29 Ekim 2020 Perşembe

MUSTAFA KEMAL’İN “İDDAA ORANI” 1919’DA KAÇ ÇIKABİLİRDİ? | Bedri Baykam | 29.10.2020

İnsan denilen canlının bir beyni var. Her beynin de bir kapasitesi. Steve Jobs’un, Einstein’ın, Leonardo’nun beyni ile, olağan faninin beyni bir değil. Bunu hepimiz biliyoruz. Savaşta da siyasette de durum farklı değildir. Devlet adamı vardır, başkan vardır, önder vardır, ya da başkancık, öndercik vardır. Beynin kapasiteleri öyle kas gücü gibi geliştirilemez. Olsa olsa zamane hapları ile hafızanızın güçlendirildiğine veya bazı oyunlarla beyin hücrelerinizin canlı kaldığına inanırsınız, inandırılırsınız. Geçmişte Büyük İskender, Cengiz Han, Fatih Sultan Mehmet, ya da Gandhi, Castro, Kennedy gibi beyinler tarihe damga vurmuşlardır.


ATATÜRK’ÜN SEKİZ KATMANLI OLAĞANDIŞI BEYNİ

Bizim önderimize gelince, devrimci kimliğiyle ve sekiz ayrı katmanla çalışan beyniyle, nasıl birbirinden o kadar farklı alanlarda ancak Leonardo da Vinci ile kıyaslanabilir bir ruh olarak faaliyet gösterebildiği, normal insanların kolay kolay algılayabileceği bir durum değil! Yalnız yurdunun topraklarının müdafaasında kullandığı “savaş sanatı” ve taktikleri, sanat algısı, felsefe ve tarih ile ilişkisi, çağdaş yaşam tarzına olan tutkusu ve modernizmin bu alanda öncülerinden oluşu, barış ve evrensel insan sevgisi ile tüm ülkelere diplomatik bir “olumlu ön yargı”ile bakmaya şartlanmış olması, her ağaç her bitki her insan ve her hayvana sevgi ile bakabilmesi, içinde yetiştiği toplumun dayatmalarına karşın kadın erkek eşitliğine yürekten inanması, yüzünü bilim ve teknolojiye dönerek her türlü hurafeden uzak durması, demokrasi ve hukuk devletine yürekten bağlı olması, ırkçılığa daima karşı çıkması ve bütün bunları şaşırtıcı bir bütünlük içinde bir maestro gibi yönetebilmesi, onu gerçekten herkeslerden ayrı ve özel bir noktaya koyuyor tarihte.

Bu giriş bölümünün aksine, makaleyi tarihsel referanslar ve isimlerle yüklemeden size sunmak istedim. Cumhuriyetimizin 97. yılında, belki biraz daha genç Mustafa Kemal’in o kıvılcımlar saçan beyninde neler düşündüğü ve neler hissettiğiyle biraz daha özdeşleşebilmeniz için…


O İNSAN KENDİNİ NASIL YETİŞTİRDİ?

Büyürken o çocuk kafasında nelere dikkat etti, hangi öğretmeninden hangi bilgi veya tavırları beynine nakşetti? Askeri okuldayken, tarihi verileri kıyaslamalı bir çapraz sorguya alarak geçmiş yüzyılların en büyüklerinin hamlelerini ve bunların zamanlamasını nasıl içselleştirebildi? Her yurt dışına çıktığında, en çok nelere dikkat etti, kimlere imrendi, hangi yaşam tarzını en klas şekilde kendi topraklarında görmek için beyin kıvrımlarının en derin noktalarına nasıl kazıdı?

Ya da gönül ferahlığını, cesaretini, o akıl almaz vizyonunu kimlere borçluydu, kimlerden esinlenip kendini o denli yüksek ideallerle donatmayı başarmıştı?

Bugün dönemimizde “kurtarıcı” rolüne soyunmak isteyen ancak “takım oyunu” kavramından nasibini almamışların aksine, o insan seçebilme ve sorumlu noktalara yerleştirebilme, kadrosuna güvenme yetilerini nasıl o denli geliştirebilmişti? Cumhuriyetimizi, Kurtuluş Savaşı’nı da kazanmasını sağlayan o kadrolarla beraber kurarken, o sarsılmaz özgüvenini neye borçluydu? İslam’ın baskın olduğu topraklarda, ilk defa uygar yaşam tarzlarına bağlı, çağdaş, laik bir hukuk devleti modeli ve barışçı bir devlet anlayışını egemen kılacak model, onun o müstesna beyninde nasıl şekillenebilmişti?


KİMLERE RAĞMEN NELER BAŞARILDI, DÜŞMANLAR NASIL HAYRAN BIRAKILDI?

Üstelik bütün bunları, boynunda idam fermanı, her an kendisini tutuklama emri ile etrafında dolaşan görevlendirilmiş “arkadaşları”, yüzyılların köklerine dayanan din ve hilafet baskısı, Osmanlı İmparatorluğu’nun köhnemiş kalıntıları ve tüm saldırgan dehşetiyle bu söz konusu artıkları yutmaya hazır emperyalizmin çok uluslu ahtapot kollarının sinsi komplolarına rağmen başarmıştı Selanikli ebedi genç…

Her zaman kendisine yol göstermiş yerli yabancı düşünürlerden güç alarak, insan sevgisi kaynaklı barış tutkusuna sonsuz bir bağlılıkla…

Gün gelmiş kendi arkadaşları bile onun ideallerini anlamaz ve hazmedemez olmuş, gün gelmiş en büyük düşmanları ona duydukları hayranlık dolayısıyla, kendi gerçek hedeflerine olan tutkularından pek de farkına varmadan uzaklaşabilmişlerdi!

