacak olsa, artık bu duyguya maniyi olurum “aman aman kimseyi sevmeyim” derim. Çünkü nasıl olsa yakında satılır veya kaçar veya istenmeyen adam ilan edilir. Mesela 70’lerdeki Brezilyalı efsane Didi kadar yeni teknik direktörlerimizi sevdiğimi düşünün,  ben ne yapacağım? Her yıl sonu geldiğinde “bak bu isim meğer ne kadar değersiz bir adammış” mı diyeceğim? Allah korusun, her an depresyonda yaşamam lazım. Sırayla Fenerbahçe’den koparılan futbolculara baktığımda aklıma şu öneri geliyor: futbolcular yerine robotlar alalım, robotlar oynasın. Sonra daha üst model imal edilirse de değiştiririz cep telefonu gibi... Çünkü aksi takdirde sürekli olarak kötü insanlığı da tescil edilen, taptığımız eski futbolcuların kan gölünün ortasında yaşayacağız! Buna ne kalp dayanır, ne de sinir. Bugünkü siyasi deyimlerle konuşalım: birini çok seviyorsunuz sonra öğreniyorsunuz ki meğer o da Fetocuymuş! İnanın hiçbir farkı yok. Bugün sırtınıza adını yazdırdınız futbolcu ertesi gün “hain” ilan edildiği zaman, siz de artık o formanızla “hainin destekçisi” haline geliyorsunuz! Stadda kötü yan bakışların odağısınız! Ve maalesef bunun sonu yok...



2. SINIF YABANCILARA TESLİM EDİLEN FUTBOL TAKIMI

Mesela siz şu anda ki Hollandalı teknik direktör Advocaat’ı çok sevip onunla gönül bağı kuracak bir taraftar düşünebiliyor musunuz?  Hiç merak etmeyin o da düşünmüyor zaten!  Uzaktan yakından Fenerbahçe ile para bağı dışında bir ilişki kurduğuna kimse beni inandıramaz! Yine abartılı bir zamanlama hatası ile eski hoca yollandıktan sonra başka yabancı isme yönelinerek malum hata tekrarlandı. Televizyon seyreden emekli bir hoca apar topar Türkiye getirildi, geldiğinden beri de suçu futbolculara atıyor. Bu da yetmiyor, arada her sıkıldığında “dişçime gidiyorum, parkta dinlenmeye gidiyorum, evin musluğunu tamire  gidiyorum” filan diye kaçıyor! Aynen kimin gibi biliyor musunuz? Kendi vatandaşı Hiddink gibi! O da aynen Advocaat gibi her sıkıldığında milli takım futbolcularını seyretmeye gideceğine hemen Hollanda’da evine dönüp keyif sürer, her ay başı tıkırtıkır yatırılan maaşlarını afiyetle yerdi! Kimse şaşırmasın, Hiddink ne kadar başarılı olduysa Advocaat da onun kadar başarılı olur! Pek yakında kovulabilir, ligi beşinci bitirebilir, bir sabah ansızın bahçesine dönebilir... Allah rızası için ne bekliyordunuz? Gelip Türkiye’yi, siyasetini, trafiğini, kebabını, kimin kimi olduğunu bilmediği bir ortamda, kendi seçemediği oyunculara birden alışıp, üç günde rakiplerini hiç tanımadığı ve ancak bir-iki hafta öncesinde getirildiği bir ligde mucizeler mi yaratacaktı? Buna inanan var mı? Benim Fenerbahçe’de başarılı bulduğum ve kalmasını istediğim her Hoca da apar topar kovuldu. Mustafa Denizli, Zico, Ersun Yanal gibi isimlerle de yollar ayrılıverdi. Halbuki takıma ruh veren hocalardı onlar, bunu herkes biliyor. Zico yabancıydı ama Brezilyalı oyuncularla suda balıklar gibi anlaşıyordu ve o takım ruhuyla oturmuştu. Şimdi bu ayrılan diğer hocalar hakkında da sürekli bir “iç bilgiler” trafiği oluşabilir. Ama dediğimiz gibi, bunlar gençleri, halkı ikna etmiyor.



SPORTİF DİREKTÖR DENGESİZLİKLERİ!

Fenerbahçe yöneticileri nedense bu sportif  direktör sıfatını çok sevdiklerini iddia ediyorlar ama gerçeklerle bu durum örtüşmüyor. Mesela Aykut Kocaman, Daum dönemindeki sportif direktörlüğünden teknik direktörlüğe geçiş yaptığında, o makam sanki birden lağvedildi. Fenerbahçe bir kurum olarak o mevkiiye inansa, Kocaman’ın boşalttığı o koltuğa, mesela Cem Pamiroğlu veya benzer bir ismi oturturdu. Eğer sportif direktörlüğe gerek varsa, her zaman vardır. Bu yapılan Kocaman’a da bir iyilik değildi. Belki iyi bir sportif direktör, Kocaman-Alex  krizini başka türlü yöntemlerle çözüp bu ağır fay hattının Fenerbahçe camiası içinde açılmasına izin vermezdi.

