25 Aralık 2012 Salı
BOSTANCI’DA “SANATÇILAR GİRİŞİMİ” PARLADI! / BEDRİ BAYKAM / 25 Aralık 2012 tarihli Cumhuriyet makalesi ..
Pazar günü Bostancı Gösteri Merkezi’ni hınca hınç dolduran 4500 yurtsever, Sanatçılar Girişimi’nin büyük organizasyonuyla çok tatmin edici bir gün geçirdiler. Saat 17:30’dan gece 23:30’a kadar süren altı saatlik maratona imza atanlar arasında ülkenin en önemli sanatçıları vardı.
Herhalde hiçbir organizatörün başaramayacağı kapsamda düzenlenmiş bir aktivite olan “Büyük Buluşma”nın içinde Ataol Behramoğlu’ndan Tarık Akan’a, Mehmet Aksoy’dan Nejat Yavaşoğulları’na, Ümit Zileli’den Edip Akbayram’a, Genco Erkal’dan Timur Selçuk’a, Sadık Gürbüz’den Kubat’a, ülkenin sayısız aydını vardı. Gece inanılmaz bir coşku ile sürdü.
Sanatçılar Girişimi’nin kökü, neredeyse bir yıl kadar önce sekiz sanatçı dostumu, eşimle birlikte evde yemeğe davet etmemizle başlamıştı. O gün, zaten sık sık birlikte kafa patlatan sanatçılardan Ataol Behramoğlu, Orhan Aydın, Levent Kırca, Edip Akbayram, Ümit Zileli, Orhan Kurtuldu, Mehmet Güleryüz ve ben, eşlerimizle beraber ülkenin durumunu ele almıştık. Doğal akışta bu demokratik tepkiyi yaşama geçirme kararı aldık. Gerisi zaten kamuoyunun malumu. Aslında bu cümle de abartılı. Çünkü BU ÜLKEDE, aydın insanların -en azından kendilerine göre (!)- haklı gerekçelerle iktidara olan eleştirilerini, duyulur şekilde halka iletecek cesarette “medya organı” (!) yok denecek kadar az.
Sanatçılar Girişimi olarak beklentilerimizin de ötesinde bir başarıya ulaşan gece ile ilgili bazı kritik notlarım var: Behramoğlu’nun yüreklendirici açılış konuşmasından ve bazı değerli sanatçılardan sonra sıra bana geldi. En çok alkış alan vurgulamam şuydu: “Ya hala ‘sen Kemalistsin, ben sosyalistim, sen sosyal demokratsın ben Troçkistim’ gibi ayrımlarla birbirimizi yiyip ayrışacağız ve o zaman seçimlerden sonra yakınmanın bir anlamı olmayacak, ya da yumruk gibi Ana Muhalefet’in etrafında birleşip, diğer muhalif partilerle, sivil toplumla el ele verip önümüze dikilen barikatları yıkacağız. Bunun adına ister mantık evliliği deyin, ister aşk veya tutku, buna mecburuz. Bunu başarıp karanlığı sandıkta yeneceğiz. Ana Muhalefet’e çok iş düşüyor: Lütfen artık engin ufukları, bize ait olmayan sularda, beyhude çabalarla aramayın. Kendi sularımızda, şu salonda arayın” .
Konuşmamın ardından kürsüye gelen Kılıçdaroğlu, bu mesajı aldığını ve “Ortak paydaların öne çıkarılması gerektiğini, bu paydanın da Mustafa Kemal Atatürk olduğunu” söyleyerek salondan büyük alkış aldı ve umut verici kararlı bir konuşmanın ardından salondan ayrıldı.
Gecenin devamında birçok çoşturucu müzik, nefis şiirler ve tiyatro bölümleri izlendi, tüm sanatçılar Timur Selçuk’un piyanosu başında birleşip beraber geceye nokta koyan şarkılar söylediler, Kadıköy-Maltepe-Beşiktaş-Sarıyer Belediyeleri’nin desteğini de alan muhteşem buluşma sona erdi.
Gecede yorumunu yapmak istediğim iki nazar boncuğu oldu. Birincisi sevgili Melike Demirağ, salondakilere, attıkları sloganlar konusunda ikazlar yaptı ve bunda ısrar etti. Gereksiz bir gerginlik oldu. Kimse, hele bu konuda yetkisi olmayan biri, böyle çoşkulu bir salonun sloganlarına karışamaz. İkinci ve çok daha vahim olay, Levent Kırca’nın Kılıçdaroğlu ayrıldıktan sonra yaptığı konuşmaydı. Değerli arkadaşım olayların biraz eski yorumunda kalmış ve salonda yaptığım, tüm muhalefetleri ana muhalefetin önderliğinde birleştirme gereği fikrinin aldığı desteğin de farkına varmamış. Kırca’nın kalkıp “Kılıçdaroğlu’nun kendisinin sırasında konuştuğunu ve CHP propagandası yaptığını” söyleyen Kırca, kusura bakmasın ama durumu ıskalamış. Birincisi, Kılıçdaroğlu’nun orada bir konuşma talebi veya sırası yoktu. Bizlerin büyük ısrarıyla Bostancı’yı programına aldı ve Menemen’den kalktı geldi. Bir konuşma yapmasını ise Sanatçılar Girişimi adına kendisinden Behramoğlu rica etti. İkincisi, konuşmasında “yumruk gibi birleşme” kararlılığımızı destekleyen ortak paydayı savundu ve topa girdi. Bundan daha güzel bir şey olabilir mi?
İtiraf etmem lazım ki, bunlar solun ve ulusalcıların eski kronik hastalıkları. Artık bu kaprislere vaktimiz kalmadı! Seçimleri kazanmak için oyları tek sepette toplamaya mecburuz. Bu da Ana Muhalefet’e açık bir destek vererek, onu eleştireceksek de yapıcı şekilde yörüngesini düzelterek olur. Eskisi gibi “Biz her Parti’ye eşit mesafedeyiz. Kimseyi tutmuyoruz” nakaratına devam ederseniz, Silivri ve diğer zulümhanelerdeki can kardeşlerimiz daha çok acı çekerler, hak etmedikleri işkencelere maruz kalırlar. Bu nedenle herkes artık ayağını denk alsın ve demode şovlara kalkışmasın.
Yazılı medyada yazarın izni olmadan yayınlanamaz..
18 Aralık 2012 Salı
UPSD: ESKİŞEHİR’DE SANATÇI EMİN GÜLÖREN’İN UĞRADIĞI NÜ SANSÜRÜ KABUL EDİLEMEZ!
Sayı: 2109/186 18.12.2012
UPSD: ESKİŞEHİR’DE SANATÇI EMİN GÜLÖREN’İN UĞRADIĞI NÜ SANSÜRÜ KABUL EDİLEMEZ!
Sanatçı Emin Gülören’in 15 Aralık 2012’de Eskişehir Devlet Güzel Sanatlar Galerisi’nde Belediye Başkanı Sayın Yılmaz Büyükerşen’in de katılımıyla açılan “Artnüyet” başlıklı sergisi, 17 Aralık Pazartesi sabahı itibariyle inandırıcı hiç bir gerekçe gösteremeden kapatılmıştır. Sanatçıya haber verme gereği bile görülmeden Emin Gülören’in resimleri galeriye ulaşan bir telefondan gelen bir talimat ile yere indirilip sergi fiilen sona erdirilmiştir.
UPSD: ESKİŞEHİR’DE SANATÇI EMİN GÜLÖREN’İN UĞRADIĞI NÜ SANSÜRÜ KABUL EDİLEMEZ!
Sanatçı Emin Gülören’in 15 Aralık 2012’de Eskişehir Devlet Güzel Sanatlar Galerisi’nde Belediye Başkanı Sayın Yılmaz Büyükerşen’in de katılımıyla açılan “Artnüyet” başlıklı sergisi, 17 Aralık Pazartesi sabahı itibariyle inandırıcı hiç bir gerekçe gösteremeden kapatılmıştır. Sanatçıya haber verme gereği bile görülmeden Emin Gülören’in resimleri galeriye ulaşan bir telefondan gelen bir talimat ile yere indirilip sergi fiilen sona erdirilmiştir.
Son birkaç yılda üst üste anıtlardan heykellere, sergilerden dizilere, tiyatrolardan filmlere gazetelerden internete süren sansür furyası bu sefer de sanki piyango Eskişehir’e çıkmışçasına bu kentte sergilenen, aslında gayet olağan ve normal olan bir nü sergiyi seçmiştir.
Çağdaş Türkiye’nin ifade ve sanatsal yaratım özgürlüğü sanki laik-demokratik bir hukuk devletinde yurttaşların anayasal hakları askıya alınmışçasına ortadan kaldırılabilmektedir. Olay artık en sade insan bedeni tasvirlerini kapsayacak kadar çığırından çıkmış, Türkiye en gerici ülkelerde görülebilecek çağdışı yorum ve bunu takip eden uygulamaların bahtsız bir merkezi haline gelmiştir.
Sayın Kültür ve Turizm Bakanı’nı konuya acilen müdahale etmeye ve kapatılan sergiyi tekrar açmaya davet ediyoruz. Sözde evrensel standartlarda AB demokrasi kriterleri peşinde koşan bir ülkede, böylesine traji-komik olayların yaşanabilmesi, düşündürücüden öte dehşet vericidir.
Toplumun ve medyanın bu uygulamalara alışması ve kabullenmesi Türkiye’nin geleceği adına bizi bekleyen en büyük tehlikelerden biridir.
Kamuoyuna saygılarımızla duyururuz.
Bedri Baykam
Başkan
UPSD
Yönetim Kurulu
Bahri Genç
TijenŞikar
Turan Büyükkahraman
Murat Havan
Denizhan Özer
Ekin Onat vonMerhart
Çağdaş Türkiye’nin ifade ve sanatsal yaratım özgürlüğü sanki laik-demokratik bir hukuk devletinde yurttaşların anayasal hakları askıya alınmışçasına ortadan kaldırılabilmektedir. Olay artık en sade insan bedeni tasvirlerini kapsayacak kadar çığırından çıkmış, Türkiye en gerici ülkelerde görülebilecek çağdışı yorum ve bunu takip eden uygulamaların bahtsız bir merkezi haline gelmiştir.
Sayın Kültür ve Turizm Bakanı’nı konuya acilen müdahale etmeye ve kapatılan sergiyi tekrar açmaya davet ediyoruz. Sözde evrensel standartlarda AB demokrasi kriterleri peşinde koşan bir ülkede, böylesine traji-komik olayların yaşanabilmesi, düşündürücüden öte dehşet vericidir.
Toplumun ve medyanın bu uygulamalara alışması ve kabullenmesi Türkiye’nin geleceği adına bizi bekleyen en büyük tehlikelerden biridir.
Kamuoyuna saygılarımızla duyururuz.
Bedri Baykam
Başkan
UPSD
Yönetim Kurulu
Bahri Genç
TijenŞikar
Turan Büyükkahraman
Murat Havan
Denizhan Özer
Ekin Onat vonMerhart
SİLİVRİ KARANLIĞINDAN UMUT FIŞKIRDI / Bedri Baykam / 18 Aralık 2012 tarihli Cumhuriyet makalesi..
O iç karartıcı ve tarihe arka
kapısından giren Silivri duruşma salonunun kapısındaki polis ve tel örgü
barikatına dayandığımızda saat sabahın 7’siydi. 05:00’te uyanıp bir şeyler
atıştırdıktan sonra yola koyulup gelmiştik. Yanımda asistanlarım Öykü, Serdar
ve Ayşegül ile Sanatçılar Girişimi koordinatörlerinden Canan Sezenler vardı.
Ataol Behramoğlu bizden bir süre sonra gelip içeri girmeyi başaracak, sevgili
Tarık Akan, Mehmet Aksoy ve Rutkay Aziz dışarıda kalıp, destek ve dayanışmaya
oradan devam edecekti.
