30 Temmuz 2011 Cumartesi
27 Temmuz 2011 Çarşamba
26 Temmuz 2011 Salı
ABDİ BEY’E HER ŞEYİ ANLATTIM! / Bedri Baykam / 26 Temmuz 2011 tarihli Cumhuriyet makalesi..
Geçen pazar Cennetten bir haber uçurdular. Abdi İpekçi, ısrarlı talepleri sonrasında 24 saatliğine İstanbul’a gelmişti ve bu süreçte ona aramızdan ayrıldığından beri neler olduğunu anlatmakla görevlendirilmiştim. Zor işti tabii. Ama yazarlığa başladığım gazetenin hayran olduğum efsane başyazarına her şey değerdi. Büyük insanla vurulduğu yerde buluşacaktık. Bir TV çekiminden çıkıp geldim az rötarla. O da aynı anda köşedeki cafeye ışınlandı. Onu tek ben görebiliyordum. Hasretle sarıldık. Gözü yaşlı heykeline baktı. “Ne kadar kadirşinastır bizim Cumhuriyet” dedikten sonra soruyu soruverdi: “Peki kim iktidarda şimdi, AP mi, CHP mi?”. Nerden başlasam ki diye kara kara düşündüm…
O anda I-Padimi açtım ve o sabah şehit düşen üç askerimizin haberini görüverdi İpekçi. Önce 32 yılda teknolojinin nereye geldiğini ve elektronik medyayı hızla anlattım. Zamanı pahalıydı Abdi Bey’in.“Kim saldırmış, Yunanlılar mı?” dedi. Yok dedim. “PKK, yani bölücü Kürtler, bir çeşit ırkçı iç savaş” Utandım biraz. Anlamadı tabii.
Anlattım sırayla her şeyi, 12 Eylül'den başlayarak. “Ben de o süreçte öldüm diye söylemiyorum ama herhalde yine müdahele kaçınılmaz olmuştu di mi?” dedi. “Aman Abdi Bey, siz pek yakında ayrılacaksınız ama bir duyan olur, biz şimdi ‘ileri demokrasi’ yaşıyoruz. Her şeyi öyle düşünüp söyleyemezsiniz” dedim. “ o günlerde herkes alkışladı ama sonra topu inkar etti, karışık işler, ordu da sonradan akıl almaz hatalar yaptı zaten”. Özal’ı, ANAP’ı, SHP’yi anlattım, PKK terörünü ve 1984’den beri verdiğimiz on binlerce şehidi özetledim. Gözleri ıslandı. “Canım ordum” dedi, “Şanlı TSK’yı zaten kim yenebilir, kim tehdit edebilir, dünyaya nam salmış örnek bir kurum, demokrasimizin de garantörü”. Bana baktı. “Haksız mıyım” deyip ekledi: “Kim iktidarda? Hadlerini AP de CHP de bildirir bu ortaçağ ırkçılarına” dedi. “Abdi Bey, artık tam öyle değil.
Ordunun artık bir fonksiyonu yok iç işlerde. Şu anda en önemli generalleri hapiste, neredeyse terfiye girecek kumandan yok ortada. Artık orduya övgü yapmak bile hapse girme nedeni olabilir. TSK’nın tüm kanatları Başsavcı’nın iki dudağının arasında.” Abdi Bey ilk defa ağır tepki verdi. “Ne diyorsun Bedri, ırkçılık-bölücülük belaları devrede diyorsun, ülkeyi kim koruyacak? Hem de bu adamlar “Ne mutlu Türküm DİYENE” cümlesini bile anlayamayacak kadar cahilmiş.”“Dönem değişti Abdi Bey” dedim.“Bölücübaşı rahat bir konumda adada tutuluyor, hükümetle çatır çatır pazarlık yapıyor. Generaller ise irticaya karşı toplantı yapmışlar gibi bir durumdan içerideler”. “Ne? İrticaya karşı toplantıyı savsaklamış mı ordu? Katiyetle inanmam, onlar Atatürk’ün neferleridir” dedi.
Acı acı gülümsedim. “İrtica artık suç olmaktan çıkarıldı Abdi Bey” dedim. “Tanımlaması yapılamaz olmuş, tam tersine, iddialara göre ordu irticanın üstüne gidecek diye düşünüldüğü için komutanlar hapse atıldı, Atatürkçülük artık bu ülkenin ana yörüngesi değil. Hatta Çetin Altan’ın oğullarının başını çektiği 20 yıllık bir süreçten sonra, (Abdi Bey’in o anda gözleri dehşetle sonuna kadar açılıverdi) Kemalist olmak önce demode, ardından da neredeyse aşağılanma vesilesi oldu. Şimdi her şey tam tersine döndü. Merkez sağ bile verdiği ödünlerle eridi kayboldu. 9 yıldır AKP iktidarı var, bu din eksenli ama laik olduğunu ısrarla söyleyen bir Parti. Ama laiklik zaten din ve vicdan özgürlüğü demekmiş. Artık eşinin başı türbanlı olmayan kimse bürokraside yükselemiyor”. “Türban da ne?” dedi Abdi Bey şaşkınlıkla. Gözümle işaret ettim sokaktan geçen türbanlı bir kadını. “İşte bu! Bunun adı artık ülkede demokrasi ve feminizmle eşdeğer.” Abdi Bey “Ben onu dişi ağrıyan bir Arap turist sandım, nereden çıkmış bu moda?” dedi. “Anlatması uzun sürer Abdi Bey, sanki Allah Türklere has yollamış bu emri sizden sonraki yıllarda; Sizden sonra başka Atatürkçü yazarlar öldürüldü dinciler tarafından, aydınlar yakıldı. Danıştay basılıp türbana karşı karar çıkaran üyeler öldürüldü. İşte bütün bunları bile Atatürkçüler kendileri yaptı dendi” Abdi Bey, birasından bir yudum alarak kahkaha ile gülmeye başladı. “İlahi Bedri, ne adamsın, sen gerçek bir artistmişsin, nerdeyse inanacaktım sana şu son bölüm olmasa” dedi. Sonra birden gülmediğimi ve gözlerimin yaşardığını fark etti. “Ne, yoksa…”
“Maalesef doğru Abdi Bey” dedim. “Atatürk dönemini veya 27 Mayıs’ı övenlere vebalı muamelesi yapıyorlar. Her gerçek saptırıldı. Cumhuriyet tarihine bir kulp taktılar “’resmi ideoloji’ diye ardından medya yoluyla tüm içini boşaltıp bir saptırılmış yalan tarih ürettiler”. Abdi Bey irkildi. “Dediklerin doğru olsa, en azından yargı, şerefli Türk basını, kahraman Türk gençliği buna tepki verirdi Bedri, kandıramazsın beni” diye son bir umutla baktı gözlerime. “Abdi Bey artık demokrasi yok, ileri demokrasi var. Bölücülük, dincilik, ırkçılık bunlar geçerli kavramlar. Öte yandan Kemalizm, modernizm, laiklik, TSK, CHP bunlar tutucu ve muhafazakarlık sayılıyor. Basın ise medya-holding oldu, satıldı, vefat etti”. Abdi Bey’e CHP'nin “Büyük çarşaf çıkışı”nı da anlatmayı düşündüm ama kendimden korktum. Yoksa kabus gören ben miydim? Gerçek neredeydi? Tam bu hissimi ona aktarmak için başımı kaldırmıştım ki, Abdi Bey vaktini doldurmaktan vazgeçip uçup gitmişti. Masadaki peçetenin üzerine şu cümle karalanmıştı: “yalan söylüyorsan sana, söylemiyorsan benden sonraki iki kuşağa, yazıklar olsun, görüşeceğiz tekrar” .
O anda I-Padimi açtım ve o sabah şehit düşen üç askerimizin haberini görüverdi İpekçi. Önce 32 yılda teknolojinin nereye geldiğini ve elektronik medyayı hızla anlattım. Zamanı pahalıydı Abdi Bey’in.“Kim saldırmış, Yunanlılar mı?” dedi. Yok dedim. “PKK, yani bölücü Kürtler, bir çeşit ırkçı iç savaş” Utandım biraz. Anlamadı tabii.
Anlattım sırayla her şeyi, 12 Eylül'den başlayarak. “Ben de o süreçte öldüm diye söylemiyorum ama herhalde yine müdahele kaçınılmaz olmuştu di mi?” dedi. “Aman Abdi Bey, siz pek yakında ayrılacaksınız ama bir duyan olur, biz şimdi ‘ileri demokrasi’ yaşıyoruz. Her şeyi öyle düşünüp söyleyemezsiniz” dedim. “ o günlerde herkes alkışladı ama sonra topu inkar etti, karışık işler, ordu da sonradan akıl almaz hatalar yaptı zaten”. Özal’ı, ANAP’ı, SHP’yi anlattım, PKK terörünü ve 1984’den beri verdiğimiz on binlerce şehidi özetledim. Gözleri ıslandı. “Canım ordum” dedi, “Şanlı TSK’yı zaten kim yenebilir, kim tehdit edebilir, dünyaya nam salmış örnek bir kurum, demokrasimizin de garantörü”. Bana baktı. “Haksız mıyım” deyip ekledi: “Kim iktidarda? Hadlerini AP de CHP de bildirir bu ortaçağ ırkçılarına” dedi. “Abdi Bey, artık tam öyle değil.
Ordunun artık bir fonksiyonu yok iç işlerde. Şu anda en önemli generalleri hapiste, neredeyse terfiye girecek kumandan yok ortada. Artık orduya övgü yapmak bile hapse girme nedeni olabilir. TSK’nın tüm kanatları Başsavcı’nın iki dudağının arasında.” Abdi Bey ilk defa ağır tepki verdi. “Ne diyorsun Bedri, ırkçılık-bölücülük belaları devrede diyorsun, ülkeyi kim koruyacak? Hem de bu adamlar “Ne mutlu Türküm DİYENE” cümlesini bile anlayamayacak kadar cahilmiş.”“Dönem değişti Abdi Bey” dedim.“Bölücübaşı rahat bir konumda adada tutuluyor, hükümetle çatır çatır pazarlık yapıyor. Generaller ise irticaya karşı toplantı yapmışlar gibi bir durumdan içerideler”. “Ne? İrticaya karşı toplantıyı savsaklamış mı ordu? Katiyetle inanmam, onlar Atatürk’ün neferleridir” dedi.