Geçen sene yaşanan Pereira krizi de tek başına gelmedi. Hatırlayacaksınız, o teknik direktörle beraber Terraneo isimli sözde çok önemli bir adam getirildi ve Fenerbahçe transatlantiği ona emanet edildi.  Biz de merak ettik, bu adamın hangi Türkiye ligi veya sosyoloji bilgisine güvenilerek anahtarları ona verdik?? Bu sorunun yanıtının sağlıklı gelmesi mümkün değildi. Gelir gelmez hatalar başladı. Takıma ruhunu veren ve mağlubiyeti reddeder diye nitelediğimiz her oyuncuyu kovdu! Mesela Egemen, Bekir, Emre, Webo! (Takımın simgelerinden Semih de, onlardan iki yıl önce kovulmuştu, bir başka itici güç Kuyt ise bir yıl önce ülkeden tedirgin olarak kendi ayrıldı). Bu kıyımlardan sonra adam boşa kürek çekmeye başladı, on ay sonra da boş yere maaş aldığı ortaya çıkınca da postalandı. Kabahat Terraneo’da mı? Ne bekliyordunuz kendisinden? Hangi sürrealist başarıya imza atacaktı? Benden ne kadar Çin Gümrük ve Tekel bakanı veya sizden ne kadar Yeni Delhi Belediye Başkanı olursa Terraneo’dan da o kadar Fenerbahçe sportif direktörü olacağı malumdu! Ama nedense bu görülemedi...

Geçen yıllarda bu sportif direktör dengesizliklerinin daha büyük çapta bir hatası, Fenerbahçe’nin başına bir CEO getirilmesiyle gerçekleşti. Önce çok “modern” bir özlemle “artık her karar CEO’dan geçiyor” dendi, bu mevkiiye 2012’de Hakkı Hasan Yılmaz getirildi. Fakat aradan iki yıl geçmeden o da azledildi. Türkiye ortamında Fenerbahçe’nin başkanı ve yönetim kurulu ortada dururken her kararın bir CEO tarafından alınabileceği yine çok iyi niyetli ama gerçek ötesi proje gibi gelmişti bana! Aslında iki yıl uzun bile sürdü diyebilirim. Türkiye gerçeklerinde, CEO’nun bir kulübü yönetmesi mümkün değildir.



YILMAZ VURAL VEYA RIDVAN DİLMEN VEYA ŞENOL ÇORLU...

Pereira takımdan uzaklaştırıldıktan sonra yeni isim aranırken ben Yılmaz Vural’ı önerdim. Sayın Başkan ve yöneticilere bu görüşü iletenler arasındaydım. Diyebilirsiniz ki Yılmaz Vural ne yapabilirdi? Emin olun o Hollandalı hocadan daha kötüsünü yapamazdı! Üstelik Türkiye ligini, rakiplerini, rakiplerin hocaların ne yediklerini, ne içtiklerini ezbere bilen bir insandı o. Boş zamanında gideceği yer yine Samandıra olacaktı, Hollanda değil... Herkese şans verilebilirken, Terraneolar, Pereira’lar baştacı edilirken Bir Türk’e güvenmemek nedendi? Ya da bu isim Fenerbahçe'nin eski bir futbolcusu olabilirdi. Mesela altyapı hocalarından Şenol Çorlu. Beynine, kişiliğine ve her zerresine güvendiğim büyük bir Fenerbahçeli. Ya da mesela geçmişte neredeyse takımın başında iki ay bile kalamamış olan Rıdvan Dilmen. Kimsenin onun futbol dehasından şüphesi yok! Türkiye’yi sevmeyen ve buralara sömürge gibi bakan, salt paraya koşan adamlara prim verip, iki gün sonra UEFA önünde mahkemelik olmaya değmezdi bence. Yabancı mı istiyorsunuz illa? O zaman getirin Obradoviç’in futboldaki dengini... İster Mourinho, ister Arsene Wenger. AMA, bir şartla: en az 5 yıl takımı emanet etme kararlılığıyla. Aynı yıl şampiyonluk beklemeden.