13 Aralık, ne yazık ki her zaman ağır bir göndermeyle hatırlanacak olan Silivri kentinin Zulümhanesi’nin tarihinde farklı bir gün oldu. 4 yıldır neredeyse her gün tekrarladığımız “Silivri’de yüzbin kişilik miting yapılması lazım” sözleri nihayet yaşama geçebildi. Sonuçta belki 25, belki 50... Hatta belki 100 bin kişi geldi! Sonuçta yollar geç de olsa bloke edildi, yine barikatlar kuruldu, yine jandarmasından hakimine, polisinden savcısına, kimi yetkililer belirli ölçülerde oraya gelen demokrat insanları sıkıntıya sokmak için ellerinden geleni yaptılar. Zar zor ezilme tehlikeleri yaşayarak alındığımız duruşma salonuna arkadaşlarımızın girişleri, sanki heyecanla beklenen bir futbol takımının sahaya çıkışı gibiydi. Balbay, Özkan, Haberal, Başbuğ, Yalçın Küçük, Erkan Göksel, Turan Özlü, Mehmet Perinçek, Sevgi Erenerol ve onlarca başka isim, kararlılıkla salona intikal edip halkı ve gazetecileri selamlayarak yıllara yayılmış dev sıkıntılarına rağmen gülümsemeyle bu güne adım attılar. “Dışarıda” onbinlerin attığı “Geliyor, geliyor, çılgın Türkler geliyor/Silivri duvarı yıkılacak/Silivriden çıkanlar iktidar olacak/Ölmek var, dönmek yok!” sloganlarını duyamamalarına rağmen, kendileriyle beraber nefes alındığını öğrendiklerinde umut ve gözyaşlarını içlerine akıttılar. Onlarla uzaktan kucaklaşmak, bağıra çağıra sohbet edebilmek artık refleksten yapabildiğim şeyler. “Cezalı” veya rahatsız oldukları için katılamayan Perinçek, Hilmioğlu, Ersöz, Veli Küçük gibi isimler dışında herkes oradaydı. Tutuksuz yargılanan Alemdaroğlu, Mütercimler, Mehmet Ali Çelebi, Vural Vural, İbrahim Benli gibi sanıklar da hemen önümüzdeydi.
Silivri Mahkemeleri, “hukuk” kavramının tüm mantığını, etik değerlerini ve evrensel saygı normlarını ters yüz eden utanılası uygulamalarıyla acı bir şekilde tarihe kaydoldu. Siz vekillerin sanıkların yanına oturtulmadığı bir mahkeme düzenini filmlerde bile hiç gördünüz mü? Peki, müvekkiliyle bir belge alış-verişini mübaşir kullanmadan ilk elden yapamayan bir avukat-sanık ilişkisi duydunuz mu? Seri katillere bile reva görülmeyen bu uygulamaların mucitleri övünebilirler! İşte bu Mahkeme, bu sefer de henüz avukatların ellerinde olmayan bir “yeni iddianame” üstünden, hem de avukatlara usul hakkında bile söz vermeden okuma dayatmaya kalkışınca, doğal olarak salon disiplini bozuldu ve tepkiler yağmaya başladı. Fırsattan istifade, Hakim seyircileri boşaltma kararını uyguladı. Bu arada ısrarla, davaya gecikmeli de olsa silah-cinayet vs. gibi iddialar da ekleme çabalarının oldu-bittiyle salonda okunmasına karşı CHP vekili Süheyl Batum ayağa kalkarak “Böyle hukuk mu olur?” diye sert tepki verdi. Mahmut Tanal, Muharrem İnce ve bir ara jandarma itiş kakışına maruz kalan Namık Havuçcan, CHP’nin o gün duruşmaya gelen 32 vekili arasındaydılar.
Sanıkların slogan ve tepkilerinden: “Bu dava artık Leipzig davasının aynısıdır. Bir devleti ele geçirme davasıdır. / Burada hukuk alfabesinin A-B-C’si uygulanmıyor, kimse konuşturulmuyor, dinlenmiyor. / Adaletin kıyameti kopmuştur. / Mustafa Kemal’in askerlerini kimse yenemez!”
13 Aralık, ne yazık ki her zaman ağır bir göndermeyle hatırlanacak olan Silivri kentinin Zulümhanesi’nin tarihinde farklı bir gün oldu. 4 yıldır neredeyse her gün tekrarladığımız “Silivri’de yüzbin kişilik miting yapılması lazım” sözleri nihayet yaşama geçebildi. Sonuçta belki 25, belki 50... Hatta belki 100 bin kişi geldi! Sonuçta yollar geç de olsa bloke edildi, yine barikatlar kuruldu, yine jandarmasından hakimine, polisinden savcısına, kimi yetkililer belirli ölçülerde oraya gelen demokrat insanları sıkıntıya sokmak için ellerinden geleni yaptılar. Zar zor ezilme tehlikeleri yaşayarak alındığımız duruşma salonuna arkadaşlarımızın girişleri, sanki heyecanla beklenen bir futbol takımının sahaya çıkışı gibiydi. Balbay, Özkan, Haberal, Başbuğ, Yalçın Küçük, Erkan Göksel, Turan Özlü, Mehmet Perinçek, Sevgi Erenerol ve onlarca başka isim, kararlılıkla salona intikal edip halkı ve gazetecileri selamlayarak yıllara yayılmış dev sıkıntılarına rağmen gülümsemeyle bu güne adım attılar. “Dışarıda” onbinlerin attığı “Geliyor, geliyor, çılgın Türkler geliyor/Silivri duvarı yıkılacak/Silivriden çıkanlar iktidar olacak/Ölmek var, dönmek yok!” sloganlarını duyamamalarına rağmen, kendileriyle beraber nefes alındığını öğrendiklerinde umut ve gözyaşlarını içlerine akıttılar. Onlarla uzaktan kucaklaşmak, bağıra çağıra sohbet edebilmek artık refleksten yapabildiğim şeyler. “Cezalı” veya rahatsız oldukları için katılamayan Perinçek, Hilmioğlu, Ersöz, Veli Küçük gibi isimler dışında herkes oradaydı. Tutuksuz yargılanan Alemdaroğlu, Mütercimler, Mehmet Ali Çelebi, Vural Vural, İbrahim Benli gibi sanıklar da hemen önümüzdeydi.
Silivri Mahkemeleri, “hukuk” kavramının tüm mantığını, etik değerlerini ve evrensel saygı normlarını ters yüz eden utanılası uygulamalarıyla acı bir şekilde tarihe kaydoldu. Siz vekillerin sanıkların yanına oturtulmadığı bir mahkeme düzenini filmlerde bile hiç gördünüz mü? Peki, müvekkiliyle bir belge alış-verişini mübaşir kullanmadan ilk elden yapamayan bir avukat-sanık ilişkisi duydunuz mu? Seri katillere bile reva görülmeyen bu uygulamaların mucitleri övünebilirler! İşte bu Mahkeme, bu sefer de henüz avukatların ellerinde olmayan bir “yeni iddianame” üstünden, hem de avukatlara usul hakkında bile söz vermeden okuma dayatmaya kalkışınca, doğal olarak salon disiplini bozuldu ve tepkiler yağmaya başladı. Fırsattan istifade, Hakim seyircileri boşaltma kararını uyguladı. Bu arada ısrarla, davaya gecikmeli de olsa silah-cinayet vs. gibi iddialar da ekleme çabalarının oldu-bittiyle salonda okunmasına karşı CHP vekili Süheyl Batum ayağa kalkarak “Böyle hukuk mu olur?” diye sert tepki verdi. Mahmut Tanal, Muharrem İnce ve bir ara jandarma itiş kakışına maruz kalan Namık Havuçcan, CHP’nin o gün duruşmaya gelen 32 vekili arasındaydılar.
Sanıkların slogan ve tepkilerinden: “Bu dava artık Leipzig davasının aynısıdır. Bir devleti ele geçirme davasıdır. / Burada hukuk alfabesinin A-B-C’si uygulanmıyor, kimse konuşturulmuyor, dinlenmiyor. / Adaletin kıyameti kopmuştur. / Mustafa Kemal’in askerlerini kimse yenemez!”
Davayla ilgili durumu
şöyle izah edeyim: Bir davada 3-4 tane akıl almaz falso olsa, onları topluma izah
eder, işin altından kalkarsınız. Ama içinde 2452 tane mantıksız delil, havada
kalan gizli tanık bindirmesi, teknolojik absürd çelişki taşıyan iddialar olduğu
zaman, bu düzeltmeleri yapmaya neresinden başlayacağınızı bilemezsiniz ve olay çamur
ırmağına döner. Hiçbir açıdan somut bulgulara ulaşamayan davaya “silah ekleme” çabasını endirekt besleyen
hareketlenmeler arasında Muhsin Yazıcıoğlu’ndan Turgut
Özal’a, Adnan Kahveci’den Bülent Arınç’a, ortalığa yayılmaya çalışılan “suikast arayışları”nın ana nedeni de,
herhalde sağır sultanın bile artık
anladığı gibi, beyhude çabalarla Ergenekon canavarına kanlı vampir dişi
arayışından başka bir şey değil!
Yazılı medyada yazarın izni olmadan yayınlanamaz..
Yazılı medyada yazarın izni olmadan yayınlanamaz..
11 Aralık 2012 Salı
CHP VE STK’LAR: MANTIK EVLİLİĞİ VE KULLANMA KILAVUZU / Bedri Baykam / 11 Aralık 2012 tarihli Cumhuriyet makalesi..
Mahallenin ilgi uyandıran esrarengiz
güzel kızı ile zengin ama hassas geçmişli bıçkın delikanlısı beraber hayat
kurma yolunda ilerliyorlarsa, her açıdan ikisinin ve ailelerinin de bu
evlilikten ciddi oranda çıkar beklentileri varsa, üstelik kasabada, bu ilişkiye
alternatif olabilecek başka kapı yoksa... Ortaya
çıkan sorunların bir şekilde halledilmesi gerekir, değil mi?
Evlilik ya doğal yollardan kaçınılmaz tutkulu aşkla gelir, ya dönüşen bir arkadaşlığın gelişmesiyle ya da tesadüflerle... Başka? Bunlardan hiç biri olamamışsa, o zaman gündeme gelebilecek diğer seçenek “mantık evliliği” olabilir. Yani münasip zaman, şartlar, çevre baskısı ve tüm veriler analiz edildiğinde ortaya çıkan çaredir!
CHP ve Sivil Toplum arasında yaşananlar, her açıdan en azından bir “mantık evliliği”nin devreye girmesi gerektiğini ortaya koyuyor! Neden mi? Gerekçeler gayet basit. Özetle ele alacak olursak, iki hafta önce “CHP’nin Tehlikeli İkilemleri” başlığı altında, Parti’nin, geniş kitlelerin ve STK’ların kendisinden vebalı gibi kaçmalarına neden olan ölümcül hatalarını aktarmıştım: Kürt sorunundan laikliğe, yakın tarihin gerçekçi analizinden milletvekili adaylarının saptanmasıyla ilgili ortaya çıkan tepkilere kadar her yöne uzanan akıl karışıklıkları ve yanlış politikaların CHP seçmenini nasıl uzaklaştırdığını... Geçen hafta ise, Sivil Toplumun, elinde hiçbir “B Planı” olmamasına karşın, intiharına koşarcasına CHP ile arasına nasıl buzullar koyduğunu ve bunun güya kurtulmaya çalıştığı faşist rejimin içinde kendisini nasıl tutsak haline getirdiğini anlatmıştım. Hayatın gerçekleri ise, her iki kesimin de “uysa da uymasa da” birbirleriyle acilen yakınlaşmaları gereğini ortaya çıkarıyor. Çünkü acilen bu “mantık evliliği” sonuçlandırılmazsa, her ikisi de birbiri peşi sıra, geriye dönüşü olmayan bir uçurumdan aşağıya yuvarlanacaklar. Hatta araç sigorta terminolojisiyle, “pert” olacaklar!
Bugünün gerçeklerine dönecek olursak: Önce yerel, ardından genel seçimlere yönelik takvim işlemeye devam ediyor. Seçimler her gün yaklaşırken, CHP ve onun hinterlandı olması gereken “Sivil Toplum” arasındaki sorunların sıkı ve acil bir diyalogla giderilmeye, en azından iyileştirilmeye gereksinimi olduğu kesin bir veri. Çünkü bu ilişkinin hak ettiği sıhhatine kavuşturulması için, seçimlere üç gün kala harekete geçmek, kimselere bir şey kazandırmaz!