Gün gelmiş, ister Çanakkale Savaşı’nı analiz eden mağlup ülkelerin generalleri, ister devrimlerini ve kurduğu rejimin mükemmelliğini algılamaya çalışan devlet adamları, onun sürekli olarak beş-altı hamle ötesini görebilen satranççı zekasını anlama veya taklit etme çabalarından vazgeçmişlerdi. Çünkü onu alt edecek kadar zeki olmasalar bile, onun seviyesini ölçebilecek kadar kültürlü ve objektif olabiliyorlardı.

Üstelik bu “insan”, saydıklarımızı bir robot olarak değil, gençliğini, rakısını, aşklarını, şehvetini, arkadaşlıklarını, sırlarını, fıkralarını sonsuz sohbetlerde can dostlarıyla paylaşmış paha biçilmez bir zamane beyefendisi olarak gerçekleştirebilmişti.

Üstelik, “imkansız” gibi çok pratik bir kelimenin arkasına hiç sığınmadan… Bugünkü gençlerin anlayacağı dilden konuşalım: Mustafa Kemal’in bu çöküşten bağımsız ve evrensel dünyada parlayan, örnek yıldız oluşturacak bir Cumhuriyet kurmasının “İddaa oranı” nedir denseydi, herhalde 29 binde 1 şans veren çıkmazdı, 1923 Türkiye Cumhuriyeti sonucuna…

Dolayısıyla, bugün de hala Atatürk’e ve en büyük eseri olan Cumhuriyet modelimize gıpta ile bakan sayısız yazar, tarihçi, devlet adamı ve sosyolog varsa, buna kimsenin kalkıp şaşıracak hali yok! Atatürk öyle muhteşem bir insan ki, sözde “düşmanı” olması gereken yendiği ülkeler bile, ona kıskançlık değil hayran kalarak bakıyorlar, bugün bile…

70 YIL UĞRAŞTILAR, YIKAMADILAR

“Bizler” ise, artık sanki her anını bildiğimiz bu muhteşem yaşamda kendisini babamız, atamız ve sonsuz önderimiz olarak bağrımıza basıyoruz!

Artık Cumhuriyetimizin bir asrı devirmesi kapının eşiğinde. Düşünün ki, ilk Büyük Savaş sonrasının en zor şartlarında hangi fedakarlıklarla kurulmuş bu dev eseri, yetmiş yıldır uğraşarak hala yıkamadılar! Kıskananlar, ona savaş açanlar, sürekli iftira atanlar, tarihe tahrifat yapanlar, sabahtan akşama büyük Önderle uğraşanlar, mirasını kurt gibi kemirip yok etmek isteyenler… Her biri pusu kurmuş, kah bir meydanda kah bir ekranda karşımıza çıkıyorlar, adeta hortluyorlar… O ise, gençliğe armağan ve emanet ettiği Cumhuriyeti ne kadar sağlam temeller üzerine kurduğundan gurur duyarak yobazların, emperyalistlerin ve bölücülerin kuşatma operasyonlarına karşın, göklerden bizleri şefkat ve bir o kadar da dikkatle izliyor...

23 Ekim 2020 Cuma

BEKİR COŞKUN, ANAYASA, PENALTILAR, KIŞLALI VE 10. KÖY…. | Bedri Baykam | 22.10.2020

Unutulmaz kalem Bekir Coşkun’u kaybetmenin acısını yalnız ailesi veya arkadaşları değil, yalnız yıllardır her sabah onunla uyanan sadık okurları değil, aynı zamanda nezaketle ve hicivle, kimi zaman da keskin bir şekilde eleştirdiği siyasi kesim de yüreğinde hissetti. Çünkü onlar da çoğu zaman gizli gizli, sözde eleştirmek için dayanamadan her sabah okuyorlardı kendisini. Bazen kıskanarak, bazen imrenerek, bazen kızarak ama için için hep hayran kalarak! Bekir Coşkun, doğruları gizlemeden şeytanın bile aklına gelmeyecek noktaları birbirine bağlayan, bunu en zarif üslupla yapan büyük bir ustaydı. İşte, “dokuz köyden kovulma ve 10. köyü arama” böyle bir yaşamda şekillendi.


HAYATIMIZI KARIŞTIRAN BİTMEZ ÇELİŞKİLERİN ÜLKESİ

Geçtiğimiz iki hafta, Anayasa Mahkemesi’nin Enis Berberoğlu kararının, bir alt mahkeme tarafından reddedilmesini ve artçı şoklarını tartıştık. Anayasa Mahkemesi’nin otoritesi altında yer alan herhangi bir mahkemenin, kabul edilemez bir tavırla Anayasa Mahkemesi’nden kırmızı kart gören bir kararı yasadışı bir şekilde uygulamaya ısrar edebilmesi, doğal olarak demokratik çevrelerde büyük bir tepki gördü.

Peki, şayet Anayasa Mahkemesi muhalefetin aleyhine bir karar verseydi ve yerel mahkeme bu kararı uygulamayı reddetseydi... O zaman Saray ne derdi, AKP ne derdi? “Kimin haddine bir mahkemenin Anayasa Mahkemesi’nin kararını reddetmek?” diye esip gürlemez miydi?

