29 Haziran 2016 Çarşamba
BONJUR! “YETMEZ AMA EVET”ÇİLER NİHAYET UYANMIŞ! | Bedri Baykam | 28.06.2016
Bugün çok fazla vaktinizi almayacağım. Konumuz, kendisine “aydın” adını yakıştıran ve toplumda medyanın önemli bir kısmı tarafından da böyle nitelenen bazı arkadaşların geçen hafta yayınladıkları bildiri: Neymiş? Efendim, aydınlardan ‘ihtar’ varmış! Erdoğan rejimi ve yandaşlarını uyarıyorlarmış! “Yetti artık-Erdoğan rejimine ihtar” başlıklı bir bildiri yayınlamışlar... Erdoğan ve rejimini uyarıyorlarmış. Bu ülke hiçbir zaman bu kadar emniyet sübapsız kalmamış. “Bizi bu kadar korkuttuğun için sen korkacaksın” cümlesini de slogan olarak öne çıkarmış bu “aydınlar”. Yani korktuklarını da bu şekilde itiraf etmişler. Bildirinin devamı malum AKP icraatlarının dökümü! Bir şikayet, bir şikayet!
Birazdan detaylarına da parmak basarız da, önceden hemen söyleyelim: Bu büyük ve tarihi tepkiyi verenler, meşhur “yetmez ama evet”çiler!
ATATÜRK TÜRKİYESİ’Nİ TANIMAYANLAR
Şikayetlerinin geneline bir göz attım da, hak, hukuk, Topçu Kışlası, Özgür Gündem olayı, “muhbirlik yapan öğrenci kılığındaki yaratıklar”, gazlar, coplar, turizm sorunları, basılan plakçılar, imam hatip yapılan liseler, ne ararsanız var da, bir tek şey yok: Ülkenin nasıl adım adım Atatürk’ün kurduğu Cumhuriyet’in rotasından ve felsefesinden uzaklaştırıldığı konusuna hiç girmemişler. Bugünkü iktidarın ana hesaplaşmasının kime karşı olduğunu ya anlayamamışlar ya da görmezden gelmeyi tercih etmişler!
Tabii ki herkes için konuşamam. Çünkü bir bildiriye imza atan HERKES, her konuda aynı şeyi düşünmez. Ama bir de “öne çıkan ve çıkarılan” isimler vardır. İster istemez, başı onlar çeker, bildirinin imajını onlar temsil eder. Burada da Baskın Oran, Lale Mansur, Hasan Cemal, Zeynep Tanbay, Şanar Yurdatapan, Perihan Mağden gibi isimlerden kapıyı açıyor haberi veren medya kuruluşları... Dolayısıyla yorum ve eleştirilerimi de bu eksen üzerinden yapacağım. Dolayısıyla bildiride imzası bulunan ama bu sivri isimlerden farklı bir geçmişi olanları tenzih ederek konuşuyorum (gerçi herkes, kimlerle aynı bildiriye imza attığını da bilmek durumundadır diye eklemeyi de gerekli bir hatırlatma olarak görüyorum). Esas gerekçe şu: Bu arkadaşlar için, Atatürk Türkiyesi’nin değerlerini görmek, algılamak, takdir etmek, değerini bilmek diye bir kavram yoktur. Cumhuriyeti ve henüz onları bir türlü mutlu edemeyen laik demokratik yapısını herhalde Danimarka veya Almanya’dan almış olduklarına inandıklarından, aslında bence şikayetlerini de doğrudan onlara yönlendirmeleri lazım. Çünkü Atatürk Türkiyesi ve tepe tepe ömür boyu kullandıkları nimetleri konusunda kendilerinde bir heyecan veya vefa işaretini gören olmamıştır.
KİMSEYİ DİNLEMEYEN ÇOK BİLMİŞLER SİZLER DEĞİL MİYDİNİZ?
İnsan gerçekten pes diyor: Yahu en son 2010 yılında o meşhur bahtsız referandumda tüm detaylı hukuki ve siyasi ikazlarımıza rağmen, koşa koşa tercihini Erdoğan’ın istediği köşeye, “yetmez ama evet” çığlıklarıyla iktidarın rotasından yapanlar siz değil miydiniz? Hepinize neredeyse resimli roman netliğinde “evet”i seçerseniz, “yeni Anayasa”nın nasıl AKP’yi tek güç statüsüne taşıyacağını, güçler ayrılığını yok edeceğini, yargı bağımsızlığını tarihe gömeceğini, Erdoğan’ı diktatörlüğe taşıyacağını” anlatmadık mı? Süheyl Batum’dan Barolar Birliği’ne, ülkenin en deneyimli Anayasa ve Yargıtay eski Başkanları’ndan aklı selim gazeteci ve aydınlara, CHP’den tüm direnen demokratik kitle örgütlerine kadar herkes size korkunç tehlikeyi anlatmadı mı? O günlerde en ukala tavırlarınızla bizleri her zamanki gibi küçümseyip, o savlara hiç yanıt veremeden tarafınızı RTE’den yana koyan siz değil miydiniz? Altından kalkılamayacak şekilde demokrasiye zarar vereceğinizi, en net kelimelerle anlatmadık mı size Ümit Zileli, Uğur Dündar, Yılmaz Özdil ve Mehmet Yılmaz gibi isimlerle beraber? Ama hiç umursamadınız. Mesela, hatırlıyorum, benimle bu konuda NTV’de programa çıkan Lale Mansur’un nasıl kararlı bir şekilde en sert tavırlarla bu ikazlara gülüp geçtiğini...
SİZLER DE ALDATILDIYSANIZ, ÖZÜR DİLEMEYİ BİLİN!
İyi de şimdi nasıl oluyor da gecikmeli tepkilerle, komedi filmi kahramanlığına soyunup bu olaylar hiç yaşanmamışçasına demeçler verilebiliyor, bu imzalar atılabiliyor? Bakın, hani o geri dönülmez gücü RTE’ye vermişlerdi ya... Peki ondan hiç olmazsa şunu öğrenemediler mi? Buna benzer durumlarda televizyonlardan neyi haykırmasına alışığız? “Kandırıldıııkkk! Bizi aldattılarrr!” Yani Cumhurbaşkanı’ndan bu dersi bile alamamış bir aydınlar topluluğu olabilir mi hiç? Aşk olsun! Sizler de açık açık nasıl şekere kanan çocuklar gibi aceleci davranıp topa atladığınızı, kimseleri dinlemediğinizi itiraf etsenize?
Keşke konu şekere kanıp topu kaptırmak olsa! Durumlar çok daha vahim... Bence bildirinin ilk satırlarında ciddi bir özür dileme yer almalıydı. Böyle bir özeleştiri ve özür-itiraf olsaydı, o bildiri daha inandırıcı ve önümüzdeki dönemler adına daha umut verici olabilirdi. Ne gezeerr!! Özür dilemedikleri gibi, şimdi bizler onların ürettikleri bu tek düze, tek-adamcı canavar sistemle boğuşmak durumundayız.
GELİN KONUNUN ACIKLI TARİHÇESİNE GÖZ ATALIM!
Yakın tarihten söz ediyorum. Cumhuriyet’in ilk yıllarına inmeden... Her şey önce Türk Ceza Kanunu’ndan 163. maddenin 1989’da yoğunlaşan tartışmalarla kaldırılmasıyla başladı. Komünizm’in demokrasiye olan teorik tehlikesi bile Berlin Duvarı’nın yıkılışının ardından yok olduktan sonra, sözde denge olsun diye 163. madde kaldırılınca şeriat propagandası serbest hale geldi. Saf demokratları ve sözde ılımlı İslamcıları bir araya getiren ilk şanssız “proje” buydu. Ardından 90’lar boyunca İslamcılar ve 2. Cumhuriyetçiler her konuda paslaştılar. Yeni Yüzyıl’da, Radikal’de, kimi zaman Hürriyet’te sütun paylaştılar. 28 Şubat sürecine beraberce karşı çıkıp, MGK eliyle sistemin kendini yobaz istilaya karşı koruyuşunu en sert şekilde eleştirdiler, bu demokratik hakkı “postmodern darbe” diye linç ettiler. Onlara göre Cumhuriyet’le ilgili her şey “resmi ideoloji” kalıntısıydı. Kurtuluş Savaşı efsanelerinden Atatürk’e sevgi saygıya kadar tüm konular gereksiz bir müsamereden ibaretti. 2008’den itibaren Balyoz ve Ergenekon davalarıyla beraber, ordu, medya ve Sivil Toplum Örgütleri’ndeki neredeyse tüm Atatürkçüler’in zindanlara atılmasına bu güruh hiçbir negatif tepki vermediği gibi, hep destekledi. Yapılan hukuk katliamına hiç ses çıkarmadı. Sonuçta yok edilen Atatürkçü kesimler, ünlü “resmi ideologlar”dı, değil mi? Ne Perinçek, ne Balbay, ne Soner Yalçın, ne de Tuncay Özkan için bir tepkileri oldu o zor günlerde. Hatta kumpasın ortaya çıkmasına da herhalde bu mantığa göre bozulmuşlardır. Sözde Ermeni Soykırımı iddialarına karşı bir tek kere ne Türkiye’yi, ne de demokrasiyi savundular. Türkiye’nin tek yönlü olarak, dinlenilmeden, arşivler açılmadan ve yargılanmadan soykırımcı ilan edilmesi, ana ilgi alanları oldu.
AYDIN OLMAK NEDİR, NE DEĞİLDİR?
İşte şimdi, yakın tarihimizde her dedikleri ters ve yanıltıcı çıkmış bu kişilerin “Aydınlardan İhtar” diye etrafa yayılan bildirisini görünce, mide krampları geçirerek gülmek istiyorum. Aynen aralarından bazılarını Gezi eylemlerinde “öncü”(!) rolüne girmeye çalışırken gördüğüm günlerdeki gibi...