Öte yandan, bu birleşmenin hiç gerçekleşmemesi için ister sinsi sinsi, ister açıkca çalışan o kadar çok gafil var ki! Bunların bir kısmı, CHP’nin geçmiş kararları veya siyasi akış kadroları açısından bir çeşit -çoğu zaman haklı!- “kuyruk acısı” geliştirenler. Bir diğer kısmı CHP’den artık kurtarıcı bir Parti yaratmanın imkansızlığını gördüğünü söyleyenler! Bir diğer kısmı da hiçbir zaman uzaktan yakından gerçekleşmeyecek olan farklı siyasal beklentiler nedeniyle komik şekilde CHP’yi rakip görüp onun “imajını” batırmaya çalışanlar! Hayali senaryolarla avunup gerçeküstü beklentilere yelken açan bu kesimin de bahsettiğimiz diyalogu sağlayacağı veya kolaylaştıracağı pek düşünülemez.
Tüm bu olumsuz şartlara rağmen “Başarısızlık bir alternatif değildir” sözünden yola çıkarsak, “mantık evliliği”ni sağlamanın şartları karşılıklı bir “kullanım kılavuzu” gerektirilebilir! Mesela CHP’nin STK temsilcileriyle sık sık buluşması, onların ideolojik eleştirilerini dinlemesi, zeytin dalı uzatarak araya girmiş her türlü yanlış anlamayı bertaraf etmesi, başta TGB olmak üzere, Parti’nin ADD, ÇYDD ve DİSK gibi kuruluşların sokak gücü ve dinamizmini kullanması ve hatta İP’le dayanışmaya girmesi, tarafsızları, küskünleri çekmesi, kendi alyuvarlarına oksijen doldururcasına bu hatları hızlı şekilde genişletmesi gündeme gelmelidir.
STK’ların ise, CHP’den şikayet etmek yerine gördükleri ideolojik ve diğer hataların düzeltilmesi için çalışmaları, Parti’yi silkelemeleri, ilçe ve milletvekillerini ziyaret ederek infiale yol açan gafları çekinmeden yüksek sesle ifade etmeleri ve böylece artık şu “Ben tarafsızım, herkese eşit mesafedeyim” nakaratından kurtularak rengini çekinmeden belli etmenin şeffaflığını yaşamaları gerekiyor. Burada karşılıklı sabır, tahammül ve alçakgönüllü duruş şart! Sürekli kan davası gibi hesaplaşmaların, geçmişe yönelik suçlamaların terkedilmesi lazım. Yoksa evlilik suya düşer! “Kullanım kılavuzu”nun temel maddeleri bunlar!
CHP ve Sivil Toplum, çok acilen ister aşk, ister mantık evliliği yapmayı beceremezlerse, AKP hakkındaki şikayetlerinin kuruş değeri yoktur. Bu not, tarihe düşülmüştür.
Yazılı medyada yazarın izni olmadan yayınlanamaz..
Evlilik ya doğal yollardan kaçınılmaz tutkulu aşkla gelir, ya dönüşen bir arkadaşlığın gelişmesiyle ya da tesadüflerle... Başka? Bunlardan hiç biri olamamışsa, o zaman gündeme gelebilecek diğer seçenek “mantık evliliği” olabilir. Yani münasip zaman, şartlar, çevre baskısı ve tüm veriler analiz edildiğinde ortaya çıkan çaredir!
CHP ve Sivil Toplum arasında yaşananlar, her açıdan en azından bir “mantık evliliği”nin devreye girmesi gerektiğini ortaya koyuyor! Neden mi? Gerekçeler gayet basit. Özetle ele alacak olursak, iki hafta önce “CHP’nin Tehlikeli İkilemleri” başlığı altında, Parti’nin, geniş kitlelerin ve STK’ların kendisinden vebalı gibi kaçmalarına neden olan ölümcül hatalarını aktarmıştım: Kürt sorunundan laikliğe, yakın tarihin gerçekçi analizinden milletvekili adaylarının saptanmasıyla ilgili ortaya çıkan tepkilere kadar her yöne uzanan akıl karışıklıkları ve yanlış politikaların CHP seçmenini nasıl uzaklaştırdığını... Geçen hafta ise, Sivil Toplumun, elinde hiçbir “B Planı” olmamasına karşın, intiharına koşarcasına CHP ile arasına nasıl buzullar koyduğunu ve bunun güya kurtulmaya çalıştığı faşist rejimin içinde kendisini nasıl tutsak haline getirdiğini anlatmıştım. Hayatın gerçekleri ise, her iki kesimin de “uysa da uymasa da” birbirleriyle acilen yakınlaşmaları gereğini ortaya çıkarıyor. Çünkü acilen bu “mantık evliliği” sonuçlandırılmazsa, her ikisi de birbiri peşi sıra, geriye dönüşü olmayan bir uçurumdan aşağıya yuvarlanacaklar. Hatta araç sigorta terminolojisiyle, “pert” olacaklar!
Bugünün gerçeklerine dönecek olursak: Önce yerel, ardından genel seçimlere yönelik takvim işlemeye devam ediyor. Seçimler her gün yaklaşırken, CHP ve onun hinterlandı olması gereken “Sivil Toplum” arasındaki sorunların sıkı ve acil bir diyalogla giderilmeye, en azından iyileştirilmeye gereksinimi olduğu kesin bir veri. Çünkü bu ilişkinin hak ettiği sıhhatine kavuşturulması için, seçimlere üç gün kala harekete geçmek, kimselere bir şey kazandırmaz!
Öte yandan, bu birleşmenin hiç gerçekleşmemesi için ister sinsi sinsi, ister açıkca çalışan o kadar çok gafil var ki! Bunların bir kısmı, CHP’nin geçmiş kararları veya siyasi akış kadroları açısından bir çeşit -çoğu zaman haklı!- “kuyruk acısı” geliştirenler. Bir diğer kısmı CHP’den artık kurtarıcı bir Parti yaratmanın imkansızlığını gördüğünü söyleyenler! Bir diğer kısmı da hiçbir zaman uzaktan yakından gerçekleşmeyecek olan farklı siyasal beklentiler nedeniyle komik şekilde CHP’yi rakip görüp onun “imajını” batırmaya çalışanlar! Hayali senaryolarla avunup gerçeküstü beklentilere yelken açan bu kesimin de bahsettiğimiz diyalogu sağlayacağı veya kolaylaştıracağı pek düşünülemez.
Tüm bu olumsuz şartlara rağmen “Başarısızlık bir alternatif değildir” sözünden yola çıkarsak, “mantık evliliği”ni sağlamanın şartları karşılıklı bir “kullanım kılavuzu” gerektirilebilir! Mesela CHP’nin STK temsilcileriyle sık sık buluşması, onların ideolojik eleştirilerini dinlemesi, zeytin dalı uzatarak araya girmiş her türlü yanlış anlamayı bertaraf etmesi, başta TGB olmak üzere, Parti’nin ADD, ÇYDD ve DİSK gibi kuruluşların sokak gücü ve dinamizmini kullanması ve hatta İP’le dayanışmaya girmesi, tarafsızları, küskünleri çekmesi, kendi alyuvarlarına oksijen doldururcasına bu hatları hızlı şekilde genişletmesi gündeme gelmelidir.
STK’ların ise, CHP’den şikayet etmek yerine gördükleri ideolojik ve diğer hataların düzeltilmesi için çalışmaları, Parti’yi silkelemeleri, ilçe ve milletvekillerini ziyaret ederek infiale yol açan gafları çekinmeden yüksek sesle ifade etmeleri ve böylece artık şu “Ben tarafsızım, herkese eşit mesafedeyim” nakaratından kurtularak rengini çekinmeden belli etmenin şeffaflığını yaşamaları gerekiyor. Burada karşılıklı sabır, tahammül ve alçakgönüllü duruş şart! Sürekli kan davası gibi hesaplaşmaların, geçmişe yönelik suçlamaların terkedilmesi lazım. Yoksa evlilik suya düşer! “Kullanım kılavuzu”nun temel maddeleri bunlar!
CHP ve Sivil Toplum, çok acilen ister aşk, ister mantık evliliği yapmayı beceremezlerse, AKP hakkındaki şikayetlerinin kuruş değeri yoktur. Bu not, tarihe düşülmüştür.
Yazılı medyada yazarın izni olmadan yayınlanamaz..
7 Aralık 2012 Cuma
UPSD GENEL KURULU YAPILDI Bedri Baykam 4. kez Başkanlığa Seçildi.
2 Aralık 2012 Pazar günü, derneğin Maçka demokrasi Parkı’ndaki merkezinde
Bünyamin Özgültekin’in Divan Başkanlığı’nda yapılan
Uluslararası Plastik Sanatlar Derneği (UPSD) 12. Olağan Genel Kurulu’nda,
Bedri Baykam 4. Kez, 3 yıllığına UPSD Başkanı seçildi.
UPSD’nin yeni Yönetim Kurulu şu isimlerden oluştu:
Bedri Baykam (Başkan)
Bahri Genç (2. Başkan-Sayman)
Tijen Şikar (Genel Sekreter-İletişim)
Ekin Onat von Merhart (UPSD Galeri-Dış İlişkiler)
Denizhan Özer (UPSD Galeri-Dış İlişkiler)
Murat Havan (Kurumsal İlişkiler- Yerel Yönetimler)
Turan Büyükkahraman (Kurumsal İlişkiler- Yerel Yönetimler)
Yönetim Kurulu Yedek
Melik İskender
Recep Batuk
Ayşe Erel
Ekrem Kahraman
Ceylan Mutlu
Rahmi Aksungur
Nebahat Karyağdı
Alangoya Çoker
Sonya Tanrısever
Pınar Selimoğlu
Üye Kabul Yedek
Kadri Özayten
Devabil Kara
Ekber Yeşilyurt
Onur Kurulu
Hüsamettin Koçan
Tomur Aagök
Nilüfer Ergin
Meriç Hızal
Ferit Özşen
Nur Koçak
Denetleme Kurulu
Tülin Onat
Çiler Belen
Mustafa Karyağdı
Denetleme Kurulu Yedek
Taner Ceylan
Barış Sarıbaş
Argun Okumuşoğlu
6 Aralık 2012 Perşembe
BÜYÜK BULUŞMA’ya davetlisiniz
Baskıya, korkuya, adaletsizliğe, sanat ve sanatçı düşmanlığına karşı BÜYÜK BULUŞMA’ya davetlisiniz.
Saygılarımızla.
SANATÇILAR GİRİŞİMİ
ferman padişahın, ülke bizimdir
Yer: Bostancı Gösteri Merkezi
Saat: 1700 - 2300
Adreslerimiz:
Facebook sayfasi:
https://www.facebook.com/Reddediyoruz
blog sayfasi:
http://sanatcilargirisimi.blogspot.com/
twitter:
https://twitter.com/reddediyoruz
mail: reddediyoruz@gmail.com
5 Aralık 2012 Çarşamba
BEDRİ BAYKAM / Tarihin Röntgencisi / The Voyeur of History
| |||
| |||
|
4 Aralık 2012 Salı
Sivil Toplumun Ölümcül İkilemleri! / Bedri Baykam / 4 Aralık 2012 tarihli Cumhuriyet makalesi..
Geçen hafta “CHP’nin Tehlikeli İkilemleri” başlıklı yazımı eminim “Y-CHP”ye
kızan onca Atatürkçü ve sivil toplumcu, hak vererek gündemine aldı. “İşte bunlar CHP’nin kulağına küpe olsun” diye
birçok arkadaşımın bu yazıyı yaydıklarını biliyorum. Bu seferki yazıma
verecekleri tepki ise, ne olursa olsun Türkiye’nin önümüzdeki seçimlerini ve
kaderini etkileyecek.
Türkiye’de bugün 29 Ekim’lerde meydanları dolduran ve milyonlarla ölçülen muhalefetin içinde ADD’liler, ÇYDD’liler, TGB’liler, İP’liler, DİSK’liler, sendikacılar ve sandıklara gitmeyenler var. Her toplumsal eylemde kolkola girip beraber yürüdüğüm bu kardeşlerimin her biri, bu iktidardan kurtulmak istediklerini haykırıyorlar. Peki nasıl başaracaklar? Tek seçenekleri AKP’yi sandıkta yenmek değil mi? Bu veriye göre hareket edeceklerse, bakalım ellerindeki kozlar hangileri...