Ya da muhalefet partileri çok önem verdikleri bir konuda Anayasa Mahkemesi’ne müracaat etmiş olsalardı ve Anayasa Mahkemesi diğer alt mahkemenin aldığı kararı, beklentilerin aksine onaylasaydı, o zaman muhalefetin cümleleri Anayasa Mahkemesi hakkında hangi kelimelerle şekillenecekti?

Hukuk devletinin sorunlarını bir kenara koyalım, en basitinden futbola dönelim. Her hafta birçok pozisyonda hakemler VAR’a gidiyorlar, kimi takımlar alınan kararlara kızıyorlar kimileri seviniyorlar. Gerek yöneticiler gerek hocalar, karar aleyhlerine alındıysa veryansın ediyorlar, karar lehlerine alındıysa durumu sorun etmiyorlar. Aynen taraftarlar gibi maşallah!

Mesela bu hafta Fenerbahçeli Serdar Aziz, rakibinin önünü ceza sahasında kayarak kesti. Bu hareketi yaparken rakibinden yarım metre uzaktaydı. Hiçbir mantık buna penaltı çalamazdı. Ama çalındı ve üstelik VAR’a gidip bir kontrol bile yapılmadı! Tüm standartlar alt-üst! Şimdi mühim olan şu: Aynı pozisyonda, bir başka defans oyuncusu, benim takımımın forvetine doğru aynı şekilde müdahale etse, ben kalkıp bu sefer “nerede bizim penaltı?” diye tersine yaygara koparacak mıyım?


BU ÇELİŞKİLERE, AHMET TANER KIŞLALI NELER DERDİ?

Dün, ölüm yıldönümünde andığımız Ahmet Taner Kışlalı, her fırsatta Ankara’da görüştüğüm bir can dostumdu. Haftada birkaç kere, en azından telefonda dertleşir, Türkiye’nin çelişki yumaklarını çözmeye çalışırdık. Uzun lafın kısası, insanlarımız kolay kolay objektif olamıyorlar, aynı konularda sürekli farklı tepkiler veriyorlar. Çifte standart bizlerin “olmazsa olmazı” olmuş!

Aslında Anayasa Mahkemesi ve hakem kararları, VAR kararları ne kadar mukayese edilir tartışma götürür bir olgu. Çünkü bu ülkede yargı bağımsızlığı olmadığına dair bir ortak inanç var. Üstelik maalesef bu ağır endişeler yıllardır üst üste biriken somut veriler üzerinden çok net şekillenmiş.

Dolayısıyla başka bir kıyaslama daha deneyelim.Anayasa Mahkemesi’nin üzerinde ağır siyasi baskı var” veya “Türkiye, tek adam rejimi tarafından yönetiliyor” veya “Türkiye’de ve parlamentoda demokratik bir yönetim yok, halkın iradesi yansımıyor” diyen bir ana muhalefet partisi, kendi parti içi hukukunu objektif, tarafsız ve adil yürütebiliyor mu? Bu partinin içerisinde bir başka tek adam yönetimi var mı? Bu partinin demokrasi ve ifade özgürlüğü ilişkisi nasıl? İktidardan şikayet ederken, kendisi de üyelerine saçma yasaklar getirmeye kalkışıyor mu? Disiplin çarkı, mantıklı, adil ve herkese eşit davranan kriterlere bağlı mı? Adaylar kişi veya bir politbüro mantığı ile işleyen bir grup tarafından belirleniyor mu? Dolayısıyla örgütün, seçmenlerin, halkın iradesi adaylara, siyasetin sol kanadına yansımıyor mu?

Burada sorduğumuz soruların yanıtlarının aslında sorgulanamaz şekilde objektif kriterlere bağlı, çelişkisiz, mantığın, hukukun, kaidelerin yönlendirdiği ideal yanıtları olmasını isteriz. Ama ne siyasette, ne futbolda, ne de ana muhalefet partisinde işler böyle yürümüyor. Siz tutulmayan sözleri, uyulmayan kuralları, basında veya siyasette dillendirdiğiniz zaman, sizi “o köyde tutmak istemeyenler” çeşitli faaliyetlere girişiyorlar… İşte bunu içinden bilen insanların başında gelirdi Kışlalı ve Coşkun…


BEKİR COŞKUN TAVRINI ÖRNEK ALMAK

Emin olun doğruyu söylüyorum. Futbolda, gerektiği zaman Fenerbahçe taraftarlarını veya program arkadaşlarımı üzme pahasına Fenerbahçe’ye haksız bir penaltı verildiyse veya attığımız bir golün kusuru varsa da dile getiriyorum. Bunu yaptığım için de aleyhimize yapılan haksızlıkları dile getirirken de herhangi bir “çifte standart endişem olmuyor.

Aynı şekilde AKP’ye ve Erdoğan’ın yaptığı antidemokratik tavırlara verdiğim tepkileri, CHP içinde de veriyorum. Sağa, faşistlere veya siyasal İslam’a getirdiğim eleştirileri, kimi zaman sosyal demokratlara, kimi zaman sosyalistlere, kimi zaman CHP’ye ve tabi “yetmez ama evet”çilere de getiriyorum.

Bu yüzden yıllardır Bekir Coşkun’un da yürüdüğü yolda, kötü kişi olmayı da, dokuz köyden kovulmayı da göze almışlardan biriyim. Bu cümlem, bizi tekrar o silinmez izleri bırakan büyük insana, köşe şairine, kelime ustasına getiriyor. Bu gerekçelerle “Dokuzuncu Köy” ve “10. Köy” dediğimizde doğrudan aklımıza gelen ilk isim hep o kalacak… Yani susmayı reddetmek, çıkar ilişkilerine bakmadan!