Şimdi bir de bu aceleci ve kısa vizyonlu arkadaşlara “aydın” diyen bazı medya organlarına bir çift sözüm var: Eli kalem tutan, şu ya da bu okulda eğitim almış veya adının başına hasbelkader bir sıfat gelmiş herkes “aydın” olmaz. Onlara “gazeteci-profesör-doktor-yazar” diyebilirsiniz. Ama kesinlikle “aydın” diyemezsiniz. Aydın olmak demek, birçok farklı veriyi, zaman ve mekan koordinatlarını da göz önünde bulundurarak beraber çalkalamak ve zaman tünelinin bu gidişatla bizi nereye yönlendireceğini saptayabilmek demektir. Mesela “Ne güzel tüm yasaklar kaldırılıyor, artık tam demokraside yaşayacağız” demek, aydın olmak değildir. O ortamda yapılacak hangi yıkıcı kökten dinci yayınlarla, zaman içinde kaç intihar bombacısının yetişeceğini hesaplayamazsanız, siz aydın değilsiniz. Ya da “türban” demagojisinin ana hedefini “özgürlük” zannediyorsanız, aydın değilsiniz. Aydın olmak, en farklı verilerin katmanlarını zaman perspektifine oturtarak geleceğe yönelik bir projeksiyon yapabilmektir. Aydın olmak, düz mantıkla sahte ve saf demokrasi hayalleri ile, özgürlüğün rüzgarı ve kırıntılarıyla idare etmeye çalışan bir gençliğin geleceğine set çekmek değildir. Her ortam aynı verilere aynı tepkileri vermez. 1990’larda Danimarka’da verilecek yasaksız ve cezasız bir ceza kanunu örneğini, eğitim seviyesi yerlerde gezinen ve enflasyona ezilmiş bir Türkiye’ye dayatamazsınız. Batıda faşizm ve militarizm sembolü olan ordu kavramına düşman kesilip Türkiye’de de ordu yok olsun derseniz, sonra sayenizde yargıyı parmağında oynatanlar, bir de o güce kolay hükmeder hale gelir, size de “bu ülke hiç bu kadar emniyet sübapsız kalmamıştı” demek düşer! Ya da İsveç’te lisede kondom dağıtırsanız herkesten alkış alırsınız, Türkiye’de o gün 64 öğretmen öldürülür, bakan istifa eder. Klima kimi ortamlarda kimilerinin nefes almasını sağlar, kimilerini zatürre yapar, öldürür. Her şey görecelidir. Bu toplu bakış, analiz ve sentez kapasitelerinden 30 yıldır sürekli sınıfta kalmış bir topluluğa hala kolayca “aydın” diyebilen merkez medyayı tebrik ederim! Belki de iktidar yolculuklarında İslamcıların uzun süre yol arkadaşı olup, ardından kullanım süreli dolduğu için kenara terk edilen kimi isimlere kol kanat gerip, moral vermek istiyorlardır, kimbilir?
22 Haziran 2016 Çarşamba
SİYASİ HAVA ISINIYOR, SOKAK CHP’Yİ ARIYOR! | Bedri Baykam | 21.06.2016
Geçen hafta sonu her şey sözleşmiş gibi üzerimize geldi. Taksim’e, özgürlüklerimize, Türkiye’nin laiklik, eğlence ve sanat merkezine yine savaş açıldı! Hem de ne güzel savlarla!
“EN TAZE TARİHİ
ESER”
Öncelikle
herhalde espri yapmak isteyen Cumhurbaşkanımız, dünyanın ilk “en taze” tarihi eserini yaptırtmak istediğini açıkladı. Böylece onun
ağzından Gezi Parkı hakkında verilen her sözün yine kurabiye gibi yendiğini
öğrenmiş olduk. Bu mutlu haber, yine bir RTE klasiği olan “Taksim’e camii” bildirimleriyle eşzamanlı olarak geldi. Ortalama
4-5 yılda bir yüzeye fırlama alışkanlığı olan bu bitmez tükenmez tutkunun ana
kökeni, herhalde koca İstanbul’un camii ihtiyacı değil. İnanın ben 110.000 civarında
rekor sayıda camisi, ama devlete ait “sıfır” modern ve çağdaş sanat müzesi olan
ülkemizde, heyecanla altı haneli rakama karşı “sıfıra sıfır elde var sıfır”
sloganıyla yürüyen bu koca açığın ayıbını yüreğinde hissedecek ilk hükümeti mumla
arıyorum!
FİRUZAĞA
ÇETESİNİN MARİFETLERİ
Cumhurbaşkanı’nın
bu yeni güzel vaatleri durup dururken oluşmadı; geçen Cuma günü, Firuzağa’da Koreli
Seogu Lee’nin plakçısına yönelen yobaz saldırının hemen ardından geldi. Yani
tetikleyici bir olaya imza atmış oldu saldırganlar. İşleri güçleri dini tehdit,
şiddet, şantaj olarak kullanmak olan bir zavallılar grubu... Seogu Lee’nin
ölmemesi bir tesadüften ibaret. Bir olayın faillerinin tutuklanması için illa
birilerinin ölmesi mi lazım? Magandalığı üzerinden her haliyle akan bu tipler
ertesi gün serbest bırakıldı. Halbuki olayın yeni bir “Sivas”a dönüşmesi işten
bile değildi! Dünya basınına yansıyan bu büyük rezalet, ayrıca her zerresi kan
ağlayan turizmimize de yine ağır bir darbe vurdu. Dünya alem, yobazların ülkede
elini kolunu sallaya sallaya plakçı basıp adam dövdüklerini ve polisin -ve ne
yazık ki sokağın!- bunu seyretmekle yetindiğini gördü.
KAN MERAKI
BİTMEYEN BİR KESİM
Ertesi
akşamüstü polisimiz, Cihangir’de kültür-fizik ve sezonluk antrenman ihtiyacını
gidermek için olsa gerek, evde rahatça uzanıp maç seyretmelerini engelleyen o
kör olasıca (!) entel göstericilerle kıyasıya bir çarpışmaya girdi. Yine
başarılı bir sınav geçirdi emniyet güçleri... Yere düşmüş değerli genç kızlarımızı
tekmelemekten, iki slogan atan gençlerin ağzını burnunu dağıtmaktan kendini
alıkoymadı. Kararlı tutumlarıyla kişisel, öznel, özel hiçbir bağımsız duruşa
izin veremeyeceklerini herkese ilan etmiş oldular. Ertesi gün Muharrem İnce
sormuş Sözcü’de, Cumhurbaşkanı’na: “Kana
mı susadın?” demiş. İşte tüm sorun burada zaten. Herkesi kan tutuyor,
herkes kanka, herkes suyu bile kana kana içmeye bayılıyor. Yani kana susamak, bir
yandan da içi kanamak, herhalde Osmanlılar’ın bitmez tükenmez kardeş katliamlarından
beri, bu toprakların olmazsa olmaz bir alışkanlığı. Birilerinin DNA’larına
sızmış. Bazı insanlar, kan aktıkça mutlu oluyor anlaşılan. Çünkü onlar için
insan hayatının pek değeri yok.
Uzun
lafın kısası, yalnız havalar değil, siyasi mevsim de ısınıyor. Cumhurbaşkanı, Firuzağa’da
yaşanan olaylarda her iki kesime de bir çizik atmış. Maç 1-1! Yani hem
saldırganlar hatalıymış, hem de Seogu Lee’nin plakçısına gidenler! Böylece 2016
yılının Haziran ayında bir yaşımıza daha girdik. Devletin zirvesinin ağzından, ramazanda
içki içmeye kalkışmanın bir günah veya yasak (?) olduğunu böylece öğrenmiş
olduk. Gerçekten neye dayanarak sakin sakin bir plakçıda kapalı duvarlar
arasında bira içen insanlara resmi suç çıkarabildi acaba, merak ettim...
Yakında bu gidişle resmi ağızlardan Ramazanda içki yasağı gelirse şaşırmayın!
AKM YOKLUĞUNDA
OPERA’NIN HALLERİ
Pazar
günü, Semiha Berksoy Opera Vakfı’nın ödül törenine gittim ve ödüllerden birini
verdim. Gencinden yaşlısına, tüm operacılar, mesleklerinin ülkede yerlerde geziniyor
olmasına artık katlanamadıklarını, sahneden ifade ettiler. “Haksızlar” demek mümkün mü? Semiha ile ben fazla yakındık. Hatta farklı
zaman dilimlerinde doğmuş olmamız nedeniyle, haksızlığa uğramış sevgililer (!)
olarak yaşadık! Kendisini bu vesileyle anmak bana çok iyi geldi. AKM’nin ne kadar
değerli bir yer olduğunu tekrar hatırladık, yüreğimizde hissettik. Zaten bir
gün önce, Kadıköy’de Erkan Yücel Kültür Merkezi’nde “AKM’yi Geri Alma Platformu” ile bir panele katıldım. Kararlılıkla
tekrar yaşanan absürd durumu her açıdan analiz ettik. Daha önce de Ercan
Karakaş, Eyüp Muhçu, Müjgan Özçay, Üstün Akmen, Orhan Aydın, Mahmut Tanal, Vecdi
Sayar, Sami Yılmaztürk gibi dostlarla beraber AKM’yi ölüme taşıyan zihniyetin
sorumlularına karşı hukuki bir savaş açmıştık. Takipsizlik kararı çıktı. Başarısız
olduk. Biz başarısız olduğumuz için değil. Ülkede “hukuk” olmadığı için. Arabamı
almadan geçtik karşıya, motordan sonra taksiye bindik. “Bedri Abi, n’olacak bu MHP kongresi?” diye sordu taksici arkadaş.
Halk CHP’den umutlarını o kadar rafa kaldırmış ki, MHP sıralarında güneş
arıyor! Geçen 7 Haziran’dan sonra, seçim sonuçlarını adeta iptal ettirten MHP’den
söz ediyorum! Halbuki bugüne kadar kime hizmet ettikleri besbelli! Ama umut
fakirin ekmeğidir! Boşluklar doldurulmak içindir. Şayet CHP yaptığı muhalefetin
yeterli olduğu konusunda kendi kendisini ikna edebiliyorsa, ne mutlu onlara!
Ama şunu bilsinler ki, halk durumu öyle görmüyor. Bu nedenle kah Demirtaş, kah
Akşener, kah başkasında, umudu dışarılarda arıyor.
DİPLOMA KRİZİ VE
CHP
Dün
CHP’den değerli bir milletvekilimizle görüşüyordum. Saray’ın gündem değiştirmek
ve “Diploma krizi”ni unutturmak için
Gezi’yi öne sürdüğünü söyledim. “Şayet o diplomada sorun olmasaydı, benim
tanıdığım RTE, yandaş basına o diplomanın 50.000 tıpkıbasımını yaptırıp, 1000
sınıf arkadaşı, hocaları ve müdürü ile dev bir basın toplantısı düzenleyip,
oradan da topluca iftara giderdi”. Ortada böyle bir hareket olmadığına
göre, o diploma alanı oldukça gri ve flu bir konumda duruyor. CHP milletvekili
arkadaşım, Parlamento’da birçok önergenin verildiğini, konuşma yapıldığını,
başkanın bunlara yanıt verdiğini, aslında meydanın boş bırakılmadığını söyledi.