Herhalde tüm dinamik yapısına rağmen İP’yi bir iktidar alternatifi olarak görmek mümkün değil. Son sondajlarda %2’ye yükselmiş olması çok sevindirici olsa da, bu noktanın da uzaktan yakından AKP’yi tehdit edebilecek bir potansiyel oluşturamayacağı ortada. DSP, Masum Türker’in sağlam şirinliklerine rağmen, Ecevit’in son bitik döneminden de gerilerde. MHP’yi alternatif bir muhalefet partisi sananlar, bunun bedelini siyasi gerilimlerin her kritik virajında acı şekilde ödemeye devam ediyorlar. Diğer küçük partilere hiç girmiyorum. Oturdukları apartmanda eşleri için “Kocam Parti Başkanı” diye komşularına böbürlenme şansı verme dışında hiçbir getirisi olmayan bu uğraşı kritik günlerde hala sürdürebildikleri için Allah akıl fikir ihsan eylesin diyorum.
Demek ki, ortada bir tek gerçek var: CHP dışında, uzaktan yakından AKP ile rekabet ihtimali olan parti yok. Halbuki girişte söz ettiğimiz o tepkisel kitlenin büyük bir kısmı, CHP seçmenleri arasında değil. Sorsanız, her biri CHP’ye -çoğu sonsuz haklı sebeplerden- tepkili. Zaten bu gerekçeleri geçen hafta özetledik. Yani sandıkta elleri CHP’ye gitmiyor, ama bu iktidardan kurtulmak için neredeyse yaşamlarından olmaya razılar! Peki bu ikilemi aranızda anlayabilen var mı? Dünya tarihi daha traji-komik bir çelişki gördü mü?
Tabii bir kesim daha var. Onlar bu derneklerde çalışıp, bu meydanlarda yürüyüp, hatta belki CHP’ye oy verip, kamuya açık siyasi söylemlerinde hiçbir şekilde CHP’ye destek vermeyenler. Onlara göre “Biz her partiye eşit uzaklıktayız” gibi standart saçma lafları orta yere bırakmak çok daha garantili. Ama ortaya yaydıkları bu belirsizlik, iktidara yarıyor. Yani “Ben taraf tutmam, ben CHP’li değilim” tavrıyla bu sözde muhalefet, resmen intiharına koşuyor! Çünkü seçimlere koşarken, tek bir B planları yok! Hem de tüm sivil-imam toplumcuları, var güçleriyle kapı kapı gezip iktidarı savunurken... Silivri’ye gidip bir sorun bakalım demokrasi nöbetçilerimize, “aferin” derler mi bizim “tarafsız”lara?
Peki, CHP’ye kızgınsın, diyelim ki üzerinde siyaset yaptığı zemini kaypak buluyorsun, hatta Genel Başkan’ından şu ya da bu vekiline kadar birçok siyasisini ölesiye eleştiriyorsun... İyi de bu Parti’nin içine girip, eleştirdiğin dağlara kılıç sallamaktan başka seçeneğin yok ki... Pardon var! O da CHP’yi yıpratacak her tavrı ve tepkiyi gösterdikten sonra, seçimlerde AKP bilmem kaçıncı zaferine koştuğunda, oturup şikayet edip ağlamak, “Eyvah şimdi bu sonuçla bu adamlar kimbilir daha neler yaparlar devrimler aleyhine!” diye hayıflanmak... Bu durumu algılayan bir yabancı siyasetçi ne der biliyor musunuz? “Siz sahte muhalifsiniz. İktidardan şikayet ettiğiniz filan yok. ‘Gibi’ yapmakla yetiniyorsunuz. Çünkü gerçekten arkadaşlarınızın hapiste olmasından ve faşizmden yakınsanız, ne yapar eder, CHP’ye seçimi kazandırmak için ölesiye çalışırsınız. Ama siz tam tersine ya ‘tarafsızız’ diye tempo tutuyorsunuz ya da daha ileri gidip CHP aleyhine çalışıyorsunuz. İnandırıcılığınız kocaman bir sıfır!”
Türkiye’de bugün 29 Ekim’lerde meydanları dolduran ve milyonlarla ölçülen muhalefetin içinde ADD’liler, ÇYDD’liler, TGB’liler, İP’liler, DİSK’liler, sendikacılar ve sandıklara gitmeyenler var. Her toplumsal eylemde kolkola girip beraber yürüdüğüm bu kardeşlerimin her biri, bu iktidardan kurtulmak istediklerini haykırıyorlar. Peki nasıl başaracaklar? Tek seçenekleri AKP’yi sandıkta yenmek değil mi? Bu veriye göre hareket edeceklerse, bakalım ellerindeki kozlar hangileri...
Herhalde tüm dinamik yapısına rağmen İP’yi bir iktidar alternatifi olarak görmek mümkün değil. Son sondajlarda %2’ye yükselmiş olması çok sevindirici olsa da, bu noktanın da uzaktan yakından AKP’yi tehdit edebilecek bir potansiyel oluşturamayacağı ortada. DSP, Masum Türker’in sağlam şirinliklerine rağmen, Ecevit’in son bitik döneminden de gerilerde. MHP’yi alternatif bir muhalefet partisi sananlar, bunun bedelini siyasi gerilimlerin her kritik virajında acı şekilde ödemeye devam ediyorlar. Diğer küçük partilere hiç girmiyorum. Oturdukları apartmanda eşleri için “Kocam Parti Başkanı” diye komşularına böbürlenme şansı verme dışında hiçbir getirisi olmayan bu uğraşı kritik günlerde hala sürdürebildikleri için Allah akıl fikir ihsan eylesin diyorum.
Demek ki, ortada bir tek gerçek var: CHP dışında, uzaktan yakından AKP ile rekabet ihtimali olan parti yok. Halbuki girişte söz ettiğimiz o tepkisel kitlenin büyük bir kısmı, CHP seçmenleri arasında değil. Sorsanız, her biri CHP’ye -çoğu sonsuz haklı sebeplerden- tepkili. Zaten bu gerekçeleri geçen hafta özetledik. Yani sandıkta elleri CHP’ye gitmiyor, ama bu iktidardan kurtulmak için neredeyse yaşamlarından olmaya razılar! Peki bu ikilemi aranızda anlayabilen var mı? Dünya tarihi daha traji-komik bir çelişki gördü mü?
Tabii bir kesim daha var. Onlar bu derneklerde çalışıp, bu meydanlarda yürüyüp, hatta belki CHP’ye oy verip, kamuya açık siyasi söylemlerinde hiçbir şekilde CHP’ye destek vermeyenler. Onlara göre “Biz her partiye eşit uzaklıktayız” gibi standart saçma lafları orta yere bırakmak çok daha garantili. Ama ortaya yaydıkları bu belirsizlik, iktidara yarıyor. Yani “Ben taraf tutmam, ben CHP’li değilim” tavrıyla bu sözde muhalefet, resmen intiharına koşuyor! Çünkü seçimlere koşarken, tek bir B planları yok! Hem de tüm sivil-imam toplumcuları, var güçleriyle kapı kapı gezip iktidarı savunurken... Silivri’ye gidip bir sorun bakalım demokrasi nöbetçilerimize, “aferin” derler mi bizim “tarafsız”lara?
Peki, CHP’ye kızgınsın, diyelim ki üzerinde siyaset yaptığı zemini kaypak buluyorsun, hatta Genel Başkan’ından şu ya da bu vekiline kadar birçok siyasisini ölesiye eleştiriyorsun... İyi de bu Parti’nin içine girip, eleştirdiğin dağlara kılıç sallamaktan başka seçeneğin yok ki... Pardon var! O da CHP’yi yıpratacak her tavrı ve tepkiyi gösterdikten sonra, seçimlerde AKP bilmem kaçıncı zaferine koştuğunda, oturup şikayet edip ağlamak, “Eyvah şimdi bu sonuçla bu adamlar kimbilir daha neler yaparlar devrimler aleyhine!” diye hayıflanmak... Bu durumu algılayan bir yabancı siyasetçi ne der biliyor musunuz? “Siz sahte muhalifsiniz. İktidardan şikayet ettiğiniz filan yok. ‘Gibi’ yapmakla yetiniyorsunuz. Çünkü gerçekten arkadaşlarınızın hapiste olmasından ve faşizmden yakınsanız, ne yapar eder, CHP’ye seçimi kazandırmak için ölesiye çalışırsınız. Ama siz tam tersine ya ‘tarafsızız’ diye tempo tutuyorsunuz ya da daha ileri gidip CHP aleyhine çalışıyorsunuz. İnandırıcılığınız kocaman bir sıfır!”
Herhalde bu ülkede CHP’yi benim kadar
eleştiren 2-3 yazar ya vardır ya yoktur. Buna rağmen her seçimde yapılan tüm
abartılı Parti içi gafa, hataya ve komik derecede hatalı aday seçimlerine
rağmen CHP’yi destekliyorum. Neden mi? Çünkü ben ilkokulda, matematikte sınıfın en iyilerinden biriydim ve hangi sepette daha çok bilye olmasını
istediğimi biliyordum da ondan. Rakibi
olduğum sepeti kazandırmak istercesine asalak bir hedefe koşmuyorum, siyasi
hedeflerime bakıp, öyle kararlar
alıyorum, ideolojimi uçurumdan aşağı itmiyorum da ondan. Bilmem anlatabildim
mi? Haftaya devam!
Yazılı medyada yazarın izni olmadan yayınlanamaz..
Yazılı medyada yazarın izni olmadan yayınlanamaz..
27 Kasım 2012 Salı
CHP’NİN TEHLİKELİ İKİLEMLERİ / BEDRİ BAYKAM / 27 Kasım 2012 tarihli Cumhuriyet makalesi..
Geçen hafta “Seyit Rıza” meselesi üzerinden yaşanan kriz, CHP açısıdan da son
derece kritik bir yol ayrımına işaret ediyor. CHP yaşanan ağır tartışmaları yok
sayarak bu ideolojik çifte başlılığına
acilen son vermezse, önümüzdeki her seçim sürecinde hayal kırıklığı yaşamaya
mahkum.
Kılıçdaroğlu, Genel Başkanlık koltuğuna
oturduğundan beri “ezber bozmak”
adına -ANAP’ın “dört eğilim”sapmasını
hatırlatan bir tavırla- liberal, ılımlı islamcı, Kürtçü, yani CHP’nin genel
ideolojisi ve Cumhuriyet’in kuruluş felsefesine aykırı milletvekilleri, Parti
Meclis Üyeleri seçtiriyor. CHP lideri bu sayede Partisine hem Güneydoğu’dan,
hem “müslüman” siyaseti (!) öne
çıkaranlardan hem de merkez liberallerinden oy akacağını sanyor. Üzerinde durmaya
bile gerek yok, bu oportünizm kokan ideolojik biçim bozmanın bir geri adım
dönüşü olacağını sanmak en iyi ihtimalle aşırı iyi niyet veya siyasi saflık.
CHP, Kılıçdaroğlu döneminde
yaşadığı seçim ve referandum süreçlerinde beklenen oy patlamasını yapamadığı
gibi, neredeyse birçok açıdan Baykal CHP’sinin gösterdiği potansiyel yükseliş
ivmesinin beklentilerinin gerisinde kalıyor. Büyük umutlarla ve hatırı sayılır
bir rüzgarla başlayan bu serüven, bu nedenlerle şimdilik yarattığı umudu
dağların arkasına bıraktı. AKP bu sayede 10 yıldır iktidarda olmasına ve
halktan bu kadar tepki görmesine rağmen karşısında kendisini yerinden
edebilecek bir muhalefeti bile olmayan Parti oldu. Dikensiz gül bahçesinde
gezinerek yarattığı tek sesliliğin keyfini Parlamento’da çıkarıyor.