HAYVANLARIN, DENİZLERİN, DALGALARIN YAKIN DOSTU

Bekir Coşkun, yalnız bizlerin, sizlerin, demokrasinin, özgürlüklerin, halkın, güçsüzlerin, ezilmişlerin, fakirlerin, kadere mağlup olmuşların değil, evreni paylaştığımız sevgili hayvanların da en samimi dostuydu. En sevdiği köpeğinin adını Türkiye’ye ezberletmeyi başardı. Pako, sanki bizlerin de dostu oldu. Yalnız hayvanları, hayvan haklarını savunmadı, doğayı, hakimi olduğu denizleri ve arkadaşlıklarını sonsuz sevdi. Seçmesi gerekse, belki çevresinden insanların değil, canlıların en güçsüzlerinin, en sessizlerinin, dilsizlerinin yoldaşı ve sözcüsü olmayı seçerdi. Allah’tan hem hayvanları hem insanları savundu.

Dokuz köyden kovulmuş olabilir, ama şimdi ülkenin her köyünde, her yöresinde hatırlanacak, adına sokaklar, kütüphaneler açılacak… Bu dünyadan örnek bir insan, bir Bekir Coşkun geçti. O da artık Kışlalı gibi ölümsüzler arasında yerini aldı.

16 Ekim 2020 Cuma

ERMENİSTAN’IN SALDIRGAN YÜZÜ VE BATI | Bedri Baykam | 15.10.2020

Batı’nın gözünde, bazı ülkeler son derece geniş bir krediye sahiptirler! Savaş da açsalar sivillere de saldırsalar, gerek Avrupa gerek ABD nezdinde sanki dokunulmazlığı olan ülkelerdir bunlar! Listenin başında da Ermenistan ve Yunanistan gelir. Bir ülke olmamasına rağmen PKK’yı da bu gruba paralel bir kulvardan ekleyebiliriz. Türkiye ise ister tarihi ister güncel konularda, hep acımasızca lime lime edilir. Mesela Fransız medyasında, Türkiye genellikle “Olağan Şüpheliler” filmini hatırlatan bir şekilde sürekli sanık sandalyesindedir. Konu fark etmez, “Ermeni soykırımı” iddiaları, yüz kızarmadan her ihtiyaç olduğunda ısıtılıp sunulan “Kıbrıs işgali” yalanı, PKK saldırılarını neredeyse onaylayan alt metinler, maalesef alıştığımız tavırlar. Yalnız AKP döneminden söz ettiğimi sanmayın!

Ermenistan, Dağlık Karabağ’da üç haftadır başlattığı saldırılarla dünya kamuoyunda objektif gözlerin şimşeklerini üzerine çekti.

Türkiye’nin de doğal olarak “iki devlet bir millet” olarak gördüğümüz dost Azerbaycan’ın yanında yer almasından farklı bir şey düşünülemezdi. Ama geleneksel Batı medyası yine işgalci Ermenistan’ı “mağdur kesim” olarak göstermeyi başardı!

BATI’NIN OLAĞAN, FIRSATÇI VE İKİ YÜZLÜ TAVRI

Buna rağmen açık gerçeği gören birçok ülkenin lideri ve diplomatları, bu sefer “ateşkes” çağrıları yapma yönünde bir “orta yol” takip ederek, “Haydi çocuklar artık kavga gürültüyü bırakın bakalım” tadında komik tepkiler verdiler. Örneğin BM, Avrupa Konseyi, Amerika ve Almanya, ısrarla ortak dille “Askeri operasyonları askıya alın, masaya oturun” şeklinde çağrılar yaptılar; ancak hiçbiri “Ermenistan işgal ettiği toprakları derhal terk etsin, müzakereler sonra başlasın” diyemedi. Bir tek Fransa, AGİT-MİNSK grubundaki sorumluluğunu hatırlayarak, nasıl olduysa “tarafsız kalmamız lazım” diyerek Paris diasporasını hayal kırıklığına taşıdı. Durumu fırsat bilip Türkiye’ye de diş gösterenler arasında Kanada Başbakanı Trudeau vardı. Kanada, Türkiye’ye ihraç ettiği askeri teknolojilerin Karabağ çatışmasında kullanılıp kullanılmadığı netleşene kadar, Türkiye’ye insansız hava aracı teknolojisi ihracatını durdurduklarını açıkladı! Afganistan, Pakistan, hatta İran ve Bulgaristan gibi ülkelerden ise Azerbaycan’ın haklı mücadelesini destekleyen ve Ermenistan’ı kınayan sesler duyabildik…