Bir kısmını bildiğim bu görüşmelerin kamuoyunu tatmin etmekten uzak olduğunu
çok değerli arkadaşıma anlatmak kolay değildi. Çünkü partinin içini de en
az kendisi kadar bildiğim için, bu
eleştirilerin hangi duvarlardan döndüğünü de ezbere biliyordum. Ülke 1986’nın, 1993’ün
veya mesela 2002’nin nispeten daha olağan şartlarında yaşamaya devam etseydi,
kendisi haklı olurdu. Ama ne var ki, ülke gerçekten olağandışı 1943 veya 1960
şartları yaşadığından, CHP’nin artık başka kulvarlarda koşması lazım. “Mesela??!” diyeceksiniz...
İSMET PAŞA’DAN
DEMOKRASİ DERSLERİ
Birinci
hatırlatmamız “ters” taraftan olacak: Ne derdi Süleyman Demirel? “Yollar yürümekle aşınmaz. Bırakın
yürüsünler”. Gerçekten de yürümelerine pek karışmazdı protestocuların,
hangi öğrenci veya sendika grubu olursa olsun! Gelelim muhalefete: CHP bugün
artık İsmet İnönü enerjisi taşımaya zorunlu
bir parti. İsmet İnönü’nün yaptığı gibi, doğal akışta en tarihi vecizeleri
bulan bir lider tarafından taşınmaya mecbur bir parti. 1960 yılında 77 yaşındayken, İnönü’nün Demokrat Parti faşizmine karşı
nasıl yurdun her noktasını karış karış gezip, halkı demokrasiye sahip çıkmak
için nasıl ayağa kaldırdığını hatırlarsak, ne demek istediğim daha berraklaşır.
Ne diyordu en meşhur sözlerinde İsmet Paşa: “Bir memlekette namuslular, namussuzlar kadar cesur olmadıkça, o
memlekette kurtuluş yoktur”. Gerçekten kimse alınmasın bu yapıcı eleştirilere:
CHP şimdi yeri göğü inletmezse, ne zaman inletecek? İşte CHP, artık en seri
şekilde İnönü’nün demokratik muhalefet dönemini hatırlamalı.
İNÖNÜ’NÜN
EYLEMCİ GENCİ, DR. SUPHİ BAYKAM
İşte
size İsmet İnönü ve genç kadrosunun en kritik anılarından biri: 18 Nisan
1960’da, Tahkikat Komisyonu ve bunu basına yansıtma yasağı bir kabus gibi
Ankara’nın üzerine çökmüşken, ertesi gün CHP Grup Toplantısı’nda durumu
değerlendiriyor. Herkesin morali bozuk. Genç bir milletvekili Paşa’nın kulağına
eğiliyor: “Paşam paranız bitmiş, gelin
Kızılay İş Bankası’ndan para çekmeye gidelim”. Paşa, grup toplantısının
ortasında genç vekilin bu öneriyi neden getirdiğini pek anlamaz, ama onunla
kalkar, grubu bırakıp çıkar, giderler. Çünkü “Doktor”a sonuna kadar güvenmektedir... 3 kişinin yanyana
yürüyemediği yasaklı faşist günlerde, arabayı Anadolu Kulübü’nün yanına park
ederler. Sonra İş Bankası’na yaklaşırken, Paşa’nın geleceğini o gün gizlice “Doktor”dan haber almış ve Kızılay’da
“sotaya” yatmış olan çoğu Siyasal Bilgiler ve Hukuk Fakültesi’nden sayısız genç,
birden sokakları doldurup “kahrolsun diktatörler-çok yaşa İsmet Paşa”
sloganları ile bulvarı inletmeye başlarlar... Bir koca yasak ve korku imparatorluğu böylece delinmiştir! Şaşkın müdür,
Paşa’yı buyur edip küçük cep harçlığını kasaya bildirir. Paşa, Ankara’yı sarsan
bu “sanki spontane” nümayişten sonra eylemin mimarı genç doktorla beraber grup
toplantısına sakin sakin döner. Orada koca bir buz kırılmıştır. Bu eylemin açtığı yoldan, 5 Mayıs’ta 555K
eylemi yapılır ve üniversiteliler 5. ayın, 5. günü, saat 5’te Kızılay’da
buluşup o dev yürüyüşü yaparlar. Gerisi malumunuz...
Bugün,
21 Haziran 2016. Sevgili babamın, Paşa’nın sevgili ”Doktor”unun 20. ölüm yıldönümü. İnönü’nün tüm genç kadrosunun
kökeni olan, CHP Gençlik Kolları’nın Kurucu Başkanı, eski Grup Başkan Vekili, Ortanın
Solu’nun ilk sözcüsü, 4 dönem Milletvekili olan Baykam, CHP’ye Bülent Ecevit,
Hikmet Çetin, Altan Öymen gibi Genel Başkanlar kazandırmış bu örgütün kurucusu.
Ve o sözünü ettiğimiz sokakların en haşarı çocuğu. Eylemcilik örneklerinden
burada yalnız konumuza uyan bir taneciğini hatırlattık. Ama CHP yalnız önerge
vermeye indirgenemez, halkla bütünleşmiş bir partidir. Yarından tezi yok, “bu ortamda ben milyon üyemi
nasıl, nerede sokağa döküp bir miting hazırlarım da şaibeli diplomadan, mekan
saldırılarına kadar, bu karanlık gündeme el koyarım? Nasıl ortalarda sahipsiz
ve umutsuz olarak yüzer-gezer gençliğe sahip çıkarım” sorusuna bulduğu yanıtları
paylaşmalıdır. Yoksa CHP, yalnız kendi Parlamento grubunu veya kendi örgütünü avutacak
çözümlerle kendini tatmin etmeye kalkarsa, bu ülke daha çoook sahte umutlara
yamalanır...
15 Haziran 2016 Çarşamba
BEDRİ BAYKAM’DAN SAYIN CEM ÖZDEMİR’E AÇIK MEKTUP | 14.06.2016
Sayın
Özdemir,
Almanya’da
siyaset yapan Türk asıllı bir politikacısınız. İki hafta önce Alman
Parlamentosu’nun Berlin’de aldığı Ermeni Soykırımı hakkındaki kararı,
Parlamento’ya taşıyan kişisiniz. Sizin açınızdan şöyle üzücü bir durum
oluşturacak bu açık mektup: Ben size tabii ki maksadını veya terbiye
sınırlarını aşan sözler söylemeyeceğim. Bu benim stilim değildir. Size mantık,
demokrasi ve hukuk kavramları üzerinden bazı hatırlatmalar yapıp sorular
yönelteceğim. Umarım yanıt vermek istersiniz.
Cumhuriyet
gazetesinde dün bir söyleşinizi okudum. Ne kadar takip ediyorsunuz bilmiyorum,
ama Cumhuriyet gazetesi tarihsel misyonundan farklı bir kulvara geçti. Neredeyse
yüz yıldır savunduğu değerlerin rotasından ayrı bir eksende artık. Olabilir.
Değişim isteyen yeni bir yönetimleri var, bu tartışmaya girmiyorum. Bu
hatırlatmayı yapmamın tek nedeni, o röportajı çok kolay aşmışsınız. Size o buluşmada
soruları yönelten hanımefendi yalnız paslar atmış, siz de boş kalede onları
gole çevirerek o sayfadan omuzlara alınan bir demokrasi kahramanı “gibi”
ayrılmışsınız. Ben bu tavrı Cumhuriyet’in savunması gerektiğine inandığım özgür
gazetecilik kavramlarına yakıştıramadım. Neyse geçelim, çünkü bugün konumuz siz
ve sözcülüğünü üstlendiğiniz fikirler.
Sayın
Özdemir, Türk siyasi ortamı, maşallah, o kadar farklı kulvarlardan yobaz, ırkçı
ve gerici ile dolu ki, siz daha hiçbir topa girmeden, maçın ilk dakikasından
itibaren kahraman statüsüne yükseliyorsunuz. Size “kanı araştırılsın” diyenler,
“sütü bozuk” diyenler, “bu ne biçim Türk?” diyenler, ölümle tehdit edenler,
açık hakaretler yağdıranlar, ne ararsanız var. İşte röportajınızda da, Selin
Ongun Tuncer, bu konuları sırayla gündeme getirip çanak sorular sormuş, size de
keyifle cila yapmak kalmış. Böyle gazetecilik olmaz. Bunu yandaş gazeteciler
Erdoğan’a uygulayabilirler, ama bu kadar hassas bir konuda her gün “demokrasi”
diye yanıp tutuşan Cumhuriyet gazetesi bunu yaptığında, feci şekilde göze
batıyor. Ama bu suçu salt Cumhuriyet’e bağlayamayız. Ne yazık ki siz de eksper
bir 3. sınıf taşra politikacısı gibi, her konuyu birbirine karıştırıp Rus
salatası haline getirerek, sorulardan ve yaşanmış gerçeklerden kaçmışsınız.
RÖPORTAJINIZDAKİ
“KAÇAK GÜREŞ” NOKTALARI
Örnek 1- Röportajın
başlarında, Talat Paşa, Enver Paşa gibi isimlerden, bugün “benim bölgemde
Ermeniler’in kılına dokunanlar, benim kapımdan geçmek mecburiyetinde” diyen
Kütahya Valisi’ne geçiş yapıyorsunuz. Ne alakası var Sayın Özdemir? 101 yıl
önce yaşanmış tarihsel bir olay analiz edilirken konuyu nasıl bugünkü ırkçılara
veya Ermeni dostlarına getiriyorsunuz? Biraz aklı, beyni, vicdanı olan herkes,
hem Ermeniler’in, hem de tüm dünya halklarının dostudur, can kardeşidir. Aksini
düşünmek mümkün mü? Öncelikle şuna saygı gösterin: Bugün Türkiye’de milyonlarca
insan var ki, Ermeniler’le hiçbir alıp veremedikleri yok, hepsini çok
seviyorlar ama “biz soykırım yapmadık” diyorlar, buna inanıyorlar. Bunlar
arasında çobanlar, simitçiler de var, siyasiler, profesörler, tarihçiler de
var. Siz ise bu konuları çorba yaparak, sanki soykırımı reddedenler, agresif Ermeni
düşmanlarıymış gibi bir hava yaratıyorsunuz.