CHP “herkese yaranayım” mantığıyla şekillenen kaygan tavırlarıyla kendisi
için marjinal sayılabilecek kesimlerden oy alamadığı gibi, esas kendi arka
bahçesi olan Ulusalcı, Atatürkçü, Cumhuriyetçi-Demokrat insanların ışık hızıyla
Parti’den uzaklaştığını göremiyor. Bırakın seçmenleri veya üyeleri, CHP’nin
yönetim organlarında yer alan insanlar, sürekli muhatap oldukları bu “Y-CHP”
saldırısından kaçarak istifa ediyorlarsa veya Parlamento Grubu’nda kazan
kaldırıyorlarsa, artık Parti için oturup düşünme vaktidir. Bütün bu şizofrenik
parçalanma ve kafa karışıklığının kökeninde Kılıçdaroğlu ekibinin “CHPli gibi CHPliler” yerine her çeşit ithal
düşünce sahiplerini öne çıkararak seçimlere ve Parlamento’ya girmeleri ve de
üstelik bu sapmalardan övünmeleri yatıyor. Gerek cemaate yakın Kürtçü siyaseti
seslendiren milletvekilleri, gerek Parti’ye açık açık Atatürkçüleri tasfiye
etmeleri gerektiğini anlatan 2. Cumhuriyetçi-liboş yandaş gazetecilerle “düşünürlerle” (!) kurulan sıkı
diyaloglar, ortaya rahatsız ediciden öte bir “ne olduğu belirsiz” Parti yapısı çıkarıyor.
Öncelikle Kılıçdaroğlu’nun sürekli
olarak muz kabuğuna basarcasına üzerine gidip yere yuvarlandığı “anakronizm” hastalığından söz edelim: Parlamento
grubunda milletvekillerinin cesur çıkışlarıyla engellenen, Hüseyin Aygün’ün “Seyit Rıza’ya
iadeyi-i itibar” yasa tasarısı tartışılırken “Seyit Rıza’yı yargılayan
mahkemeler de özel mahkemelerdir. Biz özel mahkemelere karşıyız” demesi
bunun çok tipik bir göstergesi. Kılıçdaroğlu‘nun değerlendirmelerinde dönemler,
yıllar, yorumlar, ulusal ve uluslararası şartlar, hepsi birbirine karışmış. “Devrim yasaları ve İstiklal Mahkemeleri olmasaydı,
ortada Türkiye Cumhuriyeti mi olacaktı?” sorusu, Genel Başkan’ın aklına
bile gelmiyor. Neredeyse “Fatih İstanbul’u alırken sosyal medyadan
eğilim araştırması yaptı mı” veya “Fetih’in facebook sayfası var mıydı?” sorusuna yanıt arayacak. Sn. Kılıçdaroğlu’nun 20. yüzyıl Türkiye
siyaseti ve yakın tarihimizi yani Menemen’i, Dersim’i, Seyit Rıza’yı, Said-i Nursi’yi, İnönü dönemlerini, 27 Mayıs’ı
ele alış şekilleri, bu nedenle sorunludan da öte. Yaşanan her olay, o günün
şartları ve gerçekleri içinde ele alınmaya mecburdur, bizden hatırlatması!
Kılıçdaroğlu’nun geçen hafta
Parti’ye yine travma yaşatan Aygün’ü uyarması ve “Parti politikalarına aykırı ve grup onayından geçmemiş yasa
önerilerini kamuoyuyla kimsenin paylaşmamasını” istemesi iyi bir başlangıç.
Ancak yine de CHP Genel Başkanı’nın
iktidar alternatifi olabilmek için kimlerle ittifak yapması gerektiğini
anlaması ve Parti’nin yörüngesini sağlam bir rotaya oturtması zaman alacağa
benziyor. Ne yazık ki Türkiye‘nin ise kaybedecek tek saniyesi kalmadı... Tabii
madalyonun bir de diğer yüzü var. Sivil toplum ve diğer siyasi ulusal kanatlar
CHP’ye nasıl bakıyorlar? Onu da gündem elverirse haftaya ele alacağız...
Yazılı medyada yazarın izni olmadan yayınlanamaz..
Yazılı medyada yazarın izni olmadan yayınlanamaz..
26 Kasım 2012 Pazartesi
BASIN BÜLTENİ
TÜM SANAT GALERİLERİ DERNEĞİ (TÜSGAD)
BEDRİ BAYKAM’LA ANKARA’DA BİR SÖYLEŞİ DÜZENLİYOR
Tüm Sanat Galerileri Derneği, Bedri Baykam’la 08 Aralık 2012 Cumartesi günü, Türk-Amerikan Kültür Derneği’nde bir buluşma düzenliyor.
TÜSGAD'ın davetlisi olarak Ankara’ya gelecek olan Baykam, “Her Yönüyle Türkiye’de Çağdaş Sanatçı Olmak” konusunu ele alacak. Ankaralı Prof. Dr. Felsefeci Şahin Yenişehirlioğlu ve Gazi Üniversitesi sanatçı-yazar Mehmet Yılmaz’ın giriş konuşmalarını yaparak Baykam’ı ve konuyu sunacakları söyleşi, saat 14.00-16.00 arası yapılacaktır.
Organizasyonu üstlenen Tüm Sanat Galerileri Derneği Başkanı Kürşad Yılmaz, Yönetim Kurulu adına Baykam'ı Ankara’da ağırlamaktan ve sanatseverlerle buluşturmaktan onur duyduklarını söyledi ve katılımcıları Baykam’ın Siyah-Beyaz Sanat Galerisindeki 07 Aralık 2012 tarihindeki sergisini de tercihen önceden gezmeye davet etti.
Yer: Türk-Amerikan Kültür Derneği-Ankara
Tarih: 08 Aralık 2012
Saat: 14:00
Adres: Cinnah Cad. No:20 Çankaya-Ankara
TÜSGAD'ın davetlisi olarak Ankara’ya gelecek olan Baykam, “Her Yönüyle Türkiye’de Çağdaş Sanatçı Olmak” konusunu ele alacak. Ankaralı Prof. Dr. Felsefeci Şahin Yenişehirlioğlu ve Gazi Üniversitesi sanatçı-yazar Mehmet Yılmaz’ın giriş konuşmalarını yaparak Baykam’ı ve konuyu sunacakları söyleşi, saat 14.00-16.00 arası yapılacaktır.
Organizasyonu üstlenen Tüm Sanat Galerileri Derneği Başkanı Kürşad Yılmaz, Yönetim Kurulu adına Baykam'ı Ankara’da ağırlamaktan ve sanatseverlerle buluşturmaktan onur duyduklarını söyledi ve katılımcıları Baykam’ın Siyah-Beyaz Sanat Galerisindeki 07 Aralık 2012 tarihindeki sergisini de tercihen önceden gezmeye davet etti.
Yer: Türk-Amerikan Kültür Derneği-Ankara
Tarih: 08 Aralık 2012
Saat: 14:00
Adres: Cinnah Cad. No:20 Çankaya-Ankara
20 Kasım 2012 Salı
ÖLÜM-SİYASET-YAŞAM ÜÇGENİ / Bedri Baykam / 20 Kasım 2012 tarihli Cumhuriyet makalesi..
Üzerinde yaşadığımız gezegenin
tarihi, katliam dizileri
ile yüklü. İlkçağlardan günümüze uzanan süreçte, kendisine tehlike gördüklerini
öldürtenler, “farklı”
olanları soykırıma yollayanlar, savaştığı ülkelerde sivilleri bile parça parça
edenler... milyarlarca insanı yok ettiler!
Bunlara bir de “kişisel siyasi” cinayetleri, Neanderthal insanından günümüze çıkar ilişkileri, kadın, av paylaşımı, siyasi rekabet, para, kıskançlık gibi nedenlerle insanların birbirini nasıl elediklerini eklersek, ortaya çok karanlık bir tablo çıkıyor. İster insani bir duygu olması gereken merhamet, ister “Tanrı’nın verdiği canı yine ancak Tanrı alır” sözleri, dünyada hoş bir seda olarak kalmış. İnsanın insana yaptığı zulüm, gözü dönmüşlerin hırsı dünyayı hep kana bulamış.
Peki, 20. yüzyılla beraber ne kadar değişebilmişiz? Dünyanın yaşadığı iki korkunç “Cihan Harbi”nden sonra Birleşmiş Milletler, diyalogla savaşları durdurmayı ana amaçlarından biri olarak ilan etmiş ve bazen (!) Amerikan çıkarlarının müsaade ettiği oranda başarılı olmuş. ABD’nin Irak’ta bir milyona yakın insanı ölüme gönderdiği günlerin barutu ise hala tütmeye devam ediyor!
Bunlara bir de “kişisel siyasi” cinayetleri, Neanderthal insanından günümüze çıkar ilişkileri, kadın, av paylaşımı, siyasi rekabet, para, kıskançlık gibi nedenlerle insanların birbirini nasıl elediklerini eklersek, ortaya çok karanlık bir tablo çıkıyor. İster insani bir duygu olması gereken merhamet, ister “Tanrı’nın verdiği canı yine ancak Tanrı alır” sözleri, dünyada hoş bir seda olarak kalmış. İnsanın insana yaptığı zulüm, gözü dönmüşlerin hırsı dünyayı hep kana bulamış.
Peki, 20. yüzyılla beraber ne kadar değişebilmişiz? Dünyanın yaşadığı iki korkunç “Cihan Harbi”nden sonra Birleşmiş Milletler, diyalogla savaşları durdurmayı ana amaçlarından biri olarak ilan etmiş ve bazen (!) Amerikan çıkarlarının müsaade ettiği oranda başarılı olmuş. ABD’nin Irak’ta bir milyona yakın insanı ölüme gönderdiği günlerin barutu ise hala tütmeye devam ediyor!
Bir de bunların
ötesinde, devletlerin aldıkları kararlarla insanları ölüme yollama “yetkileri” var. Dünyada ölüm cezasının
kaldırılması, son 40 yılda yaygınlaşan bir uygarlık ilerlemesi. Barış
arayışları, insan hakları, demokrasi, eşitlik kavramı doğrultusunda Avrupa
ülkelerinden başlayarak yerleşen bu merhalenin her ülkede geçerli hale gelmesi
ve dünyanın en azından devlet eliyle gelen ölümlerden kurtulması, son derece
önemli.
Ülkemizde özellikle kadınlara yönelik şiddeti, 3. sayfa haberlerini ve kişisel kavga cinayetlerini köşeye kaldırıp, siyasi arenaya bakalım: Ölüm üzerinden siyaset yapan herkes açık suç işliyor! Bunu geniş açıdan ele almaya mecburuz. Herkes kendisine farklı gerekçeler çıkarabilir, ama aslında hepsi şu ana temada birleşiyor: Biri(leri)nin, başkalarının yaşamlarını bitirme konusunda kendileri adına hak ve yetki verebilmeleri. Mesela terör olaylarında yaşadıklarımız... Daha dün yine beş askerimizi Şemdinli’de şehit eden PKK’lı teröristler, ama birilerinin maşası olarak, ama örgüt kararıyla, bu canları alma hakkını kendilerinde görmüşler. Affedilir tarafları yok. Hiçbir din ve ırk söylemi bu yobazlıkları izah edemez.
Yine aynı Kürt sorununun bir diğer ucunda ise, Allah’a şükür, birkaç gün önce sona erdirilen ve vicdanı olan herkesi üzen, hatta kahreden ölüm oruçları geliyor. Tüm bu insanların aileleri, arkadaşları, çocukları var. Ama bu girişime dur diyenlerin arasında yer alan bazı “aydın”ların, ilginç şekilde şehit askerlere duyarlılıkları yok. Hükümet ise, “Ölüm üzerinden siyaset olmaz” diyerek gidişatta işin adını koyuyor. Sonuçta konunun siyasi kısmını, yani bu taleplerin haklılığını, haksızlığını, karşılanabilir olup olmadığını bir yana bırakın, bu düşünce doğru.
Bu cümleyi sarf eden bir Hükümet, aynı hafta ülkenin gündemine “idam cezası” gibi koca bir “ucube”yi sokabiliyorsa, buna ancak karga koroları eşliğinde katıla katıla, ama acı acı gülünür! O zaman şunu anlarız, bu abartılı çelişkiden: Bu Hükümetin hiçbir sözü samimi değildir. Bu kadar kritik bir konuda aynı anda siyah ve beyaz diyebilen bir Hükümet’in başları, dün idam cezası kaldırılırken bunu her zerreleriyle onaylamışlarsa, bugün de idam cezasını, değişmez destekçileri MHP’nin yardımıyla tekrar ısıtıyorlarsa, bu konularda yörünge, tutarlılık, insaf değil, oportünizm ve anlık gündem değiştirme kavramlarının öne çıktığını anlarız. Bu dehşet verici bir ikiyüzlülüktür.