Ermenistan’ın affedilmez bir şekilde yine işgalciliğe soyunarak sivil halka göz göre göre saldırıp birçok can kaybına neden olmasının ardından, Türkiye’nin net bir tavırla Azerbaycan’a verdiği destek, şaşırtıcı tepkiler de doğurdu. Mesela Soros ürünü Paşinyan sık sık rastladığımız agresif ve raydan çıkmış tavırlarıyla “Türkiye çatışmalara katılmaya hazır olduğunu göstermeseydi, bu savaş başlamazdı” şeklinde akıllara ziyan bir psikolojik taktik bile denedi! Türkiye’nin dostluk ilişkileri ve ittifaklarının doğrultusunda Azerbaycan’a arka çıkması, Paşinyan’ın ağzından “savaş kışkırtması” olarak tasvir edildi! Acaba yine akıllarında, karışan görüşen olmadan yapabilecekleri bir “Hocalı Katliamı” senaryosu mu vardı ki, bu kadar tepki verdiler? Paşinyan’ın muhalefete, Anayasa Mahkemesi’ne ve eski başkanlara ne muameleler reva gördüğünü de duyuyoruz! Arkasından sözde ateşkesten önce ve sonra sivil hedefleri açıkça bombalamaları, onca Azeri kardeşimizi öldürmeleri, ilk kez yaşadığımız bir şey değil ama bu cüret insana her seferinde “pes” dedirtiyor. Buna rağmen Azerbaycan, Ermenistan’ın ilerlemesini durdurduğu gibi, yıllardır işgal edilen topraklarının da bir kısmını kurtardı. Ermenistan ise sivillere, okullara ve basına bombalar yağdırmaya devam ediyor. Bunun kaynağı, Batı’dan buldukları yüz… Mesela geçen haftaki Fransız Le Point dergisi, Ermenistan’ı aklayarak, aynen yukarıda tarif ettiğim üç konu üzerinden Türkiye’ye ve işin ucunda da Azerbeycan’daki savaşa yükleniyor! Batı’nın tipik bir komprime anti-Türk harmanı!


LOS ANGELES VE NEW YORK’TAN GELEN KÖTÜ SİNYALLER

Los Angeles’ta Ermeni diasporası çok güçlü. Tabii ki onlar bu çatışmaya Ermeniler’in açısından bakıyorlar. Los Angeles’ta yerel yönetim, açıkça Ermeniler’i tutmasının dışında, Biden’ın da Ermeniler’e verdiği destek, artık yıllardır beklenen “Soykırımın ABD’de resmi olarak tanınması” açısından önemli gelişmelere yol açtı. Başta Los Angeles Times, New York Times ve Boston Globe gibi büyük gazetelerin haberlerde kavganın tetikleyicisi Ermenistan’ın gözüyle yaptıkları haberler ve lobi baskılarının ciddi bir sonucu oldu: Geçtiğimiz hafta sonu, Los Angeles Başkonsolosluğumuz ne yazık ki 35.000 kişi gelen Ermeni grupların ağır taciz ve tahrik baskınına hedef oldu. Başkonsolos Can Oğuz, stresli anlar yaşadığını öğrendik, güvenliğe çok dikkat etmek lazım. Ünlü Highway 101, yine Ermeniler tarafından kapatıldığı için de ambulanstaki bir hastanın vefat ettiği de konuşulanlar arasında… Biden’dan da güç alan Ermeniler, Los Angeles’ta Birleşik Okullar Birliği’nin (LA Unified Schools) 24 Nisan’ı “Soykırım anma günü” olarak ilan ettirmeyi başarmanın eşiğindeler! Bireysel çabalar harcayarak bu yıpratmalara direnen vatansever Amerikalı Türkler tabii ki var, birçoğunu da şahsen tanıyorum. Ama maalesef Türk derneklerimiz, polis ve yerel yönetimlerin de Ermeni diasporasının tarafını tutmalarından dolayı kendilerini çekingen davranmaya mecbur hissediyorlar. Bu arada bu ırkçı kararı ilan eden resmi yazıda da, “Azerbaycan’ın Türkiye’nin desteğiyle Ermeni topraklarına saldırdığı” şeklinde desteksiz palavralar atılabiliyor. Aynen uzun bir sohbette New York’ta da aynı nabzın zorla attırıldığını aktaran eski avukatım olan bir dostumun dediği gibi: “Amerikalıların büyük çoğunluğu, zaten şu anda yalnız sağlıklarıyla ilgileniyorlar. Azerbaycan olaylarını izleyen az sayıda Amerikalı da ‘Azeriler masum Ermenilerin topraklarına saldırdı’ gibi bir kaba yalandan başka bir şey bilmiyorlar”.

Ateşkesten daha önemlisi, Ermenistan’ın artık uluslararası hukuku hiçe sayan tavrını derhal bırakması ve işgal ettiği toprakları terk etmesi!

Ama unutmayalım: Ermenistan’ı ağır şekilde eleştiren bu yazı, ne yeryüzünde yaşayan Ermeni halkına, ne de ülkemizde yaşayan sevgili Ermeni vatandaşlarımıza tek bir kötü söz söylenmesini kabul edebileceğimiz anlamına tabii ki gelmiyor. Tersine, halkların dostluğuna el uzatmak ödevimiz. Her Ermeni vatandaşımız canımızdır. Dost Azerbaycan’ın yaşadığı acıların artık işgalin son bulmasıyla bitmesi dileğiyle, Yurtta Sulh, Cihanda Sulh!

8 Ekim 2020 Perşembe

SAYIN ADALET BAKANI, CEZAEVLERİNDEN GELEN SESLERİ DİNLEYELİM | Bedri Baykam | 06.10.2020

 

Cezaevlerinden mektuplar alırım. Her biri içimi acıtır. Bir an önce bu vatandaşlarımızın sürelerini tamamlamaları veya suçsuzluklarının anlaşılmasını, özgürlüklerine, ailelerine, mesleklerine, sevdiklerine kavuşmalarını dilerim. (Tabii ki bu cümlem katilleri, tecavüzcüleri, insanlara ve hayvanlara şiddet uygulayanları kapsamıyor.)

Cezaevindeki insanların bence en azından beş tartışılmaz haklı talepleri vardır: 1) Adil yargılanma. 2) Sağlık hizmetlerine şartsız ve derhal ulaşabilmeleri. 3) Taciz-şiddet-aşağılama yaşamamaları, yaşatılmamaları. 4) Spor yapma ve hareket etme imkanı sağlanmaları. 5) Dış dünya ile iletişimlerinde, rahatça mektuplaşabilmeleri, yayın ve kitaplara rahat ulaşabilmeleri.