Örnek 2- Bakın galiba
2. soruda Tuncer, size 2001 yılında Frankfurter Algemeine Zeitung’a yazdığınız
bir yazıdan çelişkili bir bölüm hatırlatıp bununla ilgili savunmanızı istiyor.
Bu da zaten röportajın tek gerçek sorusu. Buna ve hemen arkasından gelen soruya
verdiğiniz yanıtlar, “nasıl bir politikacı olunmamalı?” sorusunun yanıtını bünyesinde
barındırıyor adeta. Bir yandan “Hiçbir zaman bir köşede söylediğimi, başka bir
köşede inkar etmedim” diyorsunuz, bir yandan da mertçe en azından görüş değiştirdiğinizi
kendi açınızdan açıklayacağınız yerde, alakasız şekilde, düzenlenen
konferanslardan, Hrant Dink’in hepimizi kahreden katlinden ve Cumhurbaşkanı’nın
“affedersiniz, bana Ermeni diyen oldu” sözlerinden dem vuruyorsunuz. Bunu
anlayamadım Sayın Özdemir? Neden bu ilkel şark metodlarıyla kendi tavır ve
karar değişikliğinizi açıklamaya çalışmak yerine konuyu sulandırıyorsunuz?
Örnek 3- 2005’te
Erdoğan’ın Kaçaryan’a yaptığı “ortak komisyon kurma” önerisini gündeme
getiriyorsunuz. Bu komisyona katılmaktan ve tüm arşivlerin konu şeffaflığa
kavuşturulana kadar açılmasından Ermenistan’ın neden vazgeçtiğini araştırmak
istediniz mi hiç Sayın Özdemir? Türkiye’nin yaptığı bu son derece demokratik
teklifin hemen altında “bütün parlamenterler yaşananların soykırım olduğu
konusunda hemfikirdik” diyerek heyecanlandığınızı söylüyorsunuz. Bu nasıl bir
genellemedir? Böyle evrensel bir konuda sizin gibi düşünenler “herkes” mi
oluyor? Mesela ben sizin yerinizde olsam tüm objektif tarihçileri ve tarafları
bir araya getirecek bu büyük buluşma neden gerçekleşemedi diye gider
Koçaryan’dan ve Ermenistan’dan hesap sorardım.
Örnek 4- Sayın Özdemir
tek maddede toparlayalım, vaktimizi harcamayalım: Röportajın gerisi, 3. sınıf
demagojilere laf yetiştirmeniz, yok kanı bozuk, yok sütü bozuk, yok hemşerilikten
çıkarmışlar, yok ailenizin kökleri, yok ölüm tehditleri vs... Sizi tehdit eden
yobaz güçlerle biz Atatürkçüler burada her gün uğraşıyoruz. Zaten Muammer
Aksoy’u da, Hrant Dink’i de öldüren aynı yobaz şiddet dolu beyinler. Beni 2011’de
bıçaklatan ve hayatıma kasteden de onlar. Hatta yine sizin işinizi
kolaylaştırmak istercesine “Siz Almanlar önce gidin kendi Yahudi katliamınızın
hesabını verin” diyenler var ya, merak etmeyin onlara da Almanlar’ın kendi
suçlarını resmi olarak kabul ettiğini hatırlatan yine bizleriz. Siyaset böyle
yapılmaz, Sayın Özdemir. Bu açık provokasyonlara iki kelimede demagojik uzatma
yapmadan yanıt verin ama ana söylemlerinizi bunlar üzerine kurmayın, affedersiniz
ama bunu yaptığınızda ciddiyetiniz yok oluyor. Bakın esas nelere yanıt
vermelisiniz...
GELELİM ANA
KONULARA!
Sayın
Özdemir, 1915’te ve genel olarak o yıllarda, dünyanın her yerinde sayısız dram
yaşandı. Bunu inkar eden yok. Hatta ben burada kimi hukukçuların yaptığı
şekilde “Soykırım kavramı, II Dünya Harbi’nden sonra ortaya çıktı, 1915’te
bundan söz edilemez” mantığına da sığınmayacağım. “Yaşanan her şeyin ortaya
çıkarılması ve gerçeklerle yüzleşilmesi” esas hedefimiz ise, hiç şu soruyu sormak
aklınıza geldi mi? Mesela ya gerçeklerle yüzleşmekten korkan Ermeniler ise ne
yapacaksınız? Ya Ermeniler bu tarihsel iddiayı “maçı oynamadan kazanmak”
şeklinde özetleyebileceğimiz bir oldu-bittiyle kazanmak istiyorlarsa? Ya
“Osmanlı İmparatorluğu çökerken Rus çetelerin de desteğiyle bir silahlı başkaldırıya
girişen Ermeniler, binlerce Türk’ü katletti ve ardından Osmanlı güçleri
kendilerini kanlı bir şekilde durdurdu ve tehcire mecbur etti” sözlerinde,
sayısız belgenin desteklediği ve sayısız yabancı saygın tarihçinin de kabul
ettiği gibi ciddi bir gerçeklik payı varsa? Ben şu anda bu sütundan sizlere bu
veya diğer iddiaların hangisinin doğru olduğunu söyleyecek değilim. Her ne
kadar kendi araştırmalarım birçok açıdan beni Türkler’in savunduğu teze
yaklaştırıyorsa da, benim bu konuda demokrat ve mantıklı bir insan olarak kesin
bir hüküm geliştirmem doğru olmaz. Tarihsel konulara yaklaşım başka bir derin
ciddiyet gerektirir. İki taraftan birinin sayıca daha kalabalık şekilde dünya
kamuoyuna baskı yapıyor olması, iddialarında haklı oldukları anlamına gelmez. Böyle
bir tavrın ne ulusal ne de uluslararası hukukta bir yeri yoktur. Örneğin sizin
yaşadığınız Almanya’nın bile, Yahudiler’e karşı bir soykırım yaptığı zaten çıkardığı
yasalarla, toplama kamplarıyla, çekilen 1001 milyon görüntüyle sabit olmasına
karşın, ancak Nürnberg mahkemelerinde yapılan duruşmalar sonucu açıklık ve
hukuki saptama kazanmış oldu. Sizin de bildiğiniz gibi, Türkiye hakkında bu
konu üzerinden bir dava açılmamıştır ve bu konu hiçbir şekilde uluslararası
yargıya yansımamıştır. Yani bir kere siz, Alman Parlamentosu’na getirdiğiniz
yasa tasarısıyla, belki Ermeni toplumunun ve Uğur Mumcu’nun deyimiyle “bilgi
sahibi olmadan fikir sahibi olan” sözde demokrat yaygaracıların baskısıyla cesur
ve demokratik bir hamle yaptığınız gibi bir yanılsamaya kapılıp basın önünde hava
atabiliyorsunuz. Halbuki bu hamlenizle, geri dönülmez şekilde anti-demokrat bir
bakış açısıyla, hakkında hiçbir karar alınmamış bir ülkeyi, resmen yargısız
infazla Alman ve dünya kamuoyu önünde olabilecek en ağır iddialarla suçlamaktan
kaçınmadığınızı kanıtlamış oldunuz. Bu suçun ne kadar büyük olduğunu biliyor
musunuz Sayın Özdemir? En ağır tecavüzcü veya seri katil bile sorguda itiraf
etse dahi hüküm giymeden önce mahkemeye çıkarılır, savcı iddiaları ortaya koyup
kanıtlarını gösterdikten sonra onun savunması alınır, avukatı dinlenir, varsa
karşı kanıtları ortaya dökülür. Ondan sonra bağımsız yargı da kararını özgürce verir.
Bu size hatırlattıklarım -umarım geçmişte öğrenmişsinizdir- hukuk kavramının
olmazsa olmaz alfabesidir. Bırakın Almanya veya Fransa’yı, Güney Amerika veya
Afrika’da “Muz Cumhuriyeti” tanımına en çok uyacak bir ülkeyi araştırıp
bulsanız, göreceksiniz ki, orada bile -göstermelik dahi olsa- bir çadırda bir
mahkeme kurulur, suçlanana “nedir iddialara yanıtın?” diye sorulur... İşte siz
buna bile gerek görmeyen bir tutuculukla hukuk ve tarih kavramlarına yaklaşıp,
affedilmez yanlışlara imza atıyorsunuz.
Şimdi
belki diyeceksiniz ki “efendim bizden önce bakın, şu şu şu mahkemelerde, aynen
bunun benzeri kararlar zaten alındı. Şimdi biz mi suçlu olduk?” Bunu da iddia
edemezsiniz. Çünkü hukukta kötü emsal, emsal teşkil etmez. Başka hukuksuzluk
örnekleri, size dayanak olamaz. Bunu söylemenin karşılığı, “Sayın Hakim, herkes
tecavüz ediyordu, ben de ettim, şimdi ben mi suçlu oldum?” veya “herkes o
mağazayı, o evi yağmalıyordu, ben niye suçlanıyorum?” demekten farklı değildir.
Dolayısıyla başka oportünist kötü siyasetçilerin yaptıkları, sizi kurtarabilir
bir örnek kabul edilemez. Hani batılı demokrasilerin olmazsa olmaz kilit tarihi
cümleleri vardır. Voltaire’in “seninle aynı fikirde değilim, ama senin
düşüncelerini söyleme özgürlüğün için canımı bile veririm” sözleri gibi. İşte
siz o cümleyi de yırtıp çöp sepetine attınız. Bir ülkeyi dinlemeden, hatta
yargılamadan, düşüncelerine üç kuruş değer vermeden onu doğrudan mahkum edip
alnına en ağır suçu yazdınız. Bütün ikazlara karşın demokrasi ve hukuk
kavramlarına karşı olan bu duyarsız tutumunuz, artık sizi ömür boyu çıkmaz bir
leke olarak takip edecektir. Bundan böyle sizin artık eşit-adil yargılanma
hakkı, suçsuzluk karinesi, insan hakları sözleşmeleri ve bunların getirdiği
bağlayıcı şartlar hakkında konuşma haklarınız gölgede kalmıştır.
AİHM KARARINI DA
MI OKUMADINIZ?