“Demokratik” geçinen sevgili medyamızın da hemen bu “dolmuş”a binip, “idam cezası”nı heyecanla gündeme taşımasını da esefle izlediğimi itiraf etmeliyim... AB gereken olağan tepkiyi anında vermeseydi, Davutoğlu açıkça geri adım atmaya mecbur kalmasaydı, bu utanılası çıkış daha da ileri gidecekti. MHP’nin, bu cezanın “ayrılıkçı terör örgütü” için “dizayn” (!) edildiğini sanacak kadar gündem analizinden uzak olması ise, saflıktan öte ciddi bir bilinç kaybı ve sorumsuzluk ifadesidir.
Sonuç mu? Benim gözümde terör operasyonu hazırlayan örgüt, insanları açlık grevine iten sözde siyasiler, ölüm cezasını tekrar ısıtmaya kalkan iktidarlar ve hatta cezaevi koşullarındaki bilinçli yetersizliklerle tutukluları ve hükümlüleri ölüme bile bile yollayanlar, aynı ölüm karanlığının başaktörleridir. Biz, ölümü değil, özgür yaşamı kutsamak için geldik bu dünyaya...
Yazılı medyada yazarın izni olmadan yayınlanamaz..
Ülkemizde özellikle kadınlara yönelik şiddeti, 3. sayfa haberlerini ve kişisel kavga cinayetlerini köşeye kaldırıp, siyasi arenaya bakalım: Ölüm üzerinden siyaset yapan herkes açık suç işliyor! Bunu geniş açıdan ele almaya mecburuz. Herkes kendisine farklı gerekçeler çıkarabilir, ama aslında hepsi şu ana temada birleşiyor: Biri(leri)nin, başkalarının yaşamlarını bitirme konusunda kendileri adına hak ve yetki verebilmeleri. Mesela terör olaylarında yaşadıklarımız... Daha dün yine beş askerimizi Şemdinli’de şehit eden PKK’lı teröristler, ama birilerinin maşası olarak, ama örgüt kararıyla, bu canları alma hakkını kendilerinde görmüşler. Affedilir tarafları yok. Hiçbir din ve ırk söylemi bu yobazlıkları izah edemez.
Yine aynı Kürt sorununun bir diğer ucunda ise, Allah’a şükür, birkaç gün önce sona erdirilen ve vicdanı olan herkesi üzen, hatta kahreden ölüm oruçları geliyor. Tüm bu insanların aileleri, arkadaşları, çocukları var. Ama bu girişime dur diyenlerin arasında yer alan bazı “aydın”ların, ilginç şekilde şehit askerlere duyarlılıkları yok. Hükümet ise, “Ölüm üzerinden siyaset olmaz” diyerek gidişatta işin adını koyuyor. Sonuçta konunun siyasi kısmını, yani bu taleplerin haklılığını, haksızlığını, karşılanabilir olup olmadığını bir yana bırakın, bu düşünce doğru.
Bu cümleyi sarf eden bir Hükümet, aynı hafta ülkenin gündemine “idam cezası” gibi koca bir “ucube”yi sokabiliyorsa, buna ancak karga koroları eşliğinde katıla katıla, ama acı acı gülünür! O zaman şunu anlarız, bu abartılı çelişkiden: Bu Hükümetin hiçbir sözü samimi değildir. Bu kadar kritik bir konuda aynı anda siyah ve beyaz diyebilen bir Hükümet’in başları, dün idam cezası kaldırılırken bunu her zerreleriyle onaylamışlarsa, bugün de idam cezasını, değişmez destekçileri MHP’nin yardımıyla tekrar ısıtıyorlarsa, bu konularda yörünge, tutarlılık, insaf değil, oportünizm ve anlık gündem değiştirme kavramlarının öne çıktığını anlarız. Bu dehşet verici bir ikiyüzlülüktür.
“Demokratik” geçinen sevgili medyamızın da hemen bu “dolmuş”a binip, “idam cezası”nı heyecanla gündeme taşımasını da esefle izlediğimi itiraf etmeliyim... AB gereken olağan tepkiyi anında vermeseydi, Davutoğlu açıkça geri adım atmaya mecbur kalmasaydı, bu utanılası çıkış daha da ileri gidecekti. MHP’nin, bu cezanın “ayrılıkçı terör örgütü” için “dizayn” (!) edildiğini sanacak kadar gündem analizinden uzak olması ise, saflıktan öte ciddi bir bilinç kaybı ve sorumsuzluk ifadesidir.
Sonuç mu? Benim gözümde terör operasyonu hazırlayan örgüt, insanları açlık grevine iten sözde siyasiler, ölüm cezasını tekrar ısıtmaya kalkan iktidarlar ve hatta cezaevi koşullarındaki bilinçli yetersizliklerle tutukluları ve hükümlüleri ölüme bile bile yollayanlar, aynı ölüm karanlığının başaktörleridir. Biz, ölümü değil, özgür yaşamı kutsamak için geldik bu dünyaya...
Yazılı medyada yazarın izni olmadan yayınlanamaz..
13 Kasım 2012 Salı
1881’DEN SONSUZA: MUSTAFA KEMAL SOYSUZLARA KARŞI! / Bedri Baykam / 13 Kasım 2012 tarihli Cumhuriyet makalesi..
9 Kasım gecesi kanallar arasında
geziyorum. Bir sürü şarlatan, bir sürü soysuz, ne dediği ne idüğü belirsiz, 10
Kasım vesilesiyle Mustafa Kemal aleyhine var güçleriyle atıp tutuyorlar.
Topunun aklını toplasan belki bir serçeninki kadar eder ya da etmez. Şaka yaptığımı sanıyorsanız sakın aldanmayın,
ciddiyim. Ata’nın ömrü boyunca yaptığı hamleleri, attığı adımları birazcık
bilenler, kalkıp “Atatürk faşist bir
diktatördü” diyebilirler mi? Bugün yine bu bahtsızlara gereksiz bir yanıt
vereceğimi sanmayın. 10 Kasım’da bu zavallılara fazla prim vermemek lazım.
Onlara önce şunu söylemek istiyorum: “Çok
ama çok ilginç ‘ezber bozan’ bir şeyler söyleyerek Atatürk’ü eleştiriyorum” zannediyorlar
ya... Yok canım, fazla heyecanlanmayın. Çeyrek asırdır bu nankörlüğü sayısız
insan kılıklı tip, TV’lerden yayıyor. Bugün her yaştan birçok zibidi, bu
sefilliklerin altına imza atarken, bilsinler ki söylemlerinde (!) “orijinallik” hiç mi hiç yok! Onlar, yıllardır
papağan gibi birbirlerinden duydukları malum “aşırimento” uydurma analizleri entel iki-üç kelime ile süsleyip
büyük laf edermiş gibi ortaya sunan kara cahiller. Son 25 yılda “resmi tarih”e (!) karşı çıkmanın adı “farklı tarih okuması” oldu, kat
ettikleri yol bu kadar! Ama içeriğe gelince sıfıra sıfır, elde var sıfır.
Atatürk’ü kendi dönemi içinde değerlendirip onu bir demokrasi şampiyonu olarak
alkışlayacaklarına, kafalarındaki hayali 21. yüzyıl şartlarıyla konuya bakıp O’nu
diktatör ilan diyorlar! Bir insanın sıfatı “Profesör”
veya “Gazeteci” olup da, kendisi
nankör olabilir. Bunu anlayabilirim. Ama bir insan, nasıl kendi entelektüel
düzeysizliğini bu kadar gönüllü olarak tescil eder, onu bilemem!
Allahtan bu garibanlar dışında bir
de vicdanlı, cesur, zeki, taş gibi önder aydınlarımız, yazarlarımız,
sanatçılarımız var. Birçoğunu tanıyorsunuz. Sanatçılar Girişimi, bu yürekli sesleri dalgalandırarak yayıyor.
Müjdat Gezen, bu aydınlardan, Türk halkıyla en çok
bütünleşmiş isimlerden biri. Geçen hafta Gezen’in yazdığı senaryoyla sahneye
koyduğu “1881-∞” isimli
tiyatro oyununun galasına gittim. Ben de bu çalışmada yer alma onuruna erişmiş,
şanslı bir dostuyum Gezen’in. Bu eserin müziklerini Zülfü Livaneli, dekorunu
eşi Leyla Gezen, makyajını Derya Ergün, kostümlerini Aygül yaptı; afişini de
ben gerçekleştirdim. Tabii ki hiçbir maddi karşılık beklemeksizin. Değerli dost
Yılmaz Büyükerşen ise Atatürk’ün ölüm döşeğindeki mumyasını yapmıştı. Kendisi
ve Uğur Dündar da galaya katılanlar arasındaydı. Gezen, halkımızı yurdun her
yerinde kalbiden vuracak! İki saat boyunca keyifle ve sık sık gözüm yaşararak
izledim. Mesela Atatürk’ün doğum sahnesi, efsanenin doğuş anı, çoğu zaman hiç
üzerine düşünmediğimiz bir olgu. O küçük bebeğin ömrüne neler sığdıracağını,
nasıl yetişeceğini, nasıl “bir halkın
kaderini” değiştireceğini insan başka bir derinlikte iliklerinde
hissediyor. Atatürk rolünde Ali Aziz Çölok çok başarılı bir performans sergiliyor;
kendisini inançla izledik.
Sahnede Gezen’den teşekkür plaketlerimizi
alırken iki çift laf da ben ettim: “Bu
eser günümüzde yüce Atatürk’ün izlerini silebileceğini sanan bahtsızların onca
zavallı çabasının ortasında, daha da önemli hale geliyor. Bu nedenle
katkılarını ortaya koyan herkese ve Gezen’e sonsuz teşekkürler. Bu arada bu
malum zatlara karşı Atatürk’ün ne dediğini de duyuyorum: ‘Siz beni
tanımıyorsanız ben sizi hiç tanımıyorum. Hatta tanımamanızdan gurur duyuyorum.
Biz halkımızla bir yumruk gibi bütün olunca, hiçbir güç bizi durduramaz’”.
Bu sözlerime şunu ekleyebilirim: “Mustafa
Kemal’i tanımayan hiçbir siyasiyi veya hükümeti de bizim halkımız tanımaz!”
Bizden naçizane hatırlatması!
10 Kasım’da Sanatçılar Girişimi “Vardiya Bizde” grubuyla beraber Beşiktaş’ta
Demokrasi Anıtı’nın önündeydiler. Milyonlarca insan o gün Anıtkabir’de ve diğer
Atatürk anıtlarında görevini yerine getirirken Türk Ulusu’nun Cumhuriyetçi
ışığını ve özgürlükçü ruhunu yansıtıyorlardı. Ben de Anıtkabir’deydim.
Üniversiteli Fenerbahçelilerin (ÜNİFEB) binlercesi beraber sel olup aktı. Çarşı’yı da fark ettim, birbirlerini
alkışladılar. Aslanlı Yol’da yürümemi engelleyecek şekilde bana sevgilerini,
dayanışmalarını bonkörce saçarak, her biri ayrı ayrı fotoğraf çektirmek için
yolumu kesen o binlerce insana ne kadar teşekkür etsem azdır. Güvenlerine layık
olmaya çalışıyorum demekle yetineceğim. Ne mutlu bana ki o duygusallık seli
içinde beni ağlattıklarını fark edemediler. İnancımı ve kararlılığımı akıttım
içime... Herkes bilsin ki bu Cumhuriyet yıkılmaz. Ortalığı fazla sallarlarsa
olsa olsa bazıları göçük altında kalır, hepsi bu.
Yazılı medyada yazarın izni olmadan yayınlanamaz..
Yazılı medyada yazarın izni olmadan yayınlanamaz..
7 Kasım 2012 Çarşamba
6 Kasım 2012 Salı
PARDON? “AYDIN” MI DEDİNİZ? / Bedri Baykam / 6 Kasım 2012 tarihli Cumhuriyet makalesi..
Bir süredir ortalarda
görünmüyorlardı. Hafif yüz kızarıklıklarıyla boğuşuyorlardı herhalde. Pek isim
vermeme gerek yok. Aralarında ünlü yazarlar, aktörler, gazeteciler var. Tabii
ki tamamen samimi hümanist duygularla aralarında bulunan Zülfü Livaneli gibi,
Cumhuriyet’e ve Atatürk’e olan bağlılığını kanıtlamış veya Orhan Alkaya gibi
referandumda “hayır” diyen birçok isimden söz etmiyorum. Kimleri
kastettiğimi siz de anladınız, kendileri de... Baştan söyleyeyim: Bir kere
şahsen “demokrat” olmadıklarını
biliyorum! Aralarında uğradığım kanlı saldırıdan sonra bana ulaşmış kimse yok!