Acı acı gülümsedim. “İrtica artık suç olmaktan çıkarıldı Abdi Bey” dedim. “Tanımlaması yapılamaz olmuş, tam tersine, iddialara göre ordu irticanın üstüne gidecek diye düşünüldüğü için komutanlar hapse atıldı, Atatürkçülük artık bu ülkenin ana yörüngesi değil. Hatta Çetin Altan’ın oğullarının başını çektiği 20 yıllık bir süreçten sonra, (Abdi Bey’in o anda gözleri dehşetle sonuna kadar açılıverdi) Kemalist olmak önce demode, ardından da neredeyse aşağılanma vesilesi oldu. Şimdi her şey tam tersine döndü. Merkez sağ bile verdiği ödünlerle eridi kayboldu. 9 yıldır AKP iktidarı var, bu din eksenli ama laik olduğunu ısrarla söyleyen bir Parti. Ama laiklik zaten din ve vicdan özgürlüğü demekmiş. Artık eşinin başı türbanlı olmayan kimse bürokraside yükselemiyor”. “Türban da ne?” dedi Abdi Bey şaşkınlıkla. Gözümle işaret ettim sokaktan geçen türbanlı bir kadını. “İşte bu! Bunun adı artık ülkede demokrasi ve feminizmle eşdeğer.” Abdi Bey “Ben onu dişi ağrıyan bir Arap turist sandım, nereden çıkmış bu moda?” dedi. “Anlatması uzun sürer Abdi Bey, sanki Allah Türklere has yollamış bu emri sizden sonraki yıllarda; Sizden sonra başka Atatürkçü yazarlar öldürüldü dinciler tarafından, aydınlar yakıldı. Danıştay basılıp türbana karşı karar çıkaran üyeler öldürüldü. İşte bütün bunları bile Atatürkçüler kendileri yaptı dendi” Abdi Bey, birasından bir yudum alarak kahkaha ile gülmeye başladı. “İlahi Bedri, ne adamsın, sen gerçek bir artistmişsin, nerdeyse inanacaktım sana şu son bölüm olmasa” dedi. Sonra birden gülmediğimi ve gözlerimin yaşardığını fark etti. “Ne, yoksa…”
“Maalesef doğru Abdi Bey” dedim. “Atatürk dönemini veya 27 Mayıs’ı övenlere vebalı muamelesi yapıyorlar. Her gerçek saptırıldı. Cumhuriyet tarihine bir kulp taktılar “’resmi ideoloji’ diye ardından medya yoluyla tüm içini boşaltıp bir saptırılmış yalan tarih ürettiler”. Abdi Bey irkildi. “Dediklerin doğru olsa, en azından yargı, şerefli Türk basını, kahraman Türk gençliği buna tepki verirdi Bedri, kandıramazsın beni” diye son bir umutla baktı gözlerime. “Abdi Bey artık demokrasi yok, ileri demokrasi var. Bölücülük, dincilik, ırkçılık bunlar geçerli kavramlar. Öte yandan Kemalizm, modernizm, laiklik, TSK, CHP bunlar tutucu ve muhafazakarlık sayılıyor. Basın ise medya-holding oldu, satıldı, vefat etti”. Abdi Bey’e CHP'nin “Büyük çarşaf çıkışı”nı da anlatmayı düşündüm ama kendimden korktum. Yoksa kabus gören ben miydim? Gerçek neredeydi? Tam bu hissimi ona aktarmak için başımı kaldırmıştım ki, Abdi Bey vaktini doldurmaktan vazgeçip uçup gitmişti. Masadaki peçetenin üzerine şu cümle karalanmıştı: “yalan söylüyorsan sana, söylemiyorsan benden sonraki iki kuşağa, yazıklar olsun, görüşeceğiz tekrar” .
ABDİ BEY’E HER ŞEYİ ANLATTIM! / Bedri Baykam / 26 Temmuz 2011 tarihli Cumhuriyet makalesi..
Geçen pazar Cennetten bir haber uçurdular. Abdi İpekçi, ısrarlı talepleri sonrasında 24 saatliğine İstanbul’a gelmişti ve bu süreçte ona aramızdan ayrıldığından beri neler olduğunu anlatmakla görevlendirilmiştim. Zor işti tabii. Ama yazarlığa başladığım gazetenin hayran olduğum efsane başyazarına her şey değerdi. Büyük insanla vurulduğu yerde buluşacaktık. Bir TV çekiminden çıkıp geldim az rötarla. O da aynı anda köşedeki cafeye ışınlandı. Onu tek ben görebiliyordum. Hasretle sarıldık. Gözü yaşlı heykeline baktı. “Ne kadar kadirşinastır bizim Cumhuriyet” dedikten sonra soruyu soruverdi: “Peki kim iktidarda şimdi, AP mi, CHP mi?”. Nerden başlasam ki diye kara kara düşündüm…
O anda I-Padimi açtım ve o sabah şehit düşen üç askerimizin haberini görüverdi İpekçi. Önce 32 yılda teknolojinin nereye geldiğini ve elektronik medyayı hızla anlattım. Zamanı pahalıydı Abdi Bey’in.“Kim saldırmış, Yunanlılar mı?” dedi. Yok dedim. “PKK, yani bölücü Kürtler, bir çeşit ırkçı iç savaş” Utandım biraz. Anlamadı tabii.
Anlattım sırayla her şeyi, 12 Eylül'den başlayarak. “Ben de o süreçte öldüm diye söylemiyorum ama herhalde yine müdahele kaçınılmaz olmuştu di mi?” dedi. “Aman Abdi Bey, siz pek yakında ayrılacaksınız ama bir duyan olur, biz şimdi ‘ileri demokrasi’ yaşıyoruz. Her şeyi öyle düşünüp söyleyemezsiniz” dedim. “ o günlerde herkes alkışladı ama sonra topu inkar etti, karışık işler, ordu da sonradan akıl almaz hatalar yaptı zaten”. Özal’ı, ANAP’ı, SHP’yi anlattım, PKK terörünü ve 1984’den beri verdiğimiz on binlerce şehidi özetledim. Gözleri ıslandı. “Canım ordum” dedi, “Şanlı TSK’yı zaten kim yenebilir, kim tehdit edebilir, dünyaya nam salmış örnek bir kurum, demokrasimizin de garantörü”. Bana baktı. “Haksız mıyım” deyip ekledi: “Kim iktidarda? Hadlerini AP de CHP de bildirir bu ortaçağ ırkçılarına” dedi. “Abdi Bey, artık tam öyle değil.
Ordunun artık bir fonksiyonu yok iç işlerde. Şu anda en önemli generalleri hapiste, neredeyse terfiye girecek kumandan yok ortada. Artık orduya övgü yapmak bile hapse girme nedeni olabilir. TSK’nın tüm kanatları Başsavcı’nın iki dudağının arasında.” Abdi Bey ilk defa ağır tepki verdi. “Ne diyorsun Bedri, ırkçılık-bölücülük belaları devrede diyorsun, ülkeyi kim koruyacak? Hem de bu adamlar “Ne mutlu Türküm DİYENE” cümlesini bile anlayamayacak kadar cahilmiş.”“Dönem değişti Abdi Bey” dedim.“Bölücübaşı rahat bir konumda adada tutuluyor, hükümetle çatır çatır pazarlık yapıyor. Generaller ise irticaya karşı toplantı yapmışlar gibi bir durumdan içerideler”. “Ne? İrticaya karşı toplantıyı savsaklamış mı ordu? Katiyetle inanmam, onlar Atatürk’ün neferleridir” dedi.
Acı acı gülümsedim. “İrtica artık suç olmaktan çıkarıldı Abdi Bey” dedim. “Tanımlaması yapılamaz olmuş, tam tersine, iddialara göre ordu irticanın üstüne gidecek diye düşünüldüğü için komutanlar hapse atıldı, Atatürkçülük artık bu ülkenin ana yörüngesi değil. Hatta Çetin Altan’ın oğullarının başını çektiği 20 yıllık bir süreçten sonra, (Abdi Bey’in o anda gözleri dehşetle sonuna kadar açılıverdi) Kemalist olmak önce demode, ardından da neredeyse aşağılanma vesilesi oldu. Şimdi her şey tam tersine döndü. Merkez sağ bile verdiği ödünlerle eridi kayboldu. 9 yıldır AKP iktidarı var, bu din eksenli ama laik olduğunu ısrarla söyleyen bir Parti. Ama laiklik zaten din ve vicdan özgürlüğü demekmiş. Artık eşinin başı türbanlı olmayan kimse bürokraside yükselemiyor”. “Türban da ne?” dedi Abdi Bey şaşkınlıkla. Gözümle işaret ettim sokaktan geçen türbanlı bir kadını. “İşte bu! Bunun adı artık ülkede demokrasi ve feminizmle eşdeğer.” Abdi Bey “Ben onu dişi ağrıyan bir Arap turist sandım, nereden çıkmış bu moda?” dedi. “Anlatması uzun sürer Abdi Bey, sanki Allah Türklere has yollamış bu emri sizden sonraki yıllarda; Sizden sonra başka Atatürkçü yazarlar öldürüldü dinciler tarafından, aydınlar yakıldı. Danıştay basılıp türbana karşı karar çıkaran üyeler öldürüldü. İşte bütün bunları bile Atatürkçüler kendileri yaptı dendi” Abdi Bey, birasından bir yudum alarak kahkaha ile gülmeye başladı. “İlahi Bedri, ne adamsın, sen gerçek bir artistmişsin, nerdeyse inanacaktım sana şu son bölüm olmasa” dedi. Sonra birden gülmediğimi ve gözlerimin yaşardığını fark etti. “Ne, yoksa…”
“Maalesef doğru Abdi Bey” dedim. “Atatürk dönemini veya 27 Mayıs’ı övenlere vebalı muamelesi yapıyorlar. Her gerçek saptırıldı. Cumhuriyet tarihine bir kulp taktılar “’resmi ideoloji’ diye ardından medya yoluyla tüm içini boşaltıp bir saptırılmış yalan tarih ürettiler”. Abdi Bey irkildi. “Dediklerin doğru olsa, en azından yargı, şerefli Türk basını, kahraman Türk gençliği buna tepki verirdi Bedri, kandıramazsın beni” diye son bir umutla baktı gözlerime. “Abdi Bey artık demokrasi yok, ileri demokrasi var. Bölücülük, dincilik, ırkçılık bunlar geçerli kavramlar. Öte yandan Kemalizm, modernizm, laiklik, TSK, CHP bunlar tutucu ve muhafazakarlık sayılıyor. Basın ise medya-holding oldu, satıldı, vefat etti”. Abdi Bey’e CHP'nin “Büyük çarşaf çıkışı”nı da anlatmayı düşündüm ama kendimden korktum. Yoksa kabus gören ben miydim? Gerçek neredeydi? Tam bu hissimi ona aktarmak için başımı kaldırmıştım ki, Abdi Bey vaktini doldurmaktan vazgeçip uçup gitmişti. Masadaki peçetenin üzerine şu cümle karalanmıştı: “yalan söylüyorsan sana, söylemiyorsan benden sonraki iki kuşağa, yazıklar olsun, görüşeceğiz tekrar” .
O anda I-Padimi açtım ve o sabah şehit düşen üç askerimizin haberini görüverdi İpekçi. Önce 32 yılda teknolojinin nereye geldiğini ve elektronik medyayı hızla anlattım. Zamanı pahalıydı Abdi Bey’in.“Kim saldırmış, Yunanlılar mı?” dedi. Yok dedim. “PKK, yani bölücü Kürtler, bir çeşit ırkçı iç savaş” Utandım biraz. Anlamadı tabii.
Anlattım sırayla her şeyi, 12 Eylül'den başlayarak. “Ben de o süreçte öldüm diye söylemiyorum ama herhalde yine müdahele kaçınılmaz olmuştu di mi?” dedi. “Aman Abdi Bey, siz pek yakında ayrılacaksınız ama bir duyan olur, biz şimdi ‘ileri demokrasi’ yaşıyoruz. Her şeyi öyle düşünüp söyleyemezsiniz” dedim. “ o günlerde herkes alkışladı ama sonra topu inkar etti, karışık işler, ordu da sonradan akıl almaz hatalar yaptı zaten”. Özal’ı, ANAP’ı, SHP’yi anlattım, PKK terörünü ve 1984’den beri verdiğimiz on binlerce şehidi özetledim. Gözleri ıslandı. “Canım ordum” dedi, “Şanlı TSK’yı zaten kim yenebilir, kim tehdit edebilir, dünyaya nam salmış örnek bir kurum, demokrasimizin de garantörü”. Bana baktı. “Haksız mıyım” deyip ekledi: “Kim iktidarda? Hadlerini AP de CHP de bildirir bu ortaçağ ırkçılarına” dedi. “Abdi Bey, artık tam öyle değil.
Ordunun artık bir fonksiyonu yok iç işlerde. Şu anda en önemli generalleri hapiste, neredeyse terfiye girecek kumandan yok ortada. Artık orduya övgü yapmak bile hapse girme nedeni olabilir. TSK’nın tüm kanatları Başsavcı’nın iki dudağının arasında.” Abdi Bey ilk defa ağır tepki verdi. “Ne diyorsun Bedri, ırkçılık-bölücülük belaları devrede diyorsun, ülkeyi kim koruyacak? Hem de bu adamlar “Ne mutlu Türküm DİYENE” cümlesini bile anlayamayacak kadar cahilmiş.”“Dönem değişti Abdi Bey” dedim.“Bölücübaşı rahat bir konumda adada tutuluyor, hükümetle çatır çatır pazarlık yapıyor. Generaller ise irticaya karşı toplantı yapmışlar gibi bir durumdan içerideler”. “Ne? İrticaya karşı toplantıyı savsaklamış mı ordu? Katiyetle inanmam, onlar Atatürk’ün neferleridir” dedi.