STOCH

Bu kadar laftan sonra niye bir futbolcudan bahsediyor diyeceksiniz! Şu açıdan bakıyorum: elinizdeki malzemeyi iyi kullanamazsınız evinizdeki un, şeker ve kestane püresinden de pasta yapamazsınız. Şu anda Fenerbahçe’nin elinde bir Alex, bir Anelka, bir Aziz Pierre, bir Revivo yok. Bir Oğuz, Ziya veya Baroni bile yok. Şu anda bence Fenerbahçe’nin en iyi futbolcusu, kiradan dönen, takıma hep yedek giren Slovak oyuncu Miroslav Stoch. Tartışmasız takımın en iyi şutörü, en iyi ver-kaç yapmayı bileni, ayağına en çok top yakışanı... Stoch, üst üste iki senedir takımda kalmak isterken hep kiraya verildi, ailenin dışlanan üvey kardeşi gibi hissetti kendisini. Halbuki onun gibi sorumluluk almayı bilen oyuncular takım da sürekli oynayacaklarını bilseler çok daha iyi sonuç verirler, risk alıp şut atarlar, adam eksiltirler, çilingir gibi çözüm ararlar. Çünkü kapasiteleri ve kumaşları buna müsaittir. Kumaşı ince basma veya suni deri olan oyunculardan zorla yeni Alexler, Messiler, Rapaicler, Ronaldolar, Aureliolar, Stochlar çıkaramazsınız! Fenerbahçe’de  takımı ben kursam, en baştan dört kişiyi yazarım: Volkan Demirel, Kjaer, Mehmet Topal ve Stoch. Bu isimlere belki Volkan Şen’i ekleyebilirim, hepsi bu. Bunun ardından gün ve maçın gereklerine göre diğer bekleyen isimleri yerleştiririm. Hatanın neresinden dönseniz kardır. Çok para verildi diye, çok meşhur diye bir adam zorla takıma alınmaz. Bu oyuncunun ismi isterse Van Persie olsun fark etmez! Fenerbahçe bu hatayı Guiza ile tüm ikazlarımıza rağmen yaptı ve bedelini 2-3 yıl 10 kişi oynayarak ödedi. Şimdi zorla Van Persie’den bir Van Hooijdonk ve Alex karışımı çıkarılmaya çalışılıyor boş yere! Bunlar beyhude çabalar. Bunun yerine elinde olanlara bakacaksın, onlara da salt futbol bilgisi ile bakacaksın, önyargılarınla değil. Stoch bu takımın 4-5 değişmez oyuncusundan biri olmalı ve açık çekle serbest oynatılmalıdır. Bu takımı ancak onun gibi beyni ve ayağını paralel kullanabilen ve her yerden gol atabilecek yıldız adayları sırtlayabilir. Stoch şu anda nasıl oynatılıyor? Testiler kırıldıktan sonra, 10 dakika kala kurtarıcı rolüyle “hadi bakalım ne işe yaradığını görelim, çok iddialıydın ya” şeklinde kendisinden gol beklenerek oyuna sokuluyor ve bu tavır ne Stoch’a ne de Fenerbahçe’ye yarıyor! Serbest bir Stoch, forvet arkası sorumluluk alarak şaşırtıcı şutlarla sezon başındaki gibi her an yine golleri sıralayabilir. İyi bir antrenör, ondaki cevheri görür ve “hata yapmaktan korkma, arkandayım. Her maç forma senin, çık zevkle işini yap!” der! 30 milyon Euro’yu sokağa atacak alternatif çok! Mühim olan, elindeki cevheri görebilmektir. Somut söyleyeyim: Kimsenin ne oynadığını bir türlü anlayamadığı Josef de Souza’ya tanınan şans, Stoch’a tanınsaydı, Fenerbahçe liderini teoride menajer masalarında aramaya mecbur kalmazdı! Ya da olumlu örnekten gidelim: Nasıl hangi maç olursa olsun, Kuyt sürekli ilk 11 deydi, aynı güven ve şansın Stoch’a tanınması halinde, bir çok insanı şaşırtacak sonuçlar ortaya çıkabilir. Üstelik Stoch’un seyirci kredisi ve sevgisini düşündüğünüzde bu alternatifin ne kadar önünün açık olduğunu görürsünüz. Özetle Stoch’ta, ne ekerseniz onu biçersiniz. Şu anda olduğu gibi belirsizlik, küçümseme, güvensizlik aşısı ve kulüpten atma tehdidi yaparsanız, onu felç edip ayağını birbirine dolaştırır ve nal toplarsınız. Şayet tam tersine, ona burada sonsuz açık çek, dostluk ve güven verirseniz, karşılığını müstesna bir futbolcuya erişerek alırsınız. Tabii bu sonucu alabilmek için, futbolu ve ne yaptığını bilmek lazımdır. İsteyen deneyebilir.



SONUÇ:

Fenerbahçe, bu krizi ancak köklerine ve sevgi ortamına dönerek aşabilir. Takımın ve camianın şu anda ihtiyacı olan şampiyonluk kupasından çok dayanışma, pozitif-güler yüzlü tutum ve sinerji yaratma arzusudur. Fenerbahçe’nin kendisiyle, geçmişiyle, büyük rakipleriyle, toplumla barışması, kucaklaşması lazımdır. Hangi futbolcuların son dört-beş yılda hangi hatalarla yollandığını tekrar gözden geçirip, ciddi bir özeleştiri yapmaya mecburdur Fenerbahçe. Uzaklaştırmalarda kamu oyu önünde konuşulan gerekçelerin neden kimseyi tatmin etmediğini anlamalıdır. Fenerbahçe bu kavgacı, kendi kendini yiyip bitiren tavırdan uzaklaşmalıdır.

Dün Advocaat’la devamı için kararı alan Fenerbahçe yönetimine hayırlı olsun. Fenerbahçe’yi seven her ne şart altında olursa olsun takımının başarısını ister. Ama şu hiç bir zaman unutulmasın,  konunun her şeyden önce galibiyet ve başarı arayışı değil, camia içi ateşkes ve koşulsuz barış arzusu olmalıdır. Herhangi bir başarı geldiğinde de derhal o başarıya ulaşanlar kutlanmalı, “Fenerbahçe’de hiçbir başarı cezasız kalmaz” sözleri tarihe gömülmelidir. Başarılı futbolcuya, hocaya “bizim paralı çalışanımız, elbette gol atacak, elbette şampiyon yapacak, işi bu” şeklinde bakmak, futbolun keyfini de, ruhunu da, inancını da yok eden bir tavırdır. Bu sözler, ancak taraftar kaçırır!