“Hoşgörü, esneklik” teorileri, gazı
kaçmış koladan beter palavralar.
Vicdanı olan hiç kimse, hiçbir insanın
ölmesini istemez. Şu anda cezaevlerinde yaşanan ölüm oruçları da tabii büyük
sorun. Konuşulan bazı talepler çok haklı olsa da (cezaevi şartlarının acilen düzeltilmesi gibi), diğer bazılarının
böyle tehditlerle sonuca ulaşması mümkün değil. Herhalde Öcalan, böyle hamleler
yapıldı diye, halk deyimiyle, “villaya
çıkmayacak”! Öncelikle genç insanları ölüm orucuna yollayarak siyaset
yapmanın çirkinliğinden söz edelim! “İnsan
bedeni üzerinden siyaset yapılmaz” sözü tartışılmaz. Bakın Kürt yazar
İbrahim Güçlü’nün açıkladığı mektupta bir baba neler yazmış: “BDP yöneticileri ‘talepleri talebimizdir’ diyor.
O zaman neden Öcalan hiç açlık grevine gitmedi? Kardeşleri veya BDP’li
siyasiler neden buna katılmıyor? Yürüyüşlerine katılmıyorum, çünkü Apo için
orada bulunmuş sayacaklar.” Farklı düşünen aileler var mıdır? Kesinlikle.
Ama o zaman her ölüm orucunda, her talep kabul mü edilecek? Hukukla ilişkileri
deprem geçiren bir ülkede bunun sonu nereye tırmanır? Cezaevlerinde yaşama
koşullarının iyileştirilmesi ve tecrit cezasının sona erdirilmesi, tabii ki vicdanı
olan her insanın ortak dileği, onu ayrı tutuyorum. Veya Türkçe bilmeyene başka
dilde savunma hakkı verme talebini... Ama ana dilde eğitim bu şekilde şantaj
konusu yapılamaz.
Şimdi bu vesileyle gündeme tekrar “antre”lerini yapan “aydınlar”ımıza dönelim. Tabii kimse
ölmesin, diyalog başlasın… da, size ne oluyor? Sizlerin (aynen farklı sebeplerden MHP gibi!)
bu ülkede yaşanan hiçbir zulüm hakkında ağzınızı açma hakkınız yok ki!
2010 referandumundan önce “Evet oyu
verenler, bilsinler ki artık bu hükümeti hukuk önünde ‘sorgulanamaz’ konuma çıkaracaklar, güçler ayrılığının ölümünden sorumlu olacaklar” demiştik. Ee, peki
ne oldu da uyanıverdiniz? Aklınız neredeydi, o ukala “yetmez ama evet” röportajlarında? Neredeydiniz, adım adım “hibrid”
(melez) demokrasi diye yıllardır uyardığımız “ara” rejime geçilirken? Şimdi bakın ister Ergenekon, ister K.C.K.
sebep gösterilerek yazarlar hapiste çürüyor, Taksim başınıza yıkıldı, anıtlara
çelenk koyma, Cumhuriyeti kutlama yasağı geldi (gerçi buna sevinmişsinizdir belki), Suriye savaşı kapıdan bakıyor,
Baro başkanları hukukun vefatından söz ediyorlar ve gücü ellerine geçirenler
meydanı boş bulmanın dayanılmaz keyfini yaşıyorlar. Kimin sayesinde geldi bu
başıboşluk? Tabii ki sizlerin! O nedenle biraz geri açılın. Çünkü artık
inandırıcılığınız kalmadı. AKP
iktidarının biber gazlarından, hukuk tanımazlığından sorumlu olanlar, artık
kendi ayıplarıyla yüzleşmek durumundadır!
İnsanda biraz utanma olur. AB ile ilişkilerden 12 Eylül
referandumunun sonuçlarına, laikliğin tehlikede olup olmadığından düşünceyi
ifade etme özgürlüklerinin korunmasına kadar, iddia ettiği her şey yanlış
çıkmış olanların artık yapabilecekleri tek şey, edepleriyle köşeye çekilip “Bizim devrimiz dolmuş, her dediğimiz hayat
duvarına toslayıp paramparça oldu.” demeleri. Ama onlar kanıtlanmış
iflaslarında bile hala medya maydanozluğu görevlerine devam etmek istiyorlar. Bu halkın artık kimsenin küstahlığını
alttan alacak hali kalmadı! Şehitlerimizin acılarını paylaşmayan, Ergenekon
ve Balyoz davalarındaki çam deviren hukuksuzlukları
görmezden gelen, 29 Ekim kutlamalarında yaşananlara hiçbir tepki veremeyen,
hatta o kitlelere bıyık altından alay ederek bakmayı refleks haline getirenler,
artık gündem dışıdırlar ve halkın içine çıkacak halleri kalmamışdır. Kendisini
yurttaşlarından çok daha zeki sanan, milyonların Cumhuriyet ve Atatürkçülük
bağlarıyla alay ederek küçülebilen “sahte
aydınlara” bu ülkenin, özellikle bu
dönemde, ihtiyacı yoktur. 10 Kasım’da
yüreğiniz yetiyorsa Ankara’ya gelin de, yok saydığınız halkınızla tanışın! Günah çıkarmak için nereye gidecekseniz gidin,
ama artık bu soytarılığa son verin.
İstediğiniz kadar medyadaki paydaşlarınızla şov yapıp gündemi zorlayın, hiçbir
deterjan lekelerinizi silemez...
Yazılı medyada yazarın izni olmadan yayınlanamaz..
Yazılı medyada yazarın izni olmadan yayınlanamaz..
2 Kasım 2012 Cuma
30 Ekim 2012 Salı
COŞKU, REZİLLİK, KARARLILIK / Bedri Baykam / 30 Ekim 2012 tarihli Cumhuriyet makalesi..
29 Ekim için
Ankara’ya sabah 03.00’de hareket edecektik. İlk haber 00.19’da geldi; Kemalist
Gençlik dergisini çıkaran Şafak İnan kardeşim Avcılar’dan hareket edecek tüm
otobüslerin polisler tarafından durdurulduğunu haber veriyordu. O andan itibaren
acı gerçek belirmeye başladı.
Taksim’den, Kadıköy’den, İzmir’den, Adana’dan
aynı haberler geliyordu: Polis uydurma gerçeklerle seyahat özgürlüğünü fiili
olarak kısıtlamıştı. Karayolunda önümüz kesildikten sonra, son anda uçakla
gitmek gündeme geldi. Barikatlarla Ulus Yolu’nun kapatılacağı haberi üstüne bu
alternatif de tıkandı.
(Sabah Orhan Aydın’dan gelen mesajla bu öngörünün doğruluğu da maalesef
kanıtlandı.). Önce telefon trafiği başladı, ardından da sosyal medya
savaşları... Dünyada halkına, kendi Cumhuriyet kutlamasını yasaklamayı ve bunu “savaş” dönemi gibi “olağanüstü hal”e dönüştürmeyi “akıl edecek” bir başka ülke var mı? Hazmedemedikleri,
ancak koltuklara oturanların hezeyanı olabilir. İnanmadıkları bir Cumhuriyet’in
localarına oturanlar, yaşanan utanç verici sahnelerin sorumlularıdır.
Ankara’da yurtseverlere
karşı uygulanan rezalet boyutunda “terörist”
muamelesi olmasa toplanan kalabalık rahatlıkla iki-üç misli olacaktı... Tarih,
kendi halkının yaşam suyunu, köklerini, onurlu duruşunu kesmeye çalışan bu
iktidarı kesinlikle unutmayacak, tarihin utanç duvarlarında yerlerini
alacaklar.
Ankara Valiliği,
Anayasa’ya karşı, hukuka karşı gösterdiği tavırla açıkça suç işlemiştir. Bu,
Cumhuriyet ve Atatürk’le ilgili “ilk
sabıka”ları değildir. İktidar artık İsrail’den ve Esad’dan söz etme,
onların “halklarına karşı işledikleri
suçları” gündeme getirme hakkını toptan kaybetmiştir. Artık AKP
İktidarı’nın “A la George Bush” tavırlarıyla
“Ortadoğu’ya demokrasi getirecek model
ülke olma” iddiaları, göstermelik makyaj gibi toptan akıp gitmiştir.
CHP tüm kadroları ile AKP’nin
yarattığı 29 Ekim krizine karşı doğru tavrı göstermiştir. CHP, coşku içinde 89.
yılı kutlamak için Ata’sına koşan halkına sahip çıkmış, onun yanında yer
almıştır. Kılıçdaroğlu, bu konuda önderlik ederek yakın geçmişteki bazı
hatalarını telafi etmiş, bugün giderek artan kizde esas durması gereken noktayı
iyi belirlemiştir.
29 Ekim krizi,
MHP’nin “muhalifliği” konusunda hala
ısrarlı olan kesimler açısından da ciddi yararlı olmuştur. MHP, bu krizde de
sürekli yaptığı gibi her sıkıştığında AKP’nin yanıbaşında yer almaya devam
etmiş, akıl almaz bir şekilde CHP’yi "Bazı sivil toplum kuruluşlarının
Ortadoğu'daki bazı özentilere heveslenerek 'halk hareketi başlatıyoruz', 'halk
yürüyüşü yapıyoruz' derken Türkiye’yi bir krize sokmaları ve bunu da bazı
siyasi partilerin çok sıcak sahiplenmeleri doğru değildir.” diyerek
suçlayabilmiştir! Bu kimin haddi olabilir? Bu Cumhuriyet 89 yıldan beri
kutlanır, daha sonsuza kadar da kutlanacaktır! İşte bu nedenlerle geçmişte,
Çankaya krizinde, türban krizinde ve birçok örnekte de olduğu gibi yine AKP’ye
kritik anda omuz vermiş bir MHP’yi gördükten sonra, bu Parti’yi hala “muhalefet alternatifi” olarak
sunmakta direnenler, bir daha ki seçimlerde bu yönlendirme hatasını y umarım
yapmazlar! Sözüm bu ısrarlı hatayı yıllardır göz göre göre yapmış olan bazı Kemalistler
ve Sosyalistlere... “Muhafazakar, sağcı,
dindar” bir parti olduğunu ısrarla söyleyen MHP’yi isteyen desteklesin. Ama
neye destek verdiğini bilerek: Mesela dün yaşanan o şiddet görüntülerini ve
halkını karşısına alan bu hükümeti unutmadan! Bunları bile bile oy vereceklerse
bu onların bileceği iş!
Son sözüm Sivil
Toplumcular’a: Ülkenin içinde bulunduğu durumu A’dan Z’ye biliyorsunuz. Artık “Benim partim yok”, “Parti bayrağı olmasın”,
“Biz kimseyi desteklemiyoruz” gibi sıradan ve zeka pırıltısı içermeyen
sözleri bıraksınlar. Çünkü bu iktidari seçimle devirmekten başka seçenek
olmadığına göre, AKP’yi yerinden oynatma ihtimali olan tek siyasi partiyi “Herhangi bir siyasi oluşum” olanak görüp
mesafeli durmayı bıraksınlar. Çünkü bu “duruş”
un ne fiili siyasi açıdan, ne matematiksel veya mantık açısından elle tutulur
bir yanı kalmadı! Ana Muhalefet Partisi’ni en çok eleştiren tartışmasız iki-üç
kişiden biriyim. Ama bir Parti’yi düzelmesi için eleştirmek başka, yok etmek
istercesine saldırmak başka. Bu nedenle eleştirdiğiniz Parti’ye girin,
mücadeleyi orada verin ve onu doğru yörüngeye çekin. Yoksa bu iktidara karşı yaptığımız
eleştirilerin gram değeri kalmaz. Bir dahaki
seçimlerden sonra ağlamak istemiyorsanız, şimdiden gereğini yapın diyerek Bağdat
Caddesi’ndeki kutlamalara koşuyorum!
Yazılı medyada yazarın izni olmadan yayınlanamaz..
Yazılı medyada yazarın izni olmadan yayınlanamaz..