Acı acı gülümsedim. “İrtica artık suç olmaktan çıkarıldı Abdi Bey” dedim. “Tanımlaması yapılamaz olmuş, tam tersine, iddialara göre ordu irticanın üstüne gidecek diye düşünüldüğü için komutanlar hapse atıldı, Atatürkçülük artık bu ülkenin ana yörüngesi değil. Hatta Çetin Altan’ın oğullarının başını çektiği 20 yıllık bir süreçten sonra, (Abdi Bey’in o anda gözleri dehşetle sonuna kadar açılıverdi) Kemalist olmak önce demode, ardından da neredeyse aşağılanma vesilesi oldu. Şimdi her şey tam tersine döndü. Merkez sağ bile verdiği ödünlerle eridi kayboldu. 9 yıldır AKP iktidarı var, bu din eksenli ama laik olduğunu ısrarla söyleyen bir Parti. Ama laiklik zaten din ve vicdan özgürlüğü demekmiş. Artık eşinin başı türbanlı olmayan kimse bürokraside yükselemiyor”. “Türban da ne?” dedi Abdi Bey şaşkınlıkla. Gözümle işaret ettim sokaktan geçen türbanlı bir kadını. “İşte bu! Bunun adı artık ülkede demokrasi ve feminizmle eşdeğer.” Abdi Bey “Ben onu dişi ağrıyan bir Arap turist sandım, nereden çıkmış bu moda?” dedi. “Anlatması uzun sürer Abdi Bey, sanki Allah Türklere has yollamış bu emri sizden sonraki yıllarda; Sizden sonra başka Atatürkçü yazarlar öldürüldü dinciler tarafından, aydınlar yakıldı. Danıştay basılıp türbana karşı karar çıkaran üyeler öldürüldü. İşte bütün bunları bile Atatürkçüler kendileri yaptı dendi” Abdi Bey, birasından bir yudum alarak kahkaha ile gülmeye başladı. “İlahi Bedri, ne adamsın, sen gerçek bir artistmişsin, nerdeyse inanacaktım sana şu son bölüm olmasa” dedi. Sonra birden gülmediğimi ve gözlerimin yaşardığını fark etti. “Ne, yoksa…”
“Maalesef doğru Abdi Bey” dedim. “Atatürk dönemini veya 27 Mayıs’ı övenlere vebalı muamelesi yapıyorlar. Her gerçek saptırıldı. Cumhuriyet tarihine bir kulp taktılar “’resmi ideoloji’ diye ardından medya yoluyla tüm içini boşaltıp bir saptırılmış yalan tarih ürettiler”. Abdi Bey irkildi. “Dediklerin doğru olsa, en azından yargı, şerefli Türk basını, kahraman Türk gençliği buna tepki verirdi Bedri, kandıramazsın beni” diye son bir umutla baktı gözlerime. “Abdi Bey artık demokrasi yok, ileri demokrasi var. Bölücülük, dincilik, ırkçılık bunlar geçerli kavramlar. Öte yandan Kemalizm, modernizm, laiklik, TSK, CHP bunlar tutucu ve muhafazakarlık sayılıyor. Basın ise medya-holding oldu, satıldı, vefat etti”. Abdi Bey’e CHP'nin “Büyük çarşaf çıkışı”nı da anlatmayı düşündüm ama kendimden korktum. Yoksa kabus gören ben miydim? Gerçek neredeydi? Tam bu hissimi ona aktarmak için başımı kaldırmıştım ki, Abdi Bey vaktini doldurmaktan vazgeçip uçup gitmişti. Masadaki peçetenin üzerine şu cümle karalanmıştı: “yalan söylüyorsan sana, söylemiyorsan benden sonraki iki kuşağa, yazıklar olsun, görüşeceğiz tekrar” .
19 Temmuz 2011 Salı
Kürt Sorunu’nu Kesin Çözecek Ütopik Formül! / Bedri Baykam / 19 Temmuz 2011 tarihli Cumhuriyet makalesi..
Bu makale, “Kürt Sorunu” konusunda sürekli okuduklarınızdan biri değil. Burada ütopik bir sayım yapılabilseydi, ne sonuç çıkardı, bunun üzerine toplumu düşündürmek istiyorum. Akan kanı durdurma adına, herkes kendi ezberlerini gözden geçirmelidir. Yoksa daha çoook ağlarız!
1984’ten beri topraklarımızı kan gölüne çeviren bu konu, yıllardır, iki uzar bir kısalır, benzer tepkilerle dallanarak bugün geldiği çıkmaz sokağa dayanır: Bir yandan PKK, askerlerimizi şehit eder, ülkeyi yasa boğar, bir yandan aynı gün DTK’liler tek yönlü trajikomik bir “özerklik bildirisi” yayımlarlar ve bunların hemen akabinde TBMM’de grubu olan partiler ortak bir metinle hiçbir ödün vermeyeceklerini en kararlı şekilde dünyaya açıklarlar. Bu gidişle konunun ne siyasi, ne terör uzantıları farklı bir söyleme geçecek ve yara kangren olup bizi bitirecek.
Türkiye bu ateşi “terörle savaşarak” 27 yıldır bitiremedi. Bugün artık hiç bitiremez, çünkü kabul edin ya da etmeyin, Türkiye kendi ordusunu bir iç psikolojik savaşta çökertme noktasına getirmiştir. Her gün tutuklamalar yaşayan bir TSK’de, teğmeninden orgeneraline, herkes güvensizlik içindedir. Zaten kan dökmek, ortaçağın çözüm arayışlarıdır. Bu alternatifi sonsuza dek rafa kaldırmak yerindedir, bu ülke Türk’üyle Kürt’üyle yeterince acı kayıp vermiştir.
Şu anda bu kilidi kıracak tek bir ütopik formül görüyorum. Çünkü böyle bir uygulamayı herhalde ne hükümet gerçekleştirir, ne Atatürkçüler ne de Kürtler kabul eder. Halbuki, bu deneme sanki olayı barışçı yollarla huzura taşıyacak tek formül olurdu gibi geliyor bana. Diyelim ki, ha mesela, Türkiye saptamak istedi, bu yıllardır haritaları çizilip dünyaya dağıtılan “Kürdistan” kurulacak olsa, TC vatandaşlığını ve bu ülkenin özgür bireyi olma vasfından vazgeçip böylesine kurulacak bir başka ülkede gidip yerleşip yaşamayı isteyecek kaç kişi çıkar? Çünkü iddia o ki, “Türkiye de bu davanın peşinden giden hakkı yenen 30 milyon Kürt” olduğu iddiası yıllardır her açık oturumda başımıza kakılır. Ha mesela, Türkiye, çıkacak sonuçtan emin olmanın getirdiği özgüvenle diyebilse ki “Federasyon-özerklik gibi bize uymayacak şeyleri zaten rafa kaldırın, gelin TC’den ayrılmak isteyenler yazılsın, görelim bu yurdun diğer topraklarından vazgeçip ‘Kürt’ vatandaşlığına geçmek isteyen kaç kişi var?” Tabii şu şartla: Herkes seçiminin tüm anlamını ve geriye dönüşü olmayışını idrak eder, sırf gürültü yapmak için bu sayıma katılamaz… Gerçekten iddia edilen boyutlarda böyle bir talep olup olmadığı da böylece ortaya çıkar. Böyle bir ortaçağ ırk sınırının arkasına geçmek isteyen Kürt kökenli vatandaşlar, bana sorarsanız, iddia sahiplerinin söylediklerinin aksine son derece düşük kalır. Başta Avrupa olmak üzere böylece tüm dünya, Kürtlerin bu şekilde bir talepleri olmadığını görür ve herkes olaya farklı bir pencereden bakmaya başlar.
Böylece herkes huzura kavuşur! Talepleri ile Türkiye’yi olaylara boğanlar artık iddialarının hayat gerçekleriyle örtüşmediğini ağır şekilde yaşarlar ve hep beraber “önümüzdeki maçlara bakarız.” TC vatandaşı olmanın bir dil, din, ırk ayrımı yapmadan aynı şemsiye altında eşit yaşamak olduğunu böylece anlayan Kürtler de burada daha keyifle yaşamaya devam ederler.
Yıllardır “biz et ve tırnak gibiyiz, bu ayrımlara gerek yok” diye beraber yaşama formüllerinin en barışçılarını ortaya koyan ve sonuç alamayan Türkiye’dir. Yıllardır “etnik siyaset” yapanlar da ortadadır. O nedenle kimse böyle bir sayım yapılabilecek olsa Türkiye Cumhuriyeti’ni ırkçılık veya faşizmle suçlayamaz. Bu yapılabilse, inanın bu tartışma biter ve TV stüdyolarından tarih kitaplarına taşınır.
İşte sevgili arkadaşlar, böyle bir ütopik gerçekle yüzleşme yapılabilse, bölünme, federasyon, özerklik, devlete yönelik zorlama talepler, bunlar ancak o zaman biter. Uzun lafın kısası şayet ülkenin bu saatten sonra, “bölünme” riskinden, Kürtlerin “kaybedebileceklerinin” farkına vararak kurtulma ümidi varsa, onun da tek kapısı bu ütopik senaryo olurdu…
Daha barışçı bir teorik formül olduğunu sanmıyorum. Bazen kazanmak için her kesimin bazı şeyleri kaybetmeyi göze alması lazımdır! Ama ne gezer, bu kaos sürer de sürer!
1984’ten beri topraklarımızı kan gölüne çeviren bu konu, yıllardır, iki uzar bir kısalır, benzer tepkilerle dallanarak bugün geldiği çıkmaz sokağa dayanır: Bir yandan PKK, askerlerimizi şehit eder, ülkeyi yasa boğar, bir yandan aynı gün DTK’liler tek yönlü trajikomik bir “özerklik bildirisi” yayımlarlar ve bunların hemen akabinde TBMM’de grubu olan partiler ortak bir metinle hiçbir ödün vermeyeceklerini en kararlı şekilde dünyaya açıklarlar. Bu gidişle konunun ne siyasi, ne terör uzantıları farklı bir söyleme geçecek ve yara kangren olup bizi bitirecek.
Türkiye bu ateşi “terörle savaşarak” 27 yıldır bitiremedi. Bugün artık hiç bitiremez, çünkü kabul edin ya da etmeyin, Türkiye kendi ordusunu bir iç psikolojik savaşta çökertme noktasına getirmiştir. Her gün tutuklamalar yaşayan bir TSK’de, teğmeninden orgeneraline, herkes güvensizlik içindedir. Zaten kan dökmek, ortaçağın çözüm arayışlarıdır. Bu alternatifi sonsuza dek rafa kaldırmak yerindedir, bu ülke Türk’üyle Kürt’üyle yeterince acı kayıp vermiştir.
Şu anda bu kilidi kıracak tek bir ütopik formül görüyorum. Çünkü böyle bir uygulamayı herhalde ne hükümet gerçekleştirir, ne Atatürkçüler ne de Kürtler kabul eder. Halbuki, bu deneme sanki olayı barışçı yollarla huzura taşıyacak tek formül olurdu gibi geliyor bana. Diyelim ki, ha mesela, Türkiye saptamak istedi, bu yıllardır haritaları çizilip dünyaya dağıtılan “Kürdistan” kurulacak olsa, TC vatandaşlığını ve bu ülkenin özgür bireyi olma vasfından vazgeçip böylesine kurulacak bir başka ülkede gidip yerleşip yaşamayı isteyecek kaç kişi çıkar? Çünkü iddia o ki, “Türkiye de bu davanın peşinden giden hakkı yenen 30 milyon Kürt” olduğu iddiası yıllardır her açık oturumda başımıza kakılır. Ha mesela, Türkiye, çıkacak sonuçtan emin olmanın getirdiği özgüvenle diyebilse ki “Federasyon-özerklik gibi bize uymayacak şeyleri zaten rafa kaldırın, gelin TC’den ayrılmak isteyenler yazılsın, görelim bu yurdun diğer topraklarından vazgeçip ‘Kürt’ vatandaşlığına geçmek isteyen kaç kişi var?” Tabii şu şartla: Herkes seçiminin tüm anlamını ve geriye dönüşü olmayışını idrak eder, sırf gürültü yapmak için bu sayıma katılamaz… Gerçekten iddia edilen boyutlarda böyle bir talep olup olmadığı da böylece ortaya çıkar. Böyle bir ortaçağ ırk sınırının arkasına geçmek isteyen Kürt kökenli vatandaşlar, bana sorarsanız, iddia sahiplerinin söylediklerinin aksine son derece düşük kalır. Başta Avrupa olmak üzere böylece tüm dünya, Kürtlerin bu şekilde bir talepleri olmadığını görür ve herkes olaya farklı bir pencereden bakmaya başlar.