Bildiğiniz
gibi, İsviçre Hükümeti’nin aynı konuda, batının bu hukuk linçine dur demeye
kararlı bir siyasetçi olan Doğu Perinçek’e karşı ağır bir mağlubiyet yaşadığını
herhalde biliyorsunuzdur. O mahkemede de hatırlatıldığı gibi, bir ülkenin bu
ağır soykırım suçlamasıyla hüküm giyebilmesi için, ya o ülkenin bir mahkemesi
ya da yetkilendirilmiş uluslararası bir mahkeme kararı olması lazım. Aynen
Strasbourg’daki mahkeme salonunda AİHM yargıçlarından Arnavut Ledi Bianku’nun
veya BM Genel Sekreteri Stephane Dujariç’in hatırlattığı gibi... Ortada böyle bir
karar olmadığını da hatırlatarak, İsviçre’nin “soykırımın varlığının
tartışılmasını bile yasaklamak” üzere bir ortaçağ mantığı ile yola çıkışı -üstelik
bu savlarla- durdurulmuşken, siz hangi akla hizmet ederek bu tasarıyı
Parlamento’ya sunabildiniz Sayın Özdemir?
Bir
nokta daha: Konu “sen bir Türk olarak, bunu Türkler’e karşı nasıl yaparsın?”
diye size çemkiren başka kötü siyasetçilerin dedikleri de değil. Tabii ki,
insan bazen kendi en yakınına veya ülkesine karşı da bir tavır alabilir. Mesela
siz de onlarca Türk aydın, Silivri zindanlarında uydurma suçlamalarla erirken,
sorumluluk alıp onlara sahip çıkabilirdiniz, yani Türk asıllı bir siyasetçi
olarak, Türkiye’de olup biteni kıyasıya eleştirebilirdiniz. Ama o günlerde,
Alman Yeşilleri olarak, yine çok kötü sınavlar verdiniz. Kılınızı bile
kıpırdatmadınız. Tam tersine mutlu oldunuz. Çünkü size göre Türkiye’de sorun Ordu
ve Kemalistlerdi. Ne yazık ki, o kadar güvendiğiniz o dava iflas etti, her
şeyin uydurma ve kurmaca olduğu ortaya çıktı. Bakın şimdi Türkiye’de Ordu artık
Erdoğan’ın bekçisi. Kemalistler ise her yerden tasfiye ediliyor, öğretmen
olarak bile atanamıyor. Ülke yobazlığa teslim olsun diye uğraşılıyor. Ne oldu?
Arzuladığınız demokrasi bu muydu? Yoksa tam tersine o “demokrasi” yerin bin kat
dibine bir sandığa kilitlenip, anahtarı da diktacı bir adama mı teslim edildi?
İşte ne yazık ki Türkiye hakkındaki çözümlemeleriniz, bu örnekte de gördüğünüz
kadar sığ ve tamamen gerçeklerin fersah fersah uzağında.
Kendi
araştırmalarımın beni getirdiği noktayı “taraf sayılırım” diye buzdolabına
kaldıracağım -ki zaten ben bu spesifik konuda çok şey bilmeme rağmen bir tarih
profesörü değilim. Ayrıca hadi diyelim ki Türk, Osmanlı veya “Kemalist”
tarihçileri bir köşeye bıraktık. Kaç yabancı tarih profesörü, bu konuda Türkiye
ile aynı görüşleri paylaşıyor biliyor musunuz? Sizin savunduğunuz fikirlerin
tersini savunanlar arasında Prof. Bernard Lewis, Prof. Justin Mc Carthy, Prof.
Norman Stone, Kean Michel Thibaux, Heath Lowry gibi sayısız yabancı
tarihçi-araştırmacı olduğunu bilmiyor musunuz? İçinizde gece uyurken, bırakın
hukuk-mantık-demokrasi ilişkilerini, “ben ya objektif bakamıyorsam?” diye bir sorgulama
oluyor mu?
ABD HAKKINDA
PARLAMENTONUZA NE VERDİNİZ?
Daha
da öteye gidelim, makro vizyonlu bakış açısından... Siz de aynı dolmuşa
binerek, batı dünyasının kendi kirlerini Türkiye üzerinden aklamaya çalışma (!)
operasyonuna alet oluyorsunuz. Hiç aklınıza geliyor mu, mesela Alman
Parlamentosu’na ABD’nin yüzyıllar önce Kızılderililer’e karşı yaptığı açık
soykırım hakkında veya daha şurada 13 sene önce Irak’ta yaptığı bir milyon
insanın yok edildiği katliamlar hakkında bir yargı oluşturma önergesi vermek?
Veya Fransızlar’ın Cezayir’de, İspanyollar’ın Güney Amerika’da yaptıkları
soykırımlarla da bir hesaplaşmaya gitmeyi hiç düşündünüz mü, bu konu hiç
aklınıza geldi mi? Yoksa Türkiye diş geçirmeyi göze alabileceğiniz basit ve
kolay lokma gibi bir ülke göründüğü için mi bu yolu izliyorsunuz? Bu tavrınız
size etik geliyor mu?
ŞEHİT
DİPLOMATLARIMIZ HİÇ AKLINIZA GELİYOR MU?
Sayın
Özdemir, hiç aklımıza gelmeyen ve gündeme getirmediğiniz Türk şehit
diplomatlarını anımsadığınız oluyor mu? 1973-1984 arasında kaybettiğimiz 31
isim arasında Santa Barbara Başkonsolosumuz Mehmet Baydar, Viyana Büyükelçimiz
Daniş Tunalıgil, Paris Büyükelçimiz İsmail Erez, Belgrad Büyükelçimiz Galip
Balkar ve onca başka benzer veya farklı sıfatlar taşıyan değerli insanlarımız vardı.
Sizin için demek onların da bir değeri yok öyle mi Sayın Özdemir? Bakın bu
anlattıklarımın hamasi veya şoven aşırı milliyetçi duygularla hiç bir alakası
yok!
YÜZLEŞMEYE
CESARETİNİZ VAR MI?
Sayın
Özdemir, Ermenistan ve Ermeni diasporası, bu maçı oynamadan 3-0 hükmen kazanmak
istiyor. Ermenistan’ın arşivlerini açıp tarafsız yargıçlar önünde her iki tarafın
getireceği tarihçiler ve avukatlarla beraber konuyu masaya yatırma, uzun lafın
kısası, demokrasi ve adalet önüne çıkmaya cesareti var mı? Hadi Ermenistan’ı
bir kenara bırakalım, sizin yanınıza arzu ettiğiniz tarihçi ve avukatı alıp, mesela Doğu Perinçek,
Mehmet Perinçek, Justin Mc Carthy veya bir başka tarihçi önüne çıkma
cesaretiniz var mı? İstediğiniz kanalda, eşit şartlarla, süresiz bir
“yüzleşme”. Cesaretiniz varsa, çok şık olur ve seviniriz. Yüzleşmek, bir tarafın
tek yanlı olarak suçlanacağı bir hukuksuzluğun iletkeni olmak değildir. Bunu
kendi başınıza çözebilmenizi beklerdim. Başka insanların da fikirlerini,
iddialarını, göstermek istedikleri kanıtları görmeye ve dinlemeye açık olmayan
hiç kimsenin “yüzleşme” sözünü ağzına alma hakkı yoktur. Ayrıca bu buluşmada
ben ve sizin seçeceğiniz bir başka gazeteci veya yazar, birlikte yönlendirici
olabiliriz.
SONUÇ: AKP’li
politikacıların dengesiz ve provokatif saldırılarının yarattığı bayağı havanın,
uğradığınız kan, soy, Türklük, hemşerilik saldırıları ve aldığınız tehditlerin
arkasına sığnıp bu özetini hatırlattığım anti-demokratik tutumun üzerinizde
bıraktığı izlerden kurtulamazsınız Sayın Özdemir. Ayrıca bu “provokatör”
tavırlarınız, ne yazık ki Türk ve Ermeniler’in birbirine yaklaşmasını
sağlamıyor. Tam tersine bu iki ulusun değerli insanlarının arasına nifak tohumu
sokup onların birbirinden uzaklaşmasına neden oluyorsunuz. İki ulusun kültür,
sanat, aşk, spor, iş ortaklıkları üzerinden yakınlaşmasını engelleyip, onları
içinden çıkılamaz tek yönlü bir suçlama girdabının ve kaosunun içine
çekiyorsunuz.
Tabii
bu tek yönlü infaz metodolojinizle Almanya’da yaşayan milyonlarca Türk’ü, insan
haklarının en temel haklarını kullanamadan orada sokakta yürürken alnı lekeli
bir ulusun vatandaşları haline düşürüyorsunuz. Bununla bir şey kazandığınızı
sanmıyorum. Uzun lafın kısası, iyi niyetinize inanmak isterim ama yaptığınız
gaflar ve neden olduğunuz zararlar o kadar büyük ki, bunu pek başaramıyorum! İyilik
yapıyorum iddianızla, kaş yapayım derken göz çıkarıyorsunuz.
Bir
programa katılıp katılmama konusunda yanıtınızı bekliyorum. Demokrasiye karşı
işlediğiniz suçlardan dolayı bir pişmanlığınız var mı? Eğer yoksa, bu yazıda
mecburen özetlediğim düşüncelere karşı yanıtlarınız nelerdir Sayın Özdemir,
bekliyorum.
Saygılarımla,
Bedri
Baykam
8 Haziran 2016 Çarşamba
MUHAMMED ALİ’NİN BENİ ARADIĞI GÜN... | Bedri Baykam | 7 Haziran 2016
1. sahne: Paris’ten
Londra’ya gidiyordum hızlı trenle... Yıl 2006. Elimde bir gün önce aldığım
kitap: “The Soul of a Butterfly”...
Yazarlar: Muhammed Ali ve kızı Hana Jasmeen Ali. Kendimi hatırladığımdan beri
Muhammed Ali, milyonlarca dünya vatandaşının olduğu gibi benim de “arkadaşımdır”,
dayanışma içinde olduğum büyük insandır. Dolayısıyla zaten kitabı tereddüt
etmeden almıştım. Ama tren akıl almaz bir hızla Manş denizinin altından yol
alırken gözyaşları yanaklarımdan akıp gidiyor. Yanımda, karşımda oturan
insanlar ne der diye bir korkum tabii ki yok. Bir tek Sibel’i arayıp “bu kitabı döner dönmez sana vereceğim,
hemen okuman şart” diyebiliyorum ancak. Nutkum tutulmuş vaziyette.
2. sahne: İstanbul’dayım.
Muhammed Ali’nin sitesine giriyorum ve orada “ziyaretçi mesajları”na bir not bırakıyorum. Kendisine nasıl 5
yaşından beri hayran olduğumu, Türkiye’de ne kadar sevildiğini, kitabını
ağlayarak ve aşık olarak okuduğumu anlattıktan sonra, “Ünvan maçında George Foreman’i
Kinshasa’da 8. raundda devirirken -fırsatın olmasına rağmen- ona düşerken son
öldürücü yumruğu vurmayacak kadar insancıl olduğunu ve bu kadar sade ama ruh
dolu bir kitap görmediğimi” anlatıyorum o satırlarda...