Yolladığım kitaplar mahkumlara ulaşmadığı zaman üzülürüm, gerekçeyi araştırmak, sonuca ulaşmak zordur. Daha önce sayın Erdoğan’a, cezaevlerinde verilmesi gereken sağlık hizmetlerinin bir ülkenin esas insan hakları standardı ve namusu olduğunu hatırlatmıştım (“Sayın Erdoğan Lütfen Önyargısız Okuyun”. Cumhuriyet, 4 Ekim 2011). Şimdi de sayın Adalet Bakanı’na, bu beş konuya da ayrı ayrı eğilmesi için özel bir ricada bulunuyorum. Siyasiler, her tutukluya, her zaman bir yakınları veya kardeşleri gibi bakamasa da, sorumlu oldukları bir can, bir vatandaş olarak dikkate almaya mecburdurlar. Bugün sizlere ve Sayın Abdülhamit Gül’e bu konularda ulaşmak ve Edirne Cezaevi’nden, kim olduğunu ve atfedilen suçunu bilmediğim, Suat İncedere tarafından yazılmış bir serzeniş mektubunun özetini iletiyorum. Her ne kadar yukarıda katiller, tecavüzcüler ve şiddet uygulayanlar için parantez açtıysam da burada eke gerek yok. Çünkü devlete teslim olmuş ve infazına başlanmış ya da tutuklular için asgari şartların uygulanması insan haklarına saygının bir gereğidir.


Bedri Baykam Merhaba,

Her anlamda iyi olmanızı diliyor, selam ve sevgilerimizi gönderiyoruz.

Hapishaneden yazıyorum size.

(…) Karabulut gibi sürekli tepemizde dolaştırılan yasaklar, kısıtlamalar ve keyfi uygulamalardan bahsedeceğim size. Göreceksiniz ki hiçbirinin maddi dayanağı yok. Anlatacaklarım tamamen keyfi uygulamalardan kaynaklı sorunlar.

Yakın bir zamanda hapishane idaresi almış olduğu bir kararla yanımızda yirmi kitap bulundurma sınırlaması getirdi.

Ardından, dışarıdan posta yoluyla gönderilen kitapların alınmayacağını, sadece dini bayramlarda, yılbaşı ve doğum günlerinde hediye olarak gönderilen kitapların hediye kapsamında alınabileceği, gazete ve dergilerin de parasını ödeyerek abone olma koşuluyla temin edilebileceği ve bu kapsam dışında posta yoluyla gönderilenlerin kabul edilmeyeceği ayrıca Basın İlan Kurumu’ndan ilan alma hakkı olmayan günlük gazeteleri temin edemeyeceğimiz tarafımıza bildirildi.

Buna göre sadece kendi paramızla Edirne’deki ticari kitapevlerinden aldıracağımız kitapları ve bir de doğum günü ya da dini bayramlarda dışarıdan hediye olarak gönderilecek 1 adet kitabı içeri alabileceğiz. Tabi içeriği sakıncalı görülmezse...

(…)Bizler yıllardır hapishanelerde bulunan ve herhangi bir geliri olmayan siyasi tutsaklarız. Emekçi ailelerin çocuklarıyız. Ailelerimiz ...emeğiyle, alın teriyle kıt kanaat geçinen emekçi insanlardır. (…) Kitap alacak parası olmayan ne yapacak?

Bize kitap yollayan tanıdıklar, ne bizim doğum günümüzü bilir ne de özel günlere denk getirme yönünde bir ayarlama yapabilirler.

Sürekli yayınlarda ise paramızla abone olamamışsak bunların hapishaneye girişi engellenecektir. Bugüne kadar adımıza gelen dergi ve gazeteler çoğunlukla sakıncalı bulunur ve verilmezdi. Şimdi ise “sen zaten kendi paranla abone olamadın” denilerek incelemeye bile gerek görülmeden depoya kaldırılacaktır. (…)

Günlük gazetelere getirilen “Basın İlan Kurumu’ndan ilan alma şartı” ise belirli bir gazeteyi engellemek için gayri ciddi bir gerekçedir. (…) Bu uygulamadan sonra hapishane idaresi her gün ayrı bir el koyma kararı yazma külfetinden kurtulup sorunu çoktan çözmüş olacak. Basın İlan Kurumu, (…) tiraj ölçüsü getirir. Bu tiraj altındaki gazetelere resmi ilanlarını vermez. Konumuz olan ifade özgürlüğünün ise tiraj diye bir ölçüsü olmaz. Tek kişiye ulaşacak bir mektup veya gazete de, on milyon kişiye ulaşacak bir yayın da eşit ifade özgürlüğü hakkına sahiptir.

Hapishaneler ve kitap ezelden beri Türkiye’de hep birlikte anılır. Bu ülkede ya kitap yazıldığı için hapishaneye düşülür ya da hapishanede yazar olunur.