Böylece herkes huzura kavuşur! Talepleri ile Türkiye’yi olaylara boğanlar artık iddialarının hayat gerçekleriyle örtüşmediğini ağır şekilde yaşarlar ve hep beraber “önümüzdeki maçlara bakarız.” TC vatandaşı olmanın bir dil, din, ırk ayrımı yapmadan aynı şemsiye altında eşit yaşamak olduğunu böylece anlayan Kürtler de burada daha keyifle yaşamaya devam ederler.
Yıllardır “biz et ve tırnak gibiyiz, bu ayrımlara gerek yok” diye beraber yaşama formüllerinin en barışçılarını ortaya koyan ve sonuç alamayan Türkiye’dir. Yıllardır “etnik siyaset” yapanlar da ortadadır. O nedenle kimse böyle bir sayım yapılabilecek olsa Türkiye Cumhuriyeti’ni ırkçılık veya faşizmle suçlayamaz. Bu yapılabilse, inanın bu tartışma biter ve TV stüdyolarından tarih kitaplarına taşınır.
İşte sevgili arkadaşlar, böyle bir ütopik gerçekle yüzleşme yapılabilse, bölünme, federasyon, özerklik, devlete yönelik zorlama talepler, bunlar ancak o zaman biter. Uzun lafın kısası şayet ülkenin bu saatten sonra, “bölünme” riskinden, Kürtlerin “kaybedebileceklerinin” farkına vararak kurtulma ümidi varsa, onun da tek kapısı bu ütopik senaryo olurdu…
Daha barışçı bir teorik formül olduğunu sanmıyorum. Bazen kazanmak için her kesimin bazı şeyleri kaybetmeyi göze alması lazımdır! Ama ne gezer, bu kaos sürer de sürer!
Kürt Sorunu’nu Kesin Çözecek Ütopik Formül! / Bedri Baykam / 19 Temmuz 2011 tarihli Cumhuriyet makalesi..
Bu makale, “Kürt Sorunu” konusunda sürekli okuduklarınızdan biri değil. Burada ütopik bir sayım yapılabilseydi, ne sonuç çıkardı, bunun üzerine toplumu düşündürmek istiyorum. Akan kanı durdurma adına, herkes kendi ezberlerini gözden geçirmelidir. Yoksa daha çoook ağlarız!
1984’ten beri topraklarımızı kan gölüne çeviren bu konu, yıllardır, iki uzar bir kısalır, benzer tepkilerle dallanarak bugün geldiği çıkmaz sokağa dayanır: Bir yandan PKK, askerlerimizi şehit eder, ülkeyi yasa boğar, bir yandan aynı gün DTK’liler tek yönlü trajikomik bir “özerklik bildirisi” yayımlarlar ve bunların hemen akabinde TBMM’de grubu olan partiler ortak bir metinle hiçbir ödün vermeyeceklerini en kararlı şekilde dünyaya açıklarlar. Bu gidişle konunun ne siyasi, ne terör uzantıları farklı bir söyleme geçecek ve yara kangren olup bizi bitirecek.
Türkiye bu ateşi “terörle savaşarak” 27 yıldır bitiremedi. Bugün artık hiç bitiremez, çünkü kabul edin ya da etmeyin, Türkiye kendi ordusunu bir iç psikolojik savaşta çökertme noktasına getirmiştir. Her gün tutuklamalar yaşayan bir TSK’de, teğmeninden orgeneraline, herkes güvensizlik içindedir. Zaten kan dökmek, ortaçağın çözüm arayışlarıdır. Bu alternatifi sonsuza dek rafa kaldırmak yerindedir, bu ülke Türk’üyle Kürt’üyle yeterince acı kayıp vermiştir.
Şu anda bu kilidi kıracak tek bir ütopik formül görüyorum. Çünkü böyle bir uygulamayı herhalde ne hükümet gerçekleştirir, ne Atatürkçüler ne de Kürtler kabul eder. Halbuki, bu deneme sanki olayı barışçı yollarla huzura taşıyacak tek formül olurdu gibi geliyor bana. Diyelim ki, ha mesela, Türkiye saptamak istedi, bu yıllardır haritaları çizilip dünyaya dağıtılan “Kürdistan” kurulacak olsa, TC vatandaşlığını ve bu ülkenin özgür bireyi olma vasfından vazgeçip böylesine kurulacak bir başka ülkede gidip yerleşip yaşamayı isteyecek kaç kişi çıkar? Çünkü iddia o ki, “Türkiye de bu davanın peşinden giden hakkı yenen 30 milyon Kürt” olduğu iddiası yıllardır her açık oturumda başımıza kakılır. Ha mesela, Türkiye, çıkacak sonuçtan emin olmanın getirdiği özgüvenle diyebilse ki “Federasyon-özerklik gibi bize uymayacak şeyleri zaten rafa kaldırın, gelin TC’den ayrılmak isteyenler yazılsın, görelim bu yurdun diğer topraklarından vazgeçip ‘Kürt’ vatandaşlığına geçmek isteyen kaç kişi var?” Tabii şu şartla: Herkes seçiminin tüm anlamını ve geriye dönüşü olmayışını idrak eder, sırf gürültü yapmak için bu sayıma katılamaz… Gerçekten iddia edilen boyutlarda böyle bir talep olup olmadığı da böylece ortaya çıkar. Böyle bir ortaçağ ırk sınırının arkasına geçmek isteyen Kürt kökenli vatandaşlar, bana sorarsanız, iddia sahiplerinin söylediklerinin aksine son derece düşük kalır. Başta Avrupa olmak üzere böylece tüm dünya, Kürtlerin bu şekilde bir talepleri olmadığını görür ve herkes olaya farklı bir pencereden bakmaya başlar.
Böylece herkes huzura kavuşur! Talepleri ile Türkiye’yi olaylara boğanlar artık iddialarının hayat gerçekleriyle örtüşmediğini ağır şekilde yaşarlar ve hep beraber “önümüzdeki maçlara bakarız.” TC vatandaşı olmanın bir dil, din, ırk ayrımı yapmadan aynı şemsiye altında eşit yaşamak olduğunu böylece anlayan Kürtler de burada daha keyifle yaşamaya devam ederler.
Yıllardır “biz et ve tırnak gibiyiz, bu ayrımlara gerek yok” diye beraber yaşama formüllerinin en barışçılarını ortaya koyan ve sonuç alamayan Türkiye’dir. Yıllardır “etnik siyaset” yapanlar da ortadadır. O nedenle kimse böyle bir sayım yapılabilecek olsa Türkiye Cumhuriyeti’ni ırkçılık veya faşizmle suçlayamaz. Bu yapılabilse, inanın bu tartışma biter ve TV stüdyolarından tarih kitaplarına taşınır.
İşte sevgili arkadaşlar, böyle bir ütopik gerçekle yüzleşme yapılabilse, bölünme, federasyon, özerklik, devlete yönelik zorlama talepler, bunlar ancak o zaman biter. Uzun lafın kısası şayet ülkenin bu saatten sonra, “bölünme” riskinden, Kürtlerin “kaybedebileceklerinin” farkına vararak kurtulma ümidi varsa, onun da tek kapısı bu ütopik senaryo olurdu…
Daha barışçı bir teorik formül olduğunu sanmıyorum. Bazen kazanmak için her kesimin bazı şeyleri kaybetmeyi göze alması lazımdır! Ama ne gezer, bu kaos sürer de sürer!
1984’ten beri topraklarımızı kan gölüne çeviren bu konu, yıllardır, iki uzar bir kısalır, benzer tepkilerle dallanarak bugün geldiği çıkmaz sokağa dayanır: Bir yandan PKK, askerlerimizi şehit eder, ülkeyi yasa boğar, bir yandan aynı gün DTK’liler tek yönlü trajikomik bir “özerklik bildirisi” yayımlarlar ve bunların hemen akabinde TBMM’de grubu olan partiler ortak bir metinle hiçbir ödün vermeyeceklerini en kararlı şekilde dünyaya açıklarlar. Bu gidişle konunun ne siyasi, ne terör uzantıları farklı bir söyleme geçecek ve yara kangren olup bizi bitirecek.
Türkiye bu ateşi “terörle savaşarak” 27 yıldır bitiremedi. Bugün artık hiç bitiremez, çünkü kabul edin ya da etmeyin, Türkiye kendi ordusunu bir iç psikolojik savaşta çökertme noktasına getirmiştir. Her gün tutuklamalar yaşayan bir TSK’de, teğmeninden orgeneraline, herkes güvensizlik içindedir. Zaten kan dökmek, ortaçağın çözüm arayışlarıdır. Bu alternatifi sonsuza dek rafa kaldırmak yerindedir, bu ülke Türk’üyle Kürt’üyle yeterince acı kayıp vermiştir.
Şu anda bu kilidi kıracak tek bir ütopik formül görüyorum. Çünkü böyle bir uygulamayı herhalde ne hükümet gerçekleştirir, ne Atatürkçüler ne de Kürtler kabul eder. Halbuki, bu deneme sanki olayı barışçı yollarla huzura taşıyacak tek formül olurdu gibi geliyor bana. Diyelim ki, ha mesela, Türkiye saptamak istedi, bu yıllardır haritaları çizilip dünyaya dağıtılan “Kürdistan” kurulacak olsa, TC vatandaşlığını ve bu ülkenin özgür bireyi olma vasfından vazgeçip böylesine kurulacak bir başka ülkede gidip yerleşip yaşamayı isteyecek kaç kişi çıkar? Çünkü iddia o ki, “Türkiye de bu davanın peşinden giden hakkı yenen 30 milyon Kürt” olduğu iddiası yıllardır her açık oturumda başımıza kakılır. Ha mesela, Türkiye, çıkacak sonuçtan emin olmanın getirdiği özgüvenle diyebilse ki “Federasyon-özerklik gibi bize uymayacak şeyleri zaten rafa kaldırın, gelin TC’den ayrılmak isteyenler yazılsın, görelim bu yurdun diğer topraklarından vazgeçip ‘Kürt’ vatandaşlığına geçmek isteyen kaç kişi var?” Tabii şu şartla: Herkes seçiminin tüm anlamını ve geriye dönüşü olmayışını idrak eder, sırf gürültü yapmak için bu sayıma katılamaz… Gerçekten iddia edilen boyutlarda böyle bir talep olup olmadığı da böylece ortaya çıkar. Böyle bir ortaçağ ırk sınırının arkasına geçmek isteyen Kürt kökenli vatandaşlar, bana sorarsanız, iddia sahiplerinin söylediklerinin aksine son derece düşük kalır. Başta Avrupa olmak üzere böylece tüm dünya, Kürtlerin bu şekilde bir talepleri olmadığını görür ve herkes olaya farklı bir pencereden bakmaya başlar.
Böylece herkes huzura kavuşur! Talepleri ile Türkiye’yi olaylara boğanlar artık iddialarının hayat gerçekleriyle örtüşmediğini ağır şekilde yaşarlar ve hep beraber “önümüzdeki maçlara bakarız.” TC vatandaşı olmanın bir dil, din, ırk ayrımı yapmadan aynı şemsiye altında eşit yaşamak olduğunu böylece anlayan Kürtler de burada daha keyifle yaşamaya devam ederler.