Yazıyı
siteye koyduktan sonra acaip bir his kaplıyor içimi... “Ali bu satırları okuyacak ve beni arayacak!” Hatta o günden sonra
tualete giderken bile cep telefonumu yanıma alıyorum. Halbuki sitenin altında
şöyle yazıyor çok kibar bir dille: “Tahmin
edebileceğiniz gibi sitemize günde binlerce mesaj almaktayız. Bütün mesajları
Mr. Ali’ye iletiyoruz ama çok azına yanıt verebiliyoruz. Anlayışınız için teşekkür
ederiz”.
3. sahne: bir akşamüstü,
evdeyiz. Telefon çalıyor, ama ev telefonu. Açıyorum: “Bay Baykam? -Evet-
Sizi Bay
Muhammed Ali’ye bağlıyorum müsaitseniz”. “Evettt”... Sonra o
unutulmaz görüşme başlıyor. Ali, Parkinson hastası. Bu nedenle rahatlıkla
anlaşılamıyor aslında söyledikleri. Ama biz fazlasıyla anlaşıyoruz. Heyecandan
ahizeyi yutacağım. Onu ne kadar sevdiğimizi, ne kadar büyük bir insan olduğunu söylüyorum.
O da teşekkür ederek sevgilerini yolluyor. Ben onu o anda İngilizceden çok “ses
dili”, içgüdü, telepati ve beyin frekansından anlıyorum. Karşılıklı her
zerremizle birbirimizi anlayarak yapılan büyük bir duygusal konuşma. Ona
sarıldığımı söyleyerek kapatıyorum. Sekreteri geri alıyor hattı. Ona “The Soul of a Butterfly” kitabını
Piramid Yayıncılık olarak yayınlamak istediğimizi söyleyip yardımını rica
ediyorum.
4. sahne: “Kelebeğin Ruhu” Türkçe çıkıyor
Piramid’den. Artık elimde orijinal “Muhammed Ali” imzalı bir kontrat
var. İleride müzemin en değerli parçalarından biri olacağını biliyorum. Onlarca
kitap ve katalog yayınladım ama belki -babamın ölümünün ardından yayınlanan “En Sevdiği Güneşti” hariç- hiç bir
yayınımla bu kadar övünmedim. Çünkü bu kitap, inanılmaz derecede sade ve derin
bir otobiyografi ve yaşam felsefe kitabı. Ve bu yayın benim çocukluk, gençlik
ve olgunluk dahil yaşam üstünden en büyük kahramanlarımdan biri tarafından
yazılmış. Bir dünya kahramanı. Hem de sonsuza dek.
Son sahne: Geçen hafta
Şarköy’de Müjdat Gezen ve Soner Yalçın’la beraber Uğur Dündar’ın Halk Arenası’na
katılmıştık. Sabah Tekirdağ’da kahvaltıya henüz yeni oturmuşken, televizyonda
İngilizce bir alt yazı olarak gördüm: “Muhammed
Ali öldü...” Aynı anda gözyaşları
beni yavaş yavaş istila etti yine. Soner’le göz göze geldik. Yeri doldurulmaz
kayıp dedikleri buydu! 1960’lı yıllarla beraber her birimizin yaşamında,
ciğerinden kalbinden bir şeyler sökülüp gitti... Soner, bu sabah Sözcü’de bu
yazının başında anlattığım hikayeyi hatırlatıp, yayınladığımız “Kelebeğin Ruhu” kitabındaki son derece
değerli anekdotlardan bazılarını sütununa almıştı. Ben de bu vesileyle size
tekrarlıyayım: Emin olun, bana da güvenin,
bu kitabı okuduktan sonra daha iyi bir insan olacaksınız...
YILLAR AKIP
GİDERKEN ANLARI KAYDETMEK
53
yıl olmuş Muhammed Ali, yani eski adıyla Cassius Clay yaşamıma gireli.
Pasaportu eskitmişiz! Bunu hafta sonu bir daha anladım. Mesela Djokovic
Paris’te Şampiyonluk kupasını Adriano Panatta’nın elinden alırken yine daldım
gittim. 40 yıl önce o yakışıklı ve aktör havalı İtalyan şampiyon olurken,
Roland-Garros stadında o maçı annesi ve babasıyla izleyen 19 yaşında bir gençtim.
Yazının başında sözünü ettiğim Foreman
maçını Cihangir’de gecenin köründe radyodan Orhan Ayhan’ın ağzından
dinlerken 17 yaşındaymışım. Yıllar akıp gidiyor. İşte elimdeki 650 sayfalık “Ali, Tüm Zamanların En Büyüğü” başlıklı
Taschen kitabı bu açıdan bir şaheser. İyi ki valizimin yarısını kaplama
pahasına geçen yıl Paris’ten almışım. Kitapta
resmen yok yok! Muhammed Ali zaten tüm yaşamını dokümante ederken, en
başından beri en büyük olduğunu bilerek tutuyor her belgeyi, her fotoğrafı. Ama
yanlış anlamayın, o yalnız bir egosantrik bir adam filan değil. Bakın kendini
nasıl tanımlıyor: “Ben ağır siklet
şampiyonluğunu kazanan, esprili, herkese dürüstçe ve eşit davranan bir siyahi
olarak hatırlanmak isterim. Kendisine hayran olan başka hiçbir insana
küçümseyerek bakmayan, elinden geldiği kadar herkese maddi olarak yardım eden,
onların özgürlük, adalet ve eşitlik mücadelelerine katkıda bulunan bir insan”. Rahat
ol sevgili Muhammed Ali, tabii ki öyle hatırlanacaksın. O muhteşem insan,
dünyanın en meşhur adamı, tanıştığı her insana aşk ve sevgi dağıtıyor; kin,
nefret ve kibir değil. Daha dünkü değeri
kendinden menkul şarkıcıların imza isteyen gençleri ellerinin tersiyle
itebildikleri bir dünyada, Ali bir mücevher.
VİETNAM
FELAKETİNİ DÜNYAYA DUYURAN BEYİN...
1960’larda,
tabii ki Muhammed Ali Türkiye’de de sonsuz seviliyordu, herkes onun hayranıydı.
Sonra Ali, Vietnam’a gitmeyi reddetti, hem de şampiyonluğunun elinden alınacak
olmasına rağmen. “Vietcong’lar bana hiç
bir zaman ‘pis zenci’ demedi, niye onlarla savaşayım ki?”
Türkler,
Kore’ye kahraman Türk askerlerini yollayıp, Amerikan müttefikleriyle beraber
omuz omuza savaştırmış olmaktan çok gurur duyan bir milletti. Herkes yadırgamıştı
Ali’nin bu tavrını. Bir hayal kırıklığı oluştu birden. “Nasıl ülkesi için savaşa gitmeyi reddederdi bu adam? Olacak şey miydi
bu?” İşin özünü, dünyanın tam anlaması için aradan bir-iki sene daha
geçmesi ve 68 kuşağının dünyada Amerikan emperyalizmini deşifre edip topluma
anlatması gerekiyordu. Ali yalnız bir büyük stand-up komedyen, bir show-man,
seyrine doyulmaz büyük bir boksör değil, aynı zamanda dünyanın gidişatını
etkileyecek bir filozof, öncü bir insandı... En sevildiği Türkiye’de bile zaman
aldı o geçiş anlarında Ali’yi anlayabilmek...
MUHAMMED ALİ’NİN
MÜSLÜMANLIĞININ FARKI!
Ali,
din olarak yetişkin boksör yıllarının başında Müslümanlığı seçti. 1964’te
“İslam Milleti” (Nation of İslam)’nin
başı Elijah Muhammed tarafından ona Muhammed Ali adı verilmişti. Bu Ali’yi
fazlasıyla mutlu etti! Müslüman düşünce önderlerinden Malcolm X, Ali ile kardeş
gibiydi. Yedikleri içtikleri ayrı gitmiyordu. Ama bir konu hariç: Ali, tüm
beyazlara neden “düşman” gözüyle bakması gerektiğini anlayamıyor ve kabul
edemiyordu. Bu az buz bir fark değildi. Çünkü Ali tüm insanlığın sevgilisi
olmak için vardı. Yalnız siyahların değil. Tüm güçsüzlerin, muhtaçların ve onu
anlayıp sevenlerin sevgilisi... Coach’u Angelo Dundee “Ali bir renk körüdür. Fakir,
zengin, siyah, beyaz herkesi sever” diye tarif ederdi onu... Ali’nin Müslümanlık anlayışı, bugün bu dine en
büyük zararı veren malum takımlara kapak olacak nitelikte... Ali’nin parçası
olduğu Müslümanlık, fakir ve muhtaçlara yardım, dostluk, barış ve Allah’a
sığınma üzerine kuruluydu. Onun kitabında şiddet, kin, kavga, nefret yoktu. Yolsuzluk,
dolandırma, uyanıklık yoktu. Ali, her tanıştığı insanı kardeşi gibi görür,
resmen taptığı çocuklarının büyürken her anlarını fotoğraflamayı, vazgeçilmez ödevi
kabul ederdi.
İNSANLIK TİYATRO
ARENASININ DEV AKTÖRÜ
O
dünya halklarının Robin Hood’u, ezilenleri ayaklanmaya çağıran Spartacus’ü, onları
koruyan Karaoğlan’ıydı (Ecevit’ten değil, Suat Yalaz’ın unutulmaz karakteri
Karaoğlan’dan söz ediyorum tabii ki!). Sonuçta 12 yaşındayken bisikleti
çalınmasa, karakolda o polis onu boksa davet etmese, bu büyük macera böyle
şekillenmeyecekti. Ama bu muhteşem özgüvene sahip güzel insan, o zamanda belki
Sydney Poitier gibi bir aktör veya farklı bir Martin Luther King olacak, yine
milyonları peşinden koşturmayı başaracaktı. Çünkü, bu zengin karizmatik sos,
onun tüm hücrelerine sızmıştı. Boks
sporu, Ali onu ana hattı olarak seçtiği gün yeniden doğumunu ilan etmişti
aslında. Muhammed Ali’den önce boks, çok limitli bir kitlenin neredeyse
aşağılayarak izlediği 3. sınıf bir spordu. Ali, onu ön plana, tüm dünyada sahne
ışıklarının üzerine çevrildiği ana platforma taşıdı. Birden onu sevenler ve
ondan nefret edenler dahil herkes boksla ilgilenmeye başladı. İşler tüm dünyanın
aynı anda gece yarısı olsa da kalkıp onun maçlarını izlemesine kadar taşındı,
hem de sonuna kadar... Her yaştan, her ülkeden, her cinsten bitmez bir hayran
kitlesi... Esasında dediğimiz gibi konu boks değildi. Boks bahaneydi. Sahne aslında tüm dünyaydı. Ali, dünyayı ve diğer
insanları ortaklık yaptığı yardımcı aktörleri olarak gören koca bir senarist ve
yıldızdı. Dünya liderleri, ayakkabı boyacıları, boksörler, futbolcular, herkes
onun peşindeydi! O mu? Onun da tek bir yıldızı vardı: Elvis Presley! Bir de
hayran olduğu eski başkan: JFK! O da Ali kadar kitlelerin sevdiği bir diğer
isimdi. O kadar çok benzerlik var ki aralarında...