Otoriter, baskıcı yönetimler için ise kitap her zaman bir sorun teşkil eder. Birkaç gün önce (15 Nisan 2020 tarihinde) yapılan bu değişiklikle devlet bizleri kitaptan korumak için, Ceza İnfaz Kanunu 62. Maddesine bir cümle ekledi: “Hükümlünün iyileşmesini zorlaştıracak hiçbir yayın hükümlüye verilemez” denildi. Bizleri rehabilite edilmesi gereken hastalar olarak gören bu klasik zihniyet “tedavimizi” de bizi fikirlerimizden arındırmakta görüyor. Biz siyasi tutsaklar, hiçbir kişisel çıkar gözetmeden ülke ve dünya sorunlarını kendine dert etmiş ve insanlığın tüm sorunlarını çözme iddiasında olan ve demokratik, adil, eşitlikçi, özgür bir toplumda yaşama arzusuyla, bu uğurda varını-yoğunu, tüm ömrünü ortaya koymuş, en ağır bedelleri ödemiş ve halen ödemekte olan insanlarız. Bizim neyimizi iyileştirecekler? (…)

22 yıldır hapishanedeyim. Bugüne kadar ne yanımızda bulundurduğumuz kitap miktarına yönelik bir sınırlama ne de posta yoluyla adımıza gelen kitap ve dergilere yönelik bir yasak söz konusuydu. Bu kısıtlama ve yasaklara dayanak yapılan infaz kanunu 16 yıldır yürürlüktedir. 16 yıldır hiçbir sınırlama ve yasak yokken birden ne değişti de bu yasak ve sınırlamalar getirildi. 16 yıldır yürürlükte olan infaz kanununda hiçbir değişiklik yapılmamasına rağmen, yaklaşık bir ay öncesinde kullanabildiğimiz bu haklar ne değişti de ortadan kaldırıldı? Hiçbir yasa değişikliği yapılmamasına rağmen bu haklarımız ortadan kaldırılmıştır.

Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın, Türkiye’nin en büyük kütüphanesini açtığı, her gittiği yurt gezisinde kendini karşılayanlara hediye olarak kitap dağıttığı, toplumda okuma alışkanlığını arttırma amacıyla “Millet Kıraathaneleri” açtığı bir ortamda bizlere getirilen bu kitap sınırlama ve yasaklarını nereye koyacağız?

Sayın Baykam, sizleri Anayasa’da ve Türk Devleti’nin imzaladığı uluslararası sözleşmelere aykırı olan bu uygulamalar karşısında duyarlı olmaya ve hapishanelerde ifade ve iletişim özgürlüğünün sağlanması yönünde çaba sarf etmeye çağırıyoruz.


Selam ve saygılarımla.


Edirne F Tipi Hapishanesi C/95 Suat İncedere

Edirne 09/07/2020

1 Ekim 2020 Perşembe

KOLEKTİF LİNÇ İŞTAHI | Bedri Baykam | 29.09.2020

Üzgünüm. Bu yaz yaşanan ve vahametini ancak yeni algıladığım bir olaydan dolayı üzgünüm. Bu yaz, ilk defa uzunca bir tatil yapabildim. Tabii tatilden anladığım daha rahat kitap yazabilmek, arada küçük resimler yapmak, kitap okumak, yüzmek ve biraz da tenis oynamak. Bu süreçte yazar arkadaşım Hasan Bülent Kahraman’ın yaşadığı tatsız olayların boyutunu hiç fark edememişim.

Kendisinin başka isimlerle beraber İBB Kültür Sanat Platformu Danışma Kurulu’na seçildiğini duymuştum, ardından da “Hep aynı isimler bir yere seçiliyor” diye tepkiler geldiğini ve Hasan Bülent’in bu görevden ayrıldığını, daha doğrusu kabul etmediğini öğrendim. İtiraf edeyim bu bağlamda pek de önem vermedim, çünkü zaten çok dolu olduğunu biliyordum ve bu işe ayırabileceği zamanın gerek rektör yardımcılığı gerek yazdığı ve okuduğu kitaplara ayırdığı süreler yüzünden çok daralacağını ve kendisini zora sokacağını tahmin edebiliyordum. Yoksa böyle bir kurulu hayata geçiren sevgili Ekrem İmamoğlu, alanında ulusal ve uluslararası düzeyde en iyi isimlerden biri olan Kahramandan büyük ölçüde yararlanabilecekti.

Fakat olaylar farklı şekillerde yaşanmış. Gerek muhalif medya gerek sosyal medya, Hasan Bülent’e neredeyse bir linç uygulamış.

Her arkadaşınızla her konuda yüzde 100 aynı şeyi düşünemezsiniz. Bir örnek vereceğim: Bugünkü siyasi konjonktür nedeniyle son yıllarda maalesef CHP’nin içinde dahi insanların birçoğu maruz bırakıldıkları ezber cümlelerle 27 Mayıs’a saldırdılar. Daha da ilginci 1990’da açtığım sergim sırasında, 27 Mayısı -idamlar hariç- sonuna kadar savunan birçok insan ve ben dahil herkes o tarihsel süreci överken, Kahraman tersine “İhtilal, İsmet İnönü ve CHP’si için yapılmıştı” diyordu. Ben tabii ki onun tüm bu eleştirel röportajını sansürsüz en güzel şekilde hem gazetede, hem kitapta yayınladım. Bizim Hasan Bülent’le politik olarak anlaşamadığımız yüzde 40 civarı konu vardır. Ama bu hiçbir zaman dostluğumuzu, entellektüel diyaloğumuzu, sanatçı-yazar ilişkimizi zedelememiştir; zedelese, bu demokrasiye inanmadığımız anlamına gelirdi. Zaten aramızdaki farkların ne olup olmadığı önemlidir: Hasan Bülent laiktir, Atatürk’e saygılıdır, demokrasiye inanır, barışa ve çağdaş yaşama inanır, sanata, felsefeye, edebiyata, tarihe büyük önem verir.