Yıllardır “biz et ve tırnak gibiyiz, bu ayrımlara gerek yok” diye beraber yaşama formüllerinin en barışçılarını ortaya koyan ve sonuç alamayan Türkiye’dir. Yıllardır “etnik siyaset” yapanlar da ortadadır. O nedenle kimse böyle bir sayım yapılabilecek olsa Türkiye Cumhuriyeti’ni ırkçılık veya faşizmle suçlayamaz. Bu yapılabilse, inanın bu tartışma biter ve TV stüdyolarından tarih kitaplarına taşınır.
İşte sevgili arkadaşlar, böyle bir ütopik gerçekle yüzleşme yapılabilse, bölünme, federasyon, özerklik, devlete yönelik zorlama talepler, bunlar ancak o zaman biter. Uzun lafın kısası şayet ülkenin bu saatten sonra, “bölünme” riskinden, Kürtlerin “kaybedebileceklerinin” farkına vararak kurtulma ümidi varsa, onun da tek kapısı bu ütopik senaryo olurdu…
Daha barışçı bir teorik formül olduğunu sanmıyorum. Bazen kazanmak için her kesimin bazı şeyleri kaybetmeyi göze alması lazımdır! Ama ne gezer, bu kaos sürer de sürer!
12 Temmuz 2011 Salı
SANKİ YİNE BİR ŞEYLER DÖNÜYOR, SIRA FUTBOLA GELİYOR… / Bedri Baykam / 12 Temmuz 2011 Cumhuriyet makalesi..
Fenerbahçe’nin başına gelenleri analiz etmeden önce, ülkenin genel gidişatını hatırlamakta yarar var, aksi takdirde, senaryonun görkemini göz ardı etmiş oluruz!
Bildiğiniz gibi kendini Adalete ve Kalkınmaya teslim etmiş olan ülkemizde, bu nurlu doğrultuda her alanda yeni yapılanmaya gidildi. Üniversitelerimiz, yargımız, anayasamız, ordumuz, medyamız, her biri bu yeni dönemden nasibini aldı. Türkiye maşallah gül gibi gelişiyor. Tabii bizim gibi bazı münasebetsizler bu “ileri demokrasi” hukuk anlayışını her zaman anlayamıyor.
Mesela sanki o ünlü balkon konuşmasının verdiği “demokrasi ve helalleşme-hoşgörü” sözleri güvenilmezdi. “Nitekim” ülke o günden sonra yine meşhur kriz furyalarına yeminden başlayarak karga tulumba atıldı. Ya da sanki 2 Temmuz’da Sivas’ta 18 sene önce katledilen yakınlarını her yıl olduğu gibi anmak isteyenlere “hapis tehditli yasak” getirilerek, ülkede gerginlik bile bile tırmandırılıyor. Sanki Milli Eğitim Bakanlığı’na Ömer Dinçer getirilerek laik eğitime “game’s over” mesajı verilmiş oluyor…
İşte böyle bir “sürekli krizden beslenen” ortamda sıra spora geldi. “Fenerbahçe operasyonu” ilginçtir, aynen “Ergenekon” tarzında paketlenmiş. Medyanın baş kılavuzluğu altındaki gelişmelerde, iktidarsever gazeteler en önde. Toplu baskınlar ve polislerce başından bastırılarak (pes!) arabalara itilen yöneticiler, başkanlar, yüreği kanayan gol kralları… Hedef: Atatürk’ün kulübü olmakla övünen, “Fenerbahçe Cumhuriyeti” ve Aziz Yıldırım. Sanki onun karizması, “tek güç” olmayı kafasına koymuş birilerine dert!. Böylece yeşil sahalarda gezinenlerin kafasına bile “hay Allah, biz siyasete de bulaşmıyorduk ama, yarın sıra bize gelir mi?” sorusu girivermiş. Milyonlarca taraftara da “sizler önce iktidarın varlığına müsamaha ettiği kullarısınız!” gerçeği hatırlatılmış oluyor!
Sanki yasanın çıkış tarihi, tam bir sipariş. Sezon ortasında oyun kuralları değişemeyeceğine göre, 14 Nisan kanunu, nasıl 2010-11 sezonunun son ayına uygulanabilir, bu soruyu ciddi olarak soran avukat yok. Yani maçın 85. dakikasında o ligi alt-üst edebilecek kanun devreye sokulmuş! Bu arada dosyada “silahlı örgüt”ten söz ediliyor, gerekçeyi anlayan yok! Sanki sırf özel yetkili Mahkeme ve savcıları devreye sokabilmek için eklenmiş! Bak şu tesadüfe ki, Başbakan’ın işaretiyle, TFF Başkanlığı’na zaten kimsenin itiraz etmeyeceği klas bir insan, Fenerbahçeli Mehmet Ali Aydınlar getirilmiş. Sanki böylece Yıldırım sonrası diye bir şey gündeme gelirse, akla ilk gelen isim elenmiş. Aynı hamleyle, sanki Fenerbahçe hakkında “korkunç” bir karar alınırsa, işi bitirme sorumluluğu yine bir Fenerliye verilmiş olmuş! Aziz Bey, askerle yakın ve NATO ihalelerine giriyor diye midir bilinmez, AKP vekili Ş. Tayyar, operasyon başlar başlamaz, “iyi oldu böylece Ergenekon’un finans kökenlerine inilebilir” gibisinden bir yörüngeyi duyuruvermiş. Aynen, Ergenekon’da olduğu gibi, polis heyecanla “yadsınamaz olduğunu” da duyurmayı ihmal etmediği delilleri basına servis edivermiş. Yargısız infaz başlamış ve medya sayfalarında henüz ortada iddianame bile yokken Fener şimdiden ”kanaat” hükmüyle (!) küme düşürülmüş ve Avrupa liginden atılmış! Fenerbahçe’nin başına ise sanki iktidar yanlısı, M. Ülker veya bir başka işadamının getirileceği, düşen hisselerin piyasadan toplandığı konuşulmaya başlanmış! Bu arada yargı, davanın tüm süreçlerinden sonra ne karar alır, Fenerbahçe’ye telafisi mümkün olmayan zararlar verilirse, bedeli kim öder, bunlar belirsiz!
Fenerbahçe davasında gösterilen özen müthiş… Deniz Fener’i davasında 2,5 yıl sonra gözaltına alınanlar, LYS ve ÖSS yolsuzluklarında kabak gibi ortada duran ama görülemeyen deliller tarzından, laf olsun diye bir dosya oluşturulmamış. Bu olay sanki “İleri Demokrasi”(!) isteyenler için ağızlarından kaçırdıkları gibi tam bir taze Ergenekon! Bu arada bazı ağır faturalar mevzubahis: Mesela Aziz Bey’in artık tutuklanmasıyla cezaevinde yaşayacağı stresle, sağlığını yaşamsal noktalara kadar tehdit edecek günlerin önümüzde oluşu… Ama planı yürütenler için sanki bunlar önemsiz!
Fenerbahçesiz bir ligin ekonomisi ne olur? Digitürk taahhütlerini nasıl yerine getirir? Böyle bir koca deprem olursa, sanki herkes yıkıntının altında kalacak gibi. Futbol ekonomisi % 40 küçülebilir…
Bir ciddi riski de TFF-UEFA ilişkileri taşıyor. Siyasetin futbola karışmaması konusunda şike kadar hassas olan UEFA, Türkiye’de iktidarın iki elinin de futbolun yakasına yapıştığını öğrenince sanki işler iyice karışabilir! Önümüzdeki günler çoook beklenmedik satranç hamlesine gebe…
Bildiğiniz gibi kendini Adalete ve Kalkınmaya teslim etmiş olan ülkemizde, bu nurlu doğrultuda her alanda yeni yapılanmaya gidildi. Üniversitelerimiz, yargımız, anayasamız, ordumuz, medyamız, her biri bu yeni dönemden nasibini aldı. Türkiye maşallah gül gibi gelişiyor. Tabii bizim gibi bazı münasebetsizler bu “ileri demokrasi” hukuk anlayışını her zaman anlayamıyor.
Mesela sanki o ünlü balkon konuşmasının verdiği “demokrasi ve helalleşme-hoşgörü” sözleri güvenilmezdi. “Nitekim” ülke o günden sonra yine meşhur kriz furyalarına yeminden başlayarak karga tulumba atıldı. Ya da sanki 2 Temmuz’da Sivas’ta 18 sene önce katledilen yakınlarını her yıl olduğu gibi anmak isteyenlere “hapis tehditli yasak” getirilerek, ülkede gerginlik bile bile tırmandırılıyor. Sanki Milli Eğitim Bakanlığı’na Ömer Dinçer getirilerek laik eğitime “game’s over” mesajı verilmiş oluyor…
İşte böyle bir “sürekli krizden beslenen” ortamda sıra spora geldi. “Fenerbahçe operasyonu” ilginçtir, aynen “Ergenekon” tarzında paketlenmiş. Medyanın baş kılavuzluğu altındaki gelişmelerde, iktidarsever gazeteler en önde. Toplu baskınlar ve polislerce başından bastırılarak (pes!) arabalara itilen yöneticiler, başkanlar, yüreği kanayan gol kralları… Hedef: Atatürk’ün kulübü olmakla övünen, “Fenerbahçe Cumhuriyeti” ve Aziz Yıldırım. Sanki onun karizması, “tek güç” olmayı kafasına koymuş birilerine dert!. Böylece yeşil sahalarda gezinenlerin kafasına bile “hay Allah, biz siyasete de bulaşmıyorduk ama, yarın sıra bize gelir mi?” sorusu girivermiş. Milyonlarca taraftara da “sizler önce iktidarın varlığına müsamaha ettiği kullarısınız!” gerçeği hatırlatılmış oluyor!
Sanki yasanın çıkış tarihi, tam bir sipariş. Sezon ortasında oyun kuralları değişemeyeceğine göre, 14 Nisan kanunu, nasıl 2010-11 sezonunun son ayına uygulanabilir, bu soruyu ciddi olarak soran avukat yok. Yani maçın 85. dakikasında o ligi alt-üst edebilecek kanun devreye sokulmuş! Bu arada dosyada “silahlı örgüt”ten söz ediliyor, gerekçeyi anlayan yok! Sanki sırf özel yetkili Mahkeme ve savcıları devreye sokabilmek için eklenmiş! Bak şu tesadüfe ki, Başbakan’ın işaretiyle, TFF Başkanlığı’na zaten kimsenin itiraz etmeyeceği klas bir insan, Fenerbahçeli Mehmet Ali Aydınlar getirilmiş. Sanki böylece Yıldırım sonrası diye bir şey gündeme gelirse, akla ilk gelen isim elenmiş. Aynı hamleyle, sanki Fenerbahçe hakkında “korkunç” bir karar alınırsa, işi bitirme sorumluluğu yine bir Fenerliye verilmiş olmuş! Aziz Bey, askerle yakın ve NATO ihalelerine giriyor diye midir bilinmez, AKP vekili Ş. Tayyar, operasyon başlar başlamaz, “iyi oldu böylece Ergenekon’un finans kökenlerine inilebilir” gibisinden bir yörüngeyi duyuruvermiş. Aynen, Ergenekon’da olduğu gibi, polis heyecanla “yadsınamaz olduğunu” da duyurmayı ihmal etmediği delilleri basına servis edivermiş. Yargısız infaz başlamış ve medya sayfalarında henüz ortada iddianame bile yokken Fener şimdiden ”kanaat” hükmüyle (!) küme düşürülmüş ve Avrupa liginden atılmış! Fenerbahçe’nin başına ise sanki iktidar yanlısı, M. Ülker veya bir başka işadamının getirileceği, düşen hisselerin piyasadan toplandığı konuşulmaya başlanmış! Bu arada yargı, davanın tüm süreçlerinden sonra ne karar alır, Fenerbahçe’ye telafisi mümkün olmayan zararlar verilirse, bedeli kim öder, bunlar belirsiz!