MUHTEŞEM İNSANI
TARİF ETMEYE ÇALIŞANLAR
Muhammed
Ali’nin dünya için ne ifade ettiğini çözmeye çalıştı sosyologlar, tarihçiler,
medyacılar. Yeni kuşak, annelerinin veya büyükannelerinin neden sabahın köründe
bir boks maçı izlemeye kalktıklarının hiç bir zaman anlayamadılar. Paul Gibson’a
göre o “Marlon Brando, Elvis ve JFK’in bir
karışımı”ydı. Bud Schulberg’e göre o çenebaz “boks kıyafeti giymiş bir Nureyev”di. Kendisine göre ondan kimsenin
çekip alamayacağı bir sıfat vardı: “Halkın
Şampiyonu”. Bugünlerde sağda solda Ali’nin Beatles’la çekilmiş neşeli
resimleri dolaşıyor... Halbuki işin gerçeği aklınıza gelen imajdan çok
farklıydı. Beatles’lar 1964’de Miami’ye gelmişlerdi. Menajerleri onları Dünya
Şampiyonu Sonny Liston’la bir araya getirmek istedi. Ama Liston “o şaklabanlarla bir araya gelmem”
diyerek kestirip atınca istikameti şampiyona meydan okumuş gence, Ali’ye
çevirdiler. Ali’nin antrenman kampında ise, büyük show-man iki hamlede
Beatles’ları hemen kafakola aldı ve onları şekilden şekle, kılıktan kılığa
soktu. Beatles’lar oradan çok kızgın ayrılıp, basın danışmanlarıyla da aylarca küstüler.
Nereden bilebilirlerdi ki, aradan yarım asır geçtikten sonra, yeni gençlerden
bazıları “Bu Ali’nin yanındaki komik
kıyafetli 4 adam kim?” diye sorular soracaklardı!
EN GÜZEL KİM? EN
BÜYÜK KİM?
“Ben
en güzelim, bakın suratımda tek bir çizik yok, ben en kuvvetliyim, en büyüğüm,
tarihin en büyüğüyüm!” Bu sözlere tepki verenler, bozulanlar bile, içlerinde
fırtınalar yaşayarak maçlarına koştular. Belki çoğu zaman en çelişkili
duygularla boğuşup için için onu tuttular. Üstelik bildikleri bir nokta daha
vardı: Gerçekten de karşılarındaki adam olağanüstü ölçeklerde yakışıklı hatta
“güzel” bir insanoğluydu! Yüz, vücut, vücut dili ve hak edilmiş ün, üst üste
biniyordu Ali vakasında!
Ali,
kariyerinin en başından beri o kadar emindi ki nereye doğru yol alacağından... Daha
olimpiyat şampiyonu olmak için Roma’ya doğru gitmeden önce, Muhammed Ali
efsanevi boksör Sugar Ray Robinson’a “ben
altın madalyayı Roma’da aldıktan sonra menajerim olmanızı istiyorum” deme
cüretini gösterir. Robinson şaşkındır bu gencin özgüvenine. “İyi de ben hala dövüşüyorum” demekle
yetinir... “Muhammed Ali” adıyla kendisine
hitap etmeyip hala “Cassisus Clay”i kullanan Ernie Quarrell’i 1967’de 15 raund
boyunca döverken onu soru her yumrukta aynı yağmuruna tutar: “söyle bakalım şimdi, adım neymiş, söyle
bakalım, şimdi biliyor musun?”
GÜREŞÇİ
“GORGEOUS GEORGE”UN ALİ ÜZERİNDEKİ ETKİSİ
Doğanın
insanlığa bir hediyesiydi Ali. Ömrü boyunca ne bir şnav çekti ne de adale
geliştirme çabası gösterdi. O bir sporcu olarak doğmuştu en başından beri. Kariyerinin ilk günlerinde rotasını belirlerken
onu etkileyen en önemli insan, güreşçi “Gorgeous George”du. Ali onun radyolarda,
röportajlarda atıp tutarak rakipleriyle alay eden, basınla show yapan çarpıcı kimliğinden
hızla etkilenmişti. Kendisine o profili onun üzerinden oturtmuş ve bunu
saklamaya da gerek duymamıştı. Her zerresiyle şeffaftı Ali... Kadınlara olan
aşkla karışık düşkünlüğüyle, bitmez tükenmez boks hırsıyla, insana olan
sevgisiyle, topluma ve insanlığa olan sonsuza dek sürecek “içsel sadakat antlaşmalarıyla”...
Herkesin onun yaşamından çıkaracağı
dersler var... Halkı dolandıran ve şantajı, şiddeti ana yöntemleri yapan sahte Müslümanların,
ününü hakketmeyen her branştan burnu havada zibidilerin, başarmaya yeminli
sporcuların, aşılmaz görünen sorunlarla boğuşan işadamlarının, herkesin... “Kelebeğin Ruhu” herkese yol
gösteriyor...
1 Haziran 2016 Çarşamba
İSTANBUL’UN FETHİ, YALNIZ TAYYİPÇİLERE TERKEDİLEMEZ! | BEDRİ BAYKAM | 31.05.2016
Bugünkü konumuz her yıl Mayıs ayının sonlarında oldukları
için sürekli olarak gündemde yer alacak olan üç ayrı kutlama hakkındaki
yorumlarım. Her üçü de sürekli olarak sıcak günlük siyasetle beraber servis
edilen üç ayrı yıldönümü: Bunlar ay içindeki geliş sıralarıyla, 27 Mayıs
Devrimi, 27 Mayıs Gezi Direnişi ve nihayet 29 Mayıs, İstanbul’un Fatih ve
Ordusu tarafından fethi. Öyle görülüyor ki, önümüzdeki yıllarda da, her üçü,
ülkemizin siyasi gündemini en sert şekilde ortasından bıçak gibi yarmaya ve
toplumu kamplaştırmaya devam edecek. Burada suç, tabii ki bu tarihi
dönemeçlerin yaşanmışlıklarının değil, toplumun içine itildiği kaçınılmaz bölünmüşlüklerin
getirdiği kapanmaz yaralar... Ha, kapanmaz diyorsam, inanmayın, kapanır ama kaç
yıl sonra? Kaç yüz yıl, ya da kaç bin yıl, onu bilemem.
NORMALDE YALNIZCA
GEZİ GÜNLERİ GÜNDEMDE OLABİLİRDİ!
Aslında bu üçü arasında, normalde bugün, güncel siyaset
açısından tek gündemde olması gereken Gezi Direnişi... Çünkü sonuçta 2013’te
yaşananlar da, bugünkü hükümetin bir benzerinin yaptığı yasadışı anti
demokratik ve baskıcı eylemlere karşı gençlerin ve halkın direnişiydi. Bugün de
sürekli olarak benzer tepkiler, protestolar, itirazlar gündeme tutunduğu için, Gezi’nin
yıldönümlerinin en azından hararetli geçmesi, son derece beklenen bir sonuç
olurdu. Ama görüyoruz ki, Gezicilere karşı hükümetin veya Erdoğan’ın tepkisi,
bundan 56 sene önce yaşanmış 27 Mayıs Devrimi’ne karşı olan tepkilerinden çok
daha az. Özetle, Gezicilere ancak
yıldönümünde veya ender olarak değinen Erdoğan, neredeyse her konuşmasında
konuyu 27 Mayıs’a getiriyor! Yani bir ülkenin Başbakanı veya Cumhurbaşkanı,
kendi durumuna koltuk değneği aramak için, sürekli olarak aynı ihtilalin
deforme edilmiş uyduruk özetlerine sığınıyor... Bu kadarına artık herhalde
Menderes’in kendisi bile tepki gösterirdi, “yahu
kardeşim, düş yakamdan artık, benden başka malzemen yoksa niye hala liderlik
koltuğunda oturuyorsun, insaf ya!” diye tepkisini ortaya koyardı. Fatih mi?
O herhalde gülmekten kırılır, ardından yoksa ağlasam mı diye tereddüde düşer ve
sonunda da “pes kardeşim!” deyip
başını ellerinin arasına alır yere çökerdi... Aradan 563 yıl geçtikten sonra,
bir ülkede tarihi bir anma yerine, güncel siyasi kayıkçı kavgasının göbeğine
oturtulup en bayağ polemik dolgusu olarak meydana çıkarılışına dayanamaz, yeri
göğü inletebilmek isterdi Fatih Sultan Mehmet!! Uzun lafın kısası, bugün Fransa Cumhurbaşkanı’nın neden durmadan Charlemagne’dan
veya Napolyon’dan veya 2. Dünya Savaşı yıllarının Vichy Hükümeti’nden veya de
Gaulle’den söz etmediğini, neden onlara sürekli yaslanmaya kalkışmadığını
AKP’nin vekilleri veya yandaş-paydaş kalemşörleri arasında düşünebilen var mı
merak ediyorum... Her ne kadar bu üç sözde anma töreni, özde deprem kuşağı
tetikleyicisi hakkında layıkıyla yorum yapabilmek için en azından orta boy bir
kitap yazmak gerekse de, burada sizlerle bazı ana fikirler doğrultusunda bir
toparlama yapalım.
OSMANLI MİRASI VE
GERİSİ, CUMHURİYETÇİLER TARAFINDAN YOK SAYILAMAZ!