24 Ekim 2012 Çarşamba
23 Ekim 2012 Salı
SAY’DAN ERGENEKON’A, “ORTAÇAĞ” MAHKEMELERİ / Bedri Baykam / 23 Ekim 2012 tarihli Cumhuriyet makalesi
21. yüzyıl, biz Türk
yurtseverlerine farklı sürprizler yaptı. Uzay çağına giriyoruz derken Ortaçağa
geçiş yaptık. Dünya, zaten utanç verici din-ırk savaşlarının ortasındayken bu
yüz kızartıcı çöküşlerin merkezi Emperyalizmin kontrolünde gelişen başka bir
girdaba kapıldık. Bundan 13 uğursuz yıl önce, irticanın kahpe kurşunları
dostum, büyük insan Ahmet Taner Kışlalı’yı aramızdan almıştı. Bugün ise artık “irtica” diye bir kavramın olmadığını
MGK’ya (!) kabul ettirip, yobazlığı yok sayanlar, anti-laik Türkiye’yi dizaynında
geçmişle tüm ilişkilerimizi koparmaya çalışıyorlar.
Ortadoğu’da bize biçilen hacivat-karagöz rolünü iyi oynayabilmek için ülkenin altını üstüne getiren İktidar, neye saldıracağını şaşırdı. Q klavyeden kürtaj haklarına, ilkokul yaşından hayvan besleme şartlarına (!!) kadar yaşamın tüm odaklarını hedef alan Hükümet, sanki bu senaryonun “beyin merkezleri”nden alınmış “tavsiyeler” doğrultusunda çalışıyor. Ankara’da 1.Meclis, Ulus Meydanı ve çevresindeki yapılardan ve Istanbul’da Taksim Meydanı’ndan kurtulmak için “kentsel dönüşüm projesi” adını verdikleri saldırı planını uygulamak üzere her hazırlığı yaptılar. Bu arada 30 Ağustos Zafer Bayramı için uydurulan “Atatürk Anıtlarına çelenk koyma yasağı”ndan sonra, sıra 29 Ekim için Cumhuriyetçilere “Yürüyüş yasağı” getirilerek, halkın Atatürk sevgisini törpüleme arzusu ayyuka çıkarıldı. Demokrasi kelimesini tüm anlamlarıyla ıskalamış olan toplumumuz ise, bu uygulamaları, hafif homurdanmalarla gelen bahtsız şikayet seanslarıyla geçiştirmeyi deniyor!
Fazıl Say davasını medyadan izlediniz.Binbir güçlükle duruşma salonuna sızabilmiş 50 şanssızdan biri oldum. Bu dönemin yüz kızartıcı davalarından biri Say’ınki. Aynen Ergenekon, Balyoz ve Odatv davaları gibi, niçin açıldığı belli olmayan, kamu vicdanını yaralayan, insana “pes” dedirten bir dava. Bunu normal bir ülkede kime anlatsanız inanmaz, ilgi toplamak için söyleniyor zanneder.
Ortadoğu’da bize biçilen hacivat-karagöz rolünü iyi oynayabilmek için ülkenin altını üstüne getiren İktidar, neye saldıracağını şaşırdı. Q klavyeden kürtaj haklarına, ilkokul yaşından hayvan besleme şartlarına (!!) kadar yaşamın tüm odaklarını hedef alan Hükümet, sanki bu senaryonun “beyin merkezleri”nden alınmış “tavsiyeler” doğrultusunda çalışıyor. Ankara’da 1.Meclis, Ulus Meydanı ve çevresindeki yapılardan ve Istanbul’da Taksim Meydanı’ndan kurtulmak için “kentsel dönüşüm projesi” adını verdikleri saldırı planını uygulamak üzere her hazırlığı yaptılar. Bu arada 30 Ağustos Zafer Bayramı için uydurulan “Atatürk Anıtlarına çelenk koyma yasağı”ndan sonra, sıra 29 Ekim için Cumhuriyetçilere “Yürüyüş yasağı” getirilerek, halkın Atatürk sevgisini törpüleme arzusu ayyuka çıkarıldı. Demokrasi kelimesini tüm anlamlarıyla ıskalamış olan toplumumuz ise, bu uygulamaları, hafif homurdanmalarla gelen bahtsız şikayet seanslarıyla geçiştirmeyi deniyor!
Fazıl Say davasını medyadan izlediniz.Binbir güçlükle duruşma salonuna sızabilmiş 50 şanssızdan biri oldum. Bu dönemin yüz kızartıcı davalarından biri Say’ınki. Aynen Ergenekon, Balyoz ve Odatv davaları gibi, niçin açıldığı belli olmayan, kamu vicdanını yaralayan, insana “pes” dedirten bir dava. Bunu normal bir ülkede kime anlatsanız inanmaz, ilgi toplamak için söyleniyor zanneder.
Twitter’da
Ömer Hayyam’a atfedilen sözler (milyonuncu kere basıldıktan sonra) insanlar
tarafından tweet ediliyor. Fazıl’da bunu takipçilerine yolluyor. Ve bu dizeleri
onlarca yıldır yayınlayan, tweet edenler
değil, Say, cımbızla çekilerek dava ediliyor. Hem de ne dava! Say, iddianameyi
ve karşı tarafı dinlerseniz, sanki Türkiye’deki tüm toplumsal gerilimin tek
sebebi!
Fazıl tabii ki
üzgün, yorgun. Sıkıntılı gözlerle çevresine
bakıyor ve “Kim bu adamlar, ne işim var
benim burda?” der gibi gözleri dalıp gidiyor.
Tabii bu absürd
davanın dialogları kimi zaman sıcak atışmalar eşliğinde geçiyor. “Şikayetçi”lerden biri “Gerekirse Fazıl Bey’e Allah’ın varlığını
ikna da ederiz; kanıtlarıyla ortada” deme cüretini göstererek, “laik” hukuk düzeninden ne kadar
uzaklaştığımızı tescil etmeye kalkışıyor. Salondan gelen tepkiler sonunda,
duruşmanın izleyicisiz yapılma taleplerini mahkeme red ediyor...
Ertesi gün
Ergenekon davası için Silivri’ye gittiğimizde nihayet cezaları (!) biten Özkan
ve Balbay’la uzaktan “kucaklaşabiliyoruz. İzleyicilerle aralarındaki mesafeyi
uzatmışlar! Ayrıca artık avukatlarıyla
belge alışverişi yapamıyorlar. Yayıncı Ali Özoğul, Özkan ve Balbay kadar şanslı
değil:
Bana yazıp avukatı ile iletmeyi
başardığı muktubunda durumunu şöyle özetliyor:
“Mahkema
başkanı ve üyeleri ile eskiden beri çok iyi tanıştıkları tanık kürsüsünde ifade
eden Bülent Orakoğlu isimli şahsiyete soru sormak için söz istedim diye
salondan zorla çıkartıldım. Sırf bu nedenle sonsuza kadar duruşmalara katılmam
yasaklandığı gibi birde, duruşma düzenini bozduğum gerekçesi ile Silivri Cumhuriyet Başsavcılığı’na suç
duyurusunda bulundular.”
O davada sonra
neler mi oldu? Bir “gizli tanık” sesi
değiştirilerek salona kameralarda “antre”sini yaptı. Yemin etti! Adı, sanı,
sesi olmayan o yemin ne işe yarar diye bakakaldım. Bir de daha önce neler
söylediğini hatırlamadığı için, ifadesinin okunmasını istedi. Konuşan adamın
diliyle, okunan metin arasında uçurum vardı. En alakasız şekilde aşırı sağcı Ecevit
isimli bir zatın PKK-DHKPC ve güvenlik güçleri arasındaki zigzaglarını çelişkilerle
anlattı. Bu arada 2008 sonuna kadar temasta olduğu “Ecevit”i, kamera salonda
gezerken hemen tanıyıverdi (!) Fakat şansa bakın ki o da, 2007 den beri
tutukluymuş! Böylece senaryo tutmadı, yandaşlar “terörist teşhis edildi” manşetini patlatamadılar. Öğlen arasında
Tuncay’a sordum: “ bunların sizinle ne
ilişkisi var, ben mi anlayamadım,“link” nerede” dedim. Tuncay kahkahalarla
güldü: “Link filan yok. Saçmalık burda
zaten” dedi. Fesupanallah! Devran dönmeye devam ediyor...
Yazılı medyada yazarın izni olmadan yayınlanamaz..
Yazılı medyada yazarın izni olmadan yayınlanamaz..
UPSD'den IAA 9. Avrupa Genel Kurulu raporu
Değerli Sanatsever,
Belki takip etmiş
olduğunuz gibi IAA (Uluslararası Sanat Dernekleri) 9. Avrupa Genel Kurulu
geçtiğimiz hafta, İstanbul’da 12-13 Ekim 2012, tarihlerinde The Sofa Hotel’de
yapıldı. Bir çoğu 10-15 Ekim tarihlerinde bu vesileyle Türkiye’de bulunan
değişik ülkelerin ulusal dernek başkanları ve ana temsilcileri, kendileri için
UPSD Galerisi’nde düzenlediğimiz “3
Kuşak Çağdaş Türk Sanatı” sergisi dışında, hazırladığımız kültürel programı
tamamlayarak, İstanbul’un tarihi ve çağdaş sanat müzelerini ve merkezlerini
gezme fırsatı buldular. Yapılan görüşmelerde geçen yıl Türkiye’de önerisiyle
kabul edilen Dünya Sanat Günü (World Art Day) önümüzdeki yıl
geliştirilerek sürdürülmesi, bu ilk yıl elde edilen deneyimlerle daha da güçlenmesi
için gerekenin yapılması kararlaştırıldı. Katılımcıların Türkiye’nin bu konuda ilk
yıl yaptığı örnek çalışmayı içeren Ayşegül İyidoğan’ın yaptığı bir video filmi
seyretmeleri sağlandı ve bir kopyası kendilerine hediye edildi.
Genel Kurul ayrıca şu
önergeyi oy birliğiyle kabul etti:
IAA AVRUPA GENEL KURULU’NDA KABUL EDİLEN ÖNERGE
İstanbul’da
12-13 Ekim 2012 tarihinde “Özgürlüğün
Hizmetinde Sanat” başlığıyla toplanan IAA (Unesco’ya bağlı olarak çalışan
Uluslararası Sanat Dernekleri)’nın 9. Genel Kurulu, bir hüküm bile giymeden
salt düşüncelerini açıkladıkları için belirsiz ve uzun sürelerdir hapis yatan
yazarlar, aydınlar ve gazetecilerin, Türkiye dahil, dünyanın bir çok ülkesinde,
içinde bulundukları durumu en sert şekilde kınamaktadır.
Bizler,
düşüncelerin her zaman her yerde serbestçe ifade edilebilmesini savunuyoruz ve
muhalefete karşı hoşgörüsü olmayan
ülkelerin demokratik değerleri açıkça zedelediklerine inanıyoruz. Tüm bu gergin
ve üzücü durumların bir an önce ve hatta derhal, en kısa zamanda, giderek artan
bir evrensel özen ve bilinçle çözülmesi gerektiğine inanıyoruz.
13 EKİM 2012 TARİHİNDE OYBİRLİĞİYLE KABUL EDİLMİŞTİR.
Sonuç olarak Türk
kamuoyuna gururla söyleyebiliriz ki, bu sürecin sonunda tüm katılımcılar
beklentilerinin ötesinde bir şekilde mutlu oldular ve İstanbul hakkında
mükemmel intibalarla ülkemizden ayrıldılar. ”Bugüne kadar yapılmış en
başarılı Genel Kurul” denmesinin dışında, Başkan ve diğer temsilciler “Artık
kimse kolay kolay Genel Kurul için aday olamayacak, çünkü standartları çok
yükselttiniz” dediler. Bu arada zaten ilginç bir şekilde hiçbir ülke
2013 Genel Kurulu’na da talip olmadı!
Bu güzel haberleri Türk
kamuoyna, bir Türk Sivil Toplum Kuruluşu olarak,uluslararası düzeyde çalışma standartlarımızı daha da yükseye çıkarma
kararlılığında olduğumuzu bildirmek için aktarıyoruz.
Daha güzel projelerde
buluşmak üzere,
Sevgi ve saygılarla,
Bedri Baykam
Başkan
UPSD
Yönetim Kurulu
Safiye Mine Erdurak
Bahri Genç
Hülya Küpçüoğlu
Murat Havan
Melik İskender
Berna Erkün
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)