Fenerbahçe davasında gösterilen özen müthiş… Deniz Fener’i davasında 2,5 yıl sonra gözaltına alınanlar, LYS ve ÖSS yolsuzluklarında kabak gibi ortada duran ama görülemeyen deliller tarzından, laf olsun diye bir dosya oluşturulmamış. Bu olay sanki “İleri Demokrasi”(!) isteyenler için ağızlarından kaçırdıkları gibi tam bir taze Ergenekon! Bu arada bazı ağır faturalar mevzubahis: Mesela Aziz Bey’in artık tutuklanmasıyla cezaevinde yaşayacağı stresle, sağlığını yaşamsal noktalara kadar tehdit edecek günlerin önümüzde oluşu… Ama planı yürütenler için sanki bunlar önemsiz!
Fenerbahçesiz bir ligin ekonomisi ne olur? Digitürk taahhütlerini nasıl yerine getirir? Böyle bir koca deprem olursa, sanki herkes yıkıntının altında kalacak gibi. Futbol ekonomisi % 40 küçülebilir…
Bir ciddi riski de TFF-UEFA ilişkileri taşıyor. Siyasetin futbola karışmaması konusunda şike kadar hassas olan UEFA, Türkiye’de iktidarın iki elinin de futbolun yakasına yapıştığını öğrenince sanki işler iyice karışabilir! Önümüzdeki günler çoook beklenmedik satranç hamlesine gebe…
SANKİ YİNE BİR ŞEYLER DÖNÜYOR, SIRA FUTBOLA GELİYOR… / Bedri Baykam / 12 Temmuz 2011 Cumhuriyet makalesi..
Fenerbahçe’nin başına gelenleri analiz etmeden önce, ülkenin genel gidişatını hatırlamakta yarar var, aksi takdirde, senaryonun görkemini göz ardı etmiş oluruz!
Bildiğiniz gibi kendini Adalete ve Kalkınmaya teslim etmiş olan ülkemizde, bu nurlu doğrultuda her alanda yeni yapılanmaya gidildi. Üniversitelerimiz, yargımız, anayasamız, ordumuz, medyamız, her biri bu yeni dönemden nasibini aldı. Türkiye maşallah gül gibi gelişiyor. Tabii bizim gibi bazı münasebetsizler bu “ileri demokrasi” hukuk anlayışını her zaman anlayamıyor.
Mesela sanki o ünlü balkon konuşmasının verdiği “demokrasi ve helalleşme-hoşgörü” sözleri güvenilmezdi. “Nitekim” ülke o günden sonra yine meşhur kriz furyalarına yeminden başlayarak karga tulumba atıldı. Ya da sanki 2 Temmuz’da Sivas’ta 18 sene önce katledilen yakınlarını her yıl olduğu gibi anmak isteyenlere “hapis tehditli yasak” getirilerek, ülkede gerginlik bile bile tırmandırılıyor. Sanki Milli Eğitim Bakanlığı’na Ömer Dinçer getirilerek laik eğitime “game’s over” mesajı verilmiş oluyor…
İşte böyle bir “sürekli krizden beslenen” ortamda sıra spora geldi. “Fenerbahçe operasyonu” ilginçtir, aynen “Ergenekon” tarzında paketlenmiş. Medyanın baş kılavuzluğu altındaki gelişmelerde, iktidarsever gazeteler en önde. Toplu baskınlar ve polislerce başından bastırılarak (pes!) arabalara itilen yöneticiler, başkanlar, yüreği kanayan gol kralları… Hedef: Atatürk’ün kulübü olmakla övünen, “Fenerbahçe Cumhuriyeti” ve Aziz Yıldırım. Sanki onun karizması, “tek güç” olmayı kafasına koymuş birilerine dert!. Böylece yeşil sahalarda gezinenlerin kafasına bile “hay Allah, biz siyasete de bulaşmıyorduk ama, yarın sıra bize gelir mi?” sorusu girivermiş. Milyonlarca taraftara da “sizler önce iktidarın varlığına müsamaha ettiği kullarısınız!” gerçeği hatırlatılmış oluyor!
Sanki yasanın çıkış tarihi, tam bir sipariş. Sezon ortasında oyun kuralları değişemeyeceğine göre, 14 Nisan kanunu, nasıl 2010-11 sezonunun son ayına uygulanabilir, bu soruyu ciddi olarak soran avukat yok. Yani maçın 85. dakikasında o ligi alt-üst edebilecek kanun devreye sokulmuş! Bu arada dosyada “silahlı örgüt”ten söz ediliyor, gerekçeyi anlayan yok! Sanki sırf özel yetkili Mahkeme ve savcıları devreye sokabilmek için eklenmiş! Bak şu tesadüfe ki, Başbakan’ın işaretiyle, TFF Başkanlığı’na zaten kimsenin itiraz etmeyeceği klas bir insan, Fenerbahçeli Mehmet Ali Aydınlar getirilmiş. Sanki böylece Yıldırım sonrası diye bir şey gündeme gelirse, akla ilk gelen isim elenmiş. Aynı hamleyle, sanki Fenerbahçe hakkında “korkunç” bir karar alınırsa, işi bitirme sorumluluğu yine bir Fenerliye verilmiş olmuş! Aziz Bey, askerle yakın ve NATO ihalelerine giriyor diye midir bilinmez, AKP vekili Ş. Tayyar, operasyon başlar başlamaz, “iyi oldu böylece Ergenekon’un finans kökenlerine inilebilir” gibisinden bir yörüngeyi duyuruvermiş. Aynen, Ergenekon’da olduğu gibi, polis heyecanla “yadsınamaz olduğunu” da duyurmayı ihmal etmediği delilleri basına servis edivermiş. Yargısız infaz başlamış ve medya sayfalarında henüz ortada iddianame bile yokken Fener şimdiden ”kanaat” hükmüyle (!) küme düşürülmüş ve Avrupa liginden atılmış! Fenerbahçe’nin başına ise sanki iktidar yanlısı, M. Ülker veya bir başka işadamının getirileceği, düşen hisselerin piyasadan toplandığı konuşulmaya başlanmış! Bu arada yargı, davanın tüm süreçlerinden sonra ne karar alır, Fenerbahçe’ye telafisi mümkün olmayan zararlar verilirse, bedeli kim öder, bunlar belirsiz!
Fenerbahçe davasında gösterilen özen müthiş… Deniz Fener’i davasında 2,5 yıl sonra gözaltına alınanlar, LYS ve ÖSS yolsuzluklarında kabak gibi ortada duran ama görülemeyen deliller tarzından, laf olsun diye bir dosya oluşturulmamış. Bu olay sanki “İleri Demokrasi”(!) isteyenler için ağızlarından kaçırdıkları gibi tam bir taze Ergenekon! Bu arada bazı ağır faturalar mevzubahis: Mesela Aziz Bey’in artık tutuklanmasıyla cezaevinde yaşayacağı stresle, sağlığını yaşamsal noktalara kadar tehdit edecek günlerin önümüzde oluşu… Ama planı yürütenler için sanki bunlar önemsiz!
Fenerbahçesiz bir ligin ekonomisi ne olur? Digitürk taahhütlerini nasıl yerine getirir? Böyle bir koca deprem olursa, sanki herkes yıkıntının altında kalacak gibi. Futbol ekonomisi % 40 küçülebilir…
Bir ciddi riski de TFF-UEFA ilişkileri taşıyor. Siyasetin futbola karışmaması konusunda şike kadar hassas olan UEFA, Türkiye’de iktidarın iki elinin de futbolun yakasına yapıştığını öğrenince sanki işler iyice karışabilir! Önümüzdeki günler çoook beklenmedik satranç hamlesine gebe…
Bildiğiniz gibi kendini Adalete ve Kalkınmaya teslim etmiş olan ülkemizde, bu nurlu doğrultuda her alanda yeni yapılanmaya gidildi. Üniversitelerimiz, yargımız, anayasamız, ordumuz, medyamız, her biri bu yeni dönemden nasibini aldı. Türkiye maşallah gül gibi gelişiyor. Tabii bizim gibi bazı münasebetsizler bu “ileri demokrasi” hukuk anlayışını her zaman anlayamıyor.
Mesela sanki o ünlü balkon konuşmasının verdiği “demokrasi ve helalleşme-hoşgörü” sözleri güvenilmezdi. “Nitekim” ülke o günden sonra yine meşhur kriz furyalarına yeminden başlayarak karga tulumba atıldı. Ya da sanki 2 Temmuz’da Sivas’ta 18 sene önce katledilen yakınlarını her yıl olduğu gibi anmak isteyenlere “hapis tehditli yasak” getirilerek, ülkede gerginlik bile bile tırmandırılıyor. Sanki Milli Eğitim Bakanlığı’na Ömer Dinçer getirilerek laik eğitime “game’s over” mesajı verilmiş oluyor…
İşte böyle bir “sürekli krizden beslenen” ortamda sıra spora geldi. “Fenerbahçe operasyonu” ilginçtir, aynen “Ergenekon” tarzında paketlenmiş. Medyanın baş kılavuzluğu altındaki gelişmelerde, iktidarsever gazeteler en önde. Toplu baskınlar ve polislerce başından bastırılarak (pes!) arabalara itilen yöneticiler, başkanlar, yüreği kanayan gol kralları… Hedef: Atatürk’ün kulübü olmakla övünen, “Fenerbahçe Cumhuriyeti” ve Aziz Yıldırım. Sanki onun karizması, “tek güç” olmayı kafasına koymuş birilerine dert!. Böylece yeşil sahalarda gezinenlerin kafasına bile “hay Allah, biz siyasete de bulaşmıyorduk ama, yarın sıra bize gelir mi?” sorusu girivermiş. Milyonlarca taraftara da “sizler önce iktidarın varlığına müsamaha ettiği kullarısınız!” gerçeği hatırlatılmış oluyor!
Sanki yasanın çıkış tarihi, tam bir sipariş. Sezon ortasında oyun kuralları değişemeyeceğine göre, 14 Nisan kanunu, nasıl 2010-11 sezonunun son ayına uygulanabilir, bu soruyu ciddi olarak soran avukat yok. Yani maçın 85. dakikasında o ligi alt-üst edebilecek kanun devreye sokulmuş! Bu arada dosyada “silahlı örgüt”ten söz ediliyor, gerekçeyi anlayan yok! Sanki sırf özel yetkili Mahkeme ve savcıları devreye sokabilmek için eklenmiş! Bak şu tesadüfe ki, Başbakan’ın işaretiyle, TFF Başkanlığı’na zaten kimsenin itiraz etmeyeceği klas bir insan, Fenerbahçeli Mehmet Ali Aydınlar getirilmiş. Sanki böylece Yıldırım sonrası diye bir şey gündeme gelirse, akla ilk gelen isim elenmiş. Aynı hamleyle, sanki Fenerbahçe hakkında “korkunç” bir karar alınırsa, işi bitirme sorumluluğu yine bir Fenerliye verilmiş olmuş! Aziz Bey, askerle yakın ve NATO ihalelerine giriyor diye midir bilinmez, AKP vekili Ş. Tayyar, operasyon başlar başlamaz, “iyi oldu böylece Ergenekon’un finans kökenlerine inilebilir” gibisinden bir yörüngeyi duyuruvermiş. Aynen, Ergenekon’da olduğu gibi, polis heyecanla “yadsınamaz olduğunu” da duyurmayı ihmal etmediği delilleri basına servis edivermiş. Yargısız infaz başlamış ve medya sayfalarında henüz ortada iddianame bile yokken Fener şimdiden ”kanaat” hükmüyle (!) küme düşürülmüş ve Avrupa liginden atılmış! Fenerbahçe’nin başına ise sanki iktidar yanlısı, M. Ülker veya bir başka işadamının getirileceği, düşen hisselerin piyasadan toplandığı konuşulmaya başlanmış! Bu arada yargı, davanın tüm süreçlerinden sonra ne karar alır, Fenerbahçe’ye telafisi mümkün olmayan zararlar verilirse, bedeli kim öder, bunlar belirsiz!