Şimdi geçmişini görmezden gelen bazı insanlar vardır. Mesela
ünlü bir siyasi tanırım... “Ne zaman
siyasete girdiniz?” sorusuna daima “1957’de
Ankara milletvekili olarak başladım” diye yanıt vermiştir. Nedense hep CHP
Gençlik Kolları’nın Genel Sekreteri olarak ilk sıfatını kazandığını ve ilk o
eylemlerde 1950’lerin ilk bölümünde piştiğini hep saklamıştır. Nedeni bilinmez,
belki birilerine borçlu çıkar görünmekten korunmanın bir yoludur bu. Mesela
geçmişlerini saklayan iş adamları, kendisine sahte bir geçmiş resmeden eşler,
bankacılar, sanatçılar da vardır... Hepimiz biliyoruz ki, kim ne kadar
uğraşırsa uğraşsın, büyük çoğunlukla, gerçeklerin suyun yüzeyine yükselmek gibi
bir alışkanlıkları vardır. Bu ülkenin Atatürkçüleri, bir makaleye pek sığdırılamayacak
kadar derin nedenlerle, Türkiye Cumhuriyeti toprakları üzerinde veya etrafında 1881’den
önce yaşamış olan atalarımızı çoğunlukla bahsettikleri konulara pek
almamışlardır. Her ne kadar -mesela- Hunlar veya Selçuklular’a daha tarihsel
bir muamele yapılsa da, doğruyu söylemek gerekirse Atatürkçüler Osmanlı
mirasını neredeyse toptan gözardı etmeyi, bir çeşit kaçınılmaz ödev veya toplu
doğal tepki olarak kayıtlarına geçirmişlerdir. Atatürk’ün, “Osmanlı’nın son döneminin ihanetlerine ve teslimiyetlerine rağmen
Samsun’a çıkıp vatanı kurtarması ve ardından Cumhuriyeti kurması” şeklinde
özetlenen gelişmelere -ki bu sözlerin her
birine katılıyorum- öyle bir kulp takılmıştır ki, sanki tüm Osmanlı, gerek
o son pasif ötesi dönem veya bugünkü yobazların gidişatından toptan sorumlu
hale gelmiştir. Halbuki mesela ne Fatih Sultan Mehmet, ne de Kanuni
dönemlerinin bu şekilde ele alınması kabul edilemez. Buna rağmen İstanbul’un fethi gibi dünya tarihinin akışını toptan etkilemiş
bir büyük Fetih olayı bile, sanki Atatürk’e ihanet etmemek için pas geçilmiş,
görmezden gelinen tarihi bir olay olarak rafa kaldırılmıştır. Tüm mirasıyla,
günahı ve sevabıyla dünyayı etkilemiş olan tarihi figürler, bu şekilde pek hak
etmedikleri bir muamele görmüşlerdir son yüzyıl içinde. Atatürkçü, Cumhuriyetçi
olmak, devrimleri kabul etmek, geçmiş yüzyılları yok saymak veya saygı duymamak
anlamına gelemez. Nasıl 2. Cumhuriyetçiler, anakronik şekilde Atatürk’ü
Willy Brandt veya Olaf Palme ile kıyaslamaya kalkıp, anakronizm batağına
saplanıyorlarsa, Atatürkçüler de buna benzer dönem dışı kavram infazları
yapamazlar!
Sonuçta İstanbul’un fethi, Konstantinapol’ün Bizanslılardan
alınması, tarihin akış yatağını değiştirmiş olağandışı ve muhteşem başarılardır.
Mesela burada tarihi birden ileri sararak, Atatürk’ün işgalci İngiliz gemilerine
gözleri dalıp inançla söylediği “geldikleri
gibi giderler” sözlerini hatırlatmakta yarar var! Atatürk, kalkıp “ne iyi oldu da müttefik güçler geldi,
böylece İstanbul’u tekrar onlara iade edebiliriz” dememiştir (!). Uzun
lafın kısası, Atatürk tabii ki, Fatih’in de Kanuni’nin de mirasları için savaşmış,
İstanbul’a, Fatih’in büyük hediyesine de ulus adına özellikle sahip çıkmıştır.
YANİ: Bugün halkın gözünde, İstanbul’un Fethi yalnızca
RTE’ye teslim olmuş ve afyon yutmuş kitlelere teslim edilemeyecek kadar önemli
bir tarihi olaydır. Bunu da şu gelişmeye bağlamak istiyorum: İsteyen CHP
Beşiktaş Belediye Başkanı’nı istediği gerekçeyle eleştirebilir. Ama
Hazinedar’ın 2-3 yıl önce vurguladığım “Osmanlı geçmişine ve İstanbul’un
fethine sahip çıkma” fikirlerinin de üzerine bastığı gibi bu flamaları yaptırmış
olması, “AKP’ye teslimiyet” değildir. Olsa olsa bu değerlerin alakasız şekilde salt
AKP’nin elinde kalmasına karşı açılmış bir bayraktır. Bizlerin Atatürkçü olması,
tüm geçmişimize sahip çıkmamızı engelleyen bir fren haline tabii ki gelemez. Ya da şöyle söyleyelim: belki bir süre,
Cumhuriyet değerleri ve devrimlerin yerleşmesi için, bu frenler gerçekten
gerekliydi. Ama bugün bu fren tersine, aleyhimize çalışıyor. Siyasette de,
futbolda da, sanatta da zamanlama herşeydir.
MENDERES FAŞİZMİNDEN BİR
DEMOKRASİ ŞELALESİ YARATANLAR!
Gelelim daha da kısa bir şekilde 1960 Devrimi hakkında duyduklarımıza.
Her yandaş kanal bu yıl yine bu konuda tek yanlı yayın yapma yarışı içinde
kıvranıyordu. Mesela Habertürk’te Mehmet Alkan, o kadar baştan savma ve bir
tarihçiye hiç bir şekilde yakışmayacak sözlerle konuyu ele aldı ki, tarih adına
ve mesleği olduğunu söylediği alan adına utandım. Bir tanesine yanıt vereyim:
1961 Anayasası iyiymiş de, yine askeri vesayet varmış, çünkü Milli Güvenlik
Kurulu oluşturulmuş! Keşke beyefendi bilseydi ki tam tersine Milli Güvenlik
Kurulu, bir daha hiç bir zaman darbeler yaşanmasın, hükümet ve askerler, sorun
her neyse, aralarında medenice konuşsunlar, halletsinler diye kurulmuş,
garantör ve güvence rolü üstlenmiş vazgeçilmez bir üst kurumdur. Nitekim 28
Şubat’ta da Erbakan ekibinin her an giderek küstahlaşan Atatürk ve Cumhuriyet
saldırılarına karşı MGK devreye girdi ve sorunu kendi içinde sorunsuz by-pass
etmeyi başardı. O gün yaşananlara itiraz edenler, bugün demokrasinin can
çekişerek son nefesini vermekte oluşunu izlerken ağızlarını hiç ama hiç açamazlar...
Şimdi gelelim her yıl
27 Mayıs’ta yaşananlara: Eskiden 27 Mayıs “Anayasa ve Demokrasi Bayramı” olarak kutlanırdı. 12 Eylül faşizmi ve ardından Özalizm,
27 Mayıs’a ilk doğrudan savaşı 1980’lerin başından itibaren açtılar. Ecevit,
soldan gelip 27 Mayıs’a ihanet eden ilk önemli isim oldu. Halbuki 27 Mayıs’ı
yıllarca savunduğu gibi, 1960 Kurucu Meclisi’ne de girmişti. Ardından yobaz
partiler ve 2. Cumhuriyetçiler Menderes’i kabul edilemez bir şekilde “askeri darbe mağduru bir demokrasi şehidi”
olarak göstermeye kalkıştılar ve dönemin kaprisleri sonucunda da bunda
başarılı oldular. Evet, tabii ki Menderes ve 2 bakanının idam edilmesi ağır ve büyük
bir hataydı. Ama 27 Mayıs’ın Anayasası Türkiye açısından bir çeşit Fransız
Devrimi sonuçlarıyla kıyaslanabilirdi ve İnsan Hakları Sözleşmesi’nin bölgesel
ve dönemsel bir çağdaş izdüşümü gibiydi.
Bir devrim hakkında “adam
öldürdü bu nedenle devrim değil darbedir” sözünü söylemenin elle tutulur
tarafı olmadığını herkes bilir. İdam veya adam öldürmek bizler için yapılmaması
gereken büyük bir yanlıştır bugün. Ama dünya “devrim”leri için bu “devrim” sıfatı
alınırken, bu olgu bir kriter teşkil etmez. Fransız İhtilali de Kralı, eşini ve
hatta kendi adamlarını yemiştir yolunda yürürken. Bu olgular, en çok hatırlanan
devrim olmasını değiştirmez. 1917 Devrimi de tarihteki yerini artısı ve
eksisiyle almıştır.
Bize dönersek de, keşke
idamlar olmasaydı da 27 Mayıs yalnız tartışılmaz haklı gerekçeleri ve mükemmel
Anayasası ile konuşulsaydı. Şimdiki gençler o zaman gazetecileri hapse attıran,
rakibi olan tek siyasi partiyi tüm yapıcı ikazlara rağmen kapatmaya kalkışan,
tüm gazeteleri sansür eden, üniversiteleri ve profesörleri aşağılayan,
kendisine oy vermeyen Kırşehir’i ilçe yapan ve daha nice utanılası faşist
eyleme imza atan Menderes’i “demokrasi kahramanı” olarak kafalarına kaydetmek
durumunda kalmazlardı! Ne yazık ki, kimi sol politikacılar da, “aman eleştiri
almayalım” mantığıyla, aynı hatalara göz göre göre düşüp, DP ve 1960 hakkında
olmadık gülünç yayınlar yapıyorlar.
Daha dün gece, İzmir’de yaptığı konuşmada onları andıktan
sonra RTE “bizim geçmişimizde kan yok,
ama sizin var” der demez aklıma gelen yanıtı buradan size de hatırlatmama
gerek var mı? Ellerinizde kan yoksa,
Deniz Gezmişler nerede? Muammer Aksoy’lar, Kışlalı’lar, Mumcu’lar nerede?
Sivas’ta yitirdiğimiz 35 aydın nerede? Metin Altıok, Asım Bezirci nerede?
Hablemitoğlu nerede? Berkin Elvan, Ali İsmail Korkmaz nerede? Gezide
kaybettiğimiz tüm gençler nerede? Saymakla bitmez bizim gerçek demokrasi
şehitlerimiz de, tabii dinleyenler tarih özürlü olunca, canı istediğini gönlünden
koparak nutuk meydanına sallamak, geçer akçe haline geliyor...
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)