Fakat siyasi farklarımız, İBB atamasından sonra ağır vukuat yaratmış! Hasan Bülent’e, geçmişte Sabah’ta yazmış olduğu için bu atamadan sonra bir linç uygulanmış, kendisine irticacı gibi kelimelerden başlayarak çok ağır sözler söylenmiş. Daha da üzücüsü, kimisi hakaret düzeyinde… Bunları söyleyenler arasında değer verdiğim bazı mücadele dostlarım var. Ne yazık ki ciddi hata yapmışlar. Eleştiri başkadır, linç başka…. Herkesin tabii ki Kahraman’ı eleştirmeye hakkı vardır. Mesela isteyen AKP’li bazı isimlerle yakınlaşmış olmasını eleştirebilir; başka biri, Ergenekon ve Balyoz sürecinde yazmış olduğu makaleleri arşivden çıkarabilir. Haklarıdır ve haklıdırlar! Demokratik tartışmadır bu. Ama bir insana gerekçeli-gerekçesiz herkes aynı anda vurmaya başladıktan sonra “Bari ben de bir tane patlatayım” demek ağır bir hatadır. Demokrasi etiğine uymaz. Kahraman’ın yakın dostu olan ünlü gazeteci ve aydınların -Ertuğrul Özkök hariç- bilinçli sessizliği de işin cabasıdır.

Türkiye’de felsefeyi, edebiyatı, siyaseti, sanatı ve tarihi aynı anda uluslararası kapsamda da harmanlayarak Türkçe veya İngilizce tartışabilecek, Hasan Bülent Kahraman’ın düzeyinde pek insanımız yoktur. Bu alanlarda değerli eserler veren bir diğer aydınımız Emin Çetin Girgin’dir. Neden bahsettiğimi anlayabilmeniz için sizden ricam hemfikir olmasanız bile bu isimlerin yazılarını, çözümlemelerini, tarihsel veya sanat tarihsel veya felsefi siyasi analizlerini ve toparlamalarını okuyun. Kahraman, geçtiğimiz yıl Uluslararası Plastik Sanatlar Derneği “Sanat İnsanı Onur Ödülü”ne layık görüldü. Bakın plaketinde neler yazıyordu: Tükenmez çalışkanlığınızla, gerek bir sanat tarihçi, gerek eleştirmen, gerek küratör, gerekse akademisyen olarak felsefeyi, sanatı, sosyolojiyi, edebiyatı, ezcümle tüm tarihi ustalıkla, bütünselliğini sağlayarak beraber harmanladığınız için sevgi saygı ve teşekkürlerimizle…”

Kahraman hakkında detaylı bir okuma yapmadan, ezbere onu gerici diye yaftalamak, olsa olsa bu sözleri söyleyenlerin en azından önyargılı ve “aceleci” olduğunu gösterir. Hasan Bülent, Sabah’ta yazmaya, bu gazete kayyuma devrolmadan önce başlamıştı. Devrolduktan sonra yazmaya devam etmesi hata mıydı? Evet, bence hataydı. Peki, bu bir linç sebebi olabilir mi? Tabii ki hayır. Hasan Bülent, Sabah’tan üç yıl önce ayrıldı. Bu arada Sabah’ta da yazdıklarına bakarsınız, orada yandaş medya üslubuyla “görev” yapanlarla bir ilişkisi olmadığını göreceksiniz. Ayrıca Sabah’ta yazan her insana da düşmanca bakmayı demokrat bulmuyorum. Birini “yandaş olarak niteleseniz bile, her siyasi veya demokratik tartışmanın bir adabı vardır. Yakaladığınız bir ipucundan hareket ederek iştahlı bir saldırganlıkla, o kişiyi bütününe bakmadan yok etmeye çalışmak yakışıksız bir tavırdır. Mesela Ahmet Altan’la siyasi olarak hiç anlaşamayabilirsiniz, ama yazar olarak yok sayamazsınız. Sevdiğiniz bir müzisyen hayat akışında iktidar ile bir diyaloğa girdi diye belki kızabilirsiniz, ama eserlerini silemezsiniz. Hasan Bülent, benim Alev Coşkun, Ümit Zileli veya Sinan Meydan gibi siyasi her konuda anlaştığım bir isim değildir. Ama sanatı, dünya kültürünü, yaşamın derinliklerini beraber ele alırken, bana en büyük keyfi veren birkaç değerli dostumdan biridir. Onun benden farklı veya bize göre “yanlış” siyasal değerlendirmeler yapmış olması, kendisini “silmek” için bir neden olamaz! Siyasi yolları ayrıldıktan sonra, İlhan Selçuk da Çetin Altan’la küsmemiş, onun yazar değerlerini veya arkadaşlığını hayatından çıkarmamıştır.

Bugün yaşadıklarımızın nedeni, ülkemizin yaşadığı şizofrenik siyasal ortam; insanların bu acımasız yıkıcı tavırlarını izah etmek için bunu bulabiliyorum ancak.

Türkiye’nin, Kahraman gibi sonsuz bir bilgi dağarcığı üstüne katmanlı düşünce kapasitesini geliştirebilen bir beyni dışlama şansı olamaz. Keşke tüm bu disiplinlerarası alanlarda fikir üretmeyi bilen ve bunu Hasan Bülent Kahraman ve Emin Çetin Girgin gibi başaran aydınlarımızın sayısı iki elin parmaklarını geçseydi! İnsanları yıkmak bu kadar ucuz ve kolay olmamalı. Biraz medeni ve hoşgörülü diyaloglara ihtiyacımız var.