Fenerbahçe davasında gösterilen özen müthiş… Deniz Fener’i davasında 2,5 yıl sonra gözaltına alınanlar, LYS ve ÖSS yolsuzluklarında kabak gibi ortada duran ama görülemeyen deliller tarzından, laf olsun diye bir dosya oluşturulmamış. Bu olay sanki “İleri Demokrasi”(!) isteyenler için ağızlarından kaçırdıkları gibi tam bir taze Ergenekon! Bu arada bazı ağır faturalar mevzubahis: Mesela Aziz Bey’in artık tutuklanmasıyla cezaevinde yaşayacağı stresle, sağlığını yaşamsal noktalara kadar tehdit edecek günlerin önümüzde oluşu… Ama planı yürütenler için sanki bunlar önemsiz!
Fenerbahçesiz bir ligin ekonomisi ne olur? Digitürk taahhütlerini nasıl yerine getirir? Böyle bir koca deprem olursa, sanki herkes yıkıntının altında kalacak gibi. Futbol ekonomisi % 40 küçülebilir…
Bir ciddi riski de TFF-UEFA ilişkileri taşıyor. Siyasetin futbola karışmaması konusunda şike kadar hassas olan UEFA, Türkiye’de iktidarın iki elinin de futbolun yakasına yapıştığını öğrenince sanki işler iyice karışabilir! Önümüzdeki günler çoook beklenmedik satranç hamlesine gebe…
5 Temmuz 2011 Salı
DENİZ VE YAĞMUR BALBAY’IN YAŞADIKLARI… / Bedri Baykam / 5 Temmuz 2011 Cumhuriyet makalesi..
Medyada hep malum konunun yasal ve siyasi yönü var: Anayasa’nın şu maddesi ne diyor, kararlar neden hep 2’ye 1 çıkıyor, dosya Yargıtay’a gitse ne olur, YSK’nın yetkileri gerçekte nedir ne değildir vs… Halbuki konunun bir de bu saydıklarımızdan çok daha önemli insani boyutu var: Bu milletvekillerinin aileleri neler yaşıyor, neler düşünüyor, neler hissediyor? Ana konu bu…
Bugün yalnız Balbay ailesinin yaşamından örnekler vereceğim. Ama tabii esasında siz yazımı okuduktan sonra, hem diğer tutukluların hayatında neler yaşandığını tahmin edebilirsiniz, hem de kendinizi Balbayların yerine koyup o tarafta yaşananları içsel olarak hissetmeyi deneyebilirsiniz.
Deniz Balbay, henüz üç yaşında. O yaştaki her çocuk gibi kendi küçücük yaşamı var. Oyuncakları, ablacığı, annesi, akrabaları… Ama Deniz, kendini hatırlamaya başladığından beri babasını çok az görebiliyor… Mustafa Balbay’ın ailesiyle kucaklaşabilmesi, ancak ayda bir görüşme odasında yaşanıyor. Çünkü haftada bir Çarşamba günleri gerçekleşen 45’er dakikalık görüşmelerin bir ay üstünden dörtte üçü, Amerikan filmlerinden tanıdığınız saydam kabinlerde telefonla oluyor. “Açık görüşme”lerde küçük Deniz hemen babasının kucağına atlıyor gülücükleriyle. Saklambaç, kovalamaca oynuyorlar veya Mustafa, Deniz’i omzuna alıyor. Oyuncak “sokmak” yasak. O nedenle Deniz babacığıyla gönül rahatlığıyla bir araba yarıştıramıyor. Deniz anayasa-babayasa bilmez, anlamaz. O bir tek içgüdüsel bir şekilde mıknatıs gibi kendisine doğru çekildiğini hissettiği babacığını istiyor… Sonra o kısacık 45 dakika akıp gidince, Deniz babasını çıkıp gittiği kapıya kadar uğurlamıyor. Dayanamıyor kalbi o sahneye, uzaklaşıp donup kalıyor. Dönüş yolunda da susuyor. Neden birilerinin gelip babasını alıp gittiğini, “sevgisi”nin neden bu şekilde yarım bırakıldığını anlamasına imkan yok. Yemeden içmeden kesiliyor bir hafta boyunca… Evde babasının fotoğraflarını öperek yaşıyor. Mustafa ise oğlunun en şeker yaşlarını, onu doyasıya kucağına alıp sarılamadan geride bırakışını dehşet içinde izliyor ve akan zamana 9 metrekarelik hücresinde lanet yağdırıyor.
Bir ufak yatak, bir masa, bir kitaplık… Bir tuvalet ve duş… Hücreye geçmeden, yani 128 gün öncesine kadar Tuncay Özkan’la basına da yansıyan şekilde ortak bir yaşam kurmuş olmaları birilerine batmış. Onlara farkında olmadan bahşedilen bu “arkadaşlık etme” lüksü ve bununla Mustafa ve Tuncay’ın yüzlerinin gülebilmesi, gülücüklere düşman bir zihniyeti mi rahatsız etmiş acaba, bilemem… Zor kullanılarak 30 gardiyanın fizik baskısıyla ayrılmışlar. Hücre hapsine değecek ne yaptığını merak ediyor Mustafa, gece tavana bakıp uyumaya çalışırken.. Seri katil mi olmuş, beş banka mı soymuş, ülke sırlarını düşmanlara mı satmış? Hayır, bunların hiçbiri yok. Peki, ne var? Onu henüz bilen yok. 10 yıl bile içeride tutabilirlermiş Mustafa ve arkadaşlarını, hiçbir şey kanıtlayamadan. Bunun adı “hukuk” muş.” Tanıştığımıza memnun oldum” diyemiyor kimse…
Yağmur Balbay, 10 yaşında tatlı bir kız, Deniz’in ablası. Yağmur tabii daha bilinçli. O da babasının diğer kucağına atlayıp boynuna sarılıyor ayda bir. Bugünlerde Yağmur son derece mutsuz. Çünkü takdirli karnesini okuldan babacığıyla almaya gidecekti 17 Haziran’da. Babasına nihayet kavuşacağını, onunla beraber göğsünü gere gere okula gidip yeni arkadaşlarıyla tanıştırabileceğini sanıyordu. Ama sonra birileri tüm mantık ve akıl verilerini askıya alarak babasının “delilleri karartma ve kaçma” ihtimali olduğunu (!) ortaya atıp engel olmuşlar bu özgürlüğe. Anneciği her zorluğa karşın onu sinemaya, baleye, götürüyor ve destek oluyor. Yağmur çok metin. Ama son anda seçimlere rağmen yaşanan engelleme ona da ağır gelmiş. Babasıyla tatile çıkacaklardı, şimdi bu da iptal olmuş, bir daha ki “açık görüşme” vaktini beklemekle yetiniyor. “Çocukların hasretinden bana sıra gelmiyor Mustafa’ya sarılmaya” diyor Gülşah Hanım ve umutla haberleri izliyor her akşam…
Küçük Deniz, şimdilerde yine durgun mu durgun. Sokakta babalarının ellinden tutarak çocuk parkına giden yaşıtlarını görüyor ve anlamıyor olup biteni. Herhalde tüm yetişkinlere bakarak içinden “başlarım size de, o katı ve duygusuz dünyanıza da“ diyor anlayamadan, küçük kalbini sıkıştırarak…
Sevgili Deniz, Sivas’ta anma törenini bile gerekçe göstermeden yasaklayabilenler, seni anlamaya çalışırlar mı, bilmem! Seni ve ablanı öpüyorum ve babanıza kavuşacağınız günü iple çekiyorum…
Bugün yalnız Balbay ailesinin yaşamından örnekler vereceğim. Ama tabii esasında siz yazımı okuduktan sonra, hem diğer tutukluların hayatında neler yaşandığını tahmin edebilirsiniz, hem de kendinizi Balbayların yerine koyup o tarafta yaşananları içsel olarak hissetmeyi deneyebilirsiniz.
Deniz Balbay, henüz üç yaşında. O yaştaki her çocuk gibi kendi küçücük yaşamı var. Oyuncakları, ablacığı, annesi, akrabaları… Ama Deniz, kendini hatırlamaya başladığından beri babasını çok az görebiliyor… Mustafa Balbay’ın ailesiyle kucaklaşabilmesi, ancak ayda bir görüşme odasında yaşanıyor. Çünkü haftada bir Çarşamba günleri gerçekleşen 45’er dakikalık görüşmelerin bir ay üstünden dörtte üçü, Amerikan filmlerinden tanıdığınız saydam kabinlerde telefonla oluyor. “Açık görüşme”lerde küçük Deniz hemen babasının kucağına atlıyor gülücükleriyle. Saklambaç, kovalamaca oynuyorlar veya Mustafa, Deniz’i omzuna alıyor. Oyuncak “sokmak” yasak. O nedenle Deniz babacığıyla gönül rahatlığıyla bir araba yarıştıramıyor. Deniz anayasa-babayasa bilmez, anlamaz. O bir tek içgüdüsel bir şekilde mıknatıs gibi kendisine doğru çekildiğini hissettiği babacığını istiyor… Sonra o kısacık 45 dakika akıp gidince, Deniz babasını çıkıp gittiği kapıya kadar uğurlamıyor. Dayanamıyor kalbi o sahneye, uzaklaşıp donup kalıyor. Dönüş yolunda da susuyor. Neden birilerinin gelip babasını alıp gittiğini, “sevgisi”nin neden bu şekilde yarım bırakıldığını anlamasına imkan yok. Yemeden içmeden kesiliyor bir hafta boyunca… Evde babasının fotoğraflarını öperek yaşıyor. Mustafa ise oğlunun en şeker yaşlarını, onu doyasıya kucağına alıp sarılamadan geride bırakışını dehşet içinde izliyor ve akan zamana 9 metrekarelik hücresinde lanet yağdırıyor.
Bir ufak yatak, bir masa, bir kitaplık… Bir tuvalet ve duş… Hücreye geçmeden, yani 128 gün öncesine kadar Tuncay Özkan’la basına da yansıyan şekilde ortak bir yaşam kurmuş olmaları birilerine batmış. Onlara farkında olmadan bahşedilen bu “arkadaşlık etme” lüksü ve bununla Mustafa ve Tuncay’ın yüzlerinin gülebilmesi, gülücüklere düşman bir zihniyeti mi rahatsız etmiş acaba, bilemem… Zor kullanılarak 30 gardiyanın fizik baskısıyla ayrılmışlar. Hücre hapsine değecek ne yaptığını merak ediyor Mustafa, gece tavana bakıp uyumaya çalışırken.. Seri katil mi olmuş, beş banka mı soymuş, ülke sırlarını düşmanlara mı satmış? Hayır, bunların hiçbiri yok. Peki, ne var? Onu henüz bilen yok. 10 yıl bile içeride tutabilirlermiş Mustafa ve arkadaşlarını, hiçbir şey kanıtlayamadan. Bunun adı “hukuk” muş.” Tanıştığımıza memnun oldum” diyemiyor kimse…
Yağmur Balbay, 10 yaşında tatlı bir kız, Deniz’in ablası. Yağmur tabii daha bilinçli. O da babasının diğer kucağına atlayıp boynuna sarılıyor ayda bir. Bugünlerde Yağmur son derece mutsuz. Çünkü takdirli karnesini okuldan babacığıyla almaya gidecekti 17 Haziran’da. Babasına nihayet kavuşacağını, onunla beraber göğsünü gere gere okula gidip yeni arkadaşlarıyla tanıştırabileceğini sanıyordu. Ama sonra birileri tüm mantık ve akıl verilerini askıya alarak babasının “delilleri karartma ve kaçma” ihtimali olduğunu (!) ortaya atıp engel olmuşlar bu özgürlüğe. Anneciği her zorluğa karşın onu sinemaya, baleye, götürüyor ve destek oluyor. Yağmur çok metin. Ama son anda seçimlere rağmen yaşanan engelleme ona da ağır gelmiş. Babasıyla tatile çıkacaklardı, şimdi bu da iptal olmuş, bir daha ki “açık görüşme” vaktini beklemekle yetiniyor. “Çocukların hasretinden bana sıra gelmiyor Mustafa’ya sarılmaya” diyor Gülşah Hanım ve umutla haberleri izliyor her akşam…
Küçük Deniz, şimdilerde yine durgun mu durgun. Sokakta babalarının ellinden tutarak çocuk parkına giden yaşıtlarını görüyor ve anlamıyor olup biteni. Herhalde tüm yetişkinlere bakarak içinden “başlarım size de, o katı ve duygusuz dünyanıza da“ diyor anlayamadan, küçük kalbini sıkıştırarak…
Sevgili Deniz, Sivas’ta anma törenini bile gerekçe göstermeden yasaklayabilenler, seni anlamaya çalışırlar mı, bilmem! Seni ve ablanı öpüyorum ve babanıza kavuşacağınız günü iple çekiyorum…
DENİZ VE YAĞMUR BALBAY’IN YAŞADIKLARI… / Bedri Baykam / 5 Temmuz 2011 Cumhuriyet makalesi..