Başta söylediğimi, sonda da vurgulamak istiyorum: Futbolu futbol yapan, unutulmaz kılan, efsanesini yaratan, unutulmaz anlar, anekdotlar ve gollerdir. Takımı bilardo gibi oynatan hocalar, en estetik golleri, en beklenmedik anlarda atan yıldızlardır. 0-3’ten maçları çeviren hocalar, golcüler veya sürpriz isimlerdir. Futbol yöneticilerle ve onların başarılarıyla anımsanmaz, iyi yöneticiler de zaten bunu istemezler... Fenerbahçe yönetimi, hepimize gurur veren şekilde 3 Temmuz süreci yıllarından alnının akıyla ve başarıyla çıkmıştır. Buna sayısız Fenerbahçeli olarak doğrudan fiili destek verdik. Şimdi ise vakit, futbolun temel gerçeklerini ve değerlerini hatırlama vaktidir. Özeleştiri yapmayı başaramayan yapılar, ağır bedeller öder. Fenerbahçe köklerine, insana, iç ve dış barışa, dayanışma hatlarına kayıtsız şartsız dönmeye mecburdur. Bu konu bir taraftar olarak, her maçını kazanmasını can-ı gönülden istediğim takımımın ligde kaçıncı sıraya tırmandığından bile daha önemli bir konudur.                                                                                                                                                                                                                              

13 Ekim 2016 Perşembe

TÜRKİYE’NİN DİKTATÖR BAĞIMLILIĞI... | BEDRİ BAYKAM | 12.10.2016


FAŞİZME ALIŞMA SÜRECİNİN ADI: “DEMOKRASİ”
Açın gözlerinizi. Bu bir tespit yazısı. Söz veriyorum bu makale canınızı acıtmayacak. Çünkü alışmışsınız artık. “Alışmış kudurmuştan beterdir” derler. Tersi de doğrudur. En kudurulması gereken yerde, alışmış, tatlı bir öğleden sonra uykusuna dalmaya hazırdır. Siz en akıl almaz ortamda, cam fanusun içinde sinirleriniz alınmış bir şekilde, yaşamınızın akıp gidişini seyrediyorsunuz. Hem de çoğu zaman memnuniyetle, en basit dünyevi zevklere kendinizi kaptırıp hiçbir şey olmamış gibi tatlı rüyalara dalıyorsunuz... Somonlu bir tagliatelle’ye sığınmaya veya 2. sınıf bir ligin, 2. sınıf gollerine fit olmaya hazırsınız. Çünkü ne dedik? Artık alışmışsınız. 1984’te kara bir kabus gecesinde, sizi yatağınızdan düşürüp hastanelik edebilecek olan senaryolar, şimdi sizi gerçek yaşamda esir alan karanlıkların ta kendisi.


Geçen hafta sonu konu tekrar futbol üzerinden gündemimize girdi. Artık siz yeni demokrasinin uşağı olmuş vatandaş müsveddesinden ibaret bir konuma itiliyorsunuz. Buna “hayır efendim!” deme şansınızın olmadığını da biliyorsunuz. Hatta açık konuşursak, bu duruma sığınıp, kabullenip “Tanrım sen bizi beter günlerden sakla” dediğinizi de kaç kere duydum. Yanı başınızdaydım, n’apim, yalan mı söyleyeyim?


Alın size yaşadığınız ve bir türlü tam kabullenemediğiniz durumunuzla ilgili bir şey daha söyleyeyim: Barbey d’Aurevilly, 19. yüzyılda yaşamış Fransız bir romancı, şair ve gazeteci. Kendi siyasi fikirleri ve iniş çıkışları tartışılır. Cumhuriyetcilik’ten Monarşik ve Katolik eğilimlere uzanan, özel hayatı da alabildiğine çalkantılı bir isim. Ama demokrasi üzerine ettiği bir laf, bizim ülke için biçilmiş kaftan: “Demokrasi, modern dünyanın kuralı gibi durur. Halbuki olsa olsa cezasıdır.” Ne bir kelime eksik, ne de fazla: 21. yüzyıla ayak bastığımızdan beri, ülkemizde demokrasiyi anlam olarak taşıdığımız nokta işte orası: Kocaman bir ceza! Bizler demokrasiyi böyle içselleştirmeyi tercih ettik!


DİKTATÖRÜN DAVRANIŞ SENDROMLARI
Dört bir yanımız, diktatörlerle çevrili! Yıllardır siyasetimiz, iktidarımız, sol partilerimiz, futbol takımlarımız, camileriniz, cemaat yuvalarımız, evlerimiz bize tek başına doğru yolu gösteren ve haddimizi her gün bildiren diktatörlerle kuşatılmış durumda. Onlar her gün bağırıyor, çağırıyor, kafa koparıp kan akıtmak, ekip değiştirmek, taze suçlular üretmek, topluma keyifle bu müdahalelerin nedenini anlatmak ve “Türkiye Cemaati-Cumhuriyeti” adına ne derseniz deyin, ülkenin tüm insanları önünde topluma açılan pencere olan televizyonlar üstünden topluma keyifle bu müdahalelerin nedenini anlatmanın zevkine kendilerini kaptırıyorlar. “Yok edilen” isim bakan, başbakan, futbolcu, yönetici, milletvekili, bürokrat, asker, antrenör, masör veya sekreter olabilir, hiç fark etmez. Her gün birbirini iptal eden çelişkili ve iddialı demeçler verip gündem yaratırlar. Ardından, aynı hırs ve kavga tonuyla, bu çelişki yumağını umursamazca izaha girişirler. Bunu uygularken de çeşitli eklem ve bağlam vurguları, teatral ses tonları, ikna etmekten uzak şekilde fırlayan gözleri ile şovlarını sürdürürler. Ortak noktaları, etrafta düşman arayıp bulmak, bulamazlarsa “saygısızlık yaptığına inandıkları” insanlar yaratıp onları teşhir ederek üzerlerine yürümek! Belirli aralıklarla ve adette kafa uçuramazlarsa, doyumsuzluktan dengelerini kaybedecekleri için, bu konuda taviz vermeden kıyamlarına devam ederler. Tavırları, toplumdan cılız da olsa tepkiler geldiğinde, bundan zevk almaktır. Orada da mantık şudur: “Ben herkesin yaptığının tersini yaparım, herkesin düşündüğünden daha iyi düşünürüm. Ben çok çok özelim. Hepiniz adına ve hepinizden daha iyi düşünürüm”. Kendilerine tepki verme cüretini gösterenler, hemen hedef olurlar ve bu sefer başka insanlardan onların kafalarını koparmaları başka tehditler eşliğinde talep edilir. Böylece sipariş vererek de, diktatör emellerine başka ek dallar ve erişimler yaratarak yan kollar üstünden ulaşır. Gerekirse bu toplumun tarihine geçen meşhur, gerçekçi, kocaman yalanlarla süslenmiş kumpasları, muhteşem karanlıkta piyesler olarak tezgahlayıp sahte gazeteciler üzerinden virüs gibi topluma yaymaya da girişirler... Emir demiri keser, veren Başkan da olsa, Reis de olsa, İmam da olsa... Yobaz veya ırkçı terör şebekelerimiz bile yıllarca diktatörlerden beslenmiştir.


DİKTATÖR BAĞIMLILARI VE SOFT ELEŞTİRMENLERİ
İnsanlar ise, ister Türkiye’nin genelinde, ister adı geçen kurumlarda olsun, ikiye ayrılmış durumda: Diktatörlerden pasifçe şikayet edenler ile diktatörlere severek ve isteyerek boyun eğenler.
Sonuncu grup, bu toprakların feodal ve bir sultana, bir cemaat liderine, ırkçı bir yobaz-terörist başına kul olmaya kararlı yapısının doğrudan devamı olarak belirir. Gizli veya açık olarak yaşanan kolektif korku ve paranoyaların sonucunda, şımarıklığa ve güce boyun eğmeye meyilli olan kitleler, biraz da o meşhur “Stockholm sendromu” sayesinde olsa gerek, diktatörün yarattığı o bunaltıcı ortama biraz Fin saunasına girer gibi kendi arzularıyla terlemek için giriyorlar.. Bu “başa gelen çekilir”den çok, “ben aslında burada havasız kalmaya bayılıyorum” gibisinden bir kendini ikna etme sürecinin sonucu! Bu arada sözünü ettiğimiz toplumun ait olduğu mahallelerin sosyo-ekonomik fraksiyonuna göre gelir ve eğitim seviyesi indikçe, güce bağımlılık aşırı dozlarda artıyor; gelir ve eğitim seviyesi çok artınca da, bu sefer konumundaki süper avantajları kaybetmek istemeyenler için güçten korku nedeniyle biat ve de üstüne yağcılık ve sahte işbirlikleri tavan yapıyor. Herkes diktatöre reveransını yapmak üzere kuyruğa giriyor. Yani kendini diktatöre ait kul görmekten zevk alanlarla, o ülke, o kulüp, o sektör veya o ırk-din-cemaat kesiminde diktatörden korkan en imtiyazlıların kaderi ve destekledikleri şahıs kesişiyor. Bu bir çıkar kesişmesi ve ne ilginç ki en uzak ekonomik birimler, her alanda bir araya gelebiliyorlar. Kim daha suçlu, tartışılır! Bence tabii ki en az eğitimli kesim daha az suçlu! Çünkü onların pek bir şansları olamadan ağa takılıp kalıyorlar! Böylece tek kişinin, milyonlara kafasına estiği gibi ayar vermeye kalkışması, rahatça yaşama geçebiliyor. Burada manipülasyon sanatının da hakkını yemeyin derim!
Diktatörün kapsama alanı, mesleği ve sıfatı ne olursa olsun, içi rahat oluyor. Çünkü kimsenin “Kral Çıplak!” deme cesareti yok. Tam tersine, herkes çeşitli şehir efsaneleri ve diktatöre haklı gerekçeler uydurarak duruma açıklama getirmeye çalışıyor. Diktatör, bu arada binlerce kişiye ağıza alınmayacak laflar edebilir, milyonlara hakaret edebilir, televizyonlarda, insanı kahkahadan öldürecek lanet okumalara dualar eşliğinde girişebilir. Beklentisi ise bu kitlelerin bu sözlerden mazoşist bir zevk alması, hatta kendisine teşekkür etmeleridir (!).. Demek ki alt ve en üst kategoriler, diktatörün en iyi kontrol altında tuttuğu alanlardır. Ortalara göz atarsak da, bu sefer onların verdiği tepkilerin en delikanlıyla, en pasif arasında gidip geldiğini görürüz. Burada da yöntem önce tedirgin etme sonra şiddet, tehdit, uzaklaştırma ve ağır had bildirmeye kadar gidecek bir karşı koyuşla diktatörün kendi alanını koruma altına alması olabilmektedir. Diktatör, gücü “yasal” olarak elinde tuttuğu gibi, sağlı sollu paralel “sahte-yasal” dalışlarla da emeline ulaşmaya çalışabilir.


ESİR ALINMIŞ TOPLUM PARÇACIKLARI
Türkiye’de diktatörlerin görev ömürleri her alanda uzun oluyor. Çünkü güç kullanımı karşıtları elimine etmek üzere kurulu. İktidar elde olduğuna göre “persona non grata”lar, yani istenmeyen insanlar listesi oluşturmak her zaman kolay oluyor. Bu nedenle, bu riski alıp öğütülme tehlikesiyle karşı karşıya kalmak yerine, insanlar, her şey normal gidiyormuş gibi bir rutine kendilerini bağlamayı tercih ediyorlar. “Demokrasi” kelimesinin zaten her anlama gelen bir maymuncuk haline dönüştüğü bu yozlaşmış ortamlarda herkes kendini en iyi ve en kıdemli demokrasi şampiyonu ilan etmeye hazır. En başta da diktatörümüz tabii... Dolayısıyla bu 21. yüzyılın ortaçağ oyununun ortasında, herkes Noel baba şapkasıyla demokrasicilik oynamaya girişebilir. İmam da, ona hizmet etmeyi görev edinmiş gazeteci bozması da, kurum yöneticisi de, politikacılığı çıkarcılık Monopoly’sine dönüştürmüş vekil de... Herkes sahte gülücüklerle bu ucuz vasat altı makyajın aktığı ortamın prangalarına çaktırmadan boyun eğip, diktatörü fazla kızdırmadan şu yaşam sürecinin geçip gitmesini bekler hale gelebilir. Yani gerçek şudur ki, yeni kuşaklar ve kurumlar hiç de korunmalı bir ortamda değildirler. Güç istismarı, onların iliğini kurutana kadar sürer gider...
Gelecek kuşaklar, bu dönemimize baktıklarında hiçbir zaman milyonlarca insanın hangi gerekçeyle bu oyuna teslim olduklarını, bırakın hesap sormayı, nasıl soru sormaktan veya konuşmaktan korkar hale geldiklerini, nasıl koca “okumuş, adam olmuş” aydın insanların tepkilerini bu derece yok edebildiklerini, boyun eğdiklerini anlamayacaklar. “Nasıl tepki vermemişler ki?” sorusunun yanıtı, aynen minyatür kare bıyıklı Alman’dan bugüne kadar hiç değişmeyen şekilde bir türlü gelemeyecek! Oynanan ağır çekim komedilere seyirci kalmayı, alet olmayı nasıl kabul ettiklerini torunlarına da izah edemeyecekler. Ne camide, ne stadda, ne parlamentoda, ne şehir meydanında, ne de kendi partilerinde...

Son paragrafımız, yine 19. Yüzyıldan, yine Barbey d’Aurevilly’den: “Zaten en çok hiç anlamadığımız şeyleri izah etmeye girişiriz. İnsan beyni, kendi cehaletinden intikam almak için ağır hatalara girişme yolunu seçer!” İşte bu özet, bu toplum fotoğrafının her zerresini izah ediyor! Aslında buna bir de ekleyebileceğimiz şu var: Birçok diktatörün kökeninde, kendi çocukluğunun intikamını alma hırsı vardır. Güce doyamama sendromunun kökeninde var olan bu olgudur. Anlamak isteyene!

10 Ekim 2016 Pazartesi

Camilo Guevara March 'TABU' @Piramid Sanat | 26 Ekim, Carsamba



October 26 Ekim – December 3 Aralık 2016 Açılış Opening: Wednesday, October 26 Ekim, Çarşamba 18.00 – 21.00 Kübalı sanatçı Camilo Guevara March, fotoğraf ve enstalasyonu birleştirdiği yeni sergisiyle Piramid Sanat’ta... Kadın bedeninin ve kimliğinin gizemini, fotoğraf ve enstalasyonun işbirliği ile karşımıza çıkaran TABÙ sergisi, tahmin edilenin ötesinde dikkat çekici bir sunumla karşımıza çıkıyor. Sanatçının yıllardır üstüne çalıştığı TABÙ projesinin ilk gösterimi Piramid Sanat’ta yapılıyor. İstanbul’da gerçekleşecek ilk sergiden sonra, birçok ülkede de durakları olacak. Sergi sırasında düzenlenecek panelde Camilo Guevara’yı daha yakından tanıma fırsatı bulacaksınız. 29 Ekim, Cumartesi |16.00-18.00 @Piramid Sanat Panelde simultane çeviri olacaktır. Sergi için ayrıca önsözünü Bedri Baykam’ın kaleme aldığı bir katalog da hazırlanıyor. Camilo Guevara March hakkında: Arjantinli devrimci Che Guevara’nın oğlu ve beş çocuğundan biri olan Camilo, 1962 yılında Havana’da doğdu. Adını, Küba Devrimi’nin Fidel Castro ve Che Guevara ile beraber, en önemli üç isminden biri olan ve Devrim’in gerçekleştiği 1959 yılında bir uçak kazasında ölen Camilo Cienfuegos’dan aldı. Avukatlık eğitimi alan Camilo Guevara, fotoğrafçılığa artarak özel bir ilgi duydu. Aralarında Avusturya, Arjantin, Dominik Cumhuriyeti, Küba ve İtalya’nın da bulunduğu 7 kişisel sergi açtı; 7 grup sergisine katıldı. Havana’da Che Merkezi’nin önde gelen yöneticilerinden biri. TABÙ, 3 Aralık Cumartesi gününe kadar Piramid Sanat’ta ziyaret edilebilir. ---------------------------------------------------- Cuban artist Camilo Guevara March will hold a solo show which combines photography and installation at the Piramid Sanat... TABÙ, which presents us the mystery of the female body and identity with photography and installation, appears in front of us with a remarkable presentation, far beyond the estimations. The TABÙ project, upon which the artist has worked for many years, will be shown for its world premiere in Istanbul. The exhibition will travel to several countries after this initial start. You will have the opportunity to become more acquainted with Camilo Guevara in the panel discussion, which is going to be held during the exhibition. October 29, Saturday 16:00-18:00 @Piramid Sanat The panel discussion will be translated simultaneously. Also, a catalogue prefaced by Bedri Baykam will be published on the occasion of the exhibition. About Camilo Guevara March: Camilo, who is one of the five children of the Argentinian revolutionary Che Guevara, was born in Havana, in 1962. He was named after Camilo Cienfuegos, who died in a plane crash the year of the Revolution and who was one of the three most important names of the Cuban Revolution alongside Fidel Castro and Che Guevara. Camilo Guevara studied law and took a special interest in photography. He opened seven solo exhibitions, some of which took place in Austria, Argentina, Dominican Republic, Cuba and Italy; he also attended seven group shows. He is one of the leading executives of the Che Center in Havana. TABÙ, can be visited in Piramid Sanat until 3rd of December.

6 Ekim 2016 Perşembe

BİR ELEŞTİRMENİN ÖLÜMÜ, BİR MÜZENİN DOĞUMU... | Bedri Baykam | 5 Ekim 2016


ORTAÇAĞ GÜNDEMİMİZİN AĞIR ZİNCİRLERİ...
İçine itildiğimiz gündem belli: alçak PKK saldırıları, şehitlerimiz, bunlara kılıflar uydurmaya çalışan beyni karışık ve kiralık entel karanlıklar, ırkçılığı “demokrasi mücadelesi”, hain katilleri “gerilla” diye pazarlamaya çalışan sözde ileri ülkeler, gazeteciler, FETÖ darbesini bastırmaya çalıştıklarını iddia ederken her türlü gülünçlüğe alet olan AKP kodamanları, hala dini ve yeni tarikatları bu iktidar sisteminin içine çekmeye çalışan ve 15 Temmuz’dan bile ders almayan aynı yapının milletvekilleri, onlara destek olma rekoru kıran bir MHP, Ağustos 2004’te Gülen yapısının tehlikeli varlığını deşifre eden MGK belgesini imzaladığını unutan ve miladı “17/25 Aralık” olarak saptadığını ısrarla açıklayan bir Cumhurbaşkanı, sonucun ne olacağı kestirilmeden birer rehine gibi Türkiye ve Avrupa arasında kavga ve baskı konusu olarak ortaya sürülen Suriyeli kardeşlerimizin dramı ve benden daha iyi bildiğiniz 1001 iç karartıcı durum...

Tüm bunlara rağmen, inatla ve ısrarla insan olduğumuzu, bu ortaçağ gündemlerine karşı dünyada sanatla kalıcı izler bırakma arzumuzun, yaşamaya ve yaşamdan haz almaya, evrensel dostluklar geliştirmeye kararlı olduğumuzu, bu dünyanın vasat altı politikacıların bir tutsağı haline gelmesini reddettiğimizi haykırmaya mecburuz...

KAYA ÖZSEZGİN’İN SADE VATANDAŞ OLARAK ÖLÜMÜ...
Ünlü eleştirmen Kaya Özsezgin’i, bu yıl 17 Ağustos’ta geçirdiği bir beyin kanaması sonucu kaybettik. Kaya Bey’in mütevaziliğine, beyefendiliğine, güler yüzüne, candanlığına atfen sade vatandaş olduğunu söylüyorum. Yoksa 1938 Diyarbakır doğumlu Kaya Özsezgin, ömrüne sayısız makale, kitap, konferans sığdırmış bir sanat düşünürü. Tek hedefi sanatı yüceltmek, yeni kuşaklara dünün ve bugünün sanatını, derin keyif alarak hissettirmek olan Özsezgin, o kaza sonucu yaşamını kaybetmese, senelere meydan okuyarak daha bir çok projede sanatçılar, halk ve sanat eserleri arasındaki köprü görevini üstlenmeye devam edecekti.
“Eleştirmen” denince akla hemen biraz “gıcıklık” ve eleştirilecek bir şeyler arayan sinirli uyumsuz biri gelebilir. Her ne kadar bazen bu havayı taşıyan isimler tanımış olsak da, bu önyargıdan kurtulmak lazım. Eleştirmenler ve çoğu zaman onlarla beraber ve paralel anılan sanat tarihçiler, aslında sanatı daha değerli, aranır ve anlaşılır kılmak isteyen toplumsal iletkenler. “Eleştiri” kelimesi hep negatif bir imaj yüklemesiyle gelir. Halbuki “eleştiri” çok olumlu da olabilir. Bir eleştirmenin yazısı, bir sanatçıyı dünyanın zirvesine de taşıyabilir. Sanat eleştirmeni, sanatı gündeme taşıyıp kendisi sübjektif bir kişilik olsa da o sanatçıyı objektif olarak değerlendirmeye çalışan kişidir.
Bugün Kaya Özsezgin’i Piramid Sanat’ta anmak için bir araya geleceğiz. Kızı Elvan Özsezgin, Ankaralı sanat tarihçi Kıymet Giray, sanatçı Barış Sarıbaş, kültür yayıncısı Zafer Bilgin ve ben 18:00-20:30 arasında Kaya Özsezgin’i kişiliği, anekdotları ve yapıtları ile ele alacağız ve ona içten bir selam yollayacağız. Sizi de bekliyoruz. Bu satırları okuduğunuzda, bugün hemen Taksim’e doğru yola çıkın, Feridiye Cad. No:25’deki Piramid Sanat’e gelin ve bu ortamı şahsen izleme fırsatı bulun. Bir kültür insanının izlerine bakın, kulak verin. Taksim’in, Tarlabaşı’na yakın limitinde ve Talimhane’nin bir sokak altındaki bu sanat merkezini keşfetmek sizi ayrıca da besleyebilir. Bağımsız, siyaset, eleştiri hakkı ve erotizmden korkmayan çağdaş bir ortamda bundan sonra yapılacak benzer tartışma ve buluşmalara da katılma imkanı elde edersiniz.

ELGİZ VE EVLİYAGİL MÜZELERİ’NİN BAŞARILARI
Kaya Özsezgin şayet vefat etmeseydi, büyük ihtimalle geçen hafta sonu Türkiye’de çağdaş sanat koleksiyonculuğunu Eczacıbaşı ile beraber ilk başlatanlardan olan Sevda ve Can Elgiz’in kurduğu Elgiz Müzesi’nin Midilli adasında belediyenin desteğiyle Mytilene Belediye Sanat Galerisi/Halim Bey Konağı’nda gerçekleştirdiği daimi koleksiyon sergisi Geçiş Çizgileri (in medias res)’nin gururunu yaşayacak; gerek Türk, gerek yabancı sanatçıların bir arada sunulduğu bu ortamın Türk koleksiyonculuğunun imajına nasıl bir katkı sağladığını görerek içi mutluluk dolacaktı. Yine Kaya Bey, önümüzdeki Cumartesi akşamını da evinde geçiremeyecek, bu sefer eski sevgilisi Ankara’ya gelip, büyük bir keyifle Müze Evliyagil’in açılışına katılıp orada Sarp Evliyagil’in çağdaş sanat koleksiyonunu gezecekti. Özgür, çağdaş sanatın devlet tarafından zerre kadar destek görmediği ülkemizde, genç bir işadamının nasıl kendi imkanlarını kullanarak bir müze oluşturduğunu şarabını keyifle yudumlayarak görüp, kendisini hararetle tebrik edecekti. Evliyagil ailesinin Ankara ticaret hayatı ve Cumhuriyet tarihine paralel giden yayıncılık serüveninin, 21. yüzyıl yeni boyutu olarak ortaya çıkışını kutlayacaktı. Çünkü Özsezgin, bu ülkede sanatın Atatürk ve İnönü dönemlerinden sonra “devlete rağmen” yapıldığını en iyi bilen insanlar arasındaydı. O nedenle Türkiye Cumhuriyeti’nin Atatürk’ün vefatından sonra tek bir modern ve çağdaş müze yapmadığını bilen bir sanat insanı olarak, bu bakir alanda işadamlarına düşen büyük sorumluluğunun bilincindeydi. Sonuçta ister Eczacıbaşı veya Koç aileleri, ister Demsa, Borusan veya Yapı Kredi’nin, İş Bankası’nın, Portakal Çiçeği sanat kolonisinin çabalarının ne kadar değerli olduğunu bilirdi. Devletin kendilerine hiç bir ilgi göstermediği yoz bir ortamda Elgiz’in her kuşaktan ünlü sanatçıların yanı sıra koleksiyonuna kattığı, Pınar Yolaçan, Burak Delier, Özlem Günyol, İhsan Oturmak gibi gençlerin bundan nasıl bir adrenalin kazandıklarını çok iyi bilir, onlarla görüşüp sohbetlere dalardı. Keza aynı şekilde Evliyagil’in sanat tarihine mal olmuş isimler dışında Esin Turan, Necla Rüzgar, Mehmet Ali Uysal, Burcu Perçin, Ali Şentürk, Hüseyin Arıcı gibi genç isimleri de koleksiyonuna dahil etmesini alkışlar, bu gençleri dinleyerek onların önerilerini kendi terazisinde tartma ve izlemeye almaya girişirdi... Şimdi


Bu yazıyı 5 Ekim 2016, saat 18.00’den sonra okuyan ve bu buluşmaya katılamayanlara gelince, sorun değil. Bu sevgili Kaya Bey’in aziz hatırası üzerinden size yolladığımız bir zarftı. Gerek Özsezgin’in kitaplarını okuyarak, gerek bundan sonra bu sanat faaliyetlerine hem aşkla, hem de “inadına” katılarak yobaz gündeme karşı sanatla direnmenin onuruna dahil olursunuz... Bu yaşam tek, ve şimdi! Sizin için, geleceğinizi ele almanız için, sanatla ve hak ettiğiniz güzelliklerle yaşamanız için...