Medyada hep malum konunun yasal ve siyasi yönü var: Anayasa’nın şu maddesi ne diyor, kararlar neden hep 2’ye 1 çıkıyor, dosya Yargıtay’a gitse ne olur, YSK’nın yetkileri gerçekte nedir ne değildir vs… Halbuki konunun bir de bu saydıklarımızdan çok daha önemli insani boyutu var: Bu milletvekillerinin aileleri neler yaşıyor, neler düşünüyor, neler hissediyor? Ana konu bu…
Bugün yalnız Balbay ailesinin yaşamından örnekler vereceğim. Ama tabii esasında siz yazımı okuduktan sonra, hem diğer tutukluların hayatında neler yaşandığını tahmin edebilirsiniz, hem de kendinizi Balbayların yerine koyup o tarafta yaşananları içsel olarak hissetmeyi deneyebilirsiniz.
Deniz Balbay, henüz üç yaşında. O yaştaki her çocuk gibi kendi küçücük yaşamı var. Oyuncakları, ablacığı, annesi, akrabaları… Ama Deniz, kendini hatırlamaya başladığından beri babasını çok az görebiliyor… Mustafa Balbay’ın ailesiyle kucaklaşabilmesi, ancak ayda bir görüşme odasında yaşanıyor. Çünkü haftada bir Çarşamba günleri gerçekleşen 45’er dakikalık görüşmelerin bir ay üstünden dörtte üçü, Amerikan filmlerinden tanıdığınız saydam kabinlerde telefonla oluyor. “Açık görüşme”lerde küçük Deniz hemen babasının kucağına atlıyor gülücükleriyle. Saklambaç, kovalamaca oynuyorlar veya Mustafa, Deniz’i omzuna alıyor. Oyuncak “sokmak” yasak. O nedenle Deniz babacığıyla gönül rahatlığıyla bir araba yarıştıramıyor. Deniz anayasa-babayasa bilmez, anlamaz. O bir tek içgüdüsel bir şekilde mıknatıs gibi kendisine doğru çekildiğini hissettiği babacığını istiyor… Sonra o kısacık 45 dakika akıp gidince, Deniz babasını çıkıp gittiği kapıya kadar uğurlamıyor. Dayanamıyor kalbi o sahneye, uzaklaşıp donup kalıyor. Dönüş yolunda da susuyor. Neden birilerinin gelip babasını alıp gittiğini, “sevgisi”nin neden bu şekilde yarım bırakıldığını anlamasına imkan yok. Yemeden içmeden kesiliyor bir hafta boyunca… Evde babasının fotoğraflarını öperek yaşıyor. Mustafa ise oğlunun en şeker yaşlarını, onu doyasıya kucağına alıp sarılamadan geride bırakışını dehşet içinde izliyor ve akan zamana 9 metrekarelik hücresinde lanet yağdırıyor.
Bir ufak yatak, bir masa, bir kitaplık… Bir tuvalet ve duş… Hücreye geçmeden, yani 128 gün öncesine kadar Tuncay Özkan’la basına da yansıyan şekilde ortak bir yaşam kurmuş olmaları birilerine batmış. Onlara farkında olmadan bahşedilen bu “arkadaşlık etme” lüksü ve bununla Mustafa ve Tuncay’ın yüzlerinin gülebilmesi, gülücüklere düşman bir zihniyeti mi rahatsız etmiş acaba, bilemem… Zor kullanılarak 30 gardiyanın fizik baskısıyla ayrılmışlar. Hücre hapsine değecek ne yaptığını merak ediyor Mustafa, gece tavana bakıp uyumaya çalışırken.. Seri katil mi olmuş, beş banka mı soymuş, ülke sırlarını düşmanlara mı satmış? Hayır, bunların hiçbiri yok. Peki, ne var? Onu henüz bilen yok. 10 yıl bile içeride tutabilirlermiş Mustafa ve arkadaşlarını, hiçbir şey kanıtlayamadan. Bunun adı “hukuk” muş.” Tanıştığımıza memnun oldum” diyemiyor kimse…
Yağmur Balbay, 10 yaşında tatlı bir kız, Deniz’in ablası. Yağmur tabii daha bilinçli. O da babasının diğer kucağına atlayıp boynuna sarılıyor ayda bir. Bugünlerde Yağmur son derece mutsuz. Çünkü takdirli karnesini okuldan babacığıyla almaya gidecekti 17 Haziran’da. Babasına nihayet kavuşacağını, onunla beraber göğsünü gere gere okula gidip yeni arkadaşlarıyla tanıştırabileceğini sanıyordu. Ama sonra birileri tüm mantık ve akıl verilerini askıya alarak babasının “delilleri karartma ve kaçma” ihtimali olduğunu (!) ortaya atıp engel olmuşlar bu özgürlüğe. Anneciği her zorluğa karşın onu sinemaya, baleye, götürüyor ve destek oluyor. Yağmur çok metin. Ama son anda seçimlere rağmen yaşanan engelleme ona da ağır gelmiş. Babasıyla tatile çıkacaklardı, şimdi bu da iptal olmuş, bir daha ki “açık görüşme” vaktini beklemekle yetiniyor. “Çocukların hasretinden bana sıra gelmiyor Mustafa’ya sarılmaya” diyor Gülşah Hanım ve umutla haberleri izliyor her akşam…
Küçük Deniz, şimdilerde yine durgun mu durgun. Sokakta babalarının ellinden tutarak çocuk parkına giden yaşıtlarını görüyor ve anlamıyor olup biteni. Herhalde tüm yetişkinlere bakarak içinden “başlarım size de, o katı ve duygusuz dünyanıza da“ diyor anlayamadan, küçük kalbini sıkıştırarak…
Sevgili Deniz, Sivas’ta anma törenini bile gerekçe göstermeden yasaklayabilenler, seni anlamaya çalışırlar mı, bilmem! Seni ve ablanı öpüyorum ve babanıza kavuşacağınız günü iple çekiyorum…
Bugün yalnız Balbay ailesinin yaşamından örnekler vereceğim. Ama tabii esasında siz yazımı okuduktan sonra, hem diğer tutukluların hayatında neler yaşandığını tahmin edebilirsiniz, hem de kendinizi Balbayların yerine koyup o tarafta yaşananları içsel olarak hissetmeyi deneyebilirsiniz.
Deniz Balbay, henüz üç yaşında. O yaştaki her çocuk gibi kendi küçücük yaşamı var. Oyuncakları, ablacığı, annesi, akrabaları… Ama Deniz, kendini hatırlamaya başladığından beri babasını çok az görebiliyor… Mustafa Balbay’ın ailesiyle kucaklaşabilmesi, ancak ayda bir görüşme odasında yaşanıyor. Çünkü haftada bir Çarşamba günleri gerçekleşen 45’er dakikalık görüşmelerin bir ay üstünden dörtte üçü, Amerikan filmlerinden tanıdığınız saydam kabinlerde telefonla oluyor. “Açık görüşme”lerde küçük Deniz hemen babasının kucağına atlıyor gülücükleriyle. Saklambaç, kovalamaca oynuyorlar veya Mustafa, Deniz’i omzuna alıyor. Oyuncak “sokmak” yasak. O nedenle Deniz babacığıyla gönül rahatlığıyla bir araba yarıştıramıyor. Deniz anayasa-babayasa bilmez, anlamaz. O bir tek içgüdüsel bir şekilde mıknatıs gibi kendisine doğru çekildiğini hissettiği babacığını istiyor… Sonra o kısacık 45 dakika akıp gidince, Deniz babasını çıkıp gittiği kapıya kadar uğurlamıyor. Dayanamıyor kalbi o sahneye, uzaklaşıp donup kalıyor. Dönüş yolunda da susuyor. Neden birilerinin gelip babasını alıp gittiğini, “sevgisi”nin neden bu şekilde yarım bırakıldığını anlamasına imkan yok. Yemeden içmeden kesiliyor bir hafta boyunca… Evde babasının fotoğraflarını öperek yaşıyor. Mustafa ise oğlunun en şeker yaşlarını, onu doyasıya kucağına alıp sarılamadan geride bırakışını dehşet içinde izliyor ve akan zamana 9 metrekarelik hücresinde lanet yağdırıyor.
Bir ufak yatak, bir masa, bir kitaplık… Bir tuvalet ve duş… Hücreye geçmeden, yani 128 gün öncesine kadar Tuncay Özkan’la basına da yansıyan şekilde ortak bir yaşam kurmuş olmaları birilerine batmış. Onlara farkında olmadan bahşedilen bu “arkadaşlık etme” lüksü ve bununla Mustafa ve Tuncay’ın yüzlerinin gülebilmesi, gülücüklere düşman bir zihniyeti mi rahatsız etmiş acaba, bilemem… Zor kullanılarak 30 gardiyanın fizik baskısıyla ayrılmışlar. Hücre hapsine değecek ne yaptığını merak ediyor Mustafa, gece tavana bakıp uyumaya çalışırken.. Seri katil mi olmuş, beş banka mı soymuş, ülke sırlarını düşmanlara mı satmış? Hayır, bunların hiçbiri yok. Peki, ne var? Onu henüz bilen yok. 10 yıl bile içeride tutabilirlermiş Mustafa ve arkadaşlarını, hiçbir şey kanıtlayamadan. Bunun adı “hukuk” muş.” Tanıştığımıza memnun oldum” diyemiyor kimse…
Yağmur Balbay, 10 yaşında tatlı bir kız, Deniz’in ablası. Yağmur tabii daha bilinçli. O da babasının diğer kucağına atlayıp boynuna sarılıyor ayda bir. Bugünlerde Yağmur son derece mutsuz. Çünkü takdirli karnesini okuldan babacığıyla almaya gidecekti 17 Haziran’da. Babasına nihayet kavuşacağını, onunla beraber göğsünü gere gere okula gidip yeni arkadaşlarıyla tanıştırabileceğini sanıyordu. Ama sonra birileri tüm mantık ve akıl verilerini askıya alarak babasının “delilleri karartma ve kaçma” ihtimali olduğunu (!) ortaya atıp engel olmuşlar bu özgürlüğe. Anneciği her zorluğa karşın onu sinemaya, baleye, götürüyor ve destek oluyor. Yağmur çok metin. Ama son anda seçimlere rağmen yaşanan engelleme ona da ağır gelmiş. Babasıyla tatile çıkacaklardı, şimdi bu da iptal olmuş, bir daha ki “açık görüşme” vaktini beklemekle yetiniyor. “Çocukların hasretinden bana sıra gelmiyor Mustafa’ya sarılmaya” diyor Gülşah Hanım ve umutla haberleri izliyor her akşam…
Küçük Deniz, şimdilerde yine durgun mu durgun. Sokakta babalarının ellinden tutarak çocuk parkına giden yaşıtlarını görüyor ve anlamıyor olup biteni. Herhalde tüm yetişkinlere bakarak içinden “başlarım size de, o katı ve duygusuz dünyanıza da“ diyor anlayamadan, küçük kalbini sıkıştırarak…
Sevgili Deniz, Sivas’ta anma törenini bile gerekçe göstermeden yasaklayabilenler, seni anlamaya çalışırlar mı, bilmem! Seni ve ablanı öpüyorum ve babanıza kavuşacağınız günü iple çekiyorum